MİT, FETHULLAH’I İSTESE “TEMİZLER” Mİ?

EL-CEVAP: TERTEMİZ YAPABİLİR?

SORU: PEKİ NİYE YAPMIYOR?

EL-CEVAP: RİSKİNİ GÖZE ALAMIYOR OLABİLİR?

SORU: NİÇİN GÖZE ALAMIYOR?

EL-CEVAP: ÇÜNKÜ FETHULLAH CIA’İN BİR PROJESİ, ELEMANI.. CIA’İN BİR ELEMANINI HEM DE ABD TOPRAKLARINDA TEMİZLERSEN, BİR PROJESİNİ MEZARLIĞA GÖMERSEN, CIA’İN DE SENİN TOPRAKLARINDA SANA CEVAP VERMESİ “RİSKİ” VARDIR.. GÖZE ALIRSAN YAPARSIN.. BAK İNGİLTERE, ÇİFT TARAFLI, ARTIK DEŞİFRE OLUP EMEKLİYE AYRILMIŞ, ISKARTAYA ÇIKMIŞ AJANI RUSLAR TARAFINDAN ZEHİRLENDİ DİYE NEREDEYSE RUSYA’YA SAVAŞ İLAN EDECEK..

SORU: PEKİ, YA SENDEN KORKUP YURTDIŞINA, MESELA AVUSTRALYA’YA GİTMİŞ BİR ADAMIN ARKASINDA CIA GİBİ BİR “DAYI”SI YOKSA?

EL-CEVAP: !!!!?????

 

mit türkiye ile ilgili görsel sonucu

mit türkiye ile ilgili görsel sonucu

mit türkiye ile ilgili görsel sonucu

mit türkiye ile ilgili görsel sonucu

mit türkiye ile ilgili görsel sonucu

mit türkiye ile ilgili görsel sonucu

MİT, Fethullah Gülen’in ensesinde

MİT’in yurtdışında FETÖ’cüleri karşı gerçekleştirdiği operasyonlar sonrası akılları şu soru geldi: MİT aynısını Fetullah Gülen’e de yapamaz mı?… İşte bu merak edilen sorunun cevabını MİT Kontrterör Merkezi eski başkanı Mehmet Eymür verdi.

GİRİŞ 31.03.2018 12:45

MİT‘in Kosova’da FETÖ‘cülere karşı gerçekleştirdiği operasyon tüm dünyanın gündemine oturdu. Daha öncede farklı ülkelerde benzer operasyonlara imza atan MİT, tüm dünyadaki teröristleri adım adım sesiz sedasız takip ediyor.

MİT’in bu operasyonları terörle mücadeledeki kararlığın yanından teşkilatın yapısıyla ilgili mesajlarda içeriyor. Öyle ki daha önce MİT’e de sızan FETÖ’cüleri yüzünden sekteye uğrayan ya da yanlış yönlendirilen operasyonlar artık başarıyla gerçekleştiriliyor.

Daha önce bir MİT yetkilisi, “Yurt dışına kaçanlar yakalanıp getirilemez mi?” diye sorusuna  şöyle yanıt vermişti.

“Tabii ki mümkün, yapılır ama çok hassas bir durum. Falso olursa, uluslararası alanda ismin çıkar. Başarılı olursak, kimse bir şey diyemez tabii, sonuçta istediğimiz adamlar. Ancak bugünkü durumda biraz pesimistim, yani teknik olanaklar geçmişe göre çok daha fazla olmasına rağmen ben zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü gizli bir şey yapamıyor ki teşkilat, ne yapsa ortaya çıkıyor. Doldurmuşlar bir sürü adamı teşkilata, nereden sızdığı da belli değil. Bunlardan kurtulamadığın sürece hiçbir gizli iş yapamazsın.”

Şimdi ise görüntü farklı. MİT adamların yerini tespit ediyor, 9 ay süreyle takibe alıyor ve dışarı bilgi sızmıyor. Yani bugün itibarıyla henüz tam anlamıyla temizlik tamamlanmasa da epey yol alınmış durumda. İşte bu noktada akla gelen kritik soru da şu:

GÜLEN’E DE BENZER OPERASYON YAPILAMAZ MI?

Dünyanın birçok ülkesinde FETÖ’cülerin peşine düşen ve onları paketleyip Türkiye’ye getiren MİT, aynısını Fetullah Gülen’e de yapamaz mı? Yanıtı MİT Kontrterör Merkezi eski başkanı Mehmet Eymür veriyor:

 

“12 saatlik bir serüven, alacaklar, kaçıracaklar uçağa koyup getirecekler kolay değil. Fetullah Gülen orada sürekli kontrol altında her şeyi takip ediliyor, dinleniyor. Neticede CIA’nın bir projesi, elemanı. Üstelik bulunduğu yerden de kımıldamıyor…”

Ya bulunduğu yerde yok etme durumu?

Yok etme olabilir. Fetullah’ın yakın çevresinde MİT’in elemanları vardır muhakkak. Onlar kanalıyla bir şeyler yapılabilir. Kafaya koyduktan, riskini de göze aldıktan sonra her şey olur. Yapılmaz diye bir şey yok.

MİT ensesindedir yani?

“Olması lazım. Onun niyetlerini okuyabilecek, aktarabilecek birileri vardır. Zaten Türkiye’de bu kadar örgütlenmiş bir adamın yanına bir adam sızdıramadılarsa yazıklar olsun…

 

Bilgileri Milliyet yazarı Tunca Bengin köşesinden paylaştı.

 

(http://www.haber7.com/guncel/haber/2589128-mit-fethullah-gulenin-ensesinde)

ERDOĞAN YALNIZSA, ERBAKAN NEYDİ?

50 ASKER ERBAKAN'I DÖVECEKTİ!

erbakan 50 asker ile ilgili görsel sonucu

 

Erdoğan için bir “yalnız adam” teranesi tutturmuş gidiyorlar.

Mesela, Star gazetesi yağdanlıklarından Ardan Zentürk‘ün yaklaşık bir yıl önceki bir yazısının başlığı Yalnız Adam..

Yazılarında bu nitelendirmeyi yapan tek yazar da o değil.. Yani yazar, bu konuda yalnız değil..

Bazıları da tüm dünyanın Erdoğan‘a karşı olduğunu, Erdoğan’ın tek başına tüm dünyayla mücadele ettiğini ileri sürüyor.

Fakat, mevcut tabloya baktığımızda pek de öylesi bir yalnızlık görmüyoruz.

Mesela, Rusya ile dostluk fotoğrafları veriliyor.

Mesela, Çin ile ilişkilerde bir sorun yok.

Japonya, Kore, Avustralya, Hindistan, Pakistan, Brezilya, Arjantin, Şili, Küba vs. ile didişmek gibi bir serencamımız bulunmuyor. Erdoğan, mesela Yeni Zelanda’nın umurunda mı?

Üstelik Afrika‘da epeyce bir dostumuz var. Balkanlar‘da da.. Hatta Kosova‘da MİT, sanki Türkiye’deymiş gibi operasyon bile yapabiliyor.

*

Sorun yaşadığımız ülkelere gelince..

Bunların başında “müttefik“imiz ABD geliyor. Ancak ABD, arkamızdan kuyu kazarken yüzümüze gülüyor, kavga görüntüsü vermiyor.

İkinci sırada, girmek için ter döktüğümüz, yalvarıp yakardığımız, karşısında 60 senedir 4 milyon 440 takla attığımız Avrupa Birliği var..

Üçüncü sırada Mısır yer alıyor. Malum mesele..

Dördüncü sırayı ise Birleşik Arap Emirlikleri adlı gelişmiş köy ile İsrail ve Yunanistan paylaşamıyorlar.

Ancak, İsrail’le arayı düzeltmek için Mavi Marmara yolcularına azarı basmış, Gazze edebiyatını bir tarafa bırakmışız.

Yunanistan’la da hır gür yaşamaya alışmışız; hır gür, bağırtı çağırtı hayatımızın bir parçası olmuş, geçinip gidiyoruz.

Suudi Arabistan’la ilişkilerimizin ise nereye varacağı belirsiz..

*

Erdoğan‘ın yalnızlığı meselesine dönelim..

Hocası Erbakan’a ABD, Avrupa Birliği, İsrail vs. savaş açmıştı.

Fakat, yanında, ona destek olacak bir Rusya‘sı yoktu.

Aynı şekilde, Arap dünyasındaki Kaddafi gibi soytarılar da onu arkadan hançerliyordu.

Ülke içine gelince..

Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki Batı uşakları, Erbakan’ı, ülkenin başbakanını dövme planları yapabiliyor, ağız dolusu küfredebiliyor (Osman bilmem ne adlı soytarı generalin Suudi Arabistan Kralı’nı bahane ederek yaptığı hakaretlerini hatırlayalım), Güven Erkaya denen zengin kuvvet komutanı “ticarî deha”, Erbakan’a laiklik dersi vermek için, sofradaki yiyecek ve içeceklere razı olmuyor, rakı isteyebiliyordu.

Erbakan, adamların maaşına, hayatlarında görmedikleri oranda yüksek zam yapıyor, TSK ile arasında sorun bulunmadığını söylüyor, TSK’nın Batı uşağı üst düzeyleri ise, “Ordu ancak Atatürk’e inananlarla uyum içindedir” diye karşılık veriyordu.

Bu, bölücülük yapmak, halkı kamplara bölmek, millî birlik ve beraberliğe zarar vermek olmuyordu.

Ama Erbakan’ın, “Partimiz ancak Allah’a inananlarla uyum içindedir” demesi laikliğe aykırıydı. Halkı kamplara bölmek olurdu. Ve Erbakan bunu demiyordu.

Gelelim MİT‘e.. MİT, bugün artık gayet iyi bilindiği gibi, asıl çıban başıydı.. CIA’in Türkiye acentası gibi hareket ediyordu.

Ve Türkiye’nin “bağımsız yargısı” (milletten bağımsız, fakat MİT üzerinden ABD’ye bağımlı), Erbakan’ın başında bulunduğu Refah Partisi’ni kapatmıştı..

Yerine kurulan Fazilet Partisi de kapatılmıştı.

O süreçte Erdoğan ne yaptı?

Millî Görüş gömleğini usuulca çıkardı, ABD’ye, Avrupa Birliği’ne, TSK’ya, MİT’e vs. zeytin dalı uzattı, Erbakan’ın sırtına (teşbihte hata olmaz derler) tekmeyi indirdi.

Yalnız adamı daha da yalnızlaştırdı.

Tabiî, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener vs. onu “Erbakan’ı yalnız bırakma macerası”nda yalnız bırakmadılar.

*

Erdoğan, hiçbir zaman Erbakan gibi yalnız olmadı..

Şimdi de, “bağımsız yargı”sı, TSK’sı, MİT’i vs. yanında..

Halkın en az yarısı ona oy verdi, veriyor.

Erbakan’a, en fazla desteği gördüğü zaman bile, halkın ancak beşte biri oy vermişti.

TSK ile MİT ise (yani bunların içindeki Batı işbirlikçileri), Erbakan “Aziz Atatürk“çü olmadığı, Atatürk’e iman etmediği için, ABD ile birlikte onun “altını oydular”.

Erdoğan da, onların peşine takılıp Erbakan‘ı yalnız bıraktı.

*

Gelelim Erdoğan’ın bugünkü “kısmî yalnızlığı“nın asıl nedenine..

Bunun temel nedeni, söz konusu kesimlere zamanında “bol keseden vaatler“de bulunmuş olması.

Birilerine fazla umut verirsen, “Ne istediler de vermedik!” modunda “hizmet” edersen, “Dile benden ne dilersen” şeklinde anlaşılacak jestlerde bulunursan, bir zaman gelir, beklentilerini karşılayamayacak duruma düşersin.

Hikâye bundan ibaret..

Menfaat üzerine kurulan dostluklar, menfaatler arasında çelişki ortaya çıktığı zaman biter.

Kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyenler, kaz gelmeyince çıngar çıkarırlar.

Fakat, meselenin çok daha önemli bir boyutu var: Allahu Teala’nın takdiri, kaderi..

Kaderimizden razı olsak da olmasak da, memnun olsak da olmasak da, şunu bilmeliyiz: Kader, adalet eder.

Çoğu zaman, kendi ektiğimizi biçme dışında birşey yaşamayız.

Şu hadîsler, hayatı daha iyi anlamamızı ya da değerlendirmemizi sağlayabilir:

 

“Kim insanların şer ve fitnesini göze alarak Allah’ın rızasını gözetirse, insanlardan gelen sıkıntılara karşı Allah ona yeter. Kim de Allah’ın gazabını umursamayarak insanların rızasını gözetirse, Allah, onu insanlar(ın insafın)a bırakır.”

(Tirmizî, Zühd, 64; Kenzu’l-Ummal, h. no: 43034; Ramuz el-Ehadîs, 409/11. Ramuz‘da kaynak olarak Tirmizî ve İbnü’l-Mübarek gösteriliyor. Abdullah ibni Mübarek’in Kitabü’z-Zühd‘ü olabilir.)

 

Diğer hadîsler:

 

“Bir kimse insanlar kızdığı halde Allah’ın rızasını isterse, Allah ondan razı olur. Sonra insanları da ondan razı eder. Kim de Allah’ı gadap ettirerek insanların rızasını isterse, Allah ona gadap eder ve insanları da ona hasım kılar.” (Ramuz, 409/10)

“Bir kimse insanlar övsün diye Allah’a isyan olan işler yaparsa, insanlardan evvelce kendisini övenler, sonradan yeren kimseler olurlar.” (Ramuz, 409/12)

 

Bu hadîsler, “gönül sultanları”ndan “sevgi ve hoşgörü abidesi, hizmet âşıkı, ilim deryası” Fethullah Gülen “hocaefendi hazretleri”nin durumunu, haşhaşîlik ve sapıklık unvanlarını nasıl kazandığını açıklıyor.

Peki ya Erdoğan?

Erdoğan’ın durumu ne?

“Aziz Atatürk”çü, Kur’andan âyet okuma yeri olarak mezarlıkları, ölülerin başucunu gösteren Erdoğan ne yapıyor?

Neyi ekmekle meşgul?

ÇOK KAFA YORMUŞ AMA, ANLAMAMIŞ..

hayrettin karaman ile ilgili görsel sonucu

 

“Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını

bize karşı uydurman için

az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı.

(Yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi.”

(İsra, 17/73)

 

Hayrettin Karaman, Yeni Şafak‘taki “Diyanet, ictihad ve reform” başlıklı son yazısında şöyle diyor:

 

Bu konularda kafa yormuş bir kardeşiniz olarak şu hatırlatmayı yapmam gerekiyor:

“Nassın bulunduğu yerde ictihad yapılmaz” kuralı, “İctihad kıyastan ibarettir” diyen ve istihsana şiddetle karşı çıkan İmam Şâfiî’nin görüşüdür.

Başta Hanefîler olmak üzere birçok müçtehide göre nassın bulunduğu yerde de “delâlet-fehm: Nassın neyi ifade ettiği, neye delalet ettiği, nassın yorumu” ile “istihsan: Mesela maslahat, örf ve zaruret sebebiyle nassın farklı yorumu” ictihadları yapılır.

 

İlk cümleden başlayalım..

Kafa yeterli olmayınca, çok kafa yormuş olmak işe yaramaz.

İkinci paragrafa gelince..

Bu paragraf bir facia..

Çünkü bu paragraftaki ifadeden, istihsanın, nassı (anlamı açık ayeti ya da sahih hadîsi) hükümsüz bırakabileceği sonucu çıkıyor.

Üçüncü paragraf ise, örfü, yerleşik geleneği, nassın yerine oturtuyor.

İşin aslı ise şu: İmam-ı Azam‘ın yaptığı istihsan (sözlük anlamı “güzel bulma”), nassın kendisini değil, o nasstan hareketle yapılan kıyası/içtihadı (bazı durumlarda, her zaman da değil) bırakmak anlamına gelmektedir.

Yani nassın kendisine karşı istihsan yapılmaz. İstihsan, o nassın, hükmü açıkça belirtilmemiş yeni bir mesele için kıyas konusu yapılması (içtihat) durumunda varılan sonucun terk edilmesi, o kıyasa itibar edilmemesi, başka şer’î delillere itibar edilmesidir.

Yani Hayrettin Karaman’dan alıntıladığımız ikinci paragraf, neresinden baksanız bir saçmalıktan ibaret.

Mantıksızlığın ta kendisi.

Bir başka deyişle, Hayrettin Karaman’ın manasız laflarının aksine, istihsan usulünü (kıyasla birlikte) benimseyenler için de, “Nassın bulunduğu yerde ictihad yapılmaz” kuralı geçerlidir.

Hayrettin Karaman’ın saçmasapan lafı ise, nassın bulunduğu yerde istihsanla nassa aykırı yeni hüküm konulabileceği, nassın hükmünün iptal edilebileceği anlamına geliyor.

*

Gelelim üçüncü paragrafa..

“… nassın bulunduğu yerde de ‘delâlet-fehm …’ ile “istihsan …’ ictihadları yapılır” şeklindeki cümlenin kuruluş biçimi, nassın bulunduğu yerde, nassın delâletinden hareketle, o nassın açık hükmüne aykırı içtihatlar yapılabileceğinin kabul edildiğini gösteriyor.

Halbuki, bu tarz içtihat, nassın hükmünün ancak kapsamını genişletebilir, aslını iptal etmez ve ona aykırılık içermez.

Aynı şekilde istihsan da, söz konusu nassın hükmüne değil, o nasstan hareketle yapılmış kıyas çerçevesinde varılacak yeni bir hükme; farklı bir şer’î delilden hareketle varılan bir başka hükmü tercih etmektir.

Yani burada, kıyas şeklindeki içtihat bir tarafa bırakılarak, istihsan adıyla başka bir içtihat yapılması söz konusudur.

Yoksa, nassa karşı yapılan, onun yerini alan bir içtihat söz konusu değildir.

*

İstihsanın terim/ıstılah olarak tarifine gelince..

Hayrettin Karaman Mesela maslahat, örf ve zaruret sebebiyle nassın farklı yorumu” gibi muğlak, ne olduğu belirsiz bir tanım getiriyor.

Zekiyyüddin Şaban şöyle tarif ediyor:

 

“Müctehidin, bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icma, zaruret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak, o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir”.

(İslâm Hukuk İlminin Esasları – Usûlü’l-Fıkh, çev. İ. Kafi Dönmez, 22. b., Ankara: TDV, 2015, s. 181.)

 

Görüldüğü gibi, Karaman, Şaban’ın tarifinden sadece zaruret, örf ve maslahatı alıyor, nass, icma ve gizli kıyası atıyor.

Bu işe kurnazca kafa yorduğu belli..

Evet, Zekiyyüddin Şaban’ın tarifi çerçevesinde istihsan; müçtehidin nassa değil, kendisine ait daha önceki bir içtihada aykırı hüküm vermesi anlamına gelmektedir.

Nitekim, Muhammed Ebu Zehra, “… Ebu Hanife’nin yaptığı istihsanlarda asla nassa ve kıyasa karşı geliş yoktur, belki istihsan onlara sarılmaktan ileri geliyor” diyor. (Ebû Hanîfe, çev. Osman Keskioğlu, 5. b., Ankara: DİB, 2005, s. 361.)

Ebu Zehra’nın istihsan tarifine gelince..

“Bence en güzel tarif Ebû Hasan Kerhî‘nin şu tarifidir” diyor:

 

“İstihsan, birinciden udulü (vazgeçmeyi) iktiza eden (gerektiren) daha kuvvetli bir vecihten dolayı bir meseleye verdiği hükmü benzerlerine vermekten müctehidin udul etmesidir.”

 

Görüldüğü gibi, bu tarifte de, müçtehidin istihsanı, kendi içtihadının gereğinden vazgeçmesi anlamına gelmektedir. Nasstan değil.

*

Son olarak Hayrettin Karaman’dan bir rica:

Hayrettin Bey, lütfen, bu konularda kafa yormaktan Allah rızası için vazgeç..

Udul et..

Kafanı dinle!..

İnan bana, senin için de, bu millet için de daha hayırlı olur..

TAMAM, ŞANTAJ VAR, KUMPAS VAR.. FAKAT O BİN KASET NEYİN NESİ?

ŞANTAJ KASETLERİ ile ilgili görsel sonucu

10 DEĞİL, 100 DEĞİL, 200 DEĞİL, 300 DEĞİL… 1000.

VE BU KASETLER, BİRİLERİNİN CAMİDE ÇEKİLMİŞ NAMAZ YA DA ZİKİR GÖRÜNTÜLERİ DEĞİL..

NURETTİN YILDIZ’IN BİLMEM KAÇ SENE ÖNCE BİR SORUYA VERDİĞİ CEVABI ARŞİVLEMEK, SONRA DA GÜNÜ GELİNCE ÇIKARIP BAŞINI SONUNU KESEREK, BAĞLAMINDAN KOPARARAK YAYINLAMAK, BUNU SANKİ TÜRKİYE YENİDEN YUNAN İŞGALİNE UĞRAMIŞ GİBİ YÜZYILIN FACİASI OLARAK GÜNDEME GETİRMEK, SAVCILIĞIN OLAYLA İLGİLİ SORUŞTURMA BAŞLATMASINI SAĞLAMAK ŞANTAJ DA DEĞİL, KUMPAS DA DEĞİL..

FAKAT, BİRİLERİNİN 1000 TANE O BİÇİM KASEDİ ŞANTAJ…

KUMPAS…

NURETTİN YILDIZ MALUM LAFLARINI KENDİSİ SÖYLEMİŞ Mİ?.. SÖYLEMİŞ..

BİRİLERİ ŞİMDİ BUNUNLA KUMPAS KURUYOR, ŞANTAJ YAPIYOR MU?..

YAPIYOR..

EN BAŞTA DA ODATV..

SAVCILIK HAREKETE GEÇİYOR MU?

GEÇİYOR..

28 ŞUBAT’I ADETA YENİDEN YAŞIYOR MUYUZ?

YAŞIYORUZ..

PEKİ O KASETLERDE (Kİ 1000 TANE) GÖRÜNTÜLERİ OLANLAR O İŞLERİ YAPMIŞLAR MI?..

YAPMIŞLAR..

YAPMIŞLAR AMA, O GÖRÜNTÜLERİ DERT ETMEMEK GEREKİYOR..

ÇÜNKÜ O GÖRÜNTÜLERDE NAMAZ KILMAK, ZİKİR ÇEKMEK, YANİ ALLAHU TEALA’YI ANMAK GİBİ “REJİM”İN HOŞUNA GİTMEYEN ŞEYLER YOK..

İSLAM’IN HÜKÜMLERİNDEN DE BAHSEDİLMİYOR..

O KASETLERDEKİ GÖRÜNTÜLER NURETTİN YILDIZ’INKİ GİBİ İRTİCACI VE ÇAĞ DIŞI DEĞİL..

(YANİ O KASETLERDE 1400 YILLIK HAKİKATLER ANLATILMIYOR.. 8400 YILLIK FUHUŞ MESLEĞİNİN İCRASI VAR. MALUM, AYYAŞLARIN GÖZÜNDE ŞARAP, YILLANDIKÇA DEĞER KAZANIR, ESKİ DİYE KIYMETTEN DÜŞMEZ.)

O KASETLERDE “REJİM” AÇISINDAN GAYET “İNSANÎ VE ÇAĞDAŞ” ŞEYLER VAR..

ÇOK GÜNCEL BİR MEMLEKETİZ ÇOOK..

ACAYİP GÜNCELLENMİŞİZ..

*

ŞANTAJ KASETLERİ ile ilgili görsel sonucu

Müyesser YILDIZ

Şantaj kasetleri Genelkurmay’a nasıl sokuldu

O “şantaj kasetleri” sadece Genelkurmay’da kalmamış. Kuvvet Komutanlıkları, Milli Savunma Bakanlığı, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne de gönderilmiş.

28.03.2018 14:23

Evet, kumpas davaların en “onur kırıcı” olanı İzmir davasıydı. Neler yoktu ki; casusluk, fuhuş vs.

Bu davadaki anormalliklere dikkat çekildiğinde;

Genelkurmay’daki en üst düzey yetkililerin, “Görüntüler, kayıtlar korkunç” bilgisini verdiğini, hatta bunları itirazcıların önüne koyup, izlettirdiğini,

O dönemde Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki tasfiyeleri gündeme getirince Genelkurmay’a davet edilen CHP Milletvekili Atilla Kart’a içinde “gayri ahlaki” konuşmaların olduğu 200 dosyanın sunulup, “Buyurun, inceleyin. Konuşmaları okuyunca siz de utanacaksınız” denildiğini, Kart’ın da, “Ben avukat değilim, incelemem. Bu soruşturmayı neden disiplin kurulları üzerinden değil, istihbarat ve kirli bilgiler üzerinden yapıyorsunuz?” uyarısında bulunduğunu, …

Hafta sonuydu, birçok gazetede “FETÖ’nün Şantaj Arşivi” başlıklı bir haber yayınlandı.

FETÖ’nün, TSK’da kendisinden olmayanları sindirmek için gizli çekimlerden oluşan görüntülü şantaj arşivlerinin, Genelkurmay Çatı Davası’nın sanıklarının ev ve iş yerlerinde bulunduğunun belirtildiği haberde, özetle şu bilgiler vardı:

 

“Şantaj yapılan isimlerle görüntülenen kadınların örgüt tarafından seçildiği, bu görüntülerin bir kısmının Genelkurmay Başkanlığı İstihbarata Karşı Koyma Müdürlüğü’ne bağlı bilgisayarda bulunduğu ifade edildi. Bu birimde görev yapanların önemli bir kısmı Genelkurmay “Çatı Davası’nın” sanıkları arasında yer alıyor… İzmir ‘Askeri Casusluk’ kumpas davasının sanıklarına ait ses kayıtları ve görüntülerin bir kısmı, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı Bilgi Güvenlik Şubesi’nde görevli sanık eski Yarbay Hüseyin Yıldırım’da ele geçirildi. Sanık Yıldırım’da, Balyoz davasından 16 yıl hapis cezası alan ardından 2015’te beraat eden emekli Korgeneral T.Ö’ye ait olduğu iddia edilen illegal yöntemlerle elde edilen ses kaydı da bulundu… Genelkurmay Başkanlığı Karargâhı’nda el konulan delil niteliğindeki dijital materyallerden bazılarının kime ait olduğu tespit edilemedi. Bunlar arasında yer alan bir sabit diskte onlarca uygunsuz görüntü ve aynı içeriğe sahip yüzlerce fotoğraf bulunduğu belirlendi.”

 

Buna bakınca, “FETÖ’cülerin” suç delillerini Genelkurmay’da sakladığını, tabir-i caizse Karargâh’ta “Porno arşivi” oluşturduklarını düşünmemek elde değil.

Peki, “Şantaj kasetleri” Genelkurmay’a nasıl ulaştı?

Bu sorunun cevabını da dönemin Adli Müşaviri Muharrem Köse’nin Mahkemedeki savunmasında bulduk. Köse, şunları anlattı:

 

“İzmir davası mağdur ve tanığı olanlar hakkındaki görüntü, ses kaydı ve dijital evrak hakkında şunu belirteyim. İzmir Savcılığı, soruşturma devam ederken sanık ve mağdur olanlarla ilgili kendi dosyasında bulunan özellikle ahlâka aykırı görüntüleri ve iddianameyle ilgili bilgi, belgeleri CD’ler içinde yaklaşık 1000 CD olarak Genelkurmay Başkanlığına göndermiştir.”

Hepsini anladık da davanın kumpas olduğu ortaya çıkıp, tüm sanıklar beraat ettikten sonra dahi bunların Genelkurmay’da muhafaza edilmesi nasıl bir “devlet ciddiyeti”dir?!

Müyesser Yıldız

Odatv.com

ODATV’NİN PROFESYONEL KÜFÜRBAZI NİHAT GENÇ’İN TRAVMATİK PSİKOLOJİSİ

nihat genç ile ilgili görsel sonucu

 

“Bu da ne ola ki?” diye başlıktaki “travmatik psikoloji” lafına takılmayın, bu yazı kolay anlaşılır bir yazı olacak..

Konuya geçmeden önce şu milliyetçilik meselesine bir değinmemiz gerekiyor. Yani Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık vs. arızalarına..

Asabiyet dediğimiz (asabîlik değil) grupçuluk, tarafgirlik, kavmiyetçilik vs., sosyolojik bir vakıa/gerçeklik olarak her devirde az çok var olmuştur.

Fakat, onun bir ideolojiye dönüştürülmesi yeni ya da çağdaş bir olgudur.

Milliyetçilik, aslında kolektif bencillik, kibir ve enaniyetten ibarettir. Martin Buber’in dediği gibi, kolektif/kitlesel bencillik, bireysel bencillikten daha saygıdeğer olamaz.

İşte milliyetçilik, bu kitlesel bencillik, kibir ve enaniyeti “fikir” diye “yutturma”, bir ideolojiye dönüştürme, bir kendi kendine tapınma dini haline getirmedir.

*

Milliyetçilik için söz konusu olan bu akla ziyan durum, devletçilik için de geçerlidir.

Devlet, yeni bir kurum değil.. Fakat günümüz devletçilik olgusu ya da ideolojisi, günümüz milliyetçiliği gibi yeni.. Bu ideolojinin en uç biçimini Faşizm ve Nazi felsefesi oluşturuyor.

Geçmişte devlet kurumu, günümüzde olanın aksine, tapınılan bir tanrı (Cemal Bali Akay’ın tabiriyle Sivil Toplumun Tanrısı) değildi.

Mesela, Fatih Sultan Mehmed‘in hocası Molla Güranî, Bursa kadısı iken Fatih’in bir fermanını Şeriat’e/hukuka aykırı bulduğu için yırtıp atmış, sonra da kalkıp Mısır’a gitmiş, Memluk/Kölemen Devleti topraklarına yerleşmişti.

Kimse de ona, “Devlet düşmanı, vatan haini, ajan vs.” dememişti. “Ulan imansız, vatan sevgisi imandandır; demek ki senin imanın yok” vs. diye İblis mezhebinden fetvalar veren yerli-milli vatansever hocalar da çıkmamıştı.

Tam aksine, Fatih Sultan Mehmed, Memluk Sultanı’na özel elçi gönderip, hocasının tekrar ülkeye dönmesi için aracı olması ricasında bulunmuştu.

*

Ancak, bu anlayış, Tanzimat‘tan sonra değişmeye başladı.

Batı’dan gelen milliyetçilik ideolojisi bu topraklardaki insanların zihinlerini istila etti.

Batılı sömürgeciler, çok-uluslu Osmanlı‘nın milliyetçilik hareketleriyle parça parça edilmesinin mümkün olduğunu gördüler.

Araplar arasında Mişel Eflak gibi hristiyanlar Arapçılığı körüklediler.

Benzer şekilde, asıl adı Moiz Kohen vs. olan tipler, bu topraklarda, Tekin Alp gibisinden adlar kullanarak Türkçülüğü savunan kitaplar yazdılar. Parvus gibi yahudiler Türk milliyetçiliği fikir sistemi diye bir ucube ürettiler.

İslam’a olan düşmanlıklarını Türkçülükle maskelediler. Türklerin iyiliğini istiyormuş rolü oynayarak İslam düşmanlığı yaptılar.

Yahudilik ya da Hristiyanlık adına İslam düşmanlığı yapamazlardı. Fakat, Türklük adına İslam düşmanlığı yapmaları, gafil halkın ve Batı hayranı okumuşların onlara aldanmasına yol açtı.

*

Bugüne geldiğimizde değişen fazla birşey olmadığını görüyoruz.

Aynı oyun, küçük değişiklik ve rötuşlarla aynen yeniden sahneleniyor.

Mesela, başlıkta sözünü ettiğimiz Nihat Genç soytarısının yazıları..

Bu düzgün cümle kurmaktan aciz şahsın yazdıkları, salt şahsına özgü saçmalıklar değil. (Evet, düzgün cümle kurmaktan aciz. Mesela son yazısı “Ne güzel araziyi uymuş ….” diye başlıyor. “Araziyi uymak” ne demek, bunu açıklamıyor. Yazısının üçüncü paragrafı ve aynı zamanda üçüncü cümlesi şöyle: “Günümüzde komünist ortaklaşmacı kamucu bir siyaset olarak anlaşılır, olmasın mı?” Artık ne demek istiyorsa?.. Sadece kendisi biliyor.)

İşte bu şahıs, “Güncelleme dediğinizi biz bin yıl önce yaptık” başlıklı yazısında “Türkler Anadolu’da yeni bir din kurmuştur” diyor.

Görüldüğü gibi, Türkler adına konuşuyor. Tıpkı Moiz Kohen gibi.

Peki bu yeni din neymiş?

Pek “düzgün” Türkçe’siyle şöyle diyor:

“Bu yeni dinin şeriatçı düzen (ortadoks islam‘la) hiç bir alakası yoktur ve aksine yüzyıllar süren ölümcül bir savaşı vermiştir.”

Laflarını, “Yeni dinin bir başka özelliği ta Ahmet Yesevi’den beri ibadetlerini kadın-erkek karışık yaparlar…” diyerek sürdürüyor. (Yalan ama, yalandan kim ölmüş.. İşin içine Ahmed-i Yesevî katacaksın ki, şeytan maskarası cahil tasavvufçuları/sofuları ve aptal Türkçüleri “olta”ya çekesin.)

*

Gelelim bu yeni dinin, Moiz Kohen’in ucuz taklidi Nihat Genç’e göre “en önemli özelliği”ne:

“Yeni dinin en büyük diğer özelliği gayri müslimleri kendileriyle eşitlemişler ve dışlamamışlar ve herkesi ‘insan’ diye görmüştür, bakınız Şeyh Bedreddin isyanı.”

Sanki, Şeyh Bedrettin‘den önce Müslümanlar gayrimüslimleri “insan” diye görmüyorlardı.

İnsan olarak eşit olmak başka, müslim ve gayrimüslim olarak eşit olmak başkadır.

Mesela laik devletlerde, vatandaşlarla yabancılar, insan olarak eşittir, fakat aynı yasal haklara sahip değillerdir.

Aynı şekilde, günümüz laik ulus-devletlerinde “egemen ulus/ırk” ile azınlıktaki ırklar “insan” olarak eşit kabul edilseler bile, aynı yasal konumda değillerdir.

Mesela Türkiye’de, Türk ile Kürt, insan olarak eşittir. Peki, devlet açısından Türk ile Kürt eşit midir?

Anayasa, sadece Türk’ten bahseder. Sanki bu topraklarda hiç Kürt, Arnavut, Boşnak, Gürcü, Çerkez, Avar, Abaza, Arap … yaşamamaktadır.

Bu, ne anlama gelmektedir?

Türk olmayanların insan olmaması, dışlanması, eşit sayılmaması mı?

Laik-Kemalist Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde resmî dil Türkçe’dir, peki Kürtçe resmî dil midir?

Kürtçe‘nin resmî dil olmaması, Kürtler’in insan sayılmaması anlamına gelir mi?

İşte, bir İslam Devleti’nde de durum budur. İslam, resmî dindir.

Hristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik vs., resmî din değildir.

Bu, gayrimüslimlerin insan sayılmaması anlamına gelmez.

Kaldı ki, yukarıda da söylediğimiz gibi, günümüz Anayasa’sına göre Türkiye sınırları içinde sadece Türkler yaşamaktadır, Kürt, Çerkez vs. “resmen” yoktur (Nihat Genç öküzü, istiyorsa bunu “insan saymama” olarak adlandırabilir).

Halbuki, Osmanlı‘nın “yazılı olmayan anayasal düzen”i çerçevesinde gayrimüslimlerin varlığı “tanınır” ve onlar birtakım vazgeçilmez temel haklara sahiptirler. (Yani Osmanlı, “Bu topraklarda yaşayan herkes müslümandır” diye kanun çıkarmıyor, sonra da Yahudi ve Hristiyanlar’a “Anayasamıza göre siz de müslümansınız, kabul ediyorsunuz değil mi, ettiniz ettiniz, onun için size de hadi insan muamelesi yapalım, bakın bu iyiliğimizi unutmayın” demiyordu. “Hayır, ben hristiyanım, müslüman değilim” diyeni hapse de atmıyordu. Onlara birtakım hakları verirken “Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağım” diye yemin ettirmiyordu. Onların “varlığını” resmen “tanıyordu”. Yönetimde yer alma hakkı vermiyor, buna karşılık devleti canıyla savunma, devletçi olma, “resmî ideoloji”yi, yani resmî dini kabul etme yükümlülüğü de dayatmıyordu. Aile hukuku gibi hususlarda kendi dinine göre yaşamasına müsaade ediliyor, papazlar hakkında, bugün Nurettin Yıldız için yapıldığı türden yaygaralar ve şamatalar koparılmıyor, haklarında savcılık tarafından soruşturma başlatılmıyordu. Hangisi insan onuruna daha uygun?)

Şeriatçı Osmanlı’da gayrimüslimler “resmen” vardı, laik-Kemalist Türkiye’de ise Kürt “resmen” yoktur. (Daha çeyrek asır önce, “Türkiye’de Kürt de var” diye yazma gafletine düşenler hapse atılıyordu.)

Evet, Nihat Genç soytarısına göre, Türkler, İslam’ı bin yıl önce güncellemişmiş, “yeni bir din” üreterek gayrimüslimleri de “insan” saymışmış.

Ulan soytarı, ulan öküz, ulan mal, senin bu mantığın, “Türkiye’de Türk olmayanlar insan sayılmıyor, onları insan saymak için devletin adını da güncellememiz, yeni bir ‘devlet’ kurmamız, Anayasa’yı Türklük değil insanlık kavramı üzerine oturtmamız lazım” demeni de gerekli kılar.

Diyebilir misin?

Kendinle çelişmemek, dürüst ve tutarlı olmak için bunu demen gerekir.

Bunu diyecek, bu tutarlılığı gösterecek akıl, fikir, izan, dürüstlük, haysiyet, şeref ve onur sende var mı?

Bir gram dürüstlük?..

Ve de yürek..

Fare kadar olsun yürek?..

Mercimek kadar olsun beyin..

Ulan öküz, ulan madrabaz, resmî ideolojinin dümen suyunda (daha doğrusu “derin” himayesinde ve gölgesinde) cesur yazılar yazma soytarılığını herkes yapar.

Seni gidi ucuz resmî soytarı, medya sirki palyaçosu!..

*

Bu soytarının başka zırvaları da var.. Fakat hemen her sözü yanlış olduğu için tartışmaya değmez.

Ancak, bu palyaçonun yüzüne taktığı Türklük maskesi önem taşıyor.

“Türkler Anadolu’da yeni bir din kurmuştur” diyerek Türklük ve Türkler adına konuşuyor.

“Bazı Türkler” bile değil, “Türkler”…

Peki, bu topraklarda hâlâ yaşayan, senin cahilce “ortadoks” dediğin “Ehl-i Sünnet İslam’ı” ne oluyor?

Onu yaşatan, yaşatmaya çalışan Türkler değil mi?!

Adamın “yeni din“inin “en önemli özelliği“ni tekrar hatırlayalım: Gayrimüslimleri eşitlemek..

Aslında bu, gayrimüslimleri eşitlemek değil, Müslümanlar karşısında efendi pozisyonuna getirmek..

Evet, bu “yeni din“e göre, “Bütün insanlar eşittir, fakat gayrimüslimler daha eşittir“.

Mesela bugün Türkiye’de yapılan tartışmalara bakın..

Nurettin Yıldız gibi isimler üzerinden İslam’a ağız dolusu hakaretler yağdırılır..

Fakat Hristiyanlık’taki, Yahudilik’teki, Kemalizm dinindeki, Gulat-ı Şia‘daki, Alevîliğin ateist versiyonlarındaki ahlâksızlık, hurafe ve saçmalıklar aleyhinde en küçük birşey bile söylemek mümkün değildir.

*

Başa dönelim..

Moiz Kohen gibi isimlerin, Türklük maskesi altında ve Türk adları kullanarak İslam düşmanlığı yaptıklarını söylemiştik.

Nihat Genç öküzünün putu Atatürk‘ün de İslam aleyhinde benzer ifadelerinin bulunduğunu biliyoruz.

Peygamber Efendimiz s.a.s. için “Arap oğlu”, Kur’an için “Arap oğlunun yaveleri” vs. dediği, Kâzım Karabekir Paşa’nın tanıklığıyla malum..

Aynı şekilde, Allahu Teala’nın vahyi için “gökten indiği sanılan” hükmünü verdiği biliniyor.

Yabancı diplomatların onunla olan görüşmelerine ilişkin kayıtlarda da benzer bilgiler yer alıyor.

Aslında bu sözlerini hatırlatmaya bile gerek yok. İş, sözden daha güçlüdür. Neler yaptığı malum.

İmdi, Atatürk‘ün çocukluğuna ilişkin, milletin ilkokul ezberini bozan türden birtakım malumat da var.

Mesela, onun ilk öğretmeni Şemsi Efendi‘nin gerçek adının Şimon Zvi, asıl dininin de Yahudilik olduğu ileri sürülüyor.

Bunun yanı sıra, Atatürk’ün küçük çocukken bir Yahudi gibi dua ettiğine dair yayınlar yapılmış (Gazete kupürü aşağıda).

Aynı şekilde, Atatürk’ün soyacağına ilişkin farklı iddialar mevcut.

Bu tür yayınlar doğru mudur, yanlış mıdır, hüküm vermek bize düşmez. Tarihçiler tartışsın, konuyu çözümlesinler.

Varsayalım ki tarihçiler bu iddiaların doğru olduğu kanaatine vardılar (Varacaklarını sanmıyorum, Atatürk’ü Türk tarihçilerine emanet etmekte yarar var), bu takdirde de, Atatürk‘ün Peygamber Efendimiz s.a.s.’i, Allahu Teala’nın vahyini ve Kur’an‘ı aşağılayan ifadelerinin, soyu sopu ve çocukluğunda aldığı eğitimle, kimliğinin oluşum süreciyle bir ilişkisinin olup olmadığı meselesinin psikologlar ve psikanalizciler tarafından ele alınmasının uygun olup olmayacağı sorunu önümüze çıkar.

Bu konuda da karar verecek olanlar bizler değiliz, psikologlar ve psikanalizcilerdir.

Ancak, Nihat Genç türü soytarıların psikolojisine baktığımızda şunu fark ediyoruz: Onlar, Atatürk’le ilgili bu tür iddiaları gerçek kabul ederek, Atatürk’ün bir yahudi kindarlığıyla İslam düşmanlığı yapmış olduğunu varsayarak tutum belirliyorlar.

İdeolojileri Atatürkçülük.. Ve Atatürkçülüklerinin, onları bir yahudi gibi İslam düşmanlığı yapmaya ittiği anlaşılıyor. (Her yahudi gibi de değil, İslam’ın azılı düşmanı, İslam’dan öç almaya çalışan kindar ve gaddar bir yahudi gibi..)

Atatürkçülüğü, İslam düşmanlığının lazım-ı gayri mufarıkı, mütemmim cüzü olarak gördükleri kesin..

Bu, açık bir biçimde anlaşılıyor.

İslam düşmanlığı yapmazlarsa Atatürkçülük dinine özgü ibadetlerini ihmal etmiş olacaklarını düşündükleri o kadar belli ki..

Bunların Atatürkçülüğünün “beş şartı” var:

Birincisi, İslam söz konusu olduğunda kelime-i küfür söylemek.

İkincisi, senede en az bir ay Müslümanlara karşı “fî sebîl-i Atatürk cihat”..

Üçüncüsü, günde beş vakit “emr-i bi’l-Atatürkçülük, nehy-i ani’l-İslam“..

Dördüncüsü, hayatlarında en az bir kez Anıtkabir’de tapınma seremonisi..

Beşincisi, her kurban bayramında, pardon cumhuriyet vs. bayramlarında “îlâ-yı kelimetü-Atatürk” ibadeti yapmak..

Evet, bunlar, İslam düşmanlığını, Atatürkçülüklerinin zorunlu bir gereği kabul ediyorlar ne yazık ki..

*

Meselenin bir boyutu bu..

Diğer boyuta gelince.. Bu Nihat Genç türü soytarıların “aslen” Türk olup olmadıkları da bizce meçhul..

Türkler adına konuşma kurnazlığı yapıyorlar ama, belki de köken bakımından Moiz Kohen‘den biraz halliceler..

Yazının başında, Batılı sömürgecilerin Osmanlı‘yı parçalamak için milliyetçiliği bir silah olarak (modaya uyup aparat diyelim) kullandıklarını söylemiştik. (Mustafa Kemal de, Osmanlı’nın Şeriatçılığına karşı milliyetçiliği, yani Türkçülüğü öne sürmüştü. Teoman Duralı‘nın “İngiliz-Yahudi medeniyeti” diye adlandırdığı Batı kurum ve ilkelerini çağdaş uygarlık düzeyi / muasır medeniyet seviyesi adı altında savunduğu malum.)

Milliyetçilik günümüz Türkiye’sinde de aynı işlevini sürdürmeye devam ediyor. Hem Türkçülük, hem de Kürtçülük, birer bölücü ideoloji durumunda. Aynı şekilde, Karadenizli vatandaşlarımızın da Pontus vs. lafları altında Rumlukla ilişkilendirilmeye çalışıldıkları biliniyor. Ancak, Karadeniz’in müslüman halkı bunlara itibar etmiyor. (Rumlarla komşuluk ya da Rum kızlarıyla evlenme ve akrabalık kurma gibi nedenlerle Rumca’nın konuşulmuş olması normaldir. Rum kökenli olmak da bir kusur değildir.)

Evet, Karadenizli vatandaşların büyük çoğunluğu İç Anadolu Türkleri’nden bile daha dindar oldukları, İslamî ilimlere ve hafızlığa önem verdikleri için, onları Pontusçuluk, Rumculuk vs. mavalları ile aldatmak mümkün değil. Onlara, Pontusçuluk ve Rumculuk hesabına İslam düşmanlığı yaptıramazsınız.

Fakat, onların içlerinden de tek tük çürük ceviz pekâlâ çıkabilir.

Böylesi çürük cevizler, İslam düşmanlıklarını; Rumluk ve Pontusluk gibi kavramları hiç ortaya atmadan, Tekin Alp adıyla Türkçülük yapan yahudi Moiz Kohen taktiğiyle, Türkçülük, devletçilik ve Atatürkçülük maskesi altında yürütüyor olabilirler mi?

Bu acayip, ölçüsüz, “kindar yahudi”ce, akıl ve mantık dışı İslam düşmanlığının altındaki gerçek etkenlerden biri yoksa bu mu?

 

atatürk dua ben avi ile ilgili görsel sonucu

atatürk dua ben avi ile ilgili görsel sonucu

MEMLEKETİN NURETTİN YILDIZ VS. GİBİ ÜVEY TÜRKLERİ VE BAŞ TACI ÜÇ “ÖZ”TÜRK:

YAŞAR NURİ ÖZTÜRK, MUSTAFA ÖZTÜRK VE YENİ ŞAFAK YAĞ TULUMUNDAN HASAN ÖZTÜRK

hasan öztürk erdoğan ile ilgili görsel sonucu

hasan öztürk erdoğan ile ilgili görsel sonucu

 

Yeni Şafak‘ın cilalı yağdanlıklarından Hasan Öztürk hazretleri şöyle buyurmuş:

 

Şimdilik sadece şunu söyleyelim. Toplumsal uzlaşıyı, büyük yürüyüşü durdurmak için içimizde kurulan en tehlikeli aparat şu anda “İslamcılık” ya da “muhafazakarlık” üzerinden yürütülen aksiyonerliktir!

 

Bunlar, İslam’ı çoktan güncellemiş bulunuyorlar.

Yeni dinleri “toplumsal uzlaşı“.. Bu “toplumsal uzlaşı” meselesi, Starın Ardan Zentürk’ünün de vird-i zebanı..

Bu toplumsal uzlaşı, memlekette rahatça Şeriat (yani İslam hukuku, yani Allahu Teala’nın emir ve yasakları) düşmanlığı yapılması, fakat Mustafa Kemal ve laiklik gibi konular söz konusu olduğunda asla sorgulama yapılmaması ve saygı duruşunda bulunulması anlamına geliyor.

Mustafa Kemal’i tartışma konusu yaparsanız toplumsal uzlaşıya zarar vermiş oluyorsunuz. Şeriat‘i aşağılarsanız (ki Odatv‘nin münafık yazarı Nihat Genç bugün bile hakaretler döşenmiş) sorun değil (Ki Şeriat’i aşağılamak, Allahu Teala’yı ve Resulü’nü aşağılamak demektir)..

Evet, bu Hasan Öztürk yalakası, irtica ya da gericilik kavramlarını kullanmadan 28 Şubat’ın diliyle konuşuyor.

Büyük yürüyüşü (Neyin büyük yürüyüşüyse?) durdurmak için en tehlikeli aparat İslamcılık ya da muhafazakârlıkmış..

Benim gördüğüm kadarıyla bu büyük yürüyüş, şu anki haliyle, “yağma Hasan’ın böreği” yürüyüşüne karşılık geliyor.

Bal tutup parmağını yalamak için iktidarın bal tulumlarına yanaşma yürüyüşü..

*

FETÖ ile lafa başlayıp, lafı onlarla hiç ilgisi bulunmayan kesimlere getiriyorlar.

Sanki FETÖ ile can ciğer kuzu sarması olanlar kendileri değildi..

Asıl büyük yürüyüş, asıl toplumsal uzlaşı, İslam‘dır.. İslam’ın savunulması demek olan İslamcılık‘tır..

Şeytanî bir toplumsal uzlaşı tarifi icat edip onun üzerinden İslamcılığa savaş açmaya çalışan “Yeni 28 Şubat” büyük yürüyüşünün de, bunun medyadaki uzantılarının da Allahu Teala belasını versin..

Beyefendilerin heva ve hevesleri için “en tehlikeli aparat şu anda “İslamcılık ya da muhafazakârlık üzerinden yürütülen aksiyonerliktir”miş..

Sanki “aksiyon” imkânı veriliyormuş gibi..

Bırakın aksiyonu, fikrini her platformda hür bir biçimde savunma imkânı bile vermiyorlar.

Aksiyonu/eylemi geçtik, fikir hürriyeti bile yok.

*

Mesela Nurettin Yıldız aleyhine yürütülen kampanyaya bakın..

Nurettin Yıldız, FETÖ’cü mü?

Nurettin Yıldız gidip ABD’ye mi yerleşmiş?

Birileri bu ülkede “öz”Türk, birileri de “öz yurdunda garip, öz vatanında parya“.

Nurettin Yıldız’ın herşeyini onaylıyor değilim, fakat bu muameleyi kesinlikle hak etmiyor.

Adamın seneler önce bir soru üzerine verdiği cevapta geçen iki cümleye bile tahammülleri yok.

Fikri hür, vicdanı hür olma bu mudur?

*

Öbür taraftan da, Atatürkçülüğü, “derin devlet duyarlılığı”nı arkasına almış Nihat Genç gibi ağzı bozuklar, Odatv gibi saldırgan yayın organları, toplumsal uzlaşıymış, maneviyatmış, mukaddesatmış demeden İslamî kesime her hakareti reva görebiliyorlar.

Şu hale bakın, yağdanlığın biri çıkıp İslamcılığı “en tehlikeli” ilan edebiliyor.

Ne diyelim..

Allah belanı versin senin ey aşağılık yağdanlık!

NUMAN KURTULMUŞ’UN ANLATTIĞI OLAYIN KAHRAMANI HANGİ CAMİADANDI?..

FETÖCÜ MÜYDÜ?

 

MUHSİN YAZICIOĞLU TÜRKİYEYE DÖNME ÖLDÜRÜLECEKSİN ile ilgili görsel sonucu

BAZEN KURŞUNLAR,

BAZEN SIZDIKLARI TAŞERON TERÖR ÖRGÜTLERİNE VEYA MAFYAVARİ SERSERİLERE ÖLDÜRTÜR,

BAZEN ZEHİRLER,

BAZEN TRAFİK KAZASI AYARLARLAR..

*

TÜRKİYE’NİN ÖNDE GELEN BİR SİYASETÇİSİNE BİRİSİ, ÖLÜMÜNDEN İKİ AY ÖNCE ALMANYA’DA, “TÜRKİYE’YE DÖNME, ÖLDÜRÜLECEKSİN!” DİYOR..

O BİRİSİNİN BUNDAN HABERİ VAR (Kİ BU, O BİRİSİ DIŞINDA PEKÇOK KİŞİNİN KONUDAN HABERİNİN OLDUĞUNU GÖSTERİR) FAKAT BU ÜLKENİN İSTİHBARAT TEŞKİLATININ YOK..

VE İKİ AY SONRA HELİKOPTER KAZASI…

TÜRKİYE’NİN İSTİHBARAT TEŞKİLATININ YİNE HİÇBİR ŞEYDEN HABERİ YOK…

DAHA FAZLASINI SÖYLEMEYELİM, LAFIN TAMAMI APTALA SÖYLENİR

(SÖZ KONUSU MESAJIN VERİLMESİ DE PLANIN BİR PARÇASI OLABİLİR..

DİYELİM Kİ ÜLKEYE DÖNMEDİ, OTOMATİKMAN TÜRK SİYASET DENKLEMİNDEN ÇIKMIŞ OLACAK..

ETKİSİ SIFIRLANACAK..

AYNI ÇEVRELER BU DEFA DA,

“PARANOYAK ADAM.. ÜLKEDE HİÇBİR ZAMAN GÖRÜLMEMİŞ BİR HÜRRİYET VE GÜVENLİK VAR, VEHİMLERİYLE HAREKET EDİYOR..

HEM DE, VATANSEVER ADAM ÜLKESİNİ TERK EDİP DE ALMANYA GİBİ BİR HRİSTİYAN ÜLKESİNE KAÇAR MI?

BUNU ANCAK BİR VATAN HAİNİ YAPAR..

İŞTE GÖRÜN, MUHSİN SAHTE KAHRAMANIN TEKİ, 28 ŞUBAT’TAKİ DURUŞUNA DA ALDANMAYIN”

DİYECEKLERDİ..

İSTEDİKLERİ HER İFTİRAYI DA RAHATÇA ATABİLECEKLER, DİLEDİKLERİ GİBİ AŞAĞILAYABİLECEKLERDİ)

MUHSİN YAZICIOĞLU TÜRKİYEYE DÖNME ÖLDÜRÜLECEKSİN ile ilgili görsel sonucu

MUHSİN YAZICIOĞLU TÜRKİYEYE DÖNME ÖLDÜRÜLECEKSİN ile ilgili görsel sonucu

MUHSİN YAZICIOĞLU TÜRKİYEYE DÖNME ÖLDÜRÜLECEKSİN ile ilgili görsel sonucu

Kurtulmuş anlattı! “Yazıcıoğlu odama geldi…”

Manisa’da konuşan Kurtulmuş, Muhsin Yazıcıoğlu’nun kendisine anlattığı bir diyaloğu paylaştı.

26.02.2017 15:47

Kurtulmuş, Manisa Büyükşehir Belediyesi Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen “28 Şubat’tan 15 Temmuz’a Darbeler ve FETÖ İhaneti” konulu panele katıldı.

… Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş, 28 Şubat öncesinde de siyasi iradenin parçalanmış olduğunu, milletin oylarıyla seçilen Refah Partisi’ne egemen güçlerin hiçbir unsurunun iktidarı vermek istemediğini belirterek, şöyle devam etti:

Saadet Partisi Genel Başkanı olduğum zaman Muhsin Bey (Muhsin Yazıcıoğlu) hayırlı olsuna geldi. 28 Şubat’ı anlattı. Onun ağzından söylüyorum, “Biz Refah Partisine dışarıdan destek vereceğimizi söylüyoruz. Bizim ülkücü camiadan biri odama geldi. Önce hoş-beş, arkasından başladı beni tehdit etmeye. ‘Refah Partisini desteklemeyin, desteklerseniz şu olur falan’ diye üst perdeden konuşmaya başladı.” Son olarak (Muhsin Bey’e) şunu söylemişler, “Muhsin sen bilmiyorsun, artık adamı 2 kilometre öteden sırtından vuruyorlar”. Muhsin Bey “Tepem attı, masamın önüne gittim, kravatından tuttum, ‘bana bak, git sana kim bunları söylediyse onlara söyle, biz adamı 2 kilometreden sırtından değil 10 santimetreden alnından vuruyoruz’ dedim” dedi….”

 

(http://www.haber7.com/ic-politika/haber/2267301-kurtulmus-anlatti-yazicioglu-odama-geldi)

BU GAZETELERİ HANGİ İSTİHBARAT SERVİSİ KULLANIYORDU?

 Mahir Kaynak’tan 28 Şubat anıları

Mahir Kaynaktan 28 Şubat anıları

 

Post modern darbe olarak bilinen 28 Şubat sürecinin 14’üncü yılında, MİT eski daire Başkanı, Prof. Dr. Mahir Kaynak, Takvim‘e dikkati çeken açıklamalar yaptı. …

‘Hocam seni öldürecekler’
Kaynak, kendisini öldürme planını duyduğunu da vurguladı:
“2 istihbaratçı geldi ve ‘Hocam seni öldürecekler, seni yurtdışına kaçıralım’ dedi. ‘Pasaportum bile yok’ dedim, ‘Biz hazırladık bile’ dediler. Ertesi gün haberlerde ‘Mahir Kaynak, Berlin’de’ diye yazı gördüm. Bunun bir operasyon olduğunu anladım ve kaçmayı kabul etmedim. Ya beni yok edeceklerdi ya da yakalatıp, ‘Mahir Kaynak kaçtı, yakaladık’ diyeceklerdi”
açıklamasını yaptı. …
*

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (1) / DR. SEYFİ SAY

images

… Evet, 28 Şubat 1997 günü Türkiye’de korku dağları tutmuştu. Bu korku havasını dağıtmak için olsa gerek, Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaİslâm Dergisinin Mart 1997 tarihli sayısı için kaleme aldığı başyazısında oldukça sert tepki göstermiş, 28 Şubat olayının arkasında İsrail’in bulunduğunu açıkça yazmıştı. O ay başyazının geciktiğini, ayın hemen başında çıkması gereken derginin başyazısının 5 Mart günü veya daha sonra geldiğini hatırlıyorum. “Yayıncı’dan” imzasıyla daha önce kaleme almış bulunduğum editör sunumunda ben de benzer bir üslup ve içeriğe yer vermiş bulunuyordum. Bunun yanı sıra, M. Es’ad Coşan Hoca’nın son aylardaki gelişmelere ilişkin sert bir konuşmasının kaset çözümüne de sayfalarda yer ayırmıştım. Ayrıca resim olarak, Es’ad Coşan Hoca’yı elinde pompalı tüfek olduğu halde beyaz cübbe ve sarıkla gösteren bir fotoğrafa yer vermiştim. Genel Müdür K. Y. A. bundan hoşlanmamıştı, fakat gelen başyazı üzerine çıkarılması yönünde bir tavır da koy(a)mamıştı. Ancak, benim bu kaset çözümü için belirlediğim yazı başlığını, sert bulduğu için değiştirmiş bulunuyordu. Bundan benim haberim yoktu, değişikliği dergi basılmış halde elime gelince fark etmiştim. Ancak, Radikal Gazetesi’nin 21 Mart 1997 tarihli sayısında yer alan ve İslâm Dergisi’ni konu edinen bir haber, dergimizde, bu değişikliğin de ötesinde bazı “dolaplar” döndüğünü anlamamı sağlamıştı. Çünkü gazetedeki haberde, derginin basılmış halindeki söz konusu yazı başlığı değil, benim belirlediğim ve baskıya girmeyen başlık aktarılıyordu….(https://tebyin.wordpress.com/2013/08/18/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-1-dr-seyfi-say/)

.

BARNABAS’I GÖSTERENLERE BİRŞEY OLMUYORMUŞ, GÖRENLER ÖLÜYORMUŞ..

EMİN PAZARCI TAYYİP ERDOĞAN ile ilgili görsel sonucu

Medyanın vazgeçilmez yıldızı, “komplo teorileri”ne prim vermeden gerçekleri yazan Emin Pazarcı, soldan ikinci sırada..

 

(https://tenbih.wordpress.com/2017/02/19/yazicioglu-suikasti-barnabas-incili-tutmadi-fethullah-gulen-verelim-mi/)

YAZICIOĞLU SUİKASTİ: BARNABAS İNCİLİ TUTMADI, FETHULLAH GÜLEN VERELİM (Mİ?)

 

yazıcıoğlu ve barnabas incili ile ilgili görsel sonucuyazıcıoğlu ve barnabas incili ile ilgili görsel sonucuyazıcıoğlu ve barnabas incili ile ilgili görsel sonucuyazıcıoğlu ve barnabas incili ile ilgili görsel sonucuyazıcıoğlu ve barnabas incili ile ilgili görsel sonucuyazıcıoğlu ve barnabas incili ile ilgili görsel sonucuyazıcıoğlu ve barnabas incili ile ilgili görsel sonucu
*
Star gazetesinin haberine göre, BBP’nin merhum Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaşamını yitirdiği helikopter kazasıyla ilgili yeni bir soruşturma başlatılmış.15 Temmuz’dan sonra elde edilen yeni bilgiler doğrultusunda..“FETÖ’nün elebaşı Fetullah Gülen” bu soruşturmada baş şüpheliymiş.

Soruşturmanın dosyasına, Fetullah Gülen’in kazadan 5 gün sonra çekilen “Bir ilahi tokatla dışarı atıldı” ve “Bir perşembe günü vefat edip cuma günü cenazesine ulaşıldı” sözlerinin yer aldığı görüntüler de konulmuş.

Gülen’in sözleri ‘şifreli cinayet itirafı’ olarak değerlendiriliyormuş.

Star’ın haberine göre, helikopterinin sabotaja uğramasına rağmen Yazıcıoğlu’nun sağ kurtulduğu ancak olay yerine ilk giden ve bugün FETÖ’cü oldukları ortaya çıkan isimler tarafından öldürüldüğü iddiası hep karanlıkta kalmış.

Ancak, benzer bir iddiayı Yeni Şafak gazetesi köşe yazarı Bülent Orakoğlu da, daha önce, 8 Ağustos 2016 tarihli yazısında dile getirmiş.

Şöyle demiş:

 

“FETÖ militanları tarafından, helikopterin dış bir etki ile düşürülüp düşürülmediğini ortaya çıkaracak cihazların ortadan kaldırılması ile helikopterin düşüş sebebinin tespit edilmesi önlenmiş oluyordu. Üstelik cihazları çalan kişilerin mahkemede susma haklarını kullanarak kendilerine bu emri veren üstlerine güvenerek deşifre etmemeleri ve birkaç ay içinde tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmaları korunduklarının en açık belirtisi olarak görünmekteydi.”

 

*

“Önce”, başka bir “söz vardı”..

Birileri, Yazıcıoğlu cinayetinin altından, Çapanoğlu’nun son versiyonu olan Barnabas İncili‘ni çıkarmışlardı.

Bu konuda, Akşam gazetesi yazarı Emin Pazarcı başı çekiyordu.

Pazarcı, eski Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek tarafından bir TV kanalındaki canlı yayın sırasında “ajan”lıkla suçlanmış bir gazeteciydi.

Sadece Yazıcıoğlu cinayetini de değil, Prof. Mahmud Esad Coşan trafik kazası ya da cinayeti ile Turgut Özal‘ın ölümünü ya da zehirlenmesini de Barnabas İncili‘nin kerametine bağlıyordu.

Tiyatrocu Ahmet Yenilmez, Emin Pazarcı’dan da heyecanlı ve atak çıkmış, olayı bir “film” yapmak üzere harekete geçmişti.

Şimdi, Barnabas İncili eksenli “komplo teorisi” unutulmuş durumda. (Komplo teorisi dediysek, komploları çözmek için aslında “komplo teorisi” üretmek bir zorunluluktur. Ancak, kimi komplo teorileri de, olayı sulandırmak ve dikkatleri yanlış noktalara çekmek için, aynı komplonun devamı olarak üretiliyor olabilir.)

*

Elde hiçbir somut ya da müşahhas bir bulgu ya da veri yokken söz konusu ölümleri Barnabas İncili‘ne bağlama “telaşı“, insanı ister istemez şüphelendiriyordu.

Bakalım şimdi, söz konusu isimler, “Hayır, Fethullah’ın günahını alıyorsunuz, işin ardında Barnabas İncili‘nden rahatsız olan çevreler var” diyecekler mi?

Demeyeceklerinden adım gibi eminim.

Ancak, Barnabas İncili komplo teorisinin zihnimizde oluşturduğu soru hâlâ geçerliliğini koruyor:

Neden, olay Barnabas İncili ile alâkalı gösterilerek, meseleye kamuoyu nezdinde “kolay bir çözüm” üretilmek isteniyor, konu böylece kapatılmak isteniyordu?

Bu telaş, bu acele, bu gayret, nasıl bir psikolojinin ürünüydü?

Neden Zaman gazetesi ve Samanyolu TV, olaya ilişkin bir başka komplo teorisi üreterek meseleyi kapatma ihtiyacı duymuyor, böylesi bir telaşa kapılmıyordu?

Ayrıca, Yazıcıoğlu cinayeti davalarının bir şekilde kapatılıyor olmasını neden özellikle Zaman gazetesi haber yapıyor, Star gibi gazeteler görmezden geliyordu?

*

Görüldüğü gibi, olaya ilişkin soru işaretleri fazla..

Ayrıca, dürüst ve adil olmak gerekirse, Fethullah’ın Yazıcıoğlu’nun ölümüne ilişkin yorumu, cinayet ya da suikastle ilişkisinin olduğunu söylemek için tek başına yeterli değildir.

Hatta, şunu herkes bilir ki, genelde caniler ve suikastlerin ardında olanlar, timsah gözyaşı dökmeyi tercih ederler.

Memnuniyet izhar etmezler. “Oh olsun!” demezler.

Tam aksine, cenazeye katılır, şüpheleri izale etmek için herkesten fazla ağlar, hüngür hüngür gözyaşı dökerler.

Mesela Fethullah, ardında olduğu (en azından aktif biçimde desteklediği, onay verdiği) belli olan 15 Temmuz darbe teşebbüsü için “Oh olsun!” demedi.

Darbelere karşı olduğunu, darbecilerle hiçbir ilişkisinin bulunmadığını, darbecilerin hiçbirini tanımadığını iddia etti.

Üzüntülerini bildirdi.

Dolayısıyla, Fethullah’ın Yazıcıoğlu’nun ölümüyle ilgili söz konusu ifadelerinden hareketle üretilen bir “komplo teorisi”, aslında, tecrübeli “cinayet dedektifleri” nezdinde hiçbir kıymet taşımaz. (Buradan çıkarılacak ders şu: Başkasının felaketine sevinmeyecek, bundan sürur duymayacak, “ilahî tokat” edebiyatı yapmayacaksın. Bu memnuniyetin bir gün sana “ilahî tokat” olarak dönebilir.)

*

Üstelik, Yazıcoğlu’nun hayatını kaybettiği günlerde henüz ortada bir FETÖ-AKPARTİ kavgası da yok.

Sene, 2009..

2009’un baharı..

Bir seçim arefesindeyiz..

Daha 2010 Anayasa değişikliği yapılacak, Fethullah, AKPARTİ için mezarlardaki ölüleri bile sandığa götürmek isteyecek..

Ardından Haziran 2011 seçimleri yaşanacak..

2013 Haziranı’nda bile, yani dört koca yıl sonra, Erdoğan Türkçe Olimpiyatları’na katılıp “Hocaefendi“ye, Pensilvanya’ya muhabbetlerini gönderecek, “Bitsin bu hasret!” diyecek..

Yeni çıkan uyuşmazlık dedikoduları için Hayrettin Karaman bile, 2013 yılında, “önemsiz sivilce” değerlendirmesi yapacak..

Muhsin Yazıcıoğlu’nu kimse hatırlamayacak, Fethullah Gülen’in, merhumun ardından “Oh olsun!” anlamında sözler söylemiş olması kimsenin umurunda olmayacak..

Yollarda beraber yürümeye devam edecek, aynı yağmurların altında ıslanmanın keyfini çıkaracak, Türkçe olimpiyatlarında birlikte tempo tutacak, “aynı dağın yeli” olduklarına dair sevgi ve hoşgörü dolu şarkılar söyleyecekler.

*

Yine de, dosyanın yeniden açılmış olması iyi..

Konunun tekrar gündeme girmesi faydadan hali değildir.

Olay bir suikastse, ardında kim varsa ortaya çıkarılmalı, bunun için elden gelen bütün çaba sarf edilmelidir.

İnsan hayatı bu kadar ucuz olmamalıdır.

Fakat, dava çerçevesinde Fethullah’ın henüz sadece “şüpheli” olduğu da unutulmamalıdır.

Ve, konuyla ilgili olarak Fethullah’tan şüphelenilmeye başlanılması için 15 Temmuz 2016 tarihinin, yani olaydan yedi yıldan fazla bir süre sonrasının beklenilmiş olması tuhaftır.

Suikast kararı alınacak, Yazıcıoğlu’nun seyahat programlarıyla ilgili istihbarat toplanacak, sonra suikast için gereken adımlar atılacak, kaza mahalline ilk gidecek olan ekibe de gerekli talimatlar verilecek, ve bu kadar geniş kapsamlı bir operasyon, dışarıya herhangi bir bilgi sızıntısı olmadan sonuçlandırılacak..

Devletin istihbarat mekanizmalarının ruhu bile duymayacak..

Bilgi sızıntısının olmamasını geçtik, olayın ardından Emin Pazarcı ve Ahmet Yenilmez gibi isimler sahne alacak, meseleyi Barnabas İncili‘ne bağlayıp unutturmak için kendilerini neredeyse helak edecekler..

Ve de malum medya, bu Barnabas İncili hikâyesini ballandıra ballandıra anlatacak..

Dahası, Fethullah Gülen, merhumun ardından “Oh olsun!” anlamında sözler söyleyecek, ve devletin ilgili birimleri, istihbaratı, “büyük devlet büyükleri”, bundan haberdar olmak için, ya da herşeyi kaydedip hiçbir şeyi unutmayan muhteşem hafızalarını tekrar çalıştırmak için, bizim gibi 15 Temmuz sonrasını bekleyecekler.

Yapılanları değil, yapılmak istenenleri bile en ince detayına kadar bilen, fakat “tavukları tar’da saymak” için bekleyenler, Yazıcıoğlu’nun öldürülmek istendiğinden önceden haberdar olamayacak, öldürüldükten sonra da, olayla ilgili hiçbir fikirleri bulunmayacak.

17-25 Aralık’tan sonra bile, merhumun yakınlarının bütün feryatlarına rağmen davanın kapatılıyor olmasını olağanüstü bir lakaydi ile izleyecekler..

Tek gündeme getirilen, Barnabas İncili’nin “laneti” olacak..

Bu işte bir tuhaflık var..

Şayet komplo teorileri ile düşüneceksek, farklı senaryoları göz önünde tutmak şarttır.

MUHSİN YAZICIOĞLU’NUN ÖLÜMÜ VE MİT

O GÖRÜNTÜLER MİT’ÇİLERİ NEDEN KORKUTUYORDU?

MİT, HER KAZA GEÇİREN VATANDAŞIN KAZA GÖRÜNTÜLERİNE EL Mİ KOYUYOR?

BÖYLE BİR GÖREVİ Mİ VAR? NEDEN KENDİSİ GÖRÜNTÜ ALMIYOR DA, ALINMIŞ OLANI YOK ETMEYE UĞRAŞIYOR?

YAZICIOĞLU DOSYASINI KAPATMAYA ÇALIŞAN HERKES “MAKUL ŞÜPHELİ”DİR

muhsin yazıcıoğlu ölümü ile ilgili görsel sonucu

muhsin yazıcıoğlu ölümü ile ilgili görsel sonucu

muhsin yazıcıoğlu ölümü ile ilgili görsel sonucu

Yazıcıoğlu’nun ölümüyle ilgili flaş iddia

 

Mahkemeye helikopterin enkazını bulma çalışmalarına katılan köylülerden Abdullah Göllü’nün ifadesi damga vurdu.

18.02.2015 09:35
K.Maraş 7. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaya, helikopterin enkazını bulma çalışmalarına katılan köylülerden Abdullah Göllü’nün ifadesi damga vurdu.
MİT, O GÖRÜNTÜLERE EL KOYMUŞ
Enkaza ulaştıktan sonra telefonuyla görüntü ve fotoğraf çektiğini anlatan Göllü, daha sonra 2 istihbaratçının kendisini sorguya çektiğini söyledi. MİT’ten olduklarını söyleyen bu kişilerin önce hafıza kartını aldığını, sonra da telefona el koyduklarını dile getirdi.
Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindeki 5 kişinin ölümüne ilişkin dönemin Kahramanmaraş Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdür Yardımcısı Dursun Özmen hakkında ‘görevi kötüye kullanma’ suçlamasıyla açılan davanın üçüncü duruşması, dün Kahramanmaraş 7’nci Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmaya, helikopterin enkazını bulma çalışmalarına katılan köylüler arasında yer alan Abdullah Göllü’nün ifadeleri damgasını vurdu.
Avukatların, “Bu kişiler hangi istihbarat kuruluşuna çalışıyordu?” sorusuna ise Göllü, “Milli İstihbarat Teşkilatı. Zaten açıkça söylediler.” cevabını verdi. O dönem Limak’ta güvenlik görevlisi olarak çalıştığını kaydeden Göllü, başından geçtiğini iddia ettiği ilginç olayı ise “Maraş’ta hastanenin acil girişi önünde bekliyordum. Land Rover bir marka aracın üstüne askerler bir harita açmıştı. Enkazın bulunduğu bölge kırmızı ile işaretlenmişti. Orası Sisne köyüydü.” sözleriyle anlattı.
Göllü, helikopterin düştüğü gün askerlerin başka bir yeri aramak için harekete geçtiklerini duyduğunu, bunun üzerine gidip görevli subayı uyardığını fakat kendisini kimsenin dinlemediğini aktardı.
Duruşma sırasında soruşturmanın avukatları Selami Ekici ve Kemal Yavuz da ilginç bilgiler verdi. Her iki avukat da Yazıcıoğlu’nun suikast sonucu öldürüldüğünü, olayın üzerinin örtülmesi için dosyaların bölünerek ana davadan koparılmaya çalışıldığını ifade etti.