“Bu da ne ola ki?” diye başlıktaki “travmatik psikoloji” lafına takılmayın, bu yazı kolay anlaşılır bir yazı olacak..
Konuya geçmeden önce şu milliyetçilik meselesine bir değinmemiz gerekiyor. Yani Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık vs. arızalarına..
Asabiyet dediğimiz (asabîlik değil) grupçuluk, tarafgirlik, kavmiyetçilik vs., sosyolojik bir vakıa/gerçeklik olarak her devirde az çok var olmuştur.
Fakat, onun bir ideolojiye dönüştürülmesi yeni ya da çağdaş bir olgudur.
Milliyetçilik, aslında kolektif bencillik, kibir ve enaniyetten ibarettir. Martin Buber’in dediği gibi, kolektif/kitlesel bencillik, bireysel bencillikten daha saygıdeğer olamaz.
İşte milliyetçilik, bu kitlesel bencillik, kibir ve enaniyeti “fikir” diye “yutturma”, bir ideolojiye dönüştürme, bir kendi kendine tapınma dini haline getirmedir.
*
Milliyetçilik için söz konusu olan bu akla ziyan durum, devletçilik için de geçerlidir.
Devlet, yeni bir kurum değil.. Fakat günümüz devletçilik olgusu ya da ideolojisi, günümüz milliyetçiliği gibi yeni.. Bu ideolojinin en uç biçimini Faşizm ve Nazi felsefesi oluşturuyor.
Geçmişte devlet kurumu, günümüzde olanın aksine, tapınılan bir tanrı (Cemal Bali Akay’ın tabiriyle Sivil Toplumun Tanrısı) değildi.
Mesela, Fatih Sultan Mehmed‘in hocası Molla Güranî, Bursa kadısı iken Fatih’in bir fermanını Şeriat’e/hukuka aykırı bulduğu için yırtıp atmış, sonra da kalkıp Mısır’a gitmiş, Memluk/Kölemen Devleti topraklarına yerleşmişti.
Kimse de ona, “Devlet düşmanı, vatan haini, ajan vs.” dememişti. “Ulan imansız, vatan sevgisi imandandır; demek ki senin imanın yok” vs. diye İblis mezhebinden fetvalar veren yerli-milli vatansever hocalar da çıkmamıştı.
Tam aksine, Fatih Sultan Mehmed, Memluk Sultanı’na özel elçi gönderip, hocasının tekrar ülkeye dönmesi için aracı olması ricasında bulunmuştu.
*
Ancak, bu anlayış, Tanzimat‘tan sonra değişmeye başladı.
Batı’dan gelen milliyetçilik ideolojisi bu topraklardaki insanların zihinlerini istila etti.
Batılı sömürgeciler, çok-uluslu Osmanlı‘nın milliyetçilik hareketleriyle parça parça edilmesinin mümkün olduğunu gördüler.
Araplar arasında Mişel Eflak gibi hristiyanlar Arapçılığı körüklediler.
Benzer şekilde, asıl adı Moiz Kohen vs. olan tipler, bu topraklarda, Tekin Alp gibisinden adlar kullanarak Türkçülüğü savunan kitaplar yazdılar. Parvus gibi yahudiler Türk milliyetçiliği fikir sistemi diye bir ucube ürettiler.
İslam’a olan düşmanlıklarını Türkçülükle maskelediler. Türklerin iyiliğini istiyormuş rolü oynayarak İslam düşmanlığı yaptılar.
Yahudilik ya da Hristiyanlık adına İslam düşmanlığı yapamazlardı. Fakat, Türklük adına İslam düşmanlığı yapmaları, gafil halkın ve Batı hayranı okumuşların onlara aldanmasına yol açtı.
*
Bugüne geldiğimizde değişen fazla birşey olmadığını görüyoruz.
Aynı oyun, küçük değişiklik ve rötuşlarla aynen yeniden sahneleniyor.
Mesela, başlıkta sözünü ettiğimiz Nihat Genç soytarısının yazıları..
Bu düzgün cümle kurmaktan aciz şahsın yazdıkları, salt şahsına özgü saçmalıklar değil. (Evet, düzgün cümle kurmaktan aciz. Mesela son yazısı “Ne güzel araziyi uymuş ….” diye başlıyor. “Araziyi uymak” ne demek, bunu açıklamıyor. Yazısının üçüncü paragrafı ve aynı zamanda üçüncü cümlesi şöyle: “Günümüzde komünist ortaklaşmacı kamucu bir siyaset olarak anlaşılır, olmasın mı?” Artık ne demek istiyorsa?.. Sadece kendisi biliyor.)
İşte bu şahıs, “Güncelleme dediğinizi biz bin yıl önce yaptık” başlıklı yazısında “Türkler Anadolu’da yeni bir din kurmuştur” diyor.
Görüldüğü gibi, Türkler adına konuşuyor. Tıpkı Moiz Kohen gibi.
Peki bu yeni din neymiş?
Pek “düzgün” Türkçe’siyle şöyle diyor:
“Bu yeni dinin şeriatçı düzen (ortadoks islam‘la) hiç bir alakası yoktur ve aksine yüzyıllar süren ölümcül bir savaşı vermiştir.”
Laflarını, “Yeni dinin bir başka özelliği ta Ahmet Yesevi’den beri ibadetlerini kadın-erkek karışık yaparlar…” diyerek sürdürüyor. (Yalan ama, yalandan kim ölmüş.. İşin içine Ahmed-i Yesevî katacaksın ki, şeytan maskarası cahil tasavvufçuları/sofuları ve aptal Türkçüleri “olta”ya çekesin.)
*
Gelelim bu yeni dinin, Moiz Kohen’in ucuz taklidi Nihat Genç’e göre “en önemli özelliği”ne:
“Yeni dinin en büyük diğer özelliği gayri müslimleri kendileriyle eşitlemişler ve dışlamamışlar ve herkesi ‘insan’ diye görmüştür, bakınız Şeyh Bedreddin isyanı.”
Sanki, Şeyh Bedrettin‘den önce Müslümanlar gayrimüslimleri “insan” diye görmüyorlardı.
İnsan olarak eşit olmak başka, müslim ve gayrimüslim olarak eşit olmak başkadır.
Mesela laik devletlerde, vatandaşlarla yabancılar, insan olarak eşittir, fakat aynı yasal haklara sahip değillerdir.
Aynı şekilde, günümüz laik ulus-devletlerinde “egemen ulus/ırk” ile azınlıktaki ırklar “insan” olarak eşit kabul edilseler bile, aynı yasal konumda değillerdir.
Mesela Türkiye’de, Türk ile Kürt, insan olarak eşittir. Peki, devlet açısından Türk ile Kürt eşit midir?
Anayasa, sadece Türk’ten bahseder. Sanki bu topraklarda hiç Kürt, Arnavut, Boşnak, Gürcü, Çerkez, Avar, Abaza, Arap … yaşamamaktadır.
Bu, ne anlama gelmektedir?
Türk olmayanların insan olmaması, dışlanması, eşit sayılmaması mı?
Laik-Kemalist Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde resmî dil Türkçe’dir, peki Kürtçe resmî dil midir?
Kürtçe‘nin resmî dil olmaması, Kürtler’in insan sayılmaması anlamına gelir mi?
İşte, bir İslam Devleti’nde de durum budur. İslam, resmî dindir.
Hristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik vs., resmî din değildir.
Bu, gayrimüslimlerin insan sayılmaması anlamına gelmez.
Kaldı ki, yukarıda da söylediğimiz gibi, günümüz Anayasa’sına göre Türkiye sınırları içinde sadece Türkler yaşamaktadır, Kürt, Çerkez vs. “resmen” yoktur (Nihat Genç öküzü, istiyorsa bunu “insan saymama” olarak adlandırabilir).
Halbuki, Osmanlı‘nın “yazılı olmayan anayasal düzen”i çerçevesinde gayrimüslimlerin varlığı “tanınır” ve onlar birtakım vazgeçilmez temel haklara sahiptirler. (Yani Osmanlı, “Bu topraklarda yaşayan herkes müslümandır” diye kanun çıkarmıyor, sonra da Yahudi ve Hristiyanlar’a “Anayasamıza göre siz de müslümansınız, kabul ediyorsunuz değil mi, ettiniz ettiniz, onun için size de hadi insan muamelesi yapalım, bakın bu iyiliğimizi unutmayın” demiyordu. “Hayır, ben hristiyanım, müslüman değilim” diyeni hapse de atmıyordu. Onlara birtakım hakları verirken “Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağım” diye yemin ettirmiyordu. Onların “varlığını” resmen “tanıyordu”. Yönetimde yer alma hakkı vermiyor, buna karşılık devleti canıyla savunma, devletçi olma, “resmî ideoloji”yi, yani resmî dini kabul etme yükümlülüğü de dayatmıyordu. Aile hukuku gibi hususlarda kendi dinine göre yaşamasına müsaade ediliyor, papazlar hakkında, bugün Nurettin Yıldız için yapıldığı türden yaygaralar ve şamatalar koparılmıyor, haklarında savcılık tarafından soruşturma başlatılmıyordu. Hangisi insan onuruna daha uygun?)
Şeriatçı Osmanlı’da gayrimüslimler “resmen” vardı, laik-Kemalist Türkiye’de ise Kürt “resmen” yoktur. (Daha çeyrek asır önce, “Türkiye’de Kürt de var” diye yazma gafletine düşenler hapse atılıyordu.)
Evet, Nihat Genç soytarısına göre, Türkler, İslam’ı bin yıl önce güncellemişmiş, “yeni bir din” üreterek gayrimüslimleri de “insan” saymışmış.
Ulan soytarı, ulan öküz, ulan mal, senin bu mantığın, “Türkiye’de Türk olmayanlar insan sayılmıyor, onları insan saymak için devletin adını da güncellememiz, yeni bir ‘devlet’ kurmamız, Anayasa’yı Türklük değil insanlık kavramı üzerine oturtmamız lazım” demeni de gerekli kılar.
Diyebilir misin?
Kendinle çelişmemek, dürüst ve tutarlı olmak için bunu demen gerekir.
Bunu diyecek, bu tutarlılığı gösterecek akıl, fikir, izan, dürüstlük, haysiyet, şeref ve onur sende var mı?
Bir gram dürüstlük?..
Ve de yürek..
Fare kadar olsun yürek?..
Mercimek kadar olsun beyin..
Ulan öküz, ulan madrabaz, resmî ideolojinin dümen suyunda (daha doğrusu “derin” himayesinde ve gölgesinde) cesur yazılar yazma soytarılığını herkes yapar.
Seni gidi ucuz resmî soytarı, medya sirki palyaçosu!..
*
Bu soytarının başka zırvaları da var.. Fakat hemen her sözü yanlış olduğu için tartışmaya değmez.
Ancak, bu palyaçonun yüzüne taktığı Türklük maskesi önem taşıyor.
“Türkler Anadolu’da yeni bir din kurmuştur” diyerek Türklük ve Türkler adına konuşuyor.
“Bazı Türkler” bile değil, “Türkler”…
Peki, bu topraklarda hâlâ yaşayan, senin cahilce “ortadoks” dediğin “Ehl-i Sünnet İslam’ı” ne oluyor?
Onu yaşatan, yaşatmaya çalışan Türkler değil mi?!
Adamın “yeni din“inin “en önemli özelliği“ni tekrar hatırlayalım: Gayrimüslimleri eşitlemek..
Aslında bu, gayrimüslimleri eşitlemek değil, Müslümanlar karşısında efendi pozisyonuna getirmek..
Evet, bu “yeni din“e göre, “Bütün insanlar eşittir, fakat gayrimüslimler daha eşittir“.
Mesela bugün Türkiye’de yapılan tartışmalara bakın..
Nurettin Yıldız gibi isimler üzerinden İslam’a ağız dolusu hakaretler yağdırılır..
Fakat Hristiyanlık’taki, Yahudilik’teki, Kemalizm dinindeki, Gulat-ı Şia‘daki, Alevîliğin ateist versiyonlarındaki ahlâksızlık, hurafe ve saçmalıklar aleyhinde en küçük birşey bile söylemek mümkün değildir.
*
Başa dönelim..
Moiz Kohen gibi isimlerin, Türklük maskesi altında ve Türk adları kullanarak İslam düşmanlığı yaptıklarını söylemiştik.
Nihat Genç öküzünün putu Atatürk‘ün de İslam aleyhinde benzer ifadelerinin bulunduğunu biliyoruz.
Peygamber Efendimiz s.a.s. için “Arap oğlu”, Kur’an için “Arap oğlunun yaveleri” vs. dediği, Kâzım Karabekir Paşa’nın tanıklığıyla malum..
Aynı şekilde, Allahu Teala’nın vahyi için “gökten indiği sanılan” hükmünü verdiği biliniyor.
Yabancı diplomatların onunla olan görüşmelerine ilişkin kayıtlarda da benzer bilgiler yer alıyor.
Aslında bu sözlerini hatırlatmaya bile gerek yok. İş, sözden daha güçlüdür. Neler yaptığı malum.
İmdi, Atatürk‘ün çocukluğuna ilişkin, milletin ilkokul ezberini bozan türden birtakım malumat da var.
Mesela, onun ilk öğretmeni Şemsi Efendi‘nin gerçek adının Şimon Zvi, asıl dininin de Yahudilik olduğu ileri sürülüyor.
Bunun yanı sıra, Atatürk’ün küçük çocukken bir Yahudi gibi dua ettiğine dair yayınlar yapılmış (Gazete kupürü aşağıda).
Aynı şekilde, Atatürk’ün soyacağına ilişkin farklı iddialar mevcut.
Bu tür yayınlar doğru mudur, yanlış mıdır, hüküm vermek bize düşmez. Tarihçiler tartışsın, konuyu çözümlesinler.
Varsayalım ki tarihçiler bu iddiaların doğru olduğu kanaatine vardılar (Varacaklarını sanmıyorum, Atatürk’ü Türk tarihçilerine emanet etmekte yarar var), bu takdirde de, Atatürk‘ün Peygamber Efendimiz s.a.s.’i, Allahu Teala’nın vahyini ve Kur’an‘ı aşağılayan ifadelerinin, soyu sopu ve çocukluğunda aldığı eğitimle, kimliğinin oluşum süreciyle bir ilişkisinin olup olmadığı meselesinin psikologlar ve psikanalizciler tarafından ele alınmasının uygun olup olmayacağı sorunu önümüze çıkar.
Bu konuda da karar verecek olanlar bizler değiliz, psikologlar ve psikanalizcilerdir.
Ancak, Nihat Genç türü soytarıların psikolojisine baktığımızda şunu fark ediyoruz: Onlar, Atatürk’le ilgili bu tür iddiaları gerçek kabul ederek, Atatürk’ün bir yahudi kindarlığıyla İslam düşmanlığı yapmış olduğunu varsayarak tutum belirliyorlar.
İdeolojileri Atatürkçülük.. Ve Atatürkçülüklerinin, onları bir yahudi gibi İslam düşmanlığı yapmaya ittiği anlaşılıyor. (Her yahudi gibi de değil, İslam’ın azılı düşmanı, İslam’dan öç almaya çalışan kindar ve gaddar bir yahudi gibi..)
Atatürkçülüğü, İslam düşmanlığının lazım-ı gayri mufarıkı, mütemmim cüzü olarak gördükleri kesin..
Bu, açık bir biçimde anlaşılıyor.
İslam düşmanlığı yapmazlarsa Atatürkçülük dinine özgü ibadetlerini ihmal etmiş olacaklarını düşündükleri o kadar belli ki..
Bunların Atatürkçülüğünün “beş şartı” var:
Birincisi, İslam söz konusu olduğunda kelime-i küfür söylemek.
İkincisi, senede en az bir ay Müslümanlara karşı “fî sebîl-i Atatürk cihat”..
Üçüncüsü, günde beş vakit “emr-i bi’l-Atatürkçülük, nehy-i ani’l-İslam“..
Dördüncüsü, hayatlarında en az bir kez Anıtkabir’de tapınma seremonisi..
Beşincisi, her kurban bayramında, pardon cumhuriyet vs. bayramlarında “îlâ-yı kelimetü-Atatürk” ibadeti yapmak..
Evet, bunlar, İslam düşmanlığını, Atatürkçülüklerinin zorunlu bir gereği kabul ediyorlar ne yazık ki..
*
Meselenin bir boyutu bu..
Diğer boyuta gelince.. Bu Nihat Genç türü soytarıların “aslen” Türk olup olmadıkları da bizce meçhul..
Türkler adına konuşma kurnazlığı yapıyorlar ama, belki de köken bakımından Moiz Kohen‘den biraz halliceler..
Yazının başında, Batılı sömürgecilerin Osmanlı‘yı parçalamak için milliyetçiliği bir silah olarak (modaya uyup aparat diyelim) kullandıklarını söylemiştik. (Mustafa Kemal de, Osmanlı’nın Şeriatçılığına karşı milliyetçiliği, yani Türkçülüğü öne sürmüştü. Teoman Duralı‘nın “İngiliz-Yahudi medeniyeti” diye adlandırdığı Batı kurum ve ilkelerini çağdaş uygarlık düzeyi / muasır medeniyet seviyesi adı altında savunduğu malum.)
Milliyetçilik günümüz Türkiye’sinde de aynı işlevini sürdürmeye devam ediyor. Hem Türkçülük, hem de Kürtçülük, birer bölücü ideoloji durumunda. Aynı şekilde, Karadenizli vatandaşlarımızın da Pontus vs. lafları altında Rumlukla ilişkilendirilmeye çalışıldıkları biliniyor. Ancak, Karadeniz’in müslüman halkı bunlara itibar etmiyor. (Rumlarla komşuluk ya da Rum kızlarıyla evlenme ve akrabalık kurma gibi nedenlerle Rumca’nın konuşulmuş olması normaldir. Rum kökenli olmak da bir kusur değildir.)
Evet, Karadenizli vatandaşların büyük çoğunluğu İç Anadolu Türkleri’nden bile daha dindar oldukları, İslamî ilimlere ve hafızlığa önem verdikleri için, onları Pontusçuluk, Rumculuk vs. mavalları ile aldatmak mümkün değil. Onlara, Pontusçuluk ve Rumculuk hesabına İslam düşmanlığı yaptıramazsınız.
Fakat, onların içlerinden de tek tük çürük ceviz pekâlâ çıkabilir.
Böylesi çürük cevizler, İslam düşmanlıklarını; Rumluk ve Pontusluk gibi kavramları hiç ortaya atmadan, Tekin Alp adıyla Türkçülük yapan yahudi Moiz Kohen taktiğiyle, Türkçülük, devletçilik ve Atatürkçülük maskesi altında yürütüyor olabilirler mi?
Bu acayip, ölçüsüz, “kindar yahudi”ce, akıl ve mantık dışı İslam düşmanlığının altındaki gerçek etkenlerden biri yoksa bu mu?
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.