MUHSİN YAZICIOĞLU SUİKASTİ/KAZASI DOSYASI..

muhsin yazıcıoğlu suikast ile ilgili görsel sonucu

VE SORULMAYANLAR:

NEDEN ÖZAL SUİKASTİ,

PROF. ESAD COŞAN HOCA’NIN ÖLÜMÜ,

SUSURLUK KAZASI

VE MUHSİN YAZICIOĞLU’NUN VEFATI,

ONLARDAKİ UYDURMA BİR BARNABAS İNCİLİ MERAKINA BAĞLANMAYA ÇALIŞILDI?

NEDEN BU UÇUK-KAÇIK UYDURMA SENARYO,

“DEVLET BAĞLANTILI” BİRİLERİ TARAFINDAN YAZILIP ÇİZİLDİ,

HABER YAPILDI VE DEVLET DESTEĞİYLE FİLME ÇEKİLDİ?

BU, “CAMBAZA BAK CAMBAZA!” TAKTİĞİYLE DİKKATLERİ UYDURMA BİR SENARYOYA ÇEKİP “YAŞANMIŞ GERÇEĞİ” GÖZLERDEN KAÇIRMA VE ÜZERİNDE DÜŞÜNDÜRMEME “ALGI OPERASYONU” DEĞİLDİYSE, NEYDİ?

 

emin pazarcı barnabas incili ile ilgili görsel sonucu

BARNABAS EMİN PAZARCI ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

barnabas incili ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez filmleri muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

sevdam gözlerinde kaldı ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez resepsiyon ile ilgili görsel sonucu

erdoğan kutsiyetpenah papa ile ilgili görsel sonucu

erdoğan kutsiyetpenah papa ile ilgili görsel sonucu

erdoğan kutsiyetpenah papa ile ilgili görsel sonucu

erdoğan kutsiyetpenah papa ile ilgili görsel sonucu

 

ESKİ KÜLTÜR BAKANI NAMIK KEMAL ZEYBEK TARAFINDAN AJAN OLMAKLA SUÇLANAN GAZETECİ EMİN PAZARCI,

MUHSİN YAZICIOĞLU İLE PROF. MAHMUD ESAD COŞAN HOCA’NIN “KAZA”LI ÖLÜMLERİNİ BARNABAS İNCİLİ’NE BAĞLAMA “PARANOYA REKORU” İLE,

MÜTHİŞ BİR HAFİYELİK PERFORMANSI SERGİLEMİŞTİ..

SONRA SAZI TİYATROCU AHMET YENİLMEZ ALDI..

KÜLTÜR BAKANLIĞI’NIN, YANİ DEVLETİN DESTEĞİYLE, PAZARCI’NIN İDDİASINI FİLM YAPTI..

EVET, DEVLETİN DESTEĞİYLE..

BU ÜÇLÜ SACAYAĞI YA DA KONSORSİYUMUN, BU ÖLÜMLERİ, SAÇMASAPAN DA OLSA İLLA DA BİR YERE BAĞLAYIP “FAİLİ MEÇHUL” OLMAKTAN ÇIKARMAK İÇİN KENDİLERİNİ PARALAMALARI ÜRKÜTÜCÜ..

BİLİYORLAR Kİ, OLAY “FAİLİ MEÇHUL” OLARAK KALDIKÇA İNSANLARIN KONU ÜZERİNDE DÜŞÜNMELERİ İHTİMALİ MEVCUT..

DÜŞÜNÜLMESİN DİYE, ÇOCUK RUHLU SAFLAR TAİFESİ İÇİN “PARANOYA ELMA ŞEKERİ” ÜRETİYOR, “ALIN SİZE BİR FAİLİ MALUM HİKÂYESİ, BİZ SİZİN YERİNİZE MESELEYE KAFA YORDUK, OLAYI ÇÖZDÜK, SİZİN GİBİ ÖKÜZLERİN DÜŞÜNMESİNE GEREK KALMADI, BİZE İNANIN VE DE DERİN UYKUNUZA DEVAM EDİN” MESAJINI VERİYORLAR..

KİMSE DE ÇIKIP, “AAH BU PARANOYA ÇEKİLMEZ!” DEMİYOR..

ÇÜNKÜ BİLİYORLAR, BU ADAMLARA CEVAP VERMEK “SAĞLIĞA ZARARLI” OLABİLİR,

 *

BARNABAS İNCİLİ’Nİ GÖRENLER ÖLÜYOR DA,

GÖSTERENLER NİYE ÖLMÜYOR?

667660

ahmet yenilmez filmleri muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez filmleri muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

 

Dr. Seyfi SAY

 

İnternethaber.com ve habervaktim.com gibi bazı internet sitelerinde bugün yer alan bir habere göre, tiyatrocu Ahmet Yenilmez, merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını beyaz perdeye aktaracakmış.

Söz konusu sitelerdeki haberin hem başlığının, hem de içeriğinin kelimesi kelimesine aynı olduğu görülüyor.

Başlık şöyle: “ ‘Fotoğrafları gördüm’ dedi, 15 gün sonra hayatını kaybetti”.

Haber ise, şu paragrafla başlıyor:

 

BBP camiasına yakınlığıyla bilinen sanatçı Ahmet Yenilmez, Barnabas incilini gördüğü için Yazıcıoğlu’nun öldürüldüğü iddiasını ‘Vasiyet filmiyle beyaz perdeye taşıyacak.”

 

Haberin başlığı ve ilk paragraf (daha doğrusu spot), verilmek istenen temel mesajı ya da ana fikri ortaya koyuyor.

Peki, insan Barnabas İncili’ni görünce ne oluyor da ölüyor? Barnabas İncili’nin nasıl bir öldürücü özelliği var?

Haberde bu konuda ayrıntılı bilgi yok.

Sadece şunlar var:

 

“Yenilmez, kazadan önce Yazıcıoğlu’nun Ankara Çukurambar’da bir pastahanede … kendisine “Biliyor musun bunu gören herkes ölmüş” diyerek telefonundan Barnabas incilinin fotoğraflarını gösterdiğini dile getirdi.

“Yenilmez, o sırada yanlarında bulunan başka bir kişinin ‘Siz de gördünüz mü?’ sorusuna Yazıcıoğlu’nun ‘Gördüm’ yanıtını verdiğini, arkasından ‘O zaman siz de mi öleceksiniz?’ diye sorduğunu aktardı.

“Bu buluşmadan 15 gün sonra helikopter kazasıyla Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiğini anımsatan Ahmet Yenilmez, bu fotoğrafların kaybolan telefonda olduğunu savundu.”

 

Evet, hepsi bu..

Doğal olarak, bu ifadeler birtakım soruların kafamıza üşüşmesine yol açıyor.

Bunları yazmakta fayda var..

Bakarsın Ahmet Yenilmez bizi aydınlatır..

Birincisi, Barnabas İncili’ni gören herkes ölmüşse, neden gösterenler ölmüyor?

Sonuçta, gösterenler de, görenlerden..

İkincisi, neden sahip olanlar ölmüyor da, görenler ölüyor?..

Yani, Barnabas İncilielinizde olmadıktan sonra, görseniz ne olacak, görmeseniz ne olacak!..

Hatta, elinize geçmedikten sonra, aslını görmekle fotoğrafını görmek arasında da bir fark yoktur.

İşte o yüzden, “Muhsin Yazıcıoğlu Barnabas İncili’ni gördüğü, yani varlığından haberdar olduğu için ölmüşse, Ahmet Yenilmez neden hayatta kalmış?” diye düşünmeden edemiyoruz..

Bu konuda feryad ü figan koparsın, film yapsın, kıyametler koparsın diye mi?..

*

Muhsin Yazıcıoğlu, salt Barnabas İncili’ni gördüğü, böyle bir İncil’in varlığından haberdar olduğu için ölüyor, fakat bu İncil’in varlığını tüm dünyaya duyurmak üzere plan ve proje üreten Ahmet Yenilmez yaşamaya devam ediyor..

Bu işte bir tuhaflık yok mu?! (İnşaallah birileri, Barnabas İncili’ni film yapacağını söyledi, 15 gün sonra öldü” haberlerine Yenilmez’i malzeme yapmak için harekete geçmezler.)

Kaldı ki, söz konusu İncil 33 sene önce, 1981 yılında Hakkari’de bir mağarada bulunmuştu.

Hz. İsa’nın konuşmakta olduğu Aramca dilinde yazılmış bulunan bu İncil’i ilk inceleyen, Aramca uzmanı Prof. Dr. Hamza Hocagil’di.

Hocagil, ilk kez 1984 yılında gördüğü bu İncil’le ilgili olarak 1986 yılında İlim ve Sanat dergisine bazı açıklamalarda bulunmuştu.

O zaman çok yankı uyandıran bu açıklamaları ben de okumuş bulunuyordum.

Ahmet Yenilmez’in merhum Yazıcıoğlu’na atfettiği “ölüm” teorisine göre, Hocagil’in bugüne kadar 720 (yazıyla yediyüzyirmi) defa ölmüş olması gerekiyor.

Fakat, öyle değil..

Nitekim, 24 Şubat 2012 gibi yakın bir tarihte, buİncil’le ilgili olarakhaber7.com’a açıklamalarda bulunmuş durumda, yani capcanlı (bkz. http://www.haber7.com/tarih-ve-fikir/haber/848847-o-incil-sahte-fotokopisi-de-bende).

Muhsin Yazıcıoğlu, bu İncil’i gördüğü için 15 gün sonra ölüyor, onu 1984 yılında görmüş olan Hocagil ise, Yazıcıoğlu’nun vefatından üç yıl sonra bile hayatta..

1984’ten 2012’ye kadar tam 672 tane 15 gün geçmiş..

O arada Hocagil’in 672 kere ölmesi gerekiyorken, bana mısın dememiş, bir kere bile ölmemiş..

*

Hocagil’in haber7.com’daki röportajının başlığı şöyle: “O İncil sahte, fotokopisi de bende”.

Hocagil, söz konusu İncil’in sahte olduğu kanaatine nasıl vardığını da anlatıyor (Bir kere daha bkz. http://www.haber7.com/tarih-ve-fikir/haber/848847-o-incil-sahte-fotokopisi-de-bende).

Bence, Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatı dosyasını sahte bir Barnabas İncili’ne bağlayarak kapatmak isteyenler boşuna yoruluyorlar.

Bir yalanı kapatmak için bir başka yalan üretmek zorunda kalacaklar ve sonunda bu kuyruklu yalanlar dizisi komik olmaktan çıkıp nefrete yol açacak.

Daha ilginç olan, MİT sempatisiyle bilinen Emin Pazarcı’nın, merhum Prof. Dr. Esad Coşan hocanın ölümünü de Barnabas İncili’ne bağlamaya çalışmış olmasıydı.

Esad Coşan hocanın ölümüne kadarki yazı ve konuşmalarını yakından takip etmiş olan benim gibi talebeleri, onun bu Barnabas İncili merakından haberdar olamamıştı, ama onu hayatında bir kez bile görüp görmediğini bilmediğimiz Emin efendi, onun bu merakından dolayı suikaste kurban gittiğini keşfediyordu.

Ve mine’l-garâib…

 

BARNABAS İNCİLİ ESAD COŞAN ile ilgili görsel sonucu

 

SANKİ MUHSİN YAZICIOĞLU’NUN TEK DERDİ BARNABAS İNCİLİ’YDİ..

SİYASETÇİ DEĞİL DE İLAHİYATÇIYDI, BARNABAS İNCİLİ KONUSUNDA UZMANLAŞMIŞTI..

VE DE SANKİ HRİSTİYAN DÜNYASI BARNABAS İNCİLİ YÜZÜNDEN HAFAKANLAR YAŞIYOR..

VE SANKİ PROF. MAHMUD ES’AD COŞAN HOCA, BARNABAS İNCİLİ YÜZÜNDEN 28 ŞUBATÇI HRİSTİYAN TÜRK DEVLETİNİN ELİNDEN ÖNCE MÜSLÜMAN AVRUPA’YA, SONRA DA AVUSTRALYA İSLAM CUMHURİYETİ’NE SIĞINMIŞTI..

TİYATROCU AHMET YENİLMEZ, MUHSİN YAZICIOĞLU’NUN BARNABAS İNCİLİ MERAKINI KEŞFEDİYOR,

KÜLTÜR BAKANLIĞI, YANİ DEVLET, BU KEŞİF ZİYAN OLMASIN DİYE FİLM PROJESİ OLARAK HAYATA GEÇİRİLMESİNİ DESTEKLİYOR..

EMİN PAZARCI, DAN BROWN’IN “DA VİNCİ ŞİFRESİ”Nİ GÖLGEDE BIRAKACAK BİR BARNABAS İNCİLİ ŞİFRESİ ÜRETİYOR..

EMİN PAZARCILARIN PARANOYAK BİLE DEĞİL, ALGI OPERASYONCUSU OLDUKLARINI SÖYLÜYOR..

*

‘Sevdam gözlerinde kaldı’ filmi 3 sır ölümü sorguluyor

 

 

  • 01.12.2016 | 14:48

Oyuncu Ahmet Yenilmez’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği “sevdam gözlerinde kaldı” filmi, 2 Aralık’ta sinemaseverlerle buluşacak. 1980 ihtilalini mercek altına alan film Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı ve Mahmud Esad Coşan’ın ölümünü de sorguluyor.

Ünlü oyuncu Ahmet Yenilmez, ilk kez yönetmen koltuğuna oturdu ve 1980 askeri ihtilaline naif bir aşk hikayesi üzerinden yaklaşan “sevdam gözlerinde kaldı” filmine imza attı.

(https://www.sabah.com.tr/webtv/yasam/sevdam-gozlerinde-kaldi-filmi-3-sir-olumu-sorguluyor)

*

“Muhsin Yazıcıoğlu” üçlemesi geliyor

Yapımcı, yönetmen ve oyuncu Ahmet Yenilmez, 2009’da geçirdiği helikopter kazasıyla hayatını kaybeden BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nu, belgesel ve iki filmle beyaz perdede ölümsüzleştirecek.

Giriş Tarihi: 8.9.2014  13:12 Güncelleme Tarihi: 8.9.2014  13:12
“Muhsin Başkan” belgeselinin çekimlerine başlayan Yenilmez, önümüzdeki günlerde de senaryosunu Muhsin Yazıcıoğlu ile yazdıkları “Sevdam Gözlerinde Kaldı” ve Yazıcoğlu’nun Barnabas incilini gördüğü için öldürüldüğü iddialarını ele alan “Vasiyet” filmlerine başlayacak.

-Sevdam Gözlerinde Kaldı

Yenilmez, Yazıcıoğlu üçlemesinin ikinci yapımının Kültür ve Turizm Bakanlığı desteğiyle ilk yönetmenlik deneyimi “Sevdam Gözlerinde Kaldı” filmi olduğunu belirtti.

“Öyküsünü Muhsin Başkan ile beraber kurmuştuk. Bu bir aşk hikayesi” diyen Yenilmez, filmin sloganını “Onlar hep sustular. Mamak’ta, Madımak’ta, Susurluk’ta sustular. Öylesine sustular ki sevdalarını bile söyleyemediler ve sevdaları gözlerinde kaldı. Şimdi herkes susacak, onlar konuşacak” olarak ifade etti.



-Üçlemenin üçüncüsü: Barnabas incili

Üçlemenin sonuncusu olarak ise Yenilmez, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünden 15 gün önce çekilmesini istediği ve “Vasiyet” adını verdiği filmi vizyona taşıyacak.

Yenilmez, kazadan önce Yazıcıoğlu’nun Ankara Çukurambar’da bir pastahanede bir yazarın kitabının film yapılmasını istediğini ve o gün kendisine “Biliyor musun bunu gören herkes ölmüş” diyerek telefonundan Barnabas incilinin fotoğraflarını gösterdiğini dile getirdi.

Yenilmez, o sırada yanlarında bulunan başka bir kişinin “Siz de gördünüz mü?” sorusuna Yazıcıoğlu’nun “Gördüm” yanıtını verdiğini, arkasından “O zaman siz de mi öleceksiniz?” diye sorduğunu aktardı.

Bu buluşmadan 15 gün sonra helikopter kazasıyla Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiğini anımsatan Ahmet Yenilmez, bu fotoğrafların kaybolan telefonda olduğunu savundu.

Yenilmez, “Vasiyet” filminin de Yazıcıoğlu’nun kendisini görevlendirdiği Barnabas incilini ve bu süreci konu edindiğini sözlerine ekledi.

 

(https://www.sabah.com.tr/gundem/2014/09/08/muhsin-yazicioglu-uclemesi-geliyor)

*

barnabas incili ile ilgili görsel sonucu

barnabas incili ile ilgili görsel sonucu

barnabas incili ile ilgili görsel sonucu

Ä°lgili resim

barnabas incili ile ilgili görsel sonucu

barnabas incili abdullah çatlı ile ilgili görsel sonucu

barnabas incili ile ilgili görsel sonucu

 

SEN PARANOYANIN RESMİNİ YAPABİLİR MİSİN ABİDİN?

YAPAMAZSIN..

FAKAT AHMET YENİLMEZ FİLMİNİ YAPAR..

KÜLTÜR BAKANLIĞI’NIN DESTEĞİYLE.. DEVLET DESTEĞİYLE..

ANLAŞILIYOR Kİ “BARNABAS İNCİLİ” PARANOYASINA İHTİYAÇLARI VAR..

ÜSTELİK BU PARANOYA ÇUVALINA (YA DA TABUTUNA VE MEZARINA) İKİ KİŞİYİ BİRDEN GÖMÜYORLAR: PROF. MAHMUD ESAD COŞAN HOCA VE MUHSİN YAZICIOĞLU..

TESADÜFE BAKIN Kİ, İKİSİ 28 ŞUBAT SÜRECİNDE BİRLİKTE HAREKET ETTİLER..

BBP’NİN ANAP’LA İTTİFAK YAPARAK ARALIK 1995 SEÇİMLERİNDE TBMM’YE GİRMESİNİ SAĞLAYAN, PROF. ESAD COŞAN HOCAYDI..

MUHSİN YAZICIOĞLU, ESAD COŞAN HOCA İSTEDİĞİ İÇİN ERBAKAN LİDERLİĞİNDEKİ REFAH-YOL HÜKÜMETİ’NİN KURULMASINA DIŞARIDAN DESTEK VERDİ..

ONUN DESTEĞİ OLMASAYDI, O HÜKÜMET KURULAMIYORDU..

28 ŞUBAT SÜRECİNDE MUHSİN YAZICIOĞLU’NUN “TÜRKİYE İRAN OLMAYACAKTIR, CEZAYİR OLMAYACAKTIR, FAKAT SURİYE DE OLMAYACAKTIR, BUNA İZİN VERMEYECEĞİZ” DİYE KONUŞMASINI İSTEYEN VE SAĞLAYAN ESAD EFENDİ’YDİ..

O ZAMAN BİR TARAFTA ABD VE İSRAİL PARALELİNDE HAREKET EDEN BİR TSK VE MİT VARDI..

VE ONLARIN POSTMODERN DARBESİ SONUCU KURULAN ECEVİT HÜKÜMETİ.. BAŞBAKAN YARDIMCILARI İSE MESUT YILMAZ İLE  DEVLET BAHÇELİ İDİ..

DİĞER TARAFTA İSE, PARTİSİ KAPATILAN, SİYASİ YASAKLI HALE GETİRİLEN ERBAKAN..

VE, 28  ŞUBAT’IN BİN YIL SÜRECEĞİNİ SÖYLEYENLER DE VARDI..

ESAD EFENDİ, ECEVİT HÜKÜMETİ DÖNEMİNDE, 28 ŞUBAT HÜKMÜNÜ YÜRÜTMEYE DEVAM EDERKEN ÖLDÜ..

TRAFİK KAZASI SÜSÜ VERİLMİŞ BİR SUİKASTLE ÖLDÜRÜLDÜYSE, HİÇ UMURSAMADIĞI, HAKKINDA TEK KELİME ETMEDİĞİ BARNABAS İNCİLİ YÜZÜNDEN Mİ ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR?

SİZİ BÖYLE PARANOYAK ROLÜ OYNAMAYA HANGİ ETKENLER İTİYOR, PARANOYAK BİR FİLME DEVLET DESTEĞİ VERİLMESİNİN ARDINDAKİ MOTİVASYON NEDİR?

*

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (21) / DR. SEYFİ SAY

 

 

“BENİ İKİ AYDAN BERİ ÇOK SIKI TAKİBE ALDILAR”

 

Arslan Bulut’un sözcülüğünü yaptığı “Türk istihbarat kaynakları“nın bilgi yanlışlarıyla dolu “CIA yönlendirmeli İngiliz istihbaratı” senaryosu, vefat ettiği sırada tam dört yıldır vatanından uzakta yaşamakta olan, bir türlü dönmeyen, dönemeyen Esad Efendi’yi, kısa bir süre sonra bir parti kurup iktidar olacak bir adam gibi gösteriyordu.

Ülkesinde değil bir parti kurup siyaset yapmak ve iktidar olmak, onun sınırlarından içeri girme gücü bile bulunmayan bir “fatih”..

28 Şubat Süreci sırasında CIA’in Türkiye’deki taşeronluğunu ve tetikçiliğini yapacak kadar alçalmış olan “Türk istihbarat kaynakları”nın böylesi zihinsel özürlü senaryolara inanması beklenebilirdi, fakat uşaklıklarını yaptıkları CIA‘deki “istihbarat kaynakları”nın bu kadar geri zekâlı olmadıkları kesindi. Ancak, aslında söz konusu “Türk istihbarat kaynakları” zihinsel özürlü değildiler, vicdan ve onur özürlüydüler, ve Arslan Bulut‘u aracı yaparak “masal” anlattıkları kitlenin zihinsel performans bakımından bir manda sürüsünden daha iyi durumda olmadığına inanarak senaryo uydurmaktaydılar.

Madalyonun arka yüzündeki acı ve acıtıcı gerçekler ise, değil Esad Efendi’nin vefat ettiği 2001 yılı başında, 2005 yılında bile MİT‘in, “Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar“la suçlandığını gösteriyordu. MİT’in eski Kontrterör Daire Başkanlarından Mehmet Eymür‘e ait atin.orgadlı internet sitesinde yayınlanan bir mektup bunu açıkça ortaya koyuyordu.

Söz konusu mektubu göndermiş olan MİT mensubu, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun‘un yurt içindeki inanılmaz boyutlardaki zenginliğinin yanı sıra “yurtdışı“nda da büyük bir villa yaptırmış olduğunu ifade ediyordu. Daha kötüsü, MİT’in Yenimahalle’de bulunan merkez binalarının güvenlik eksikliklerinin giderilmesi amacıyla açılan bir ihale, şirket ortaklarının tamamı yabancı kökenli bir firmaya verilmişti. Mektuba göre bu, “ihanetin belgesi“ydi. Teşkilat personelinin bütün kimlik bilgileri bu proje kapsamında söz konusu şaibeli firmaya göz göre göre verilmiş, o firma personelinin, kriptolu aktarılan bütün gizli bilgilerin geçtiği kablo kanallarına müdahalesine müsaade edilmişti. Üstelik, MİT’in özel uçağıyla yabancı ülkeleri gezen Müsteşar’ın bu ülkelerde ne yaptığı, kimlerle temasta olduğu, yurt dışına çıkışta yanında götürdüğü para ve evraka ilişkin bilgiler hep sır durumundaydı.

Mektupta ayrıca, “Müsteşar’ın, teşkilattan hangi evrakları dışarıya çıkardığı, kimlere verdiği, sır olarak nitelenen arşivleri kimlere açtığı, kimleri dinlemeye aldırdığı ve dinlenilen şahısların en mahrem hayatlarının kimlere ve ne için verildiği, en yakınında olmuş bizler için bile artık muamma bir durum haline gelmiştir” deniliyordu. Üstelik, Müsteşar’ın yakın adamı Kaşif Kozinoğlu, “İnsan kasabı haline gelmiş (veya getirilmiş)” Yeşil kod adlı Mahmut YILDIRIM ile yakın temasını devam ettirmekte, Müsteşar’la beraber yürüttükleri illegal işlerde, bu tür kanalları kullanmaktaydılar. Mektupta, İstanbul yeraltı dünyasıyla samimi olan Kozinoğlu’nun, Müsteşar’ın bilgisi dahilinde, birilerinin isteği doğrultusunda “adam harcamakta” olduğu da belirtiliyordu. Kozinoğlu, “Teşkilat’ın (MİT’in) Yeşil’i haline gelmiş”ti. Mektupta şu soru da yer alıyordu:

 

“ATASAGUN ve ekibinin yaptığı kanun dışı faaliyetler, dinlemeler, Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar, teşkilatın paralarının yenmesi, çok büyük zenginlikler, sahte diplomalar, en yakınındaki basın müşaviresiyle bile gönül eğlendirmelerle hayat sürecek kadar pervasızca hareket eden bir üst kademe varken, Başbakanımızın [Recep Tayyip Erdoğan] hiçbir şey yokmuş gibi, en uzun kalma rekoruna sahip, çalışmayan, iş üretmeyen, kendi hükümetine bile problemler çıkartan bir müsteşarı görevden almaması veya alamaması altında başka şeyler mi var?”

 

Bunu izleyen ikinci soru ise şöyleydi: 

 

“Başbakanımızın, şahsından veya hükümet üyelerinden kaynaklanan, büyük bir problem veya başka bir ifadeyle açık (veya açıklar), ATASAGUN tarafından, göreve gelir gelmez teşkilat imkanlarıyla öğrenilip acaba dokümante mi edildi? Veya Başbakanımızın bir diyet borcu mu söz konusu?”

 

Türkiye, 2005 yılında bile böyle bir Türkiye’ydi, ve Arslan Bulut aracılığıyla bizlere “en yeni Türk efsane ve masalları” anlatan “Türk istihbarat kaynakları“, sanki Esad Efendi Türkiye’deki zulüm ortamından kaçmamış da yurt dışına turistik gezi için çıkmış gibi, “Yeşil gibi adam ortadan kaldırmalar” ihtimalini hiç akla getirmememizi sağlayacak bilgiler veriyorlardı. Cenazesinin bile Avustralya‘dan, askerî bir uçakla ve İngiliz gizli servis elemanları tarafından getirildiğini öğreniyorduk. Belki de, cenazeyi getirmek için Türkiye’den Avustralya’ya giden kalabalık grup ile dönüşte onlara eşlik eden Avustralya’da mukim cemaat mensuplarının şöyle düşünmeye başlamasını istiyorlardı: “Demek ki biz İngiliz gizli servisinin elemanlarıymışız, haberimiz yokmuş; bindiğimiz uçak da Singapur Havayolları’na ait değilmiş, askerî bir uçakmış, biz ayakta uyuyormuşuz.”

Kesin olan şuydu, “Türk istihbarat kaynakları”, palavralarını, Türk milletinin her yalana kolayca inanacak kadar bön, ahmak, aptal, geri zekâlı, düşüncesiz ve idraksiz olduğunu kabul ederek üretiyorlardı. Böyle bir ülkenin “faili meçhul cenneti” olmasını da, “Yeşil gibi adam ortadan kaldırmalar“ın rutin bir faaliyete dönüşmüş bulunmasını da yadırgamamak gerekiyordu. Ancak, bardağın dolu tarafı dikkate alınırsa, “Türk istihbarat kaynakları”nın, Esad Efendi’nin “Amerikan ve İngiliz gâvuru tarafından şehit edilmiş müstesna bir Türkçü Türk büyüğü” olarak tarihe geçmesi için, Brisbane‘daki cemaat mensuplarının şüphelendiği S. G. adlı şahsın adının geçmediği “şehadet öyküleri” ile yüreklerimize su serpme iyiliğini esirgemediklerini de düşünebilirdik.

Esad Efendi’nin vefatından sekiz yıl sonra, Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu da bir helikopter kazasında hayatını kaybedecek, onun için de Barnabas İncili şehitliği” unvanı icat edilecekti. Bir “şehadet öyküsü” de onun için yazmak gerekiyordu, çünkü Yazıcıoğlu’nun kimliği, kişiliği ve 30 yıldır Türk siyasî hayatında oynamış olduğu rol, ölümünün kaza görünümlü bir suikast olabileceği şüphesini uyandırmıştı.

Yazıcıoğlu’nun partisi, oy oranı yüksek bir parti değildi. Fakat o, şahsiyeti itibariyle, Türk siyasetine hâkim olan standartların çok üstünde biriydi. İlkeliydi, en azından, ilkeli hareket etmeyi önemsediği anlaşılıyordu. İkbal ve menfaat için her kaypaklığı yapabilecek, “fırıldak” olup bağrını rüzgâra açabilecek, gelene ağam gidene paşam diyebilecek, bugün ak dediğini yarın kara ilan edebilecek, takiyye ve ikiyüzlülüğü siyaset sanatına dönüştürebilecek, yüzünüze gülerken arkanızdan kuyu kazabilecek, her yalanı yüzü hiç kızarmadan söyleyebilecek biri değildi. Bir yalan söylemiş veya kaypaklık yapmış olsa ona “Sana yakışıyor mu, utanmıyor musun?” diyebilirdiniz, ve o bundan kesinlikle utanırdı.

Türk siyasetindeki, utanma duygusunu yitirmemiş ender, pek az rastlanan kişilerden biriydi. Belki, birincisiydi.

Şayet ilkesizliği siyasetteki en işe yarar ilke kabul etmiş olsaydı, önüne çıkan pekçok fırsattan istifade edebilirdi. Fakat o bunu yapmamıştı. Bu yüzden, Akparti‘yi kurarken “etkili” iç ve dış çevrelerin desteğini arkasına alan Tayyip Erdoğan‘ın birlikte siyaset yapma teklifini de reddedecekti. Mehmet Ali Bulut, bunu haber7.com‘da şöyle anlatacaktı:

 

Rivayet (Rivayet dediğime bakmayın, bana rahmetlinin en yakın bir dostu anlatmıştı. İsmi bende…)odur ki, Ak Parti kurulurken, Sayın Erdoğan, Muhsin Bey‘i de ziyaret edip partiye davet etmiş. “Gel beraber bu işi kotaralım ve şu millete birlikte hizmet edelim” demiş.

Muhsin Bey önce bu nazik daveti için teşekkür etmiş. Sonra da mealen, “Kardeşim, zaman ve hadiseler bana öğretti ki Amerika’nın desteklediği bir siyasetle bu ülkeye hizmet edilmiyor. Eğer millete dayanarak siyaset yapacaksan geleyim. Aksi takdirde Amerika, hep kendisine hizmet ettirir” demiş.

Tayyib bey de ona, “Bir müddet, Amerika’nın istediklerini yaparız sonra millete hizmet ederiz. Mani olursa dirsek vurur göndeririz!” cevabını vermiş.

Muhsin Bey “Amerika dirsek vurarak gönderilecek bir güç değil. Fil ile gireceğin bir yataktan ezilerek çıkarsın. Bunu yapma. Millete güven. Ona dayanan bir siyaset yapacaksan yanındayım. Değilse beni bağışla!” [demiş.]

 

Kısacası, Yazıcıoğlu, Erdoğan gibi, ABD’nin emrine giren bir Fethullah Gülen‘le işbirliği yapamazdı. Hatta Erdoğan’la bile yapamazdı, yapmamıştı. Aynı şekilde, 4 Mayıs 2007 günü Dolmabahçe‘de zamanın Genelkurmay Başkanı Büyükanıt‘la milletten gizli ve saklı, “mezara götürülecek esrarengizlikte” anlaşmalar yapan Erdoğan gibi, bir zaman gelip Kemalistlerle “yerlilik ve millilik” etiketi altında tuhaf ittifaklar da kuramazdı.

Şüphesiz bu ilkeli tavrın bir bedeli vardı, ve o bedel, salt dünyevî imkânlardan, makam ve mevkîlerden, servet ü sâmândan uzak kalmaktan ibaret değildi. Aynı zamanda tehditlerle yüzleşmeyi göze almak gerekiyordu. Ki bu, Yazıcıoğlu’nun az yaşadığı birşey değildi. Bunlardan birini Numan Kurtulmuş, 26 Şubat 2017 günü şöyle anlatacaktı:

 

Saadet Partisi Genel Başkanı olduğum zaman Muhsin Bey (Muhsin Yazıcıoğlu) “hayırlı olsun”a geldi. 28 Şubat’ı anlattı. Onun ağzından söylüyorum: “[28 Şubat öncesinde, Erbakan liderliğindeki Refah-Yol hükümeti kurulurken] Biz Refah Partisi’ne dışarıdan destek vereceğimizi söylüyoruz. Bizim ülkücü camiadan biri odama geldi. önce hoş-beş, arkasından başladı beni tehdit etmeye.‘Refah Partisi’ni desteklemeyin, desteklerseniz şu olur falan’ diye üst perdeden konuşmaya başladı.” [Muhsin Yazıcıoğlu’na] Son olarak şunu söylemişler: “Muhsin sen bilmiyorsun, artık adamı 2 kilometre öteden sırtından vuruyorlar.” Muhsin Bey [diyor ki:] “Tepem attı, masamın önüne gittim, kravatından tuttum, ‘Bana bak, git sana kim bunları söylediyse onlara söyle, biz adamı 2 kilometreden sırtından değil 10 santimetreden alnından vuruyoruz’ dedim.”

 

Yazıcıoğlu’nu o dönemde iki kilometreden sırtından vurmayacaklardı. Fakat, tehditler devam edecekti. Bu tehdit ya da uyarılardan sonuncusu, 25 Mart 2009 günü yanındaki beş kişiyle birlikte ölümüne yol açan kazadan iki ay önce yaşanmış bulunuyordu. Gazeteci Köksal Akpınar, Kanlı Çukur / Muhsin Yazıcıoğlu Suikastının Perde Arkası adlı kitabında, ulaştığı yüzlerce belge arasında en önemlisinin, helikopterin düştüğü dönem Avrupa’da ikâmet eden eski bir arkadaşı ile Yazıcıoğlu arasında geçen diyaloglar olduğunu vurguluyordu:

 

Yazıcıoğlu son Almanya ziyaretini Ocak 2009’da yapıyor. Yani helikopter düşmeden 2 ay kadar önce. Bu ziyarette bahse konu olan arkadaşı ile buluşup konuşuyorlar.

Arkadaşı Yazıcıoğlu’na ‘Türkiye’ye dönme öldürüleceksin’ diyor. Özel Yetkili Malatya Cumhuriyet Savcılığı’nın yürüttüğü soruşturma dosyasına da giren Muhsin Yazıcıoğlu ile arkadaşı arasındaki konuşmalar son derece ilginç. Arkadaşı aylardır ağır hasta olduğu için ifade vermeye gelemedi. Kendisi şu an Ankara’da yaşıyor. Bizzat arkadaşı, Yazıcıoğlu ile arasında geçen diyalogları Yazıcıoğlu’na yakın bir isim ile paylaştı. O isim de savcılığa detaylı bir şekilde ifade verdi. Bunun üzerine savcılık bahse konu olan arkadaşını ifade vermek için çağırdı ama ağır hasta olduğu için bir türlü Malatya’ya gelemedi.

Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşı arasında geçen konuşmanın detaylarını arkadaşının anlattığı kişinin verdiği ifadeye göre, ‘Mehmet Ağar ve Muhsin Yazıcıoğlu’na suikast yapılacak’tı.

 

Aynı şekilde, bir başka haber, Yazıcıoğlu’nun, vefatından önce bir general tarafından tehdit edilmiş olduğunu ortaya koyacaktı. Buna göre, katıldığı bir resepsiyon esnasında Yazıcıoğlu’na bir general telefonda “Son zamanlarda çok ileri gidiyorsun, korkarım ki dağlarda parçaların toplanmaz kalırsın” diyor, merhum da, “Ben de senin apoletlerini sökerim” şeklinde cevap veriyordu. Konuyu kamuoyuna aktaran Avrupa Türk Kültür Dernekleri Birliği Eski Başkanı Recep Yıldırım’ın sözleri şöyleydi:

 

17 Ocak 2009 tarihinde [yani helikopter kazasından iki ay önce] Almanya’nın Ludwigshafen şehrinde bir düğün salonunda düzenlenen gecede sivil toplum örgütlerinin başkanlarının olduğu masada rahmetli (Yazıcıoğlu) bu konuyu anlatıyor. [Katılmış olduğu bir] Resepsiyonda bir generalin “Son zamanlarda çok ileri gidiyorsun, korkarım ki dağlarda parçaların toplanmaz kalırsın” dediğini aktarıyor. Rahmetli de o generale “Ben de o zaman senin apoletlerini sökerim” gibisinden çok sert tepki veriyor. Daha sonra o masada bulunan arkadaşlardan biri bana bu konuyu anlattı. Ben de bu konuyu arkadaştan öğrendiğim kadarıyla Yazıcıoğlu’na sordum. Başkan da bu konuyla ilgili sessiz kalmam gerektiğini söyledi. Bu konunun aydınlatılabilmesi için Muhsin başkanın 25 Mart 2009 tarihinden beş yıl öncesine ait kullandığı telefonlarının tüm dökümlerinin çıkarılması gerekir.”

 

Konuyla ilgili üçüncü bir belgeyi ise, İsmailağa Cemaati’nden yaşlı bir zatın konuşmasının video kaydı oluşturuyordu. Buna göre, vefatından iki ay önce İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Efendi’yi ziyaret edip onunla iki saat görüşen Yazıcıoğlu, ayrılacağı sırada ona şunu diyordu:

 

“Beni iki aydan beri çok sıkı takibe aldılar, artık bundan sonra ne yapacağımı tam bilemiyorum. Ama şunu ben senden rica ediyorum, ölümüm, hadise olursa, beni duadan unutma.”

 

(Devamı için bkz.

https://tenbih.wordpress.com/2018/04/19/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-22-dr-seyfi-say/)

*

AKIL OYUNLARI FİLM AFİŞ ile ilgili görsel sonucu

TÜRK USULÜ “AKIL OYUNLARI” FİLMİ: SEVDAM GÖZLERİNDE KALDI..

BU ALATURKA “AKIL OYUNLARI”NIN AMERİKAN “AKIL OYUNLARI”NDAN FARKI, İKİNCİSİNİN “HASTA” BİR MATEMATİKÇİYİ ANLATMASI..

İLKİ İSE ANASININ GÖZÜ BİR TİYATROCUNUN ANGUTLAR SÜRÜSÜ İÇİN USTACA ROL KESEREK ÇEKMİŞ OLDUĞU SALAKÇA VE DE GÜLDÜRMEYEN BİR “ORGANİZE İŞLER” FİLMİ OLMASI..

ORTADA OLMAYAN, NEREDEYSE 30 SENEDİR KİMSENİN GÖRMEDİĞİ, BİLMEDİĞİ, DOKUNMADIĞI BİR BARNABAS İNCİLİ’Nİ ESAD EFENDİ İLE MUHSİN YAZICIOĞLU’NUN KATİLİ OLARAK GÖRMEK İÇİN İNSANIN “KAFASI GÜZEL / GÜZEL KAFALI” BİR “BUAUTIFUL MIND” OLMASI YETERLİ OLABİLİR,

FAKAT, ÖYLE GÖSTERMEK İÇİN YETMEZ..

ÖYLE GÖSTERMEK, HELE DE “DEVLET DESTEĞİ” İLE, DEVLETİN PARASI İLE FİLM ÇEKİP ÖYLE GÖSTERMEK BAŞKA “GÜZELLİKLER” GEREKTİRİYOR..

“DERİN” GÜZELLİK YA DA GÜZEL “DERİNLİK” GEREKİYOR..

EVET, GÖRÜLMEYEN, BİLİNMEYEN, OKUNMAYAN, DOKUNULMAYAN, ARAMİCE GİBİ KONUŞULMAYAN/ÖLÜ BİR DİLDE YAZILMIŞ BİR BARNABAS İNCİLİ’Nİ İKİ (HATTA ÜÇ) ÖNEMLİ ŞAHSİYETİN KATİLİ OLARAK FİLME ALMAYI BAŞARMA HOKUSPOKUSUNUN, ABRAKADABRASININ, GÖZBAĞCILIĞININ, HOKKABAZLIĞININ ÜSTESİNDEN GELMEK, “DEVLET DESTEĞİ” OLMADAN YAPILAMAZ..

“AKIL OYUNLARI” FİLMİNİN KAHRAMANI, HERKESİN GÖRDÜĞÜNÜ GÖRÜYOR, BİR DE FAZLADAN “SIRF KENDİSİNE MAHSUS” ŞEYLER GÖRÜYORDU..

“SEVDAM GÖZLERİNDE KALDI” TİPİ “AKIL OYUNLARI”NIN YAPIMCILARI İSE, RUSSELL CROWE’UN CANLANDIRDIĞI KARAKTERE NAL TOPLATIYORLAR..

ÇÜNKÜ BUNLAR HEM BAŞKALARININ GÖREMEDİĞİ BİR “SERİ KATİL BARNABAS İNCİLİ” GÖRÜYORLAR, HEM DE, BAŞKALARINDAN FARKLI OLARAK BAZI ŞEYLERİ ASLA GÖREMİYORLAR..

ÜSTELİK, ABD BÖYLE BİR “AKIL OYUNLARI” KAHRAMANINDAN SADECE BİR TANE ÇIKARABİLMİŞKEN MAŞALLAH BİZDEKİLER ORDU GİBİ..

BAŞI EMİN PAZARCI ÇEKİYOR, ARDINDA AHMET YENİLMEZ, VE ONLARIN PEŞİNE TAKILIP “AKIL OYUNLARI HASTANESİ”NE ÖZGÜ TRENCİLİK OYUNU OYNAYAN BİR ALAY ADAM..

BARNABAS İNCİLİ İÇİN MUHTEŞEM BİR KORO GAZETELERDE YAZILAR YAZIYOR, FİLM YAPIYOR, KİTAPLAR YAZIYOR, ACAYİP BİR TANTANA..

ESAD EFENDİ’NİN ASLA GÖRMEDİĞİ, DOKUNMADIĞI, NERDE OLDUĞUNU BİLMEDİĞİ, ELİNE ALIP BAKMIŞ OLSA ARAMİCE OLDUĞU İÇİN OKUYAMAYACAĞI, VE İÇİNDE NE OLDUĞUNU BİLEMEYECEĞİ BİR İNCİL, ONUN KATİLİ HALİNE GETİRİLEBİLDİ..

HATTA “SERİ KATİL” YAPILDI, MUHSİN YAZICIOĞLU İLE ABDULLAH ÇATLI’NIN KATİLİ OLMA ŞEREFİNE DE NAİL OLDU..

MALUM ÇATLI, ESAD EFENDİ’YE DENK KONUMA YÜKSELTİLDİ, MUHTEREM VE MUKADDES BİR “BARNABAS İNCİLİ ŞEHİDİ”NE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ..

BU SERİ KATİL İNCİL‘İN “DEVLET DESTEĞİYLE” FİLMİ DE YAPILDI..

EVET, BARNABAS İNCİLİ, SEVDAM GÖZLERİNDE KALDI FİLMİYLE, DEVLET DESTEĞİ TARAFINDAN GÖZÜMÜZE SOKULUYOR..

BİZ GÖRMESEK DE OLUR, ÇÜNKÜ BİRİLERİNİN, SERİ KATİL BARNABAS İNCİLİ‘NİN CİNAYET POTANSİYELİNİ “DEVLET DESTEĞİ” İLE GÖRMELERİ YETERLİ..

ONLAR, TÜRK TİPİ “AKIL OYUNLARI” KAHRAMANLARI OLARAK BİZİM GÖREMEDİĞİMİZİ GÖRÜYORLAR..

ONLAR, KRAL’IN ANCAK ZEKİ İNSANLAR TARAFINDAN GÖRÜLEBİLEN ELBİSESİNİ HAYRANLIKLA İZLEYEBİLME İMTİYAZINA SAHİP OLACAK ŞEKİLDE ÜSTÜN ZEKÂ İLE DÜNYAYA GELMİŞLER..

ONLAR GÖRÜYOR, BİZ GÖREMİYORUZ..

 

AKIL OYUNLARI FİLM AFİŞ ile ilgili görsel sonucu

SEVDAM GÖZLERİNDE KALDI ile ilgili görsel sonucu

*

GONCA US ABDULLAH ÇATLI ile ilgili görsel sonucu

GONCA US ABDULLAH ÇATLI ile ilgili görsel sonucu

GONCA US ABDULLAH ÇATLI ile ilgili görsel sonucu

GONCA US ABDULLAH ÇATLI ile ilgili görsel sonucu

 

AHMET YENİLMEZ ÇOK ŞANSSIZ BİR ADAM..

ÇÜNKÜ BİR “PARANOYA OLİMPİYATI” YOK.. OLSAYDI, KESİN ŞAMPİYONDU..

YAZIK OLDU “DEVLET DESTEKLİ”, DEVLET PARASIYLA ÇEKİLEN PARANOYAK SANAT ŞAHESERİNE..

BU AMERİKALILAR TÜRKİYE’NİN ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİNİ ÖNLEMEK İÇİN OSCAR’DA DA HİLE YAPMIŞLAR, BİR “EN İYİ PARANOYA ÖDÜLÜ” KONULMASINI ENGELLEMİŞLER..

AYNI KÜRESEL İHANET NOBEL’DE DE VAR, BİR “PARANOYA ÖDÜLÜ” KOYMAMIŞLAR..

O YÜZDEN, GARİBİM AHMET YENİLMEZ SADECE “SON KALE TÜRKİYE” DEVLET DESTEĞİYLE YETİNMEK ZORUNDA KALMIŞ..

OLSUN, TÜRK DEVLETİ BÖYLE KONULARDA ÇOK CÖMERTTİR.. BARNABAS İNCİLİ OLAYININ FİLMİNE BİLE BU KADAR PARA YATIRIYORSA, İNCİL’İN BİZZAT KENDİSİ İÇİN NE KADAR PARA HARCAR, BİR DÜŞÜNÜN!

MEVZUBAHİS OLAN BARNABAS İNCİLİ’YSE PARA TEFERRUATTIR ABİ!..

MAŞALLAH DEVLETİMİZDE BÖYLE İŞLER İÇİN PARA DA BOL, “AKIL OYUNLARI” DA..

MADEM “PARANOYA”NIN MÜŞTERİSİ YOK, O ZAMAN BİR “AKIL OYUNU” ÇALIMIYLA AHMET YENİLMEZ’İN ŞAHESERİNE BAŞKA BİR ETİKET YAPIŞTIRILIR: “BARNABAS İNCİLİ İLE PEYGAMBERİMİZ S.A.S.’İN MÜJDELENMESİNİN AÇIĞA ÇIKARILMASI CİHADI VE BARNABAS İNCİLİ ŞEHİTLERİ”.

BÖYLECE, ABDULLAH ÇATLI’YA ŞÖÖÖYLE YALDIZLI BİR “BARNABAS İNCİLİ ŞEHİDİ” MADALYASI TAKILIR, PASLI TENEKEDEN MAMUL PARANOYA MADALYASI VE KUPASI DA SEYFİ SAY GİBİLERİN ELİNE ZORLA TUTUŞTURULUR.

PARA HERŞEY DEĞİLDİR ABİ, İNSANLIK DA ÖNEMLİ.. BU NOKTADA DEVREYE DEVLETİN “YERLİ, MİLLİ, TÜRKİYELİ” İNSANLARI GİRER VE KORO HALİNDE ŞU TÜRDEN SESLER ÇIKARIRLAR: “AAAAARRRĞĞĞHH, SEYFİ SAY, PARANOYA, EVHAM, SEYFİ SAY’IN YAZILARINI OKUMAYIN HÖDÜKLER, SİZİN GİBİ ANGUTLAR ONUN YAZISINDAN ETKİLENİR.. BİZ SİZİN YERİNİZE OKUDUK, ONLARIN PARANOYAKÇA ŞEYLER OLDUĞUNU FARKETTİK.. AMA SİZ OKUMAYIN, ÇÜNKÜ SİZ FARKEDEMEZ, ETKİLENİRSİNİZ, ÇÜNKÜ GERİ ZEKÂLISINIZ.. BUNU YÜZÜNÜZE BÖYLE AÇIKÇA SÖYLEMİYORUZ AMA ANLAYIN İŞTE ANGUTLAR.. SİZİN İÇİN YEDİ YAŞ SEVİYESİNE HİTAP EDEN BİR FİLMİMİZ VAR, OTURUP ONU İZLEYİN: SEVDAM GÖZLERİNDE KALDI.. GULU GULLUUUUUUUUUUUU, AAAARĞĞĞHHH, PARANOYAĞĞĞĞĞĞĞ…”

EVET, AHMET YENİLMEZ’İN ÖZDE PARANOYA, SÖZDE İSLAMÎ CİHAT ŞAHESERİNE GÖRE, ABDULLAH ÇATLI İLE NAKŞİBENDİ ŞEYHİ PROF. DR. MAHMUD ESAD COŞAN HOCA AYNI KULVARDA YER ALIYOR..

ABDULLAH ÇATLI KİM?

DİNLER TARİHİNE MERAKLI BİR İLİM ADAMI MI? ÖMRÜ KUTSAL KİTAPLARI İNCELEMEKLE GEÇMİŞ BİR TARİKATÇI MI?

SABAH GAZETESİ’NİN HABERİNE BAKILIRSA, ÇATLI’NIN “BARNABAS İNCİLİ” DİYE BİR İNCİL’İN BULUNDUĞUNU BİLE BİLMİYOR OLMASI GEREKİYOR.

ÇÜNKÜ, VATANDAŞIN İLGİ ALANLARI VE HOBİLERİ FARKLI.. 1978’DE, 22 YAŞINDAYKEN HAKKINDA, DOÇ. DR. BEDRETTİN CÖMERT’İN ÖLDÜRÜLMESİ OLAYININ FAİLİ OLARAK MAHKEME TARAFINDAN GIYABİ TUTUKLAMA KARARI VERİLMİŞ.

DÖRT YIL SONRA İSE, SENELER ÖNCEKİ ANKARA-BAHÇELİEVLER’DE YEDİ KİŞİNİN ÖLDÜRÜLMESİ OLAYININ PLANLAYICISI VE BAŞ SORUMLUSU OLDUĞU İDDİASIYLA HAKKINDA TUTUKLAMA KARARI ÇIKARILMIŞ..

KARAR ÇIKARILMIŞ AMA TUTUKLANAMAMIŞ.. ÇÜNKÜ, VATANDAŞ 12 EYLÜL DARBESİ’Nİ İZLEYEN AYLARDA VATANINI TERK ETMİŞ BULUNUYORMUŞ..

TIPKI ESAD EFENDİ GİBİ, FAKAT FARKLI NEDENLERLE..

1982’DE İSVİÇRE’DE YAKALANMIŞ, FAKAT SERBEST BIRAKILMIŞ.. ÇÜNKÜ ELİNDEKİ PASAPORTA GÖRE ABDULLAH ÇATLI DEĞİL, MEHMET ÖZBAY’MIŞ.. RESİM KENDİSİNİN, İSİM MEHMET ÖZBAY..

HEMEN MİT’İ HATIRLADINIZ DEĞİL Mİ?.. HAKLISINIZ, ÇÜNKÜ 1983’TE MİT İLE İLİŞKİYE GEÇTİĞİ VE ASALA’YA KARŞI BEŞ EYLEMDE KULLANILDIĞI MİT BELGELERİNDE YER ALMIŞ (AÇIĞA ÇIKMAYAN MİT BELGELERİ KONUSUNDA BİRŞEY DİYEMİYORUZ)..

BİR YIL SONRA, 1983’TE BU DEFA FRANSA’DA YAKALANIR.. BU KEZ PASAPORTUNDAKİ İSMİ HASAN KURTOĞLU’DUR.. FAKAT PARANOYAK FRANSIZLAR NUMARAYI YEMEZLER, ONU YEDİ YIL HAPİS CEZASINA ÇARPTIRIRLAR..

SONRA FRANSIZLAR BUNU, BİR YEDİ YIL DA İSVİÇRE’DEN CEZA ALDIĞI İÇİN BU ÜLKEYE İADE ETMİŞLER..

FAKAT, 21 MART 1990’DA HAPİSHANEDEN KAÇMIŞ..

ÜÇ YIL SONRA TÜRKİYE’YE GELMİŞ.. BU DEFA PASAPORTUNDAKİ İSİM ŞAHİN EKLİ’DİR, FAKAT YİNE DE GÖZALTINA ALINIR, ANCAK (NASIL OLUYORSA) HEMEN SERBEST BIRAKILMIŞ (İYİ SAATTE OLSUNLAR DEVREYE GİRMİŞ OLABİLİR Mİ DİYE SORMAYA LÜZUM VAR MI? PARANOYAK OLMAYALIM LÜTFEN!)..

BUNDAN SONRASI, İSVİÇRE GİBİ ÜLKELER TARAFINDAN ARANAN ÇATLI’NIN CENNET VATANIMIZDA İLGİNÇ HOBİLERİYLE ZAMAN GEÇİRME DÖNEMİ.. “TATLI HAYAT”..

BARNABAS İNCİLİ OKUMUYOR TABİÎ.. BAŞKA İŞLER PEŞİNDE.. MESELA, 26 NİSAN 1996’DA “KUMARHANELER KRALI” ÖMER LÜTFÜ TOPAL İLE AYNI UÇAKTA KIBRIS’A GİTTİĞİ, AYNI OTELDE KALDIĞI, 1 MAYIS 1996’DA GERİ DÖNDÜĞÜ KAYITLARDA YER ALIYOR.

YANLIŞ ANLAŞILMASIN, BUNLARI BEN SÖYLEMİYORUM, SABAH GAZETESİ’NİN HABERİ SÖYLÜYOR.

ANCAK, BU PEK MUHTEREM VE MÜBAREK, PEK DİNDAR VE SOFU VATANDAŞIMIZ, AHMET YENİLMEZ’İN ÇEVİRDİĞİ FİLME GÖRE, 3 KASIM 1996’DA SUSURLUK’TA YAŞANAN ŞU MEŞHUR TRAFİK KAZASINDA BARNABAS İNCİLİ ŞEHİDİ OLARAK HAYATINI TAMAMLIYOR.

FAKAT, “SERİ KATİL BARNABAS İNCİLİ”, SADECE ABDULLAH ÇATLI’YI DEĞİL, KAZA SIRASINDA ONUN YANINDA OTURAN MANKEN GONCA US İLE ŞOFÖR MAHALLİNDEKİ İSTANBUL ESKİ EMNİYET MÜDÜR YARDIMCISI ABDULLAH KOCADAĞ’I DA ALIP GÖTÜRÜYOR.

ANCAK, ABDULLAH ÇATLI’NIN SEVGİLİSİ YA DA METRESİ OLDUĞU İDDİA EDİLEN GONCA US İLE HÜSEYİN KOCADAĞ “BARNABAS İNCİLİ ŞEHİTLİĞİ” MADALYASINI NEDENSE ALAMIYORLAR.

MUHTEMELEN CV’LERİ BU UNVANI HAK ETMELERİNE YETMEDİĞİ İÇİN.. (ABDULLAH ÇATLI BARNABAS İNCİLİ UZMANI OLABİLİYORSA, MANKEN SEVGİLİSİ GONCA US DA UZMAN YARDIMCISI PEKÂLÂ OLABİLİR.. DÜŞÜNEMEMİŞLER.)

AYNI ARABADA BULUNAN DYP MİLLETVEKİLİ VE BUCAK AŞİRETİ LİDERİ SEDAT EDİP BUCAK İSE KAZADAN YARALI OLARAK KURTULMUŞTU..

ŞANSSIZLIĞA BAKIN Kİ ONUN CV’Sİ DE “BARNABAS İNCİLİ GAZİSİ” MADALYASI İÇİN ELVERİŞLİ DEĞİLDİ..

EVET, AHMET YENİLMEZ’İN “DEVLET DESTEĞİ” İLE, DEVLET PARASIYLA ÇEKTİĞİ FİLMİN ÜÇ “BARNABAS İNCİLİ ŞEHİDİ” KAHRAMANINDAN İLKİ, İŞTE BU ABDULLAH ÇATLI..

AHMET YENİLMEZ KADİR BİLİR ADAM, DEVLET DESTEĞİ VE PARASIYLA PROF. MAHMUD ES’AD COŞAN HOCA’YA DA “BARNABAS İNCİLİ ŞEHİTLİĞİ” MADALYASI TAKMAYI İHMAL ETMEDİ..

GERÇİ, ESAD EFENDİ’NİN CV’Sİ ABDULLAH ÇATLI’NINKİ KADAR PARLAK DEĞİL.. ÖLDÜĞÜNDE YANINDA MANKEN BİR SEVGİLİSİ YOKTU..

BİRİLERİNİ ÖLDÜRMEKLE SUÇLANARAK HAKKINDA MAHKUMİYET KARARI ÇIKARILMAMIŞTI..

FARKLI PASAPORTLARA SAHİP OLMA BECERİSİ GELİŞMEMİŞTİ..

28 ŞUBAT’IN MİMARI, CIA’İN STRATEJİK ORTAĞI MİT’LE İŞBİRLİĞİ YAPMAYI DA KENDİSİNE YAKIŞTIRAMAMIŞTI..

KUMARHANECİLERLE SEYAHAT ETME GİBİ BİR HUYU BULUNMUYORDU..

CV’SİNDEKİ EKSİK GEDİK AZ DEĞİL, FAKAT AHMET YENİLMEZ GÖNLÜ GENİŞ ADAM, LUTFEDİP NAKŞİBENDİ ŞEYHİ PROF. MAHMUD ESAD COŞAN HOCA’YA DA ABDULLAH ÇATLI’NINKİ KADARCIK BİR ŞEHADET ŞEREFİ BAHŞETMİŞ..

DEVLETİN PARASIYLA..

*

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

esat coşan barnabas ile ilgili görsel sonucu

 

Anadolu Ajansı, 2016 yılının Aralık ayı başlarında, büyük Türk sanatçısı, Türk tiyatrosunun parlayan yıldızı Ahmet Yenilmez ile bir röportaj yapmış ve bunu haberleştirmişti.

Önce haberi okuyalım, sonra da söyleyeceklerimizi söyleyelim:

 

Yenilmez, senaryosunu yazdığı ve yönettiği “Sevdam Gözlerinde Kaldı” filmine ilişkin, AA muhabirine açıklamada bulundu.

Filmin yakın tarihin gizli kalmış hikaye ve mekanlarına ışık tutacağını ifade eden Yenilmez, gözlerini 1980’lerde bir patlamada kaybeden “Mahir” ile “Zafer” isimli karakterlerin, gerçekleri bulma yolunda, 3 sır ölümü araştırdıklarını anlattı.

Yenilmez, Türkiye‘nin yakın tarihine damga vurmuş bazı gerçeklerin, filmle gün yüzüne çıkacağının altını çizerek, Abdullah Çatlı, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan ve Muhsin Yazıcıoğlu‘nun aynı sebepten cinayete kurban gittiğini savundu.

FETÖ’nün hedefindeki kişinin Coşan olduğunu vurgulayan Yenilmez, Coşan’ın FETÖ’nün gerçek yüzünü bildiğini ifade etti.

“Yazıcıoğlu; ‘bunu gören herkes ölmüş, biliyor musun?”

Yenilmez, Yazıcıoğlu ile vefatından kısa süre önce bir araya geldiğini dile getirerek, şunları kaydetti:

“Gecenin 03.30’unda beni aradı ve evinin oradaki pastanede buluştuk. Dört kişi daha vardı bu konuşmada. Benden bir film istedi. Önüme Aydoğan Vatandaş’ın (FETÖ davaları kapsamında arananlardan) kitabını attı, ‘bunu senaryolaştırıyorsun’ dedi. Cep telefonunu aldı ve bir şey gösterdi, ‘bunu gören herkes ölmüş, biliyor musun’ dedi. Bir arkadaş da ‘başkanım siz gördünüz mü’ dedi. ‘Görüyoruz işte’ dedikten 15 gün sonra öldü. Aydoğan Vatandaş, Facebook üzerinden bana mesaj attı, ‘değerli büyüğümüz bu olayın üzerine gidilmesini istemiyor’ dedi. Kazadan sonra, 17-25 Aralık’tan biraz önce oldu. Filimde de izleyici bunları sorguluyor. Aydoğan Vatandaş, beni silmiş. Bunu tahmin ettiğim için çevremdeki insanlara bu bilgileri emanet etmiştim. Facebook hesabım silinmiş ve engellenmiş. Ama Allah’ın da bir hesabı var. Bir kardeşimiz silinenleri geri yükledi ve ‘değerli büyüğümüz bu olayın üzerine gidilmesini istemiyor’ mesajını savcıya teslim ettik.”

Çatlı’nın kaybolan çantası

Yenilmez, amacının sinema ile seyircinin aklındaki soruları artırmak ve merak uyandırmak olduğunu vurgulayarak, şöyle devam etti:

“Abdullah Çatlı, Barnabas incilini bulmak isteyenlerdendi. Kazadan 20 dakika önce Yazıcıoğlu’nu arıyor. ‘Acil görüşmem lazım’ diyor. Kazada da çantası kayboluyor. Esad Coşan, Abdullah Çatlı ve Muhsin Yazıcıoğlu cinayeti, Yazıcıoğlu’nun helikopterinden cihazları söken insanların Cumhurbaşkanımıza yönelik suikast timinin içinde yer alması. Birileri bu halkanın kopmasını istiyor. Buradan ilan ediyorum, birileri bu cinayetlerin açığa kavuşmasını istemiyor. Ne acı ki bunu istemeyenler de yabancılar değil. Gerçekten bu yapı öyle bir işlemiş ki kendimizden şüphe eder hale gelmişiz. Savcıya gittim, belgeleri verdim. Sırf hukuka saygımdan dolayı filmden 4 tane sahneyi çıkardım. Ama o Başkanla (Yazıcıoğlu) olan görüşmede olup da bunu inkar edenler var.

Vatikan’dan FETÖ’ye görev iddiası

“Barnabas incili, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’i ismen müjdeleyen bir incildir.” diyen Yenilmez, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu, kurban hadisesini ve Hz. İsmail’i zikreden bir incildir. Parayı kontrol eden Vatikan, bu incilin ortaya çıkmasını istemiyor. Çünkü bu incil ortaya çıkarsa samimi İsevilerle Müslümanların ittifakı söz konusudur. FETÖ elebaşı Vatikan’da bu adamın elini öpmüştür. FETÖ, orada kaybolan incili bulmakla görevlendirilmiştir. Bu incili ya Coşan ya Çatlı ya da Yazıcıoğlu bulurdu. Bunun ortaya çıkması istenmiyor. Gözümle gördüm. Cep telefonunun kayıp hafıza kartının içinde… Bulmuş ve çekmiş. Büyük ihtimalle ya devlete verdi ya da devletin elindekini buldu. Bu ülkede paşalar, başbakanlar öldürüldü, Kozmik Oda’ya girilmedi. Ama Çukurambar‘da patlamamış bir silahtan Kozmik Oda’ya girildi. Bunu filmde alenen söylemedim. Çünkü ikincisini çekeceğim. Belgeleriyle çekeceğim.”

Filmin öyküsü

Yapımını Yenilmez Sanat Merkezi’nin üstlendiği ve 2 Aralık’ta gösterime giren filmde; Burak Alp Yenilmez, Hümeyra Çetin, Naşit Özcan, Hasan Kaçan, Mehmet Ali Tuncer, Nejat Yıldız ve Abdullah Çatlı’nın kızı Gökçen Çatlı rol aldı.

Günümüzde yaşanan bir sevdayla, 36 yıl önce yarım kalmış bir sevdayı buluşturan filmin konusu kısaca şöyle:

“Mahir, 1970’li yılların sonunda İstanbul Üniversitesinde öğrencidir. Aynı zamanda ülkücü harekete yakın durmaktadır. Belgin ise Mahir ile aynı bölümde eğitim görmektedir. Ülkücü hareketin içindeki ‘herkes birbirinin ya bacısı ya ağabeyi ya da kardeşidir’ hukukuna rağmen, gönüllerine söz dinletemezler ve Sirkeci’de Can pastanesinde buluşurlar. Fakat dönemin kanlı eylemleri arasında sevdaları uzun soluklu olamaz. Üzerine bir de 1980 darbesi gelince tüm bağları kopar. Hayatta kalmak için Şeyh Edebali türbesine sığınan Mahir’in günlerini, yüreği Cemre adındaki bir kızla yanıp tutuşan Zafer dolduracaktır. Mahir’in yolu bir kez daha İstanbul’a düşer.”

 

Önce şunu söyleyelim..

28 Şubat döneminde Türkiye’nin FETÖ diye bir sorunu yoktu.

Zaten, 28 Şubatçılar da bunu söylüyorlar, “Şayet 28 Şubat devam etseydi, FETÖ olmazdı” diyorlar.

Ve Ahmet Yenilmez adlı “derin tiyatrocu”nun, gerçekleri çarpıtmak için algı operasyonu yaptığını görüyoruz.

Derin gazeteci (Eski Kültür Bakanı Zeybek’e göre ajan) Emin Pazarcı ile aynı yerden talimat ve destek aldığı açık..

*

Derin tiyatrocuya göre, FETÖ’nün hedefindeki kişi Prof. Mahmud Esad Coşan‘mış..

Hem de 28 Şubat döneminde..

FETÖ’nün henüz FETÖ olmadığı, olamadığı, 28 Şubat zorbalığının memleketi kasıp kavurduğu zamanda..

Esad Efendi, ABD’den, masonlardan, İsrail’den emir alan “yerli, milli, Türkiyeli” askerlerin, ve de MİT’in değil de, FETÖ’nün hedefindeymiş.

Niye?

Çünkü Esad Efendi, FETÖ‘nün gerçek yüzünü biliyormuş.

Evet, Esad Efendi, 28 Şubat döneminde Fethullah‘a kızmaya başlamıştı..

Çünkü Fethullah, darbeci askerlere açıkça yağcılık yapmış, Show TV ekranlarında, “askerlerin içtihat yapmak suretiyle her halükârda sevap kazandıklarını” söyleyebilmişti.

Erbakan’dan ise, tenafur kelimesini kullanarak, nefret ettiğini ifade etmişti.

Erbakan‘a, askerlerin ve MİT‘in arzusu doğrultusunda çekilmesi teklifinde bulunmuş, bu, gazetelerde manşet olmuştu.

Henüz ortada FETÖ diye birşey yoktu..

Dış güçlerin aparatı durumundaki darbeci askerler ve MİT’çilerin hedefinde Erbakan ile, onun hükümet kurmasını sağlayan Esad Efendi ve Muhsin Yazıcıoğlu vardı.

Ve Fethullah, bu hesaplaşmada MİT’in ve askerlerin yanında yer almıştı.

Bu, onun daha sonra, Erbakan’a karşı desteklenip önü açılan Erdoğan ile ittifak kurmasını ve FETÖ haline gelmesini sağlayacak bir ihanetti.

Ve Ahmet Yenilmez adlı derin tiyatrocu şimdi bize, “CIA’in basit bir aparatı olmayı kabullenebilmiş MİT’in ihanetini unutun, darbeci askerlerin alçaklığını unutun, Esad Efendi’nin bunlar yüzünden ülkesini terk etmek zorunda kaldığını unutun, olayı FETÖ’ye bağlayın” diyor.

Kendisi çok akıllı, biz de aptalız ya, hemen inanmamızı bekliyor.

Bunları söylerken çok iyi rol yaptığı, ses tonuna, jest ve mimiklerine inandırıcılık katmayı başardığı kesin, sonuçta o bir “oyuncu“, tiyatrocu..

Fakat sözleri baştan aşağı mantıksız yalan, dolan, hile ve sahtekârlık..

*

ahmet yenilmez resepsiyon ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez resepsiyon ile ilgili görsel sonucu

ahmet yenilmez ile ilgili görsel sonucu

 

Önceki iki yazıda saray tiyatrocusu Ahmet Yenilmez’in “seri katil Barnabas İncili” paranoyası üzerinde durmuştuk.

Alıntı yaptığımız metin, devlete ait Anadolu Ajansı’nın, tiyatrocuyla yapmış olduğu röportajdı.

Devlete ait ajans, devletin parasıyla “seri katil Barnabas İncili” filmi çekmiş olan tiyatrocu Ahmet’in reklamını yapıyordu.

Devletin reklam ve para desteği tamdı, fakat tiyatrocunun laf salatasında mantık yeşilliği yoktu.

Bununla birlikte, paranoya bakımından zengin mi zengindi.

Konuya devam etmemiz gerekiyor, çünkü söz konusu paranoya maden ocağındaki rezerv öyle bir iki yazıyla tükenecek gibi değil.

Hem birinci kalite, en iyi cins paranoya olacak, hem de böyle bol bulunacak.. Bu, her paranoya madeninde rastlanacak bir zenginlik değil.

*

2016 yılının Aralık ayında yapılan söz konusu röportajda saray tiyatrocusu, Muhsin Yazıcıoğlu ile, vefatından 15 gün önce görüştüğünü söylüyordu:

“Gecenin 03.30’unda beni aradı ve evinin oradaki pastanede buluştuk.”

Yazıcıoğlu’nun vefat tarihi, 25 Mart 2009.. Buna göre, 10 Mart günü görüşmüş olmaları gerekiyor.

Ancak, birinci kalite, en iyi cins bir başka paranoya madeni, eski Kültür Bakanı Zeybek’in ifadesiyle “ajan” Emin Pazarcı, dört yıl önce, 7 Mart 2012 günü, Takvim gazetesinde konuyla ilgili olarak başka şeyler yazmıştı:

 

Hayatını kaybettiği helikopter kazasından 3 gün önce, 22 Mart 2009‘da, önceden tespit ettiği bazı isimlerle Ankara-Balgat‘taki Seda Pastanesi‘nde bir araya geldi.

 

“Ajan” gazeteciye göre, görüşme tarihi 22 Mart’tı, kazadan üç gün önce.. Derin tiyatrocuya göre ise görüşme tarihi 10 Mart’tı, kazadan 15 gün önce..

Hangisine inanalım? Gazeteciye mi, tiyatrocuya mı?

Hangisi yalancıdır?

Siz karpuz seçer gibi düşünün, bana kalırsa her ikisi de..

*

Şimdi diyeceksiniz ki, “Allah’ın gündüzünün suyu mu çıktı, neden gecenin 03:30’u?.. Hem de, burası bir meyhane, disko ya da gece kulübü değil, bir pastane.. Gecenin bu vaktinde açık olur mu?”

“Ajan” gazeteci, söz konusu yazısında, bu görüşmenin tam beş saat sürdüğünü de yazacaktı. Yani 08:30‘a kadar..

Bu insanlar hem hristiyan dünyasının imana gelmesi için gece gündüz demeden kafa yoruyorlar, hem de, sabah namazını hiç umursamadan bir pastanede oturuyorlar.

Mart ayında Ankara’da saat 08:30’da sabah namazı vakti diye birşey kalmaz.

Üstelik, Ahmet Yenilmez’in sözünü ettiği tarih, bir seçim öncesi.. Muhsin Yazıcıoğlu her gün bir başka yerde miting yapıyor, Anadolu’yu geziyor.. Böyle gece sabaha kadar oturacak, sonra da uykusunu almak için gündüz yatağa girecek durumda değil..

Ahmet Yenilmez yalan söylüyor, çünkü Muhsin Yazıcıoğlu 10 Mart günü Afyonkarahisar‘ın Emirdağ ilçesindeydi (Hadi yalan söylüyor demeyelim, paranoyasını gerçek zanneden bir “Akıl Oyunları” kahramanı.. Russell Crowe gibi rol de yapmıyor, gerçekten yaşıyor).

Haber7.com, 10 Mart günü saat 15:32’de şu haberi yayınlamıştı:

 

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, Afyonkarahisar’ın Emirdağ ilçesinde partisinin seçim bürosunun açılışında halka hitap etti. Konuşması sırasında mikrofondaki kaçak nedeniyle elektrik çarpan Yazıcıoğlu, ”Beni günlerce elektriğe verdiler. Yeter artık burada da mı elektriğe vereceksiniz” diye konuştu….

*

Evet, bu görüşme meselesini ilk gündeme getiren, derin tiyatrocu değil, “ajan” gazeteci..

Saray tiyatrocusu, Emin Pazarcı’nın bu iddiayı ortaya atmasından iki yıl sonra, yani 2014’te konuşmaya başlayacaktı.

8 Eylül 2014 tarihli Sabah gazetesi, ” ‘Muhsin Yazıcıoğlu’ üçlemesi geliyor” başlıklı haberinde şu ifadeye yer verecekti:

 

Yenilmez, kazadan önce Yazıcıoğlu‘nun Ankara Çukurambar‘da bir pastahanede bir yazarın kitabının film yapılmasını istediğini ve o gün kendisine “Biliyor musun bunu gören herkes ölmüş” diyerek telefonundan Barnabas incilinin fotoğraflarını gösterdiğini dile getirdi.

 

Görüldüğü gibi, “ajan” gazeteci ile derin tiyatrocu arasındaki “fikir ayrılığı” sadece görüşmenin zamanı ile sınırlı değil..

Paranoyaları yer konusunda da farklılık gösteriyor. Emin Pazarcı’nın Balgat‘ı, iki yıl sonra Ahmet Yenilmez’in paranoyasında Çukurambar haline geliyor.

Ayrıca, bir başka haberde pastanenin adı da değişiyor, Sema Pastanesi oluyor.

Şimdi şöyle bir yorumda bulunmanız mümkündür:

Emin Pazarcı söz konusu görüşmede kendisinin de bulunduğunu söylemiyor, başkalarından rivayet ediyor. Ahmet Yenilmez ise gece buluşmasının baş kahramanı.. Gecenin 23:00’ünde filan değil, sabaha doğru 03:30‘da, sırf Muhsin Yazıcıoğlu çağırdığı için yatağından uykulu uykulu kalkmış, giyinmiş, Ankara’nın Mart ayazında evinden çıkıp (evi artık her neredeyse) uzak yakın demeden Yazıcıoğlu’nun pastanesine gitmiş.. Gittiği yer Balgat mı, Çukurambar mı, bilecek kişi Ahmet Yenilmez olmalıdır.” 

Böyle diyorsanız haklısınız.. Ancak bu, gerçekten yaşanmış olaylar için geçerlidir.

Şayet paranoya görüyorsanız, hele de bunlar senaryosu derin mahfillerde yazılmış birinci kalite, en iyi cins paranoya ise, tarih ve yer, zaman ve zemin önemini yitirir.

Üstelik Emin Pazarcı, söz konusu yazısında aynen şunu söylüyor:

 

“İddia sahipleri ile tek tek görüştüm. Uzun uzun değerlendirmeler yaptık. Verdikleri bilgiler, son derece sarsıcıydı.”

 

Yazıcıoğlu ile söz konusu görüşmede bulunan kişilerle tek tek görüştüyse, uzun uzun değerlendirmeler yaptıysa, nasıl oluyor da Çukurambar Balgat’a, Sema Pastanesi Seda Pastanesi’ne dönüşüyor?

Paranoya bunlaaar, seç beğen al!

Siz hangisini alırdınız?

*

Emin Pazarcı’nın, Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatından üç yıl sonra, 2012’nin Mart ayında “seri katil Barnabas İncili” paranoyasını şanlı Türk tarihine armağan ettiği sıralarda Ahmet Yenilmez‘de ses seda yok..

Çünkü, Büyük Birlik Partisi (BBP)“ajan” gazeteciyi yalanlayan bir açıklama yapıyor ve söz konusu görüşmedeki isimleri istiyor.

Emin efendi ise vermiyor.

BBP’nin açıklaması şöyle (kısaltılmıştır):

 

“Ülkemizde, günlük olarak yayınlanan Takvim adlı gazetenin 07.03.2012 tarihli nüshasında, Sayın Emin Pazarcı’nın Köşe Yazısı olan ‘Reis’in Ölüm Sebebi BARNABAS İNCİLİ Mİ?’ başlığıyla verdiği metinde yer alan:

“Yazıcıoğlu, kazadan 3 gün (22 Mart 2009) önce bir oyuncu, biri cezaevi arkadaşı, biri parti görevlisi, biri de işadamı olan dostuyla Ankara-Balgat’ta Seda adlı bir pastanede buluştu. Onlara, 1981’de Şırnak’ta bulunan Barnabas İncili’nden bahsetti. ‘Bu eser, şimdi Genelkurmay’da ‘ dedi. Bu İncil’in filme çekilmesi istedi. 5–6 milyon dolarlık finansmanı kendisinin bulacağını söyledi. Arkadaşları, ‘Siz gördünüz mü’ diye sordu. Gülerek, ‘Sultanlar görür’ dedi ve ekledi: ‘Aman dikkat! Bu İncil’i görenleri öldürüyorlarmış’ “ şeklinde belirtilerek, ‘TAKVİM, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölmeden önceki sırrına ulaştı” vurgusu yapılarak bu manada kamuoyunun dikkati çekilmek istendiği görülmüştür….

1-Müteveffa Muhsin Yazıcıoğlu, haberde iddia edildiği gibi 22 Mart 2009 tarihinde Ankara’da değildir. Şöyle ki: (seçim gezileri için) 21 Mart sabahı saat: 04.00 sıralarında Sivas’taki miting faaliyetinden Ankara’ya dönmüşlerdir.

2-Şehit lider Yazıcıoğlu, aynı sabah saat: 08.00’de evinden partili arkadaşları ve korumaları tarafından alınarak Eskişehir Günyüzü mitingine gitmişlerdir. Günyüzü’nde Saat: 11.00’da bitirilen mitingin ardından, BBP’nin İstanbul’da organize ettiği ‘seçim etkinliği’ çalışması için bu kente gitmiştir….

Şehadet sebebi olarak ifade edilen böyle bir konunun gündeme 3 yıl sonra getirilmiş olması da dikkat çekicidir.

Kamuoyunun bilmesi gereken şu ki: Metin’de yer alan ve 5–6 milyon dolarlık bir bütçeye havi olacak “SİNEMA FİLMİ” projesi, şehit lider tarafından; yol arkadaşları olan ve resmen hizmeti birlikte yaptıkları tarafından doğal olarak bilinmesi gerekirdi.

Böyle bir proje, böyle bir rakama malik ‘sinema filmi’ de partinin gündeminde olmamıştır….

Büyük Birlik Partisi (BBP)”

*

Emin Pazarcı, BBP’nin bu açıklamasına karşı, 9 Mart 2012 günü şunu yazmış durumda:

 

Cep telefonumdan BBP Genel Başkanı Mustafa Destici aradı. Yazılanlardan rahatsız olduğu beliydi. Önce, “O tarihte Genel Başkan Ankara’da değildi” dedi. Tarihte hata olabileceğini, ancak 14 ile 23 Mart tarihleri arasında böyle bir görüşmenin gerçekleştiğini kendisine anlattım. Sonra, ısrarla isim istedi.
Kendisine, bu isimleri sadece Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı‘na verebileceğimi söyledim.

 

Yani 2012 yılında Ahmet Yenilmez‘in ismi henüz ortada yok.

Vatandaş bu kadar önemli bir konuyu kendisine “saklamış”.

Emin Pazarcı da, Ahmet Yenilmez‘in ve diğer üç kişinin ismini sır gibi saklıyor.

Neden?

Mesele onlardaki bilginin kaybolması olamaz, çünkü sen onlarla sözde “tek tek” görüşmüş, “uzun uzun değerlendirmeler” yapmışsın, “sarsıcı bilgiler” almışsın..

Bu adamların hepsi seninle “tek tek” görüşmeyi kabul etmişlerse, sana güvenmişlerse, başkalarına niye güvenmemişler, niye senden başkasıyla bu konuyu konuşmamışlar?

Senin özelliğin ne?

Yoksa, gördüğün paranoyanın kahramanları, bunları yazdığın sırada henüz belirlenmemiş miydi?

Mahşerin dört atlısının bulunup hazırlanması için derin mahfillerin, önlerindeki isim listelerinden tarama yapması mı gerekiyordu?

Uygun isimler belirlenecek, teklif götürülecek, rolleri ezberletilecek, neler söyleyecekleri “tek tek” anlatılacak, onlarla “uzun uzun değerlendirmeler” mi yapılacaktı?

Buna karşılık da onlara birtakım vaatlerde mi bulunulacaktı?

Mesela tiyatrocuya film çekmesi için devlet desteği mi vaat edilecekti, devlet resepsiyonları için davet garantisi mi sunulacaktı?

*

Böylesi bir durumda can güvenliği meselesi de mevzubahis olamaz, çünkü gerçek bir can güvenliği tehlikesi durumunda isimleri açıklamanız, açıklamamanızdan daha faydalı olur.

Açıklanmayan isimler daha rahat öldürülür, çünkü onların “kendilerindeki bilgi yüzünden” öldürüldüğünü söyleme şansı ortadan kalkar.

Hiç kimse ölü bir adamın dile getirilmemiş şahitliğine itibar etmez.

Ama siz isim verir, “Falanın bu konuda bilgisi var” derseniz, ve o kişi öldürülürse, birşeylerin üstünün kapatılmaya çalışıldığı düşünülür.

*

erdoğan kutsiyetpenah papa ile ilgili görsel sonucu

erdoğan kutsiyetpenah papa ile ilgili görsel sonucu

erdoğan kutsiyetpenah papa ile ilgili görsel sonucu

erdoğan kutsiyetpenah papa ile ilgili görsel sonucu

 

Evet, (Eski Kültür Bakanı Zeybek’in tabiriyle) “ajan” gazeteci Emin Pazarcı ile saray tiyatrocusu Ahmet Yenilmez‘in ifadeleri zengin birer paranoya madeni durumundalar.

Bu iki paranoya madeni yatağı, birinci kalite ve en iyi cins paranoyadan bitmez tükenmez rezervlere sahip.

Rezerv zenginliği Suudi Arabistan’ın petrolü gibi.. Mebzul.. Ancak, nasıl ham petrol çok fazla bir işe yaramıyorsa, onun işlenmesi gerekiyorsa, ham paranoyanın durumu da bu..

Ham petrolü alıp işlediğinizde araba, gemi ve uçaklarda yakıt olur; çelik, cam ve seramik ürünlerinde kullanılır, makine yağı olarak hizmet görür, asfalt olarak yollara dökülür, binalarda yalıtım malzemesine dönüşür, pencere pervazı yapımında kullanılır, giyim ve ilaç sanayilerinde işe yarar..

Ham paranoyanın da aynı şekilde rafine edilip işlenmesi gerekiyor.. Ülkemizin seçkin ve zengin ham paranoya yatakları olan “ajan” gazeteci Emin Pazarcı ile saray tiyatrocusu Ahmet Yenilmez’in yazı ve konuşmalarındaki ham paranoyayı alıp faydalı ürünlere dönüştürmek önemli.

Bu “yerli, milli, Türkiyeli” ham paranoya rezervlerimizi verimli bir biçimde kullanıp milletimizin istifadesine sunmak bizim vatan borcumuz kabul edilmelidir.

Memleketimizin derin yeraltı zenginlikleri” ziyan olmasın..

*

“Ajan” gazeteci ham paranoya yatağının paranoya zenginlikleri ile devam edelim..

Evet, “ajan” gazeteci Emin PazarcıTakvim gazetesinin 7 Mart 2012 tarihli sayısında şunları yazmış, “seri katil Barnabas İncili” bombasını patlatmıştı:

 

Barnabas İncili mi

Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiği şüpheli helikopter kazasının ardından pek çok iddia ortaya atıldı. “Bu bir suikasttır” diyenler, çok çeşitli gerekçeler ileri sürdüler. Ancak, hiç birisi şimdi yazacaklarım kadar korkunç ve ciddi değildi.

İddia sahipleri ile tek tek görüştümUzun uzun değerlendirmeler yaptık. Verdikleri bilgiler, son derece sarsıcıydı. Muhsin Yazıcıoğlu‘nu, Barnabas İncili‘ne duyduğu ilginin ölüme götürmüş olabileceğini söylüyorlardı. Çünkü Yazıcıoğlu, başta Vatikan olmak üzere, bütün Hıristiyan Dünyası‘nı alt-üst edecek bir proje üzerinde çalışıyordu!

Şimdi baştan alalım… Barnabas İncili, 1981 Yılı‘nda köylüler tarafından Şırnak‘ın Uludere İlçesi‘ndeki bir mağarada bulundu. Sonra, Babat Aşireti‘nin eline geçti. İlk iki sayfası da filolog Hamza Hocagil‘e götürüldü. Kitabın ilk bölümünü tercüme eden Hamzagil dehşet içinde kaldı.

Sayfalar, Hazreti İsa‘nın diliyle Aramice yazılmıştı: “Ben, Kıbrıslı Barnabius… Tespihe layık alemlerin Rabbinden bir bütün olarak, Ruhu’l Kudüs’le Meşaha’ya vahyolunanı tıpkı İsa’dan duyduğun gibi sadakatle, 48 gök yılları sonunda, dördüncü nüsha olarak aynen yazıyorum.” Bu, Hazreti İsa‘nın Vahiy Katibiolan Aziz Barnabas tarafından yazılan ve iki bin yıldır kayıp olan gerçek İncil‘di. En önemlisi de içinde otantik İncil‘in diğer üç nüshasının nerede olduğu belirtiliyor, Hz. Muhammed ve İslâm‘ın geleceği müjdeleniyordu: “Bir peygamber gelecek ve O’na tabi olanlar, dolgun başaklar gibi olacak!”

Hıristiyan Dünyası’nın bütün öğretilerini alt-üst edecek bir gelişme ortaya çıkmıştı!

Sonra Hollywood filmlerine taş çıkaracak olaylar yaşandı. İncil, tam, alınıp tercüme edilecekken, Jandarma’nın eline geçti.

Oradan da Genelkurmay‘a gitti.

Peki bu İncil şimdi nerede? Rivayetler muhtelif, ancak bu sorunun cevabı tam olarak verilemiyor.

***

Türkiye‘de Barnabas İncili‘ne ilgi duyan isimlerden biri de Muhsin Yazıcıoğlu‘ydu. Önce ciddi bir çalışma içine girdi. Amerika‘da araştırmalar yapan, konuyu çok iyi bilen ve Barnabas İncili hakkında kitap yazan bir isimle irtibata geçti.

Kendisinden ayrıntılı bilgi aldı.

Sonra da kararını verdi: – Ne pahasına olursa olsun, bu konuyu deşeceğim! Hayatını kaybettiği helikopter kazasından 3 gün önce, 22 Mart 2009‘da, önceden tespit ettiği bazı isimlerle Ankara-Balgat‘taki Seda Pastanesi‘nde bir araya geldi. Bu isimlerden ilki Türkiye‘nin yakından tanıdığı ünlü bir oyuncuydu. Diğeri Mamak Cezaevi‘nde birlikte yattığı arkadaşıydı. Üçüncü şahıs da partide görevliydi. Ayrıca, o gün pastanede bu görüşmeye tanık olan bir de iş adamı vardı. Yazıcıoğlu, “Sizinle önemli bir konuyu konuşacağım”dedi: – Bir sinema filmi çekilmesini istiyorum. Masada oturanlar sordular: – Konusu ne olacak?

Yazıcıoğlu, “Çok önemli, Barnabas İncili’ni sinema filmi yapacağız” dedi. “O da ne?” sorusu üzerine uzun uzun anlattı. Barnabas İncili‘nin Genelkurmay‘da olduğunu söyledi“Siz gördünüz mü?” sorusuna esprili bir üslupla “Sultanlar görür” cevabını verdi.

Gülerek devam etti: -Ama siz dikkatli olun. Bu İncili görenleri öldürüyorlarmış! Arkadaşlarının, “Başkanım böyle bir film kolay değil. İyi bir film bize 5-6 milyon dolara patlar” sözleri üzerine de “Benim o parayı bulamayacağımı mı sanıyorsunuz!” cevabını verdi. Belli ki bütün hazırlıklarını önceden yapmıştı.

Masadakiler ikna oldular. Senaryoyu kimin yazacağına kadar bütün ayrıntılar konuşuldu.

5 saat süren görüşmede Yazıcıoğlu, büyük ve etkili bir kampanyadan söz etti: – Sadece filmle kalmayacağız. Bu konuda toplantılar ve uluslar arası sempozyumlar düzenleyeceğiz. Dünyanın ilgisini bu noktaya çekmemiz lazım.

Ancak Yazıcıoğlu üç gün sonra hayatını kaybedince, doğal olarak bu büyük proje rafa kaldırıldı.

Şimdi, o gün Seda Pastanesi‘nde Yazıcıoğlu ile bu dev projeyi konuşanlar, son dönemde bazı yaşadıklarını da birleştirerek, önemli bir iddiada bulunuyorlar. 25 Mart 2009‘daki helikopter kazasını, Barnabas İncili ile irtibatlandırıyorlar.

Kim mi onlar? İsimleri bizde saklı. Ancak, hepsi konuşmaya ve ellerindeki bilgileri paylaşmaya hazır. Kazayı soruşturan Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı isterse hemen verebiliriz.

 

Bu “ham paranoya“yı alıp işlediğimizde ortaya çıkan sonuçlar şunlar:

BİR: O sıralarda Malatya Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı “Yazıcıoğlu kazası” üzerinde çalışmaktadır ve bir “cover story” (kılıf/perde öykü) ile savcılığın dikkatinin dağıtılması, kamuoyunun da meşgul edilmesi gerekmektedir.

İKİ: “Ajan” gazeteci, Yazıcıoğlu için, “Amerika‘da araştırmalar yapan, konuyu çok iyi bilen ve Barnabas İncili hakkında kitap yazan bir isimle irtibata geçti” diyor. Söz konusu isim Aydoğan Vatandaş..

Emin Pazarcı’nın yazısından dokuz gün sonra onun da bir röportajı yayınlanmış.

Aydoğan Vatandaş’ın yazdıklarına bakıldığında karşımıza Ergenekon ve Genelkurmay’ın Özel Harp Dairesi çıkıyor.

Nitekim, Aydoğan Vatandaş’ın kitabının ismi Ergenekon kelimesini de içeriyor.

*

Anlaşılıyor ki, Emin Pazarcı bir “cover story” ile olayı sulandırmak ve ters yüz etmek için devreye girmiş.

İstihbaratçıların ve ajanların kullandığı cover story tabiri, eldeki verilerin ve gözlemlenen olayların farklı bir şekilde anlaşılmasını ve yorumlanmasını sağlamak, yani algı operasyonu yapmak için uydurulan senaryoları ifade ediyor. 1986-1989 yılları arasında İstanbul’daki CIA ekibinin direktörü olan ve 18 yıl Amerikan ajanı olarak çalışan Philip Giraldi‘nin şu sözleri bu kavrama açıklık getiriyor“İşin içinde bir istihbarat örgütü varsa, misyonu gerçeğin bir versiyonunu yaratmaktır. Yaratılan(ın) gerçek olduğu anlamına gelmez. Ben de hep bunu yaptım. O yüzden biliyorum.” 

İşte Emin Pazarcı‘nın yaptığı da bu.. Gerçeğin, gerçek olmayan bir versiyonunu üretmek..

Aydoğan Vatandaş’ın röportajına tekrar döneceğiz, fakat önce, Dr. Hamza Hocagil‘in ifadelerine bakalım.

ÜÇ: Emin Pazarcı’nın söz konusu yazısının yayınlanmasından üç yıl önce, 26 Ocak 2009 tarihinde, Muhsin Yazıcıoğlu henüz hayattayken, Prof. Dr. Hamza HocagilÜLKE TV’de  Sıra Dışı programında şu açıklamaları yapmış bulunuyordu:

 

Ben 1984-1989 arasında tercüme yaptım. Bu tercümeleri Genel Kurmay‘a bağlı Özel Harp Dairesi’nden iki paşaya teslim ettim. Bana birer yaprak birer yaprak halinde vermişlerdi. …

Bana daha sonra 99-2000 yılında bir başka nüsha daha getirildi ve tercüme yapmam istendi. Bana getirilen nüshalar çok temiz halde idi. Ben aslını sordum. Aslını Vatikan‘a sattıklarını söylediler. Ben orjinalini görmeden tercüme edemem dedim. Bundan 2 yıl sonra aslını getireceğiz dediler, O gelişte Mario diye bir kardinal de vardı. Ben neden almak istediklerini sordum. Bunu alıp Vatikan’da arşive koyacaklarını söylediler. Golan tepelerinde çıkan orjinal nüshayı gördüm, belli sayfalarının da tercümesine başladım. Bu kitabı da 1.5 milyon dolara satılacağını söylediler. Soyadı Taşdemir olan birisi Mario ile birlikte bunun satılacağını söylüyorlardı.

… 1994 yılında onların istediği yerlerin tercümesini bitirdi(m). Kitap 120 sayfa ben 75 sayfanın tercümesini yaptım. Almanca ve İngilizce’ye çevirdim. Parayı elime alırım düşüncesindeydim. Ben tercümeden para almak istiyordum.

Ben paramı isteyince, bana soyadı Taşdemir olan kişi bu işin içinde Tuğgeneral Veli Küçük var, bir daha para lafını etme dedi…. Ben bunu tercüme ederken [Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nde görev yapan] iki paşa benimle “yanına almayacaksın, kopya etmeyeceksin” diye benden yazı[lı taahhütname] almışlardı….

… Bu incille ilgilenmeye başladığım süre içinde en az 4-5 kez tehdit aldım….

 

Görüldüğü gibi, olayın gerisinde Genelkurmay Özel Harp Dairesi ve Ergenekoncu olduğu iddia edilmiş bulunan Tuğgeneral Veli Küçük var.

İmdi, Emin Pazarcı bu iddiayı ortaya atmış ve daha sonra da bu Barnabas İncili meselesinin filmi yapılmış olduğuna göre, Muhsin Yazıcıoğlu kazası çerçevesinde zımnen, Genelkurmay Özel Harp Dairesi ile Veli Küçük gibi Ergenekoncu olduğu söylenen isimler “makul şüpheli” haline gelmiş oluyorlar.

Ama nedense Emin Pazarcı gibiler bu “halka”yı atlayıp lafı doğrudan Vatikan‘a getiriyorlar. Sonra da oradan dönüp FETÖ‘ye ulaşıyorlar.

DÖRT: Aydoğan Vatandaş’ın röportajına dönelim.

“Nerede şu an bu İncil?” şeklindeki soruya şöyle cevap vermiş:

 

Dr. Hocagil’e göre en son Özel Harp Dairesi’nde korunuyordu bana anlatımına göre en azından 2000 yılına kadar.

 

Aydoğan Vatandaş, Genelkurmay neden hiç bir açıklama yapmıyor bu konuda?” şeklindeki soruyu ise şöyle cevaplandırmış:

 

Şimdi gazete arşivleri ortada. Bu haberleri o tarihte yazan gazeteciler hala hayatta. Bu İncil‘i Özel Harp Dairesi’nin kontrolünde tercüme eden Hoca hala hayatta. Bu yüzden cezaevine giren köylüler hayatta. O dönemde o bölgede bu hadiseye tanıklık eden kolluk güçleri, adli erkan, halktan insanlar hayatta. Bana o bölgeden yazan insanlar da oldu bu hadiseyi. [Böyle bir İncil, şu anda Genelkurmay’da] Yok dense, ‘nerede o zaman’ diye sorulacak. Var dense, o zaman verin denecek. Susuluyorsa, bu bir devlet politikası olmalı. Ya da vakti gelmemiş olabilir. Ama en kötüsü bu İncil‘i bazı kişilerin satmış olma ihtimalidir ki, bunu düşünmek bile istemiyorum. Türkiye coğrafi özelliği nedeniyle tarihi eser kaçakçılığının merkezi konumunda bir ülke. Böyle bir pazar var Türkiye’de. Devlet imkanları olan bazı insanlar bu pazarda tarihi eser kaçakçıları ile beraber hareket etmiş ya da ediyor olabilir.

 

Aydoğan Vatandaş’ın açıklamaları sadece Genelkurmay‘ı ve Özel Harp Dairesi‘ni değil, AKPARTİ‘yi de konuyla ilgili olarak zan altında bırakıyor.

Ona yöneltilen Eski Kültür Bakanı Atilla Koç’un Barnabas İncili’ni sinema filmi yapma isteğinize ‘Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız‘ mealinde sözlerle yanıt verdiği iddiası var. Anlatır mısınız bu konuyu?” şeklindeki soru önem taşıyor.

Görüldüğü gibi, AKPARTİ, “bu işte (Barnabas İncili işinde) olmaz”mış..

Demek ki AKPARTİ İslam’ın ve hakkın değil, batıl Hristiyanlık inancının bekçisi..

Evet, bunu diyen adam FETÖ‘cü değil.. AKPARTİ‘nin bakanı.. Şu anda da ağzı kulaklarında poz vermesiyle meşhur kızı bakan konumunda..

Bu hesaba göre, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü ile Barnabas İncili arasında bir bağ varsa, AKPARTİ hükümeti de “makul şüpheli” haline geliyor demektir.

Çünkü, “bu işte (Barnabas İncili işinde) olmazlar”mış.

Hristiyan dünyasının ayağının altındaki küfür ve şirk halısına saygı ve sadakatleri büyük.

Aydoğan Vatandaş’ın söz konusu soruya (Eski Kültür Bakanı Atilla Koç’un Barnabas İncili’ni sinema filmi yapma isteğinize ‘Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız‘ mealinde sözlerle yanıt verdiği iddiası var. Anlatır mısınız bu konuyu?”) verdiği cevaba bakalım:

 

2005 yılında benim Asala Operasyonları adında bir kitabım yayınlandı Alfa Yayınlarından. Alfa Yayınlarının sahibi Faruk Bayrak o dönemde AK Parti Milletvekili‘ydi. Senaryomu ona götürmüştüm ilkin. Kendileri de bana “yakında Bakan Bey [Atilla Koç] gelecek ona bahsedersin” demişti “projeden”. Öyle de oldu. Bakan Bey’in yanında Hüseyin Besli Bey de vardı. Yanı sıra bazı yayın evlerinin sahipleri vardı. Orada açtım konuyu. Aynen sorunuzdaki gibi yaşanmıştır olay.

 

Evet, olay aynen sorudaki gibi yaşanmış..

AKPARTİ’nin Kültür Bakanı (ki şu anda da kızı bakan), “Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız” mealinde konuşmuş.

Orada AKPARTİ milletvekili Faruk Bayrak da var..

Hüseyin Besli var..

Hüseyin Besli’yi tanımıyor olabilirsiniz fakat önemli adam.. Tayyip Erdoğan‘ın taa İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan itibaren yanında bulunmuş bir “kulağı kesik hinoğlu hin”.

“Erdoğan’ın en yakınındaki isim” olma unvanını iftiharla taşımış.

Şu anda da Akşam gazetesinde köşe yazarı olarak “yandaşlık” hizmetine devam ediyor.

Yani, Atilla Koç’un “Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız” şeklindeki sözlerini, bu bakanın kişisel görüşü değil, Erdoğan’ın başında bulunduğu AKPARTİ hükümetinin politikası olarak görmek gerekiyor.

*

Evet, bu Erdoğancılar, Hristiyan dünyasının dalalet, şirk ve küfrünün altındaki halıyı çekmez, bu işte olmazlar, fakat, Mısır ve Tunus’a gidip İslam Şeriati yerine laik dinsizliği (devlet olarak herhangi bir dini diğeri karşısında tutmamayı) tavsiye eden Erdoğan’ın yanında durmayı da vazife bilirler.

Hayır, siz bu işi basit görüyorsunuz, fakat (tevbe etmemeniz durumunda) Ahiret’te kesinlikle çarpılacaksınız.

BEŞ: Gelelim Muhsin Yazıcıoğlu ile Aydoğan Vatandaş görüşmesine..

Aydoğan Vatandaş, “Takvim gazetesi yazarı Emin Pazarcı sizin Muhsin Yazıcıoğlu ile Barnabas İncili’nin sinema filmi yapılması için bir toplantı yaptığını yazdı. Siz de bunu Twitter’dan doğruladınız. Sizce Muhsin Yazıcıoğlu’nun şehadetinde Barnabas İncili ile ilgili bu çalışmanın etkisi olabilir mi?” şeklindeki soruya şu cevabı vermiş:

 

2008 yılı Aralık sonunda Muhsin Bey’e yakınlığı ile bilinen Yakup Demirkale benimle bu konuyla ilgili görüşmek istedi. Sanırım şimdi Parti’de de görevi var. Amerika’dan atladım geldim. Önce Beşiktaş’ta Dedeman Otel’de görüştük. Bir kaç gün sonra Ankara’ya geçtim. Muhsin Bey TV 8‘de bir programa katılacaktı. Kendisine konuyu baştan sona anlattım 40 dakika kadar…. Muhsin Bey bana bu konuda ne yapabiliriz diye sordu. Ben de kendilerinin milletvekili olduğunu bu konuyu meclis gündemine getirebileceğini söyledim. Ama daha çok belgesel ya da sinema fikri üzerinde durdu. Sonra bana sinema konusunda karar kıldığı söylendi. Hala tüm yazışmalar duruyor bende. Muhsin Bey’in helikopteri düşmeden 2 gün önce bir aktör-yapımcı ve de bir de iş adamı ile bu proje üzerinde konuşmuş. Apokrifal adlı kitabımı masanın üzerine koyarak bunu sinema yapmamız lazım demiş. Bu iki kişi 2011 Haziran ayında benimle görüştüler ve bana bu görüşmelerinin tüm detaylarını anlattılar. Ben bu konuyu kitabımın yeni baskısında anlatabilirdim ama spekülasyona neden olmamak ve kitabımın satışı için bu konuyu eklediğimin düşünülmemesi ve soruşturmayı yönlendirmemek için bu konuyu yazmadım. Bunu yapsaydım kitabım satış rekorları kırardı. Ancak bir soruşturmada önemli olan delillerden faillere ulaşmak olmalıdır. Ama anlatılanlar doğrudur. Muhsin Bey bu işin içindeydi. BBP yöneticileri konuya vakıf olmayabilir. Bunu saygıyla karşılıyorum. Diğer taraftan helikopterinin bu yüzden düşürüldüğü iddiası da gerçekten çok iddialı olur ve bu iddianın kuşkusuz delilleri gerekir.

 

İşte burada iş karışıyor.

Sözü edilen Yakup Demirkale, Büyük Birlik Partisi’nin 8. Olağan Kurultayı’nda seçilen MKYK üyelerinin 5 Şubat 2012 Pazar günü AFİTAP Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdikleri toplantıda Uluslararası İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı‘na getirilmiş durumda.

Yani “ajan” gazeteci Emin Pazarcı’nın konuyu gündeme getirmesinden bir ay önce.

Bu durumda BBP yönetiminin, önceki yazıda söz ettiğimiz şekilde, Emin Pazarcı’yı yalanlayan bir açıklama göndermiş olması gayet tuhaf hale geliyor.

Yakup Demirkale, genel başkan yardımcısı olduğu halde neden susmuş?

*

Üstelik, yine bir önceki yazıda aktardığımız gibi, Emin Pazarcı’nın sözünü ettiği pastane görüşmesinin yaşanmış olması “fiziken” mümkün değil..

Çünkü, Emin Pazarcı’nın sözünü ettiği tarihte Muhsin Yazıcıoğlu Ankara dışında..

Ahmet Yenilmez’in verdiği tarih de tutmuyor. Yazıcıoğlu o sırada da Afyonkarahisar’da..

Yani, olay en iyi ihtimalle paranoyadan ibaret.. (Kötü ihtimal, bazı gerçekleri örtmek için yürütülen algı operasyonu, yani aldatma ameliyesi için uydurulmuş senaryo olması.)

Başka fizikötesi veya bilim-kurgusal ihtimaller de yok değil. Belki de Muhsin Yazıcıoğlu’nun bir klonu vardı, aslının yerine Ankara’da söz konusu toplantıyı gerçekleştirdi.

Veya, evliya menkıbelerinde gördüğümüz türden bir “birden çok yerde görünme” kerameti yaşandı.

Bunlara benim aklım ermez, benim aklıma yatan açıklama şu: Emin Pazarcı söz konusu yazıyı kaleme aldığında, pastane görüşmesi senaryosu derin mahfillerde yazılmış, fakat rol dağılımı henüz yapılmamıştı.

Muhsin Yazıcıoğlu davasına bakan Özel Yetkili Savcılık ve kamuoyu için acilen bir “cover story” gerekiyordu. Bu yüzden iş aceleye getirildi.

Yakup Demirkale ismi üzerinde daha sonra karar kılındı.

*

O sıralarda henüz alenî bir AKPARTİ-CEMAAT kavgası da yok. Kavga sadece Erdoğan ile Fethullah’ın zihinlerinde var.. Tabanda herşey süt liman..

Öyle anlaşılıyor ki, bu arada Aydoğan Vatandaş için de bir senaryo yazılmış ve o da bu senaryoya göre rol kesmeyi kabul etmiş.

Çünkü, söz konusu pastane görüşmesine katılmış iki kişinin, Emin Pazarcı yazılarıyla devreye girmeden dokuz ay önce, Haziran 2011’de kendisiyle görüştüklerini söylüyor. Bunların bir aktör-yapımcı ve bir işadamı olduklarını belirtiyor.

Aktör-yapımcı ile kast edilen, Ahmet Yenilmez.. Peki, işadamı kimdi?.

Burada, Emin Pazarcı’nın söz konusu yazısına tekrar dönmek gerekiyor:

 

Hayatını kaybettiği helikopter kazasından 3 gün önce, 22 Mart 2009‘da, önceden tespit ettiği bazı isimlerle Ankara-Balgat‘taki Seda Pastanesi‘nde bir araya geldi. Bu isimlerden ilki Türkiye‘nin yakından tanıdığı ünlü bir oyuncuydu. Diğeri Mamak Cezaevi‘nde birlikte yattığı arkadaşıydı. Üçüncü şahıs da partide görevliydi. Ayrıca, o gün pastanede bu görüşmeye tanık olan bir de iş adamı vardı.

 

Söz konusu işadamının Yakup Demirkale olmadığı açık, çünkü Aydoğan Vatandaş, yukarıya aldığımız ifadelerinde onun adını açıkça vermiş olduğu halde birkaç cümle sonra bir işadamından isim vermeden söz ediyor.

Yazıcıoğlu’nun Mamak Cezaevi‘nde birlikte hapis yattığı arkadaşı ise, Emin Pazarcı‘nın 12 Mart  2012 tarihli yazısına göre Ramazan Akgün‘dü..

Peki, işadamı kimdi?

Söz konusu işadamından hâlâ bir haber yok.

İsmini, ne bu pastane sakinleriyle “tek tek” görüşüp “uzun uzun” değerlendirmeler yapmış olan Emin Pazarcı açıklayabildi, ne Ahmet Yenilmez, ne de onunla sözde Haziran 2011’de görüşmüş bulunan Aydoğan Vatandaş..

*

Evet, ortada, bu yazı dizisinin bir önceki bölümünde genişçe anlattığımız gibi, gerçekleşmiş olması “fiziken” mümkün olmayan bir pastane görüşmesi var..

Fiziken mümkün olmaması dert değil, paranoya olarak gayet işlevsel..

Senaryo yazılmış, isimler ayarlanmış, bu arada bazı aksaklık ve kazalar da yaşanmış..

Birisi, BBP’nin Emin Pazarcı’yı pastane paranoyası konusunda yalanlamış olması.

BBP’nin genel başkan yardımcısı Yakup Demirkale bu sırada ortaya çıkıp “Hayır, bu görüşme yaşandı, ben de oradaydım” dememiş.

Hafızası o sırada teklemiş, çalışmamış.

Fakat bir ay sonra herşeyi hatırlamış. Fiziken mümkün olmasa da gidip bu olağanüstü paranoyak görüşme hakkında Malatya Özel Yetkili Savcılığı’na ifade vermiş.

Savcının kafasını karıştırmış..

*

Evet, “Senaryo yazılmış, isimler ayarlanmış, bu arada bazı kazalar da yaşanmış” demiştik.

İkinci kaza bir işadamı ayarlanmamış olması..

Anlaşılıyor ki, film için gereken 5-6 milyon dolarlık bütçe için senaryoya dahil edilmiş, fakat sonradan, bu cömertlikte bir isim bulamamışlar.

Hem BBP’li olacak, hem Muhsin Yazıcıoğlu’nun samimi dostu olacak, hem böyle bir proje için gözünü kırpmadan ortaya 5-6 milyon doları (bugünkü parayla 30-35 milyon lirayı) dökebilecek biri olacak..

Bütün bu vasıfları kendisinde taşıyan bir işadamı bulmak zor.. Dediğimiz gibi, Özel Yetkili Savcılık için acilen bir “cover story” lazım olmuş, iş biraz aceleye gelmiş..

5-6 milyon doları bulmak aslında zor değil, nitekim Ahmet Yenilmez sonradan film çekecek para bulmuş, arkasına devlet desteğini de almış, fakat bir işadamından devlet gibi hareket etmesi beklenemez.

5-6 milyon doları bir filme yatıracak bir işadamının hiç değilse 30-40 milyon dolarlık, 150-200 milyon liralık servetinin (hem de nakit olarak) bulunması beklenir.

İşte böyle birini, hem de cömert mi cömert, eli açık mı açık bir BBP’liyi, Muhsin Yazıcıoğlu sevdalısını bulmak kolay değil.

*

özal suikast ile ilgili görsel sonucu

 

Bir önceki yazıda, Apokrifal: Kayıp Kitap, Ergenekon ve Bir Cinayetin Anatomisi kitabının yazarı Aydoğan Vatandaş’ın, kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevabı aktarmıştık.

Soru şuydu:

 

Eski Kültür Bakanı Atilla Koç’un Barnabas İncili’ni sinema filmi yapma isteğinize ‘Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız‘ mealinde sözlerle yanıt verdiği iddiası var. Anlatır mısınız bu konuyu?”

 

Aydoğan Vatandaş’ın cevabı ise şöyleydi:

 

2005 yılında benim Asala Operasyonları adında bir kitabım yayınlandı Alfa Yayınlarından. Alfa Yayınlarının sahibi Faruk Bayrak o dönemde AK Parti Milletvekili‘ydi. Senaryomu ona götürmüştüm ilkin. Kendileri de bana “yakında Bakan Bey [Atilla Koç] gelecek ona bahsedersin” demişti “projeden”. Öyle de oldu. Bakan Bey’in yanında [Tayyip Erdoğan’ın en yakınındaki isim, sağ kolu olarak bilinen, halihazırda Akşam gazetesinde yazan] Hüseyin Besli Bey de vardı. Yanı sıra bazı yayın evlerinin sahipleri vardı. Orada açtım konuyu. Aynen sorunuzdaki gibi yaşanmıştır olay.

 

Olay, aynen sorudaki gibi yaşanmış..

AKPARTİ’nin Kültür Bakanı Atilla Koç, yanındakilerin de “Sükut ikrardan gelir” fehvasınca onayladığı cevabında “Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız” mealinde konuşmuş.

Eğer böyleyse, Muhsin Yazıcıoğlu şayet Barnabas İncili merakı yüzünden öldürüldüyse, kimler şüpheli hale gelir?

*

Muhsin Yazıcıoğlu’nu kimlerin öldürdüğünü bilmiyoruz, fakat yukarıdaki sözlerden (ve daha pekçok facia laflarından) AKPARTİ’nin İslam’a ve hakka karşı cinayet işlediğini gayet iyi biliyoruz.

Hristiyanlar tutup Allahu Teala’nın vahyini tahrif etmişler, ve sen tutup o tahrifçilerden yana tavır alıyorsun..

Evet, FETÖ‘nün durumuna vakıfız. 1980’li yıllarda faşist devletçilik yaptılar. (Şimdi bu faşist devletçilik bayrağını AKPARTİ devraldı.)

1990’larda ise dinler arası diyalog hurafesine sarıldılar.

28 Şubat‘a da gayet iyi uyum sağladılar, o dönemde gerçekleştirdikleri Abant Platformu toplantılarında din devletine (İslam devletine) karşı laik devleti savunmaya başladılar.

Böylece İslam’a ihanet ettiler.

Fakat bu ihanette yalnız değildiler.. İhanette başı 28 Şubat‘ta en azgın gulu gulu dansı figürleriyle memlekette tozu dumana katmış olan Kemalist askerler ve MİT’çiler çekiyordu.

İhanetin üçüncü halkası ise AKPARTİ’ydi.

Bunun belgelerinden biri, Atilla Koç‘un yukarıda aktarmış olduğumuz sözleri.

Bu AKPARTİ’cilerin tek bir kutsalı kalmış gibi görünüyor: Tayyip Erdoğan..

Allahu Teala’nın vahyi için Erdoğan’a tepki göstermezler, fakat Erdoğan’ın hatırı için Allahu Teala’nın vahyini, Şeriat‘i unutmaya dünden razıdırlar.

Değilse, Erdoğan’ın yanlışlığı gün gibi açık lafları karşısında neden hiç sesleri çıkmıyor?

*

Evet, ortada (İslam açısından) bir ihanet sacayağı var.

En kalın ayak, Kemalist askerler ve MİT’çilerden oluşuyor.

İkinci ayak FETÖ..

Üçüncü ayak ise AKPARTİ..

Maşaallah Barnabas İncili‘ni yok etme, gün yüzüne çıkarmama konusunda muazzam bir işbirliği yapmışlar.

AKPARTİ’nin yönettiği Kültür Bakanlığı yakınlarda, bir yahudinin yazmış olduğu Tevrat tefsirinin tercümesini yayınladı.

Peki, “seri katil Barnabas İncili konusunda film çektiren Kültür Bakanlığı, neden Barnabas İncili‘nin peşine düşmemiş, Dr. Hamza Hocagil ile temas kurmamış, Genelkurmay Özel Harp Dairesi‘nden söz konusu Barnabas İncili‘ni alıp yayınlamamış?

Bunu sormak bile abes.. Barnabas İncili‘nin gündeme getirilmesi karşısında “Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız” diyen adamlardan ne beklenir?

*

Şu beklenir:

Şüpheli ölümleri Barnabas İncili‘ne bağlayarak milletin dikkatini dağıtmak..

Barnabas İncili‘ni bulan ve askerlere teslim eden Hakkarili köylülere birşey olmuyor..

Bu İncil‘i tercüme ettirmek için Dr. Hamza Hocagil’i bulan Özel Harp Dairesi generallerine birşey olmuyor..

İncil‘i tercüme eden Hamza Hocagil‘e birşey olmuyor..

Fakat, böyle bir İncil‘in varlığından haberinin olması hiç de beklenmeyecek bir Abdullah Çatlı, bu İncil‘den dolayı ölmüş oluyor.

Ve bu İncil‘in adını hiç ağzına bile almamış bulunan Prof. Mahmud Esad Coşan hocanın bu İncil‘den dolayı hayatını kaybetmiş olduğuna inanmamız bekleniyor.

Ve de Muhsin Yazıcıoğlu‘nun, yaşanmış olması “fiziken” mümkün olmayan “fizikötesi” pastane toplantısına katılmış olan “devlet destekli” Ahmet Yenilmez ile medyada sesi soluğu çıkmamış bulunan iki “şahidi”nin paranoyası çerçevesinde, Barnabas İncili yüzünden öldürülmüş olduğuna inanmamız isteniyor.

*

Güya, söz konusu fizikötesi ve de sürrealist pastane toplantısında Muhsin Yazıcıoğlu, “Bu İncil‘i görenler ölüyor” demişmiş..

Hayır, kastettiği kişiler, Özel Harp’çi generaller, Hakkarili köylüler, Hamza Hocagil vs. değilmiş..

Kastettiği kişiler, Ahmet Yenilmez ile Emin Pazarcı bitirim ikilisinin keşfine göre, Turgut Özal, Abdullah Çatlı ve Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocaymış..

Turgut Özal bahsini daha geniş ele alacağız inşaallah, ama şimdilik şunu sormakla yetinelim: Turgut Özal yaşasaymış Barnabas İncili basılacak mıymış?

Abdullah Çatlı’nın Barnabas İncili merakı nasıl olmuş da Ahmet Yenilmez film çekene kadar herkesin dikkatinden kaçmış?

Hele Esad Efendi.. Nasıl olmuş da bu İncil‘i görmeyi başarmış?..

Esad Efendi, 28 Şubat 1997 tarihinden yaklaşık bir buçuk ay sonra Türkiye’yi terk etmiş ve bir daha da dönmemişti..

Barnabas İncili‘ni ellerinde bulunduran 28 Şubat’çı azgın generallerden çekindiği için..

Evet, ömrünün son dört yılı Türkiye dışında geçti..

Bu arada nasıl olmuş da Barnabas İncili‘ni görmüş?.. Tayy-ı mekânla gelip Genelkurmay’ın gizli saklı odalarında mı gezmiş?

Muhsin Yazıcıoğlu, Ahmet Yenilmez’in paranoyasına göre, (sözünü ettiği tarihte) gerçekte Afyonkarahisar’dayken bir yandan da Çukurambar‘da Sema Pastanesi’nde olabiliyorsa, Emin Pazarcı tipi paranoyada ise (verdiği tarihte) Sivas’ta olması gerekirken Balgat‘ta (Çukurambar değil) Seda Pastanesi’nde (Sema değil) boy gösterebiliyorsa, Esad Efendi için de (oynak-değişken tarihli, isimli, lokasyonlu) pastaneli ya da lokantalı bir formül bulmuşlardır, fakat biz henüz öğrenme şerefine nail olamadık.

Diyelim ki Esad Efendi bir gece 03:30’da Avustralya’dan tayy-ı mekânla Genelkurmay’ın kantinine geldi, generallere “Getirin lan şu İncil‘i” dedi, onlar da zaman makinası ile ışınlanmış gibi birden bire ortaya çıkmış bu zattan korkup tırstıkları için kitabı getirdiler..

Ee, gerisi?

Niye Esad Efendi Türkiye’deki oğlu Nurettin‘in yanına da bir uğrayıp bu İncil‘den bahsetmemiş?

Ve de Avustralya’ya dönünce aile efradına neden “Barnabas İncili‘ni gördüm” dememiş?

Belki de Emin Pazarcı hazretleri tayy-ı mekânla Avustralya’ya gidip Esad Efendi’nin Barnabas İncili‘ni “görme” olayını bizzat ondan dinlemiştir..

Olamaz mı?..

Muhsin Yazıcıoğlu Ankara dışında seçim çalışması yaparken bir yandan da bir gece yarısı hem Balgat hem de Çukurambar’da ortaya çıkabiliyorsa, tayy-ı mekân ve tayy-ı zamanın altını üstüne getirebiliyorsa, bu da olur.

*

emin pazarcı ile ilgili görsel sonucu

 

erdoğan uçak gazeteciler ile ilgili görsel sonucu

lütfü şehsuvaroğlu ile ilgili görsel sonucu

lütfü şehsuvaroğlu ile ilgili görsel sonucu

muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

muhsin yazıcıoğlu ile ilgili görsel sonucu

muhsin yazıcıoğlu suikasti ile ilgili görsel sonucu

geçmiş zaman olur ki seyfi muhsin ile ilgili görsel sonucu

geçmiş zaman olur ki seyfi muhsin ile ilgili görsel sonucu

 

Şunu açıkça söyleyelim..

Eski Kültür Bakanı Zeybek tarafından “ajan” olduğu söylenen “yandaş” gazeteci Emin Pazarcı ile Kültür Bakanlığı destekli resepsiyon tiyatrocusu Ahmet Yenilmez‘in gerçek dışı ve birbiriyle çelişen açıklamaları, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü konusunda Genelkurmay’ı, MİT’i ve AKPARTİ Hükümeti’ni “makul şüpheli” haline getirmiş bulunmaktadır.

Hiçbir şey yazıp söylemeseler, devlet desteği ve parasıyla Sevdam Gözlerinde Kaldı diye palavra filmler çekmeseler, ortada şüphe celbeden birşey olmayacaktı.

Fakat yapılıp söylenenler, ortada telaşla üzeri örtülmeye çalışılan başka birşeyler olduğunu düşündürüyor.

Bunun başka hiçbir makul izahı yok.

*

Bu Barnabas İncili konusunu gündeme getiren kişi “ajan” gazeteci Emin Pazarcı..

Akşam gazetesi yazarı..

Ve de, Erdoğan’ın uçağında (uçaklarında) gezen demirbaş isimlerden..

İşin ilginç tarafı şu: Muhsin Yazıcıoğlu’nun Barnabas İncili‘ne olan ilgisini ilk keşfedip yazan kişi Emin Pazarcı..

Ve bunu tam da, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünü soruşturan Malatya Özel Yetkili Savcılığı iddianameyi yazma aşamasına gelince keşfediyor.

2012 yılında, vefat olayından üç yıl sonra..

*

İşe bakın ki, Muhsin Yazıcıoğlu’nun Barnabas İncili‘ne olan merakının şahitleri, Emin Pazarcı’nın konuyla ilgili ilk yazısındaki isimlerle sınırlı..

Başka da bilen yok..

Ne eski arkadaşlarının haberi var, ne ailesinin, ne de Büyük Birlik Partisi’ndeki dava arkadaşlarının..

Öyle ki, Emin Pazarcı’nın yazısı üzerine BBP bir açıklama yaparak onun iddialarını yalanlıyor.

Öncelikle, Emin Pazarcı’nın sözünü ettiği pastane görüşmesinin yalan olduğunu, o tarihte Sivas’tan Ankara’ya gelip evinde dört saat kadar dinlendikten sonra yanında arkadaşları ve korumaları olduğu halde Eskişehir’e hareket ettiğini açıklıyorlar.

Ve şunu söylüyorlar:

 

Kamuoyunun bilmesi gereken şu ki: Metin’de [Emin Pazarcı’nın yazısında] yer alan ve 5–6 milyon dolarlık bir bütçeye havi olacak “SİNEMA FİLMİ” projesi, şehit lider tarafından; yol arkadaşları olan ve resmen hizmeti birlikte yaptıkları tarafından doğal olarak bilinmesi gerekirdi.

Böyle bir proje, böyle bir rakama malik ‘sinema filmi’ de partinin gündeminde olmamıştır.

 

Buradaki “doğal olarak bilinmesi gerekirdi” sözü önem taşıyor.

Hukukta “hayatın doğal/olağan akışı” kavramı çok önem taşır.

Nitekim, bir Yargıtay Hukuk Genel Kurulu içtihadı (Esas: 2013/19-2238, Karar: 2015/1062) şu ifadeyle özetleniyor:

 

Kararda, bononun, hamil tarafından, bile bile borçlunun zararına hareket ederek iktisabı konusu -hayatın olağan akışı- kavramı çerçevesinde irdelenmiştir.

 

Bu içtihatta “hayatın olağan akışı” kavramı kaç defa geçiyor dersiniz?

Tam 26 defa..

Varılan sonuç ise şu:

 

İşbu davada hem davacı-keşidecinin ve hem de davalı-son hamilin, dava konusu bonoyla ilişkileri konusundaki beyanları hayatın olağan akışına ve makul bir kişinin davranış biçimine uygun değildir.

 

Evet, “ajan gazeteci” Emin Pazarcı’nın yazısı, BBP’lilerin ifade ettiği şekilde, hayatın doğal akışına aykırıdır.

Ortada, Emin Pazarcı’nın yazısında sözünü ettiği kişiler dışında şahit de yok.

Ve ne hikmetse, Muhsin Yazıcıoğlu’nun bu bilinmeyen, meçhul ve gizli Barnabas İncili merakının ortaya çıkışı, ölümünden sonra ona yönelik suikast nedeni haline gelebilsin, ölümünün ardındaki sır perdesi olarak işe yarasın diye, tam da ölümünden üç gün önceye rastlamış.. (Daha doğrusu, ölümünden üç gün önceye denk gelecek şekilde uydurulmuş. Biraz acemice gibi görünüyor da bunun başka yolu yok.. “20 yıllık merakı” deseler, “Tamam da niye kimsenin haberi olmamış?” denilecek.)

Barnabas İncili 1980’lerin başında bulunmuş, aradan 30 yıla yakın bir zaman geçmiş, bu arada Muhsin Yazıcıoğlu konuyla hiç ilgilenmemiş, fakat ölmeden üç gün önce, “Ben ölünce katilim olarak gösterilecek birşey bulunsun” dercesine Barnabas İncili‘nden birilerine bahsetmiş..

Senaryo güzel de, hesap hatası içeriyor.. Söz konusu görüşmenin gerçekleşmiş olması fiziken mümkün değil.. Bir insan hem Sivas-Ankara-Eskişehir hattında arkadaşları ve korumaları yanında bulunduğu halde yollarda olup hem de bir pastanede beş saat yarenlik yapamaz.. Böyle şeylere sadece menkıbe kitaplarında rastlanıyor.

*

“Ajan gazeteci” Emin Pazarcı olayı bu noktada bırakmamıştı.

Takvim gazetesinde bir gün sonraki (8 Mart 2012 tarihli) yazısında konuya devam etmiş, olaya Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocanın da adını karıştırmıştı:

 

DünMuhsin Yazıcıoğlu‘nun şüpheli ölümünden önceki sırrını açıklamıştık. Ancak, şüpheler ve sırlar bu kadarla sınırlı değil. Mahmut Esad Coşan da Barnabas İncili’ne ilgi duymuş ve Yazıcıoğlu gibi şüpheli bir kazada hayatını kaybetmişti.

Olaylar dizisi son derece ilginç… Muhsin Yazıcıoğlu‘nun, Barnabas İncili ile ilgili çalışmaları çok eskiye dayanıyor. Gelişmeler, bu konuyu Nakşibendi Tarikatı‘nın İskenderpaşa Cemaati Lideri Mahmut Esad Coşan‘la da görüştüğünü gösteriyor. Çünkü, Muhsin YazıcıoğluAnkara‘da Seda Pastanesi‘nde arkadaşları ile yaptığı “Barnabas Toplantısı”nda Esad Coşan‘dan da bahsediyor. Aynen şu ifadeleri kullanıyor:

– Esad Hoca (Coşan) da bu işi çok araştırdı. O da bu konunun açıklığa kavuşmasını çok istiyordu. Ancak, ömrü vefa etmedi.

Neden?

Çünkü, Esad Coşan da Muhsin Yazıcıoğlu ile aynı kaderi paylaştı. 28 Şubat sürecinin ardından Avustralya‘da bir “kazada” hayatını kaybetti.

Esad Coşan, 4 Şubat 2001‘de, Sidney‘in 500 kilometre batısındaki Dubbo Kenti‘nin girişinde, içinde bulunduğu araca bir kamyonun çarpması sonucu damadı Prof. Dr. Ali Yücel Uyarel ile birlikte vefat etti.

Cemaatin büyük bölümü, olayın kaza olduğuna inanmadı. Hep, “Esad Hoca trafik kazası süsü verilerek öldürüldü” iddiaları ortalıkta dolaştı. Bu konuda pek çok yazı yazıldı.

İlginçtir, olay mahalli, profesyonel kişiler yerine orada hiç bulunmaması gerekenler tarafından temizlendi.

Bütün deliller yok edildi. Durum bu olunca, iddialara rağmen “kaza” ile ilgili olarak ciddi bir araştırma yapılamadı. Esad Coşan‘ın, Türkiye‘ye getirilen naaşı da 9 Şubat 2001‘de Eyüp Sultan Mezarlığı‘nda toprağa verildi.

Olay, sadece “ölümlü bir trafik kazası” olarak kayıtlara geçti.
Şüphelerin hiç biri giderilemedi.

* * *

Lütfü Şahsuvaroğlu1970‘li yıllardan bu yana Muhsin Yazıcıoğlu‘nun birlikte olduğu isimlerden biri. Yıllar boyunca önemli sırları paylaştılar…

Dün kendisi ile görüştüm.

“Biz Muhsin Başkan’la Barnabas İncili’ni, 2000’li yıllarda, Genelkurmay’ın elinde olduğu tartışılırken konuşmuştuk” bilgisini verdi:

– Ben kendisine bu konuyu çok önemsediğimi söylemiştim. Hatta, İncil’in Genelkurmay’ın elinde bulunduğu haberleri ile ilgili olarak da “Bu Türkiye’nin batıya karşı en önemli kozlarından biri” değerlendirmesini yapmıştım.

Ardından ekledi:

– İslâm’ın dalga dalga yayılacağını çok önceden ortaya koyan otantik İncil’in ortaya çıkmasının batıyı nasıl etkileyeceğini düşünebiliyor musunuz?

Şahsuvaroğlu ile birlikte kendisine çok yakın isimlerin de belirttiği gibi, Yazıcıoğlu, yıllardır Barnabas İncili üzerine kafa yoruyor ve çalışmalar yapıyordu. Tam ciddi adımlar atacaktı ki, bir helikopter kazasında hayatını kaybetti.

 

Evet, fizikî gerçeklik çerçevesinde ancak hayal âleminde yaşanmış kabul edilebilecek, paranoya literatürünü zenginleştirme dışında bir işe yaramayacak pastane görüşmesinde Esad Coşan hoca da kendisine yer bulmuş..

Böylece, Esad Coşan hocanın Barnabas İncili merakı da, mezardaki bir şahidin tanıklığı ile sağlam kazığa bağlanmış.

Demek ki, “ajan gazeteci”nin eline senaryo tutuşturan “derin alt (üst değil) akıl(sızlık)“, “Hazır bir ‘seri katil’ bulmuşken bütün faili meçhulları onun sırtına yükleyelim” demiş.

Ama hesap hatası yapmışlar.. Muhsin Yazıcıoğlu’nun söz konusu tarihte nerede olduğunu araştırmayı akıl edemeden senaryo yazmışlar.

*

Emin efendi, BBP’nin açıklamasına cevap vermeye de kalkışmış, şunları yazmıştı:

 

Cep telefonumdan BBP Genel Başkanı Mustafa Destici aradı. Yazılanlardan rahatsız olduğu beliydi. Önce, “O tarihte Genel Başkan Ankara’da değildi” dedi. Tarihte hata olabileceğini, ancak 14 ile 23 Mart tarihleri arasında böyle bir görüşmenin gerçekleştiğini kendisine anlattım. Sonra, ısrarla isim istedi.

Kendisine, bu isimleri sadece Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı‘na verebileceğimi söyledim. Olayın ortaya çıkabilmesi için her türlü iddianın araştırılması, kimsenin bundan rahatsızlık duymaması ve BBP olarak da bu tür çalışmalara destek vermeleri gerektiğini uzun uzun anlattım.

Anladığını sandım. Aradan geçen saatler gösterdi ki, ya anlamamış ya da başka bir hesap galip gelmiş. BBP tarafından açıklama yapıldı.

Dört noktanın altı çizildi:

1) Sürekli olarak “Muhsin Başkan 22 Mart’ta Ankara’da değildi” vurgusu yapılıp, iddialar ciddiyetten yoksun gibi gösterildi.

2) Ben, hem yazımda, hem de BBP Genel Başkanı ile yaptığım görüşmede savcılık istediği takdirde isimleri vereceğimi belirtmeme rağmen, “Bunları savcılıkla paylaşmalıdır” denildi.

3) BBP olarak böyle bir görüşmenin kendileri tarafından bilinmediği belirtildi.

4) “Konunun 3 yıl sonra gündeme getirilmesi dikkat çekicidir” denilerek, iddialar yalanlanmaya çalışıldı….

* * *
Şimdi sondan başlayıp, BBP‘nin “açıklama” adını verdiği bu garip metne tek tek cevap verelim:

BBP, konunun 3 yıl sonra gündeme getirilmesine tepki gösteriyor. Oysa, olay uzun süredir tartışılıyordu. Rahmetli Yazıcıoğlu ile bu görüşmeyi yapanlar, baktılar ki 3 yıldır sonuç alınamadı, halen ortada bir iddianame bile yok. “Bir de buraya bakılsın” diye bildiklerini açıkladılar. Şimdi soruyorum, “Belki bizim bir katkımız olabilir” diye düşünerek yanlış mı yaptılar?

BBP yöneticileri, böyle bir görüşmeden kendilerinin haberdar olmadıklarını belirtiyorlar.

Ne biçim ifade bu? Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu‘nun yaptığı her görüşmeyi sizlere rapor etmek gibi bir misyonu mu vardı?

Yazıcıoğlu, sizin lideriniz miydi, yoksa memurunuz mu?….

Açıklamanın tek elle tutulur tarafı, görüşmenin gerçekleştiği belirtilen 22 Mart‘ta merhum Yazıcıoğlu‘nun Ankara‘da bulunmadığı iddiası olabilir. O tarihte değil de birkaç gün önce ya da bir gün sonra bu görüşmenin yapılmış olması neyi ispat eder ve neyi değiştirir? Böyle bir görüşme oldu ve yazdığım diyaloglar aynen yaşandı. Destici‘nin ısrarla benden istediği isimler gidecekler ve yaşadıklarını savcılara ayrıntılarıyla anlatacaklar.

Gerçekten anlayamıyorum, bu rahatsızlık niye?

İnanın merak ediyorum, BBP Genel Merkezi ne yapmak istiyor?

Barnabas İncili‘nin tercüme edilebilen kısmında, Vatikan‘ın iddialarının aksine, İslam müjdelenip, “Bir peygamber gelecek ve O’na tabi olanlar dolgun başaklar gibi olacak” satırlarının bulunduğu belirtiliyor. Fetih Suresi‘nin son ayetinde de Muhammed Ümmeti‘nin İncil‘deki vasıfları belirtilirken “Filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzer” ifadesi kullanılıyor.

Biz, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu‘nun bu gerçeği ortaya çıkarmak için çabaladığını yazıyoruz. Bu yöndeki iddiaları gündeme getiriyoruz. Vatikan yerine BBP rahatsız oluyor.

Gerçekten inanılır ve anlaşılır gibi değil.

Durum bu olunca da “neden, niçin, hangi amaçla” gibi sorular da peş peşe geliyor!

 

Ulan soytarı, madem dediğin gibi “Oysa, olay uzun süredir tartışılıyordu” ise, bütün bir BBP camiasının olaydan haberi neden ancak üç yıl sonra, ve de ancak senin yazın sayesinde oluyor?

Üstelik, bu Emin Pazarcı iblisine göre, pastane görüşmesinde bulunan isimlerden biri o sırada BBP’nin genel başkan yardımcısı.. Fakat, bu genel başkan yardımcısının, o görüşmede kendisinin de bulunmuş olduğundan henüz haberi yok, bu yüzden de BBP’nin açıklamasına müdahale edemiyor, Genel Başkan Mustafa Destici’ye “Yav gardaş ben oradaydım” diyemiyor.

Mustafa Destici bu Emin Pazarcı şeytanından pastane görüşmesine katılmış isimleri istiyor, bu soytarı, “Yahu Mustafa, o isimlerden biri senin partinde yardımcın konumunda” deyip lafı ağzına tıkayamıyor.

Bu iblisler âleminin yüz karası, soytarılık camiasının utanç kaynağı, eski Kültür Bakanı Zeybek’in dediği gibi “ajan” olmaya son derece müsait karaktersizlik abidesi, bu yazılarıyla ajanlığın da içine etmiş..

Bu mayası bozuk şerefsiz utanmadan bir de, “Rahmetli Yazıcıoğlu ile bu görüşmeyi yapanlar, baktılar ki 3 yıldır sonuç alınamadı, halen ortada bir iddianame bile yok. ‘Bir de buraya bakılsın’ diye bildiklerini açıkladılar” diyebiliyor.

Ulan şaklaban, peki bunu niye Destici‘ye söylemedin, “Senin yardımcın üç yıldır uğraştı, sonuç alamadı, bana geldi” niye diyemedin?

Bu hayalî pastane görüşmesinin paranoyak kahramanları neden o güne kadar BBP’lilerle konuşmamışlar, basına hiç açıklama yapmamışlar da, Malatya Özel Yetkili Savcılığı soruşturmayı tamamlama ve iddianameyi yazma aşamasına gelince birden bire telaşa kapılmış ve gelip bula bula bir tek seni bulmuşlar?

Dediğin gibi “Bir de buraya bakılsın diye bildiklerini açıkladılar”sa, niye sen bu adamların ismini Destici’ye bile veremedin?

Hem, Muhsin Yazıcıoğlu sana değil, asıl BBP’lilere yakın olduğu halde neden o isimler BBP’lilerle ve Yazıcıoğlu’nun ailesiyle değil de sadece seninle temasa geçmişler?.

Senin özelliğin ne? Bizim bilmediğimiz nasıl bir fevkalade vasfın var?

Ve de bu isimler bildiklerini açıklıyorlarsa, bundan çekinmiyorlarsa, isimleri neden açıklanmıyor?

*

Olayın aslı şu: Bu iblislikte uzmanlaşmış “ajan” gazeteci soytarının ardındaki odak, Malatya Özel Yetkili Savcılığı’nın kafasını karıştırmak için oturup bir senaryo yazmış, ancak iş aceleye gelmiş..

Tarihi tutturamamışlar..

Tutturamamaları önemli değil de, BBP’nin verilen tarihteki gerçek dışılığı açıklaması “oyun”larını bozmuş..

Destici isimleri isteyince iş iyice sarpa sarmış, iyiden iyiye telaşa kapılmışlar, alelacele isim belirlemeleri gerekmiş..

BBP’nin açıklaması üzerine gerekli isim ayarlamalarını hemen yapmışlar, fakat uygun bir işadamı bulamamışlar.

Evet, bu “ajan” soytarı, BBP Genel Başkanı Destici’yle yaptığı görüşmeye ilişkin olarak, “Tarihte hata olabileceğini, ancak 14 ile 23 Mart tarihleri arasında böyle bir görüşmenin gerçekleştiğini kendisine anlattım” diyor.

Peki, ulan soytarı, madem sen o görüşmede bulunanlarla temasta idin, o halde neden senin bunları yazdığın tarihten iki yıl sonra Ahmet Yenilmez, görüşmenin, Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatından 15 gün önce, yani 10 Mart tarihinde gerçekleştiğini söyledi?

Hani 14 ile 23 Mart tarihleri arasıydı..

İşkembeden atmak, yalan söylemek sizin gibi münafıklar için kolay..

Ha, 10 Mart tarihi doğru muydu peki?

Hayır, o da yalan.. O gün Muhsin Yazıcıoğlu Afyonkarahisar‘daydı, hatta konuşması sırasında elektrik çarpması da yaşanmıştı.. Bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde anlatmıştık.

*

28 şubat ile ilgili görsel sonucu

28 şubat ile ilgili görsel sonucu

28 şubat ile ilgili görsel sonucu

28 şubat ile ilgili görsel sonucu

28 şubat ile ilgili görsel sonucu

28 şubat MİT ile ilgili görsel sonucu

28 şubat ile ilgili görsel sonucu

28 şubat ile ilgili görsel sonucu

28 şubat MİT ile ilgili görsel sonucu

28 şubat MİT ile ilgili görsel sonucu

28 şubat MİT ile ilgili görsel sonucu

28 şubat demirel ile ilgili görsel sonucu

28 şubat MİT ile ilgili görsel sonucu

 

Şu ana kadar yazdıklarımız, “seri katil Barnabas İncili palavrası ya da pseudo-paranoyasının acemice bir algı operasyonu (gündelik dildeki karşılığıyla kuyruklu yalan) olduğunu inkâra mecal bırakmayacak şekilde ispatlamış durumdadır.

Matematiksel bir kesinlikle..

Aksini iddia edenlerden cevap bekliyoruz..

Evet, şu ana kadar yazdıklarımız çerçevesinde birşey daha ortaya çıkmaktadır:

Bu algı operasyonu tek birşey için kanıt olabilir, onu medyada ve sinemada yürütenleri maddeten ve manen desteklediği bilinen malum karanlık odağın (Türkiye’nin kara deliğininin) Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü hakkında dezenformasyon, yanlış bilgilendirme, bilgi kirliliği ve kara propaganda yaparak birşeylerin üstünü örtmeye çalıştığını..

Bu üstünü örtmeye çalıştığı birşeylerin kendisiyle ilgili olduğunu tahmin etmek için de Einstein zekâsına sahip olmak gerekmiyor.. O karanlık odağın işbirlikçisi/uşağı bir aşağılık satılmış hain ya da iflah olmaz bir ahmak angut olmamak yeterlidir.

*

Aynı şekilde, bu algı operasyonu (yani kuyruklu yalan; ki yalancılık münafığın alâmetidir), kapsamı itibariyle bir başka şeyi daha ortaya koymuş bulunmaktadır:

Ortada somut-müşahhas hiçbir bilgi ve belge bulunmadığı halde Prof. Mahmud Esad Coşan hoca, Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Abdullah Çatlı‘nın ölümlerinin seri katil Barnabas İncili palavrası ile “faili malum” hale getirilmek istenmesi, söz konusu karanlık derin odak ile bu zevatın ölümleri arasında bir ilişki bulunduğu şüphesine yol açmıştır.

Prof. Mahmud Esad Coşan hoca, Barnabas İncili elinde olduğu ve yayınlamayı planladığı için değil, 28 Şubat‘ı ABD-İsrail-Masonlar üçgeninin talimatıyla planlamış olan MİT ile darbeci generallerin eline düşmemek için ülkesini terk etmişti.

Ki bu generaller, Hürriyet gazetesinde “Gerekirse silah kullanırız” diye manşet attırmış bulunuyorlardı.

Bunu göstermek için de Sincan’da tankları yürütmüşlerdi.

O sırada MİT de, bu “Gerekirse silah kullanırız” diyenlerle aynı saftaydı.

Hatta, Nazlı Ilıcak ve Odatv‘nin Müyesser Yıldız‘ı gibi (Türk medyasının yüreği pek, son erkek adamlarının) açıkça yazdıkları gibi, askerleri hazırlayıp “gaza getiren” odaktı.

Evet, gerekirse silah kullanırlardı. Bazen açıkça, bazen faili meçhul şekilde.. Bunu 1990’lı yıllarda JİTEM’le vs. ispat etmişlerdi.

MİT‘e gelince, onun, yalancılık/aldatma mesleğinin kurumsallaşmış biçimlerinden olan bir gizli teşkilat olduğunu akılda tutmak gerekiyordu.

Ve gizli teşkilatlar, kurşun harcamadan, “doğal görünen” yöntemlerle adam öldürmeyi meslek “onur”larının bir gereği kabul ediyorlardı.

*

Evet, “uçak-ı hümayun gazetecileri”nden (eski Kültür Bakanı Zeybek’in ifadesiyle “ajan” gazeteci) Emin Pazarcı’nın ifadelerini “irdelemeye” devam edelim.

Bu şahıs, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayalî pastane görüşmesinin bir palavradan ibaret olduğunu açıklayan, o sırada Ankara’da bulunmadığını ispatlayan BBP yönetimine cevap için yazdığı yeni yalanlarında şöyle bir ifade kullanmıştı:

 

Rahmetli Yazıcıoğlu ile bu görüşmeyi yapanlar, baktılar ki 3 yıldır sonuç alınamadı, halen ortada bir iddianame bile yok. ‘Bir de buraya bakılsın’ diye bildiklerini açıkladılar.

 

Bunu yazdığı tarih, 9 Mart 2012..

Ve bu yalancı/münafık soytarı, kendisinde vicdan ve mantık bulunmadığı gibi hafıza nimetinden de bir gram bile pay alamamış olduğu için, bir ay sonra, 10 Nisan günü şunu yazacaktı:

 

Soruşturma Dosyası, şimdiden 85 klasörü buldu. İlgili yerlere yazılar yazıldı.
Genelkurmay, MİT ve Emniyet’in de aralarında bulunduğu çeşitli kurumlara yüzlerce soru soruldu. Bazılarının cevapları toplandı.

Malatya Özel Yetkili Cumhuriyet SavcılığıMuhsin Yazıcıoğlu Soruşturması‘nı belli bir noktaya getirdi..

 

İşte, meselenin püf noktasını bu 85 klasör oluşturuyordu.

Malum karanlık odak, iddianamenin bu 85 klasördeki bilgiler ışığında yazılmasını istemedi.

“Bir de buraya bakılsın” diye alelacele uyduruk bir senaryo yazdılar.

Savcıların dikkatlerinin dağılmasına, Barnabas İncili masalı etrafında yeni ifadeler alarak konuyu başka bir mecraya taşımalarına, iddianame yazma işini geciktirmelerine, şu Barnabas meselesinin aslının esasının ne olduğunu anlamak için kafa yorarken 85 klasördeki bilgileri o sırada unutmalarına ihtiyaçları vardı.

Bu yüzden, hiç vakit kaybetmeden konuyu UYAP (Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi) üzerinden savcıların önüne koymuş bulunuyorlardı.

Nitekim, Emin Pazarcı yalancı soytarısı, BBP’ye verdiği cevapta şu ifadeleri kullanmış durumdaydı:

 

BBP‘nin açıklamasında, benim elimdeki bütün bilgileri Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı ile paylaşmam gerektiği belirtiliyor.

Avukatlar tarafından bu konuda girişimde bulunulacağı ifade ediliyor. Bu satırlar bile, konuyu nasıl takip ettiklerini ve olup bitenin ne kadar uzağında bulunduklarını gösteriyor. Çünkü, açıklamanın yapıldığı saatlerden çok önce, o isimler savcılık makamının eline geçti. UYAP kanalı ile gerekli yazışmalar yapıldı..

 

Evet, meselenin püf noktasını “iddianame” oluşturuyordu.

Dertlerinin kaynağı buydu..

Birileri üç yıl durmuş durmuşlar, tam da iddianamenin şekillenmesi aşamasında telaşa kapılmışlar, savcıların kafasını karıştırmak, başka bir yere bakmalarını sağlamak istemişlerdi.

Başka bir yere bakmak zorunda kalmaları yüzünden hem iddianamenin yazılması gecikecek, hem savcıların konsantrasyonları bozulup dikkatleri dağılacak, hem de Barnabas muammasını çözelim derken saçlarını başlarını yolmalarına yol açacak şekilde önlerine bir sürü cevapsız soru gelecekti.

Evet, amaç soruşturmanın seyrini, yönünü, konusunu doğal mecrası dışına çıkarmaktan ibaretti.

*

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

 

Evet, (eski Kültür Bakanı Zeybek’in ifadesiyle) “ajan” gazeteci Emin Pazarcı ile saray soytarısı tiyatrocu Ahmet Yenilmez’in ortak pseudo-paranoyaları, yani artistik tabirle algı operasyonları (kuyruklu yalanları), yargıya karşı gerçekleştirilmiş bir kumpas durumunda..

Yargıyı yanıltmak, oyalamak, dikkatini dağıtmak, ilgisiz başka yerlere baktırıp kafasını karıştırmak için, gerçekle uzaktan yakından hiçbir alâkası bulunmayan uyduruk bir masalı gündeme getirmişler.

Evet, bu bir kumpas..

Yargıyı, adaleti hedef alan bir kumpas..

BBP’lileri hedef alan bir kumpas..

Bütün bir Türkiye insanını hedef alan bir kumpas..

Gerçek düşmanı bir kumpas..

Adalet düşmanı bir kumpas..

*

Ve bu kumpasdevlet desteği ve parası ile ödüllendirilmiş, Sevdam Gözlerinde Kaldı adıyla film haline getirilmiş..

Yani bu kumpasa devlet (devlet adını verdiğimiz şahıslar) destek vermiş..

Kumpasın sözcülüğünü, Erdoğan’ın uçağından inmeyen “ajan” gazeteci ile, başka bir konuda değil, tam da kumpasın özü hakkında film çeksin diye devlet tarafından finanse edilen tiyatrocu yapmış..

Dertleri neymiş, Muhsin Yazıcıoğlu hakkındaki Özel Yetkili Savcılık soruşturmasının kendi tabiî mecrasında yürümesi bunları neden rahatsız etmiş?

Neden bir “kumpas” ile, uyduruk bir senaryo ile, yalan dolanla yargıyı yanıltmak istemişler?

Neden devlet (yani devletin yetki, imkân ve gücünü kullanan şahıslar), bu kumpasa maddî ve manevî destek vermiş?

*

Bu soruların cevabı bence açık..

Ve bunların hesabı, bu dünyada olmasa bile ahirette kesinlikle sorulacaktır.

Biz yine şu Emin Pazarcı ve Ahmet Yenilmez soytarılık kumpanyasının ifadelerine dönelim.

Emin Pazarcı’nın yazdıklarına göre, pastane paranoyasının mekânı Balgat..

Ahmet Yenilmez’e göre iseÇukurambar..

İlkine göre hayalî pastanenin adı Seda.. İkincisine göre Sema..

İlkine göre, görüşmenin tarihi 22 Mart 2012.. İkincisine göre 10 Mart..

Emin Pazarcı soytarısı, 22 Mart tarihindeki gerçek dışılık BBP tarafından açıklanınca, tarihi 14 ile 23 Mart tarihleri arasına yayıyor. Dokuz güne..

Fakat, Ahmet Yenilmez’in verdiği tarihi yine de yakalıyamıyor.

Tiyatrocunun verdiği tarih doğru mu peki? Hayır, o gün Yazıcıoğlu gerçekte Afyonkarahisar’da..

*

Emin Pazarcı, Takvim gazetesinde yayınlanan 10 Nisan 2012 tarihli yazısında şöyle diyordu:

 

Özel Yetkili Savcılığın üzerinde durduğu bir başka konu da Muhsin Yazıcıoğlu-Barnabas İncili ilişkisi.

Olay, ilk olarak bu köşede yazdığım yazıyla ortaya çıktı. Ardından, iddialar iddiaları kovaladı.

 

Evet, bu Barnabas İncili masalını ilk anlatan, Emin Pazarcı..

Anlattığı tarih, 7 Mart 2012..

O yazısı şu ifadelerle başlıyor:

 

Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybettiği şüpheli helikopter kazasının ardından pek çok iddia ortaya atıldı. “Bu bir suikasttır” diyenler, çok çeşitli gerekçeler ileri sürdüler. Ancak, hiç birisi şimdi yazacaklarım kadar korkunç ve ciddi değildi.

İddia sahipleri ile tek tek görüştüm. Uzun uzun değerlendirmeler yaptık. Verdikleri bilgiler, son derece sarsıcıydı. Muhsin Yazıcıoğlu‘nu, Barnabas İncili‘ne duyduğu ilginin ölüme götürmüş olabileceğini söylüyorlardı.

 

Tek tek görüştüğü, uzun uzun değerlendirmeler yaptığı, sarsıcı bilgiler aldığı kişiler kimlerdi peki?

Aynı yazıda bu kişileri şöyle tanıtıyordu:

 

Hayatını kaybettiği helikopter kazasından 3 gün önce, 22 Mart 2009‘da, önceden tespit ettiği bazı isimlerle Ankara-Balgat‘taki Seda Pastanesi‘nde bir araya geldi. Bu isimlerden ilki Türkiye‘nin yakından tanıdığı ünlü bir oyuncuydu. Diğeri Mamak Cezaevi‘nde birlikte yattığı arkadaşıydı. Üçüncü şahıs da partide görevliydi. Ayrıca, o gün pastanede bu görüşmeye tanık olan bir de iş adamı vardı.

 

Emin Pazarcı soytarısının bu dört kişiyle nasıl “tek tek” görüşmüş, “uzun uzun değerlendirmeler” yapmış, sarsıcı bilgiler edinmiş olduğu konusu üzerinde durmak gerekiyor.

Ahmet Yenilmez‘le olan görüşmesinin nasıl birşey olduğunu anlamak için, (ikisinin yukarıya aldığımız) ifadeleri arasındaki çelişki ve farklılıklara bakmak yeterli..

Hayalî pastane görüşmesinin tarihi konusunda BBP’nin şamarını yiyince, “Kaynaklarımdan birine göre tarih 22 Mart’tı, fakat bu tarih elimde patladı. Diğer bir kaynağıma göre ise tarih 10 Mart, diğerleri ise şu tarihleri veriyor” gibi birşey diyemiyor.

Sonradan verdiği tarih 14 ile 23 Mart arası olduğuna göre, hayalî görüşmenin diğer iki katılımcısının böyle bir bilgi vermiş olması gerekiyor.

Ama gerçek aslında farklı..

Tarihi dokuz güne yayarak karşısındakileri, Yazıcıoğlu’nun o günlerde böyle bir görüşme yapmış olamayacağını söyleyemeyecek duruma düşürmeye çalışıyor.

Oysa, böyle bir görüşmenin yapılmış olduğunu iddia ettiğine göre, ispat mükellefiyeti ona düşer. Çünkü esas olan yokluktur, yokluk ispat edilmez, varlık ispat edilir. Mesela insanlar için esas olan suçsuzluktur, suç yokluğudur, ve buna masumiyet karinesi denilir. Bir insan mahkemeye çıktığında ondan suçsuz olduğunu, suçunun olmadığını ispat etmesi istenmez. Onun suçlu olduğunu iddia eden savcı ya da davacıya, suçun varlığını ispat mükellefiyeti teveccüh eder.

Soytarı, hayalî pastane görüşmesi için bir tarih veriyor, o tarih elinde patlıyor, bu sefer doğru dürüst bir tarih bile veremiyor, şu zaman aralığında gerçekleşmiş olabilir diye kafa karıştırıyor.

“Ajan” münafıklığının gereğini yapıyor, yalan söylüyor.

*

 

sevdam gözlerinde kaldı ile ilgili görsel sonucu

 

“Ajan” gazeteci Emin Pazarcı ile saray tiyatrocusu Ahmet Yenilmez‘in “seri katil Barnabas İncili konusundaki açıklamalarının çelişkili olması normal..

İki insanın paranoyasının birbirini tutması beklenmemelidir.

Her insanın paranoyasının kendisine özgü olması, bir başkasınınki ile farklılık göstermesi gayet tabiîdir.

Bu, paranoyanın fıtratında vardır.

Hele bir de ortada pseudo-paranoya varsa, seyreyle sen gümbürtüyü..

*

İmdi, Emin Pazarcı’nın beyanına göre, söz konusu hayalî pastane görüşmesinde Ahmet Yenilmez dışında üç kişi daha varmış.

Bu görüşmeden ilk bahseden kişi Emin Pazarcı..

Takvim gazetesindeki köşesinde 7 Mart 2012 tarihinde bu masalı anlatmış bulunuyor.

Yazıcıoğlu’nun vefatından üç yıl sonra..

Ve söz konusu yazısında, ilgili kişilerle “tek tek” görüştüğünü, “uzun uzun değerlendirmeler” yapmış olduklarını, ve onlardan “sarsıcı bilgiler” almış olduğunu yazmış durumda.

Bunların kimler olduğunu şu ifadeleri ortaya koyuyor:

 

Hayatını kaybettiği helikopter kazasından 3 gün önce, 22 Mart 2009‘da, önceden tespit ettiği bazı isimlerle Ankara-Balgat‘taki Seda Pastanesi‘nde bir araya geldi. Bu isimlerden ilki Türkiye‘nin yakından tanıdığı ünlü bir oyuncuydu. Diğeri Mamak Cezaevi‘nde birlikte yattığı arkadaşıydı. Üçüncü şahıs da partide görevliydi. Ayrıca, o gün pastanede bu görüşmeye tanık olan bir de iş adamı vardı.

 

İlginç olan taraf şu: Sonraki süreçte, bunlardan sadece Ahmet Yenilmez‘in medyaya açıklama yaptığını görüyoruz.

Bunun da karşılığını alıyor, parsayı topluyor.. Devlet desteği ve parası ile Sevdam Gözlerinde Kaldı filmini çekiyor. Resepsiyonlarda boy gösteriyor.

Diğerlerinden ses seda yok.. Muhtemelen arkalarında devlet desteği ve parası olmadığı için..

Ses seda olmadığı gibi, içlerinden işadamı olduğu söylenen kişinin ismi ve cismi bile meçhul kalıyor.

Bu işadamının kim olduğu şu ana kadar ortaya çıkmış değil..

*

İşin aslı paranoya olunca devreye başka ilginçliklerin de girmesine şaşırmamak gerekiyor.

Evet, Emin Pazarcı, konuyu gündeme getirdiği ilk yazısında, ilgili kişilerle “tek tek” görüştüğünü, “uzun uzun değerlendirmeler” yapmış olduklarını, ve onlardan “sarsıcı bilgiler” almış olduğunu yazmış bulunuyor.

Ancak, yazılarında verdiği bilgiler, bu ifadesini yalanlıyor.

O “tek tek” görüşmüş olduğu kişilerden birisinin Ahmet Yenilmez olması gerekiyor. Fakat ikisinin ifadeleri birbirini tutmuyor.. Onu geçiyoruz.

İşadamıyla da “tek tek” görüşmüş olamaz, çünkü ismini bile verememiş durumda.

Geriye kaldı iki kişi.. Bunlardan Yakup Demirkale ile de “tek tek” görüşmüş olamaz, çünkü 12 Mart 2012 tarihli yazısında şunları dile getirmiş bulunuyor:

 

Görüşmede önemli bir başka isim daha vardı. Bugün BBP‘nin Genel Başkan Yardımcılığı koltuğunda oturuyor. O da Yakup Demirkale‘ydi. Savcılığa verdiğim ifadenin ardından kendisi telefonla aradı. O toplantının Barnabas İncili için yapıldığını ve Yazıcıoğlu‘nun sinema filmi projesini doğruladı. Buna karşılık toplantıda geçen diyalogların doğru olmadığını iddia etti.

 

Sözde, ilgili isimlerle “tek tek” görüşmüş, “uzun uzun değerlendirmeler” yapmıştı.. Onlardan “sarsıcı bilgiler” almıştı..

Bu yazısına göre ise, Yakup Demirkale onu sonradan arıyor, sadece “sinema projesi”ni doğruluyor.

Demek ki, Emin Pazarcı’nın “tek tek” görüşmüş, “uzun uzun değerlendirmeler” yapmış, “sarsıcı bilgiler” almış olduğu kişiler olarak elimizde sadece bir kişi kalıyor: Yazıcıoğlu’nun Mamak Cezaevi‘nde birlikte hapis yattığı arkadaşı.

Adamdaki paranoyanın büyüklüğünü, ihtişamını, görkemini, haşmet ve heybetini fark edebiliyor musunuz?

İddia sahipleri ile tek tek görüştüm” diyor..

“Uzun uzun değerlendirmeler yaptık” diyor.

“Verdikleri bilgiler, son derece sarsıcıydı” diyor.. 

Ve “tek tek görüştüğü” iddia sahipleri olarak elde sadece bir kişi kalıyor.

Paranoyanın böylesinin içinden, Russell Crowe’lu “Akıl Oyunları” filminin senaristleri bile çıkamaz.

Görüldüğü gibi, Emin Pazarcı sayesinde paranoya alanında çağdaş uygarlık düzeyini aşıp geçmiş durumdayız.

*

Emin Pazarcı’nın, uçak-ı hümayundan eksik edilmemeyi alnının teriyle hak ettiği anlaşılıyor.

Masa başı gazetecilik ya da masa başı habercilik herkesin yapabileceği birşey.. Paranoya gazeteciliği ya da hayal haberciliği ise daha üstün yetenekler gerektiriyor.

Adamda muhteşem bir hayal gücü, gelişmiş bir palavracılık yeteneği, inandırıcı bir yalan söyleme kabiliyeti, utanmaz bir karakter, kızarmaz bir yüz olması gerekiyor.

Bütün bu özelliklerin tek kişide bulunması biraz zor, fakat Emin Pazarcı zoru başarmış.

Neyse, biz yazdıklarına dönelim.

İfadeleri çerçevesinde “tek tek” görüşmüş olabileceği kişiler sadece “Mamak Cezaevi sakini” haline geliyor.

Ancak, o “tek tek kişi”den aldığı sarsıcı bilgiler ile Ahmet Yenilmez’in beyanları birbiriyle çelişiyor.

Ve sonradan Yakup Demirkale bu paranoya gazeteciliğinin kâşifini arayıp, “Ne Ahmet Yenilmez doğru söylüyor, ne de Muhsin Başkan’ın hapishane arkadaşı; pastanede geçtiği söylenen diyaloglar doğru değil, sadece film projesi doğru” diyor.

Yani, pastane görüşmesinin kahramanlarının üçü de birbirini yalanlıyor.

*

Dedik ya, gerçek tek olur, fakat paranoyalar fıtratları icabı birbirlerinden farklılık gösterirler.

Ancak Emin Pazarcı’nın paranoyasının fıtrat dozu biraz fazla kaçmış, paranoyası resmen “fıttırmış”.

Adam baştan ilgili isimlerle “tek tek” görüştüğünü söylüyor, fakat o “tek tek” görüştüğü isimlerden Yakup Demirkale sonradan bu vatandaşı “ilk kez” arıyor.

Paranoya paranoya olalı böyle zulüm görmüş müdür?

Tamam, dört bir yanı paranoya ile malamat etmişsiniz, fakat tutup bir de bu paranoyaların üstüne tüy mü dikmeniz gerekiyor?

Hadi diyelim ki Emin Pazarcı sadece Mamak sakini ile görüşmüştü, Yakup Demirkale‘nin de o görüşmede bulunduğunu böylece öğrenmiş olması gerekirdi.

Ve BBP yönetimi kamuoyuna açıklama yapıp söz konusu pastane görüşmesinin bir yalan olduğunu söylediğinde, BBP Genel Başkanı Mustafa Destici telefonla arayıp kendisini tekzip ettiğinde Emin efendinin, “Kardeş, yanındaki yardımcınla konuş” diyebilmesi gerekirdi.

Bunu diyemediği gibi, kendisinden o görüşmede (sözde) bulunmuş olan kişilerin ismini istediğinde isim bile veremiyor.

En azından Yakup Demirkale’nin ismini verebilmesi gerekirdi.

Verememesinin nedeni, BBP’den böyle bir tepki beklemedikleri için hazırlıksız yakalanmış olmaları..

Ona bu paranoyayı yazdıranlar henüz ilgili isimleri belirlemedikleri ve kendisine açıklamadıkları için apışıp kalmış..

*

Normalde, ilgili isimlerle tek tek görüştüğünü, uzun uzun değerlendirmeler yaptığını, onlardan sarsıcı bilgiler aldığını söyleyen Emin Pazarcı’nın, bir gazeteci olarak, iddiaların teyidini yapmak için önceden Yakup Demirkale’yi arayıp bilgi almış olması gerekirdi.

Bu, gazeteciliğin temel kurallarından, rutin uygulamalarından biridir.

Olmazsa olmazıdır.

Öyle olmuyor, sonradan Yakup Demirkale bu beyefendiyi arıyor.

Üstelik bu Yakup Demirkale, genel başkan yardımcısı olarak yetkili ve sorumlu mevkide bulunduğu BBP, sözde kendisinin de katılmış olduğu pastane görüşmesini, tarihin uygunsuzluğu yüzünden yalanladığında, ortaya çıkıp, “Hayır, bu görüşme oldu, ben de oradaydım, tarih de şu zamandı. O gün Muhsin Başkan’la önce şöyle haberleşmiş, şurada buluşmuştuk” vs. diyemiyor.

Bu Yakup Demirkale, masada geçen diyalogların doğru olmadığını da iddia etmişmiş.

Burada kim yalan söylüyor?.. Emin Pazarcı’nın diğer kaynak(lar)ı mı, Yakup Demirkale mi?

Bu ifade çerçevesinde iki taraftan birinin yalancı olduğu tescillenmiş bulunuyor. Mevcut durumda her iki taraf da eşit ölçüde “yalancılık şaibesi” altındadır.

Ve, böyle insanların şahitliklerinin beş paralık bile bir değeri olamaz.

*

ahmet yenilmez resepsiyon ile ilgili görsel sonucu

erdoğan gazeteciler uçak ile ilgili görsel sonucu

 

Koskoca bir ülke halkını küçümsemek, aşağılamak, insan yerine koymamak, onları yalanlarla güdülecek bir sürü yerine koymak işte böyle olur.

Allahu Teala, Firavun ile o devrin Mısır ahalisinin durumunu şöyle tasvir etmektedir:

 

فَٱسْتَخَفَّ قَوْمَهُۥ فَأَطَاعُوهُ ۚ إِنَّهُمْ كَانُوا۟ قَوْمًا فَٰسِقِينَ

[Festehaffe kavmehu fe atâûh (atâûhu), innehum kânû kavmen fâsikîn (fâsikîne).] (Zuhruf, 43/54)

 

Merhum M. Hamdi Yazır hoca, bu âyete şöyle meal vermiş:

 

“Bu suretle kavmını istihfaf etti onlar da ona itaat eylediler çünkü dinden çıkmış fâsık bir kavm idiler.”

 

İstihfaf etti, yani hafife aldı, küçümsedi.

Ömer Nasuhi Bilmen hocanın verdiği anlam ise şöyle: “Artık kavmine hakaretle baktı. Derken onlar da ona itaat ediverdiler. Şüphe yok ki onlar, fasıklar olan bir kavim olmuş idiler.”

Merhum Hasan Basri Çantay ise şöyle anlam vermiş: “Bu suretle kavmini küçümsedi. Onlar da kendisine itaat etdiler. Hakıykat onlar faasıklar güruhu idi.”

*

İşte, “ajan” gazeteci, “uçak-ı hümayun”un baş tacı Emin Pazarcı ile “devlet destekli ve finansmanlı” saray tiyatrocusu resepsiyonist Ahmet Yenilmez’e bütün bir halkı çocuk yerine koyup masallar anlatma vazifesi veren perde arkasındaki sahtekâr odak(lar)ın durumu da bu.

80 milyon insanı küçümsüyor, hafife alıyor, hor ve hakir görüyor, geri zekâlı muamelesi yapıyorlar.

Özgüvenleri öyle tavan yapmış ki, “tavşanın suyunun suyu” diye bir kova suyu çorba niyetine misafirlerinin önüne koyan Nasrettin Hoca‘nın tutumu bunlarınkinin yanında çok basit ve önemsiz hale geliyor.

Bunlar millete yedirmek için masal uydururken sudan bile tasarruf yapıyorlar, bomboş paslı tenekeyi çorba kâsesi diye ortaya getiriyorlar. Palavralarının içinde ne bir kaşık su, ne bir tutam akıl ve mantık, ne bir avuç gerçeğe uygunluk, ne bir dirhem ciddiyet, ne de bir gram özen ve dikkat var.

Mesele sadece enaniyetlerinin kabarmış, özgüvenlerinin balon gibi şişmiş olması da değil, milletin aptallığına olan inançları olabilecek en yüksek düzeye çıkmış..

“Bu millet, önüne ne koyarsak koyalım yer, özen ve dikkat, düşünce ve zahmet gerekmiyor” diye düşündükleri açık.

Aziz Nesin, bu toplumun yüzde 60’ının aptal olduğunu söylüyordu, bunların ise yüzde 99,9’unun ahmak ve ebleh olduğunu düşündükleri anlaşılıyor.

Milletin yüzde 100’ü için “ahmak, ebleh ve salak” diyecekler de, bu durumda hesaba kendileri de dahil olacağı için tayfalarına bir “zekî topluluk” kontenjanı ayırıyorlar.

*

Biz “Emin ilen Ahmet” paranoya maden yataklarındaki devasa rezervler heba olmasın, ulusal zenginliklerimiz ziyan edilmesin ve atıl kalmasın diye, paranoya damıtma ve ayrıştırma işlemine devam edelim.

Emin Pazarcı’ya göre, hayalî pastane görüşmesinde Ahmet Yenilmez dışında üç kişi daha vardı.

Ahmet Yenilmez’e göre ise, kendisi dışında dört kişi daha bulunuyordu.

Anlaşılıyor ki Ahmet Yenilmez’in paranoyası Emin’inkinden de büyük ve haşmetli.

Saray tiyatrocusu şunu da söylüyor: “Ama o Başkanla (Yazıcıoğlu) olan görüşmede olup da bunu inkar edenler var.”

İmdi, Emin Pazarcı’nın “dört” kişisinden üçü (saray tiyatrocusu Ahmet Yenilmez, BBP Genel Başkan Yardımcısı Yakup Demirkale ve Mamak Cezaevi sakinlerinden Ramazan Akgün) gidip Malatya Özel Yetkili Savcılığı’na ifade vermiş durumda.

Burada eksik olan, işadamı olduğu söylenen kişi..

Demek ki, Ahmet Yenilmez’in paranoyası çerçevesinde söz konusu işadamı (ki şimdiye kadar ismi açıklanabilmiş değil), böyle bir görüşmenin varlığını reddediyor.

Ancak, Emin’in paranoyasından farklı olarak Ahmet’in paranoyasında inkâr edenlerin sayısı iki.. Biri işadamı, diğerinin ne olduğu ise meçhul.. Tek bildiğimiz, Ahmet’in paranoyası çerçevesinde, işadamı gibi, pastane görüşmesinin varlığını inkâr ediyor olması.

*

Ancak, Emin’in paranoyası çerçevesinde söz konusu işadamının inkârcı olmaması gerekiyor.

Çünkü, bu “seri katil Barnabas İncili masalını ilk gündeme getiren kişi olan başparanoyak Emin efendi hazretleri, konuyla ilgili ilk yazısında şöyle demişti:

 

Hayatını kaybettiği helikopter kazasından 3 gün önce, 22 Mart 2009‘da, önceden tespit ettiği bazı isimlerle Ankara-Balgat‘taki Seda Pastanesi‘nde bir araya geldi. Bu isimlerden ilki Türkiye‘nin yakından tanıdığı ünlü bir oyuncuydu. Diğeri Mamak Cezaevi‘nde birlikte yattığı arkadaşıydı. Üçüncü şahıs da partide görevliydi. Ayrıca, o gün pastanede bu görüşmeye tanık olan bir de iş adamı vardı….

Şimdi, o gün Seda Pastanesi‘nde Yazıcıoğlu ile bu dev projeyi konuşanlar, son dönemde bazı yaşadıklarını da birleştirerek, önemli bir iddiada bulunuyorlar. 25 Mart 2009‘daki helikopter kazasını, Barnabas İncili ile irtibatlandırıyorlar.

Kim mi onlar? İsimleri bizde saklı. Ancak, hepsi konuşmaya ve ellerindeki bilgileri paylaşmaya hazır. Kazayı soruşturan Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı isterse hemen verebiliriz.

 

Hepsi konuşmaya ve ellerindeki bilgileri paylaşmaya hazır olduğuna göre, işadamı da hazır demektir.

Ancak, sonraki süreçte işadamından ses seda çıkmıyor.

Ahmet Yenilmez, Yakup Demirkale ve Ramazan Akgün gidip ifade veriyorlar. Emin Pazarcı’nın bizzat kendisi de..

Nitekim, başparanoyak Emin Efendi, 12 Mart 2012 tarihli yazısında “Geçtiğimiz cuma günü, davet üzerine Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı‘na giderek, benden istenen isimleri verdim demiş bulunuyor.

Verdiyse, işadamının da kimliğinin açığa çıkması ve Savcılığa davet edilip ifadesinin alınmış olması gerekirdi.

*

Ancak, ilgili haberleri taradığımızda, böyle bir işadamının ifade vermesinin söz konusu olmadığını öğreniyoruz.

Zaten, Ahmet Yenilmez’e göre, o hayalî pastane görüşmesinde bulunup da inkâr edenler var.

Savcılık makamının yürüttüğü normal bir soruşturmada, inkâr edenlerin de ifadelerinin mutlaka alınması gerekir.

Bu olayda ise, alınmamış olduğunu görüyoruz.

*

Ahmet Yenilmez’in paranoyası çerçevesinde düşünürsek, (Emin efendi başparanoyak olduğuna göre buna da kılkuyruk paranoyak demek uygun düşebilir), beş kişinin konuyu merhum Yazıcıoğlu ile görüşmüş olduğu iddia ediliyor ve bunlardan ikisi böyle bir toplantının varlığını inkâr ediyor.

Diyelim ki böyle bir pastane görüşmesi oldu, siz de oradaydınız, ve orada bulunan kişilerden ikisi sonradan bunu inkâr ettiler.

Ne düşünürsünüz?.. Ve ne yaparsınız?..

Elbette öncelikle, “Bu adamlar bu görüşmeyi neden inkâr ediyorlar?” diye sorarsınız.

İmdi, siz böyle bir toplantı yapıyorsanız, ve bu toplantıdan (başparanoyak Emin‘in paranoyasına göre) üç gün, veya (kılkuyruk paranoyak tiyatrocunun paranoyasına göre) 15 gün sonra Muhsin Yazıcıoğlu vefat ediyorsa, ve siz bu ölümü söz konusu toplantıya bağlıyorsanız, o toplantının varlığını inkâr eden o iki kişinin, Yazıcıoğlu’nun projesini, onun katillerine haber vermiş olabileceklerini hesaba katmanız gerekir.

Öyle ya, bu kadar açık bir yalanı söyleyebilen, yapılmış bir toplantıyı hiç olmamış gibi gösterebilen hain ve namert alçaklardan herşey beklenir.

*

Başparanoyak Emin‘in paranoyasına göre, söz konusu pastane toplantısında gündeme gelen proje öyle gizem ve esrarengizlik deposu bir sırdı ki, o beş kişi dışında kimse bilmiyordu.

Çünkü, söz konusu iddiayı ilk kez gündeme getiren başparanoyak Emin’i Büyük Birlik Partisi (BBP) yönetimi şu ifadelerle yalanlamıştı:

 

Ayrıca, Sayın Pazarcı’nın iddiasında yer alan böyle bir ‘Buluşma’ böyle önemli bir konu başka bir tarihte de yapılmış olsa dahi BBP’nin, o günkü yöneticileri tarafından bilinmemektedir. Olmuş ise de merhum genel başkan tarafından dillendirilmemiştir.

Şehadet sebebi olarak ifade edilen böyle bir konunun gündeme 3 yıl sonra getirilmiş olması da dikkat çekicidir.

Kamuoyunun bilmesi gereken şu ki: Metin’de yer alan ve 5–6 milyon dolarlık bir bütçeye havi olacak “SİNEMA FİLMİ” projesi, şehit lider tarafından; yol arkadaşları olan ve resmen hizmeti birlikte yaptıkları tarafından doğal olarak bilinmesi gerekirdi.

 

Başparanoyak Emin ise, bu makul, “hayatın olağan/doğal akışı”na uygun itiraza şöyle bir arsızlık ve şirretlik şahikası demagoji ile cevap vermişti:

 

BBP yöneticileri, böyle bir görüşmeden kendilerinin haberdar olmadıklarını belirtiyorlar.

Ne biçim ifade bu? Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu‘nun yaptığı her görüşmeyi sizlere rapor etmek gibi bir misyonu mu vardı?

Yazıcıoğlu, sizin lideriniz miydi, yoksa memurunuz mu?

Evet, Yazıcıoğlu’nun Hristiyan dünyasını alt üst edecek, çanına ot tıkayacak muhteşem projesinden kimsenin haberi yoktu, sadece beş kişiye bir pastane toplantısında söz etmişti, ve bunun ardından da hemen ortadan kaldırılmış, öldürülmüştü..

Başparanoyak Emin ile kılkuyruk paranoyak Ahmet’in paranoyalarına göre, ölümünün nedeni, Yazıcıoğlu’nun bu pastanede gündeme getirmiş olduğu Barnabas İncili projesi idi..

Ve bu projeden, o beş kişi dışında kimsenin haberi yoktu.. Varlığından Yazıcıoğlu’nun en yakın arkadaşları bile, o pastanede bulunmuş olan kişilerin verdiği bilgileri yazan başparanoyak Emin sayesinde haberdar olabilmişlerdi.

Hem de, ölüm hadisesinden üç yıl sonra..

Ve ardından, Malatya Özel Yetkili Savcılığı, Yazıcıoğlu kazasını soruştururken bu beş kişiden ikisi su koyveriyor, toplantının varlığını inkâr ediyorlardı.

*

Bütün bunlardan çıkan mantıkî sonuç, söz konusu iki inkârcı kişinin (ki birisi işadamı), Yazıcıoğlu cinayetinin “makul şüpheli” işbirlikçileri olmasıdır.

İnkâr ettiklerine göre, ortada iki ihtimal vardır:

Birincisi, bildiklerini açıklamamaları için Vatikan’cılar tarafından tehdit ediliyor olmalarıdır. Bu durumda, Yazıcıoğlu gibi öldürülme korkusuyla yalan beyanda bulunduklarını düşünmek gerekir.

İkinci ihtimal, Vatikan’ın haber kaynağı işbirlikçisi olarak cinayet kararının alınmasında etkin rol almış bulunmaları yetmiyormuş gibi, olayı örtbas etmek için yalana başvuruyor olmalarıdır.

Vatikan’cılar tarafından tehdit ediliyor olsalardı aynı şeyin Ahmet Yenilmez, Yakup Demirkale ve Ramazan Akgün için de geçerli olması gerekirdi.

Fakat onlar böyle bir tehditten söz etmiş değiller.

O halde geriye ikinci ihtimal kalıyor. O iki kişinin Vatikan’cı canilerin haber kaynağı ve işbirlikçisi olmaları.

*

Bu durumda başparanoyak Emin efendinin BBP’liler ile demagoji yaparak alay etmek yerine ivedilikle o iki kişinin (veya kendi paranoyası çerçevesinde tek kişinin, işadamının) kimliğini açıklaması gerekir.

Fakat, bu konuyu gündeme getirmesinin üzerinden yedi yılı aşkın bir zaman geçmiş olduğu halde bu isme yazılarında yer vermedi.

Aynı şekilde Ahmet Yenilmez’in de o alçak “inkârcılar”ı deşifre etmesi, Yazıcıoğlu’nun kanının yerde kalmaması için elinden geleni yapması gerekirdi.

Fakat o, bunu yapmak yerine, sevdalı filmler çevirip devletin parasını afiyetle çatır çutur yedi, keyfine baktı, resepsiyonlarda neşeli pozlar verdi.

Dahası, Türkiye Cumhuriyeti Devleti savcılıkları, uçak-ı hümayunun baş tacı yandaş gazeteci Emin Pazarcı ile “devlet destekli ve finansmanlı” resepsiyonist saray tiyatrocusu Ahmet Yenilmez’in açıklamalarını ciddiye almalı, o inkârcı kişilerin üzerine gitmeli, onlardan hesap sormalıydı.

Bunu da göremedik.

Muhsin Yazıcıoğlu gibi bir siyasetçi Barnabas İncili yüzünden Vatikan’cılar tarafından öldürülecek ve bunda parmağı olması muhtemel iki kişi, yapılmış bir toplantının varlığını inkâr ederek hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam edecekler..

Böyle birşey olabilir mi?..

Buna savcılıklar da, Emin Pazarcı ve Ahmet Yenilmez de göz yummamalıydı..

Savcılıklara düşen, o inkârcı kişileri alıp sorgulamaktı.. Emin Pazarcı ile Ahmet Yenilmez’e düşen ise, onların isimlerini vererek kamuoyunu aydınlatmalarıydı.

*

Bunların yapılmamış olmasının akla getireceği tek makul sonuç şudur:

Gerçekte, sözü edilen türden “inkârcı” iki kişi mevcut değildir.

Tıpkı pastane görüşmesi gibi hayalî figür durumundadırlar.

Bunun ardından akla gelecek soru ise şudur:

Neden “ajan” gazeteci, “uçak-ı hümayun”un baş tacı yandaş Emin Pazarcı ile “devlet destekli” resepsiyonist tiyatrocu bu tür masallar anlatıyorlar?

Ve neden böyle bir masal devlet desteği ve parası ile film yapılıp revaçta tutulmaya çalışılıyor, devlet televizyonunda gösteriliyor?

Üstelik Anadolu Ajansı gibi bir devlet kuruluşu bu filmin beleş reklamını yapıyor?

*

 

Şimdiye kadar yazdıklarımızdan şu kesin olarak açığa çıkmış bulunmaktadır:

Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun Barnabas İncili‘ni konu edindiği bir pastane toplantısı kesinlikle yaşanmamıştır.

Bu toplantının tarihi, yeri ve katılımcıları konusunda söylenenler, birbirini tutmayan çelişkili laflar durumundadır.

Üstelik, o günlerde Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte bulunan korumaları ve onunla birlikte seçim çalışmaları yapan arkadaşları tarafından verilen bilgiler, söz konusu iddiayı çürütmektedir.

Ayrıca, Yazıcıoğlu’nun o günlerde medyaya yansımış olan programı ve miting bilgileri de iddiaları çürütmektedir.

Kısacası, Emin Pazarcı ve Ahmet Yenilmez başta olmak üzere bu konuda tiyatroculuk yapıp rol kesenler yalan söyleyip kamuoyunu yanıltmış bulunmaktadırlar.

Malatya Özel Yetkili Savcılığı‘na ifade vermeleri de, daha önce soruşturma kapsamında ortaya çıkmış olan 85 klasörlük bilgilerin değersizleştirilmesi dışında bir işlev görmemiştir.

*

Emin Pazarcı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun Barnabas İncili‘ne olan ilgisini ortaya koyan pastane toplantısını ilk kez kendisinin gündeme getirdiğini yazmıştı.

O ilk yazısının tarihi de biliniyor: 7 Mart 2012..

Bu hayalî toplantı bahane edilerek sadece Muhsin Yazıcıoğlu değil, Turgut Özal, Abdullah Çatlı ve Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocanın ölümleri de Barnabas İncili ile ilişkilendirildi.

Sözde, o uydurma pastane toplantısında Muhsin Yazıcıoğlu, Esad Efendi’nin Barnabas İncili‘ne olan ilgisini açıklamış bulunuyordu.

Ahmet Yenilmez üçkâğıtçı soytarısının ifadesine ve Emin Pazarcı “ajan” gazetecisinin yazdıklarına göre, Yazıcıoğlu böyle konuşmuştu.

Böylece, o zamana kadar hiç kimsenin bilmediği, haberdar olmadığı birşey daha açığa çıkmış oluyordu: Esad Efendi‘nin sadece (artık ölmüş olan) Muhsin Yazıcıoğlu tarafından bilinen Barnabas İncili merakı, onun 28 Şubatçılar yüzünden gitmiş olduğu Avustralya’da öldürülmesine yol açmıştı.

*

Ancak, Emin Pazarcı ile Ahmet Yenilmez iddialarını bu noktada da bırakmamışlardı.

Sadece Esad Efendi’nin değil, Turgut Özal ile Abdullah Çatlı‘nın da Barnabas İncili‘ni takıntı yapmış oldukları için öldürüldüklerini öne sürdüler.

Turgut Özal’ın Barnabas İncili‘ne olan ilgisinden o güne kadar (en yakınları da dahil) kimsenin haberi olmamıştı, fakat acar “ajan” gazeteci Emin Pazarcı bunu ortaya çıkarma başarısını göstermişti.

Emin Pazarcı, Turgut Özal’ın Dr. Hamza Hocagil ile bu konuda temas kurmuş olduğunu söylüyordu, fakat Hocagil konuyla ilgili açıklamalarında kendisiyle temas kuranların sadece Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nden iki general olduğunu ifade etmekteydi.

Hamza Hocagil‘in, kendisinin Özal ile bu konuda temasta olduğundan haberi yoktu, fakat Emin Pazarcı’nın vardı.

Aynı şekilde, Abdullah Çatlı‘nın Barnabas İncili merakından da, Emin Pazarcı ile Ahmet Yenilmez konuyu gündeme getirene kadar hiç kimsenin haberi olmamıştı.

Zararı yoktu, geç olsun da güç olmasındı, iki “yerli ve milli” isim, bir “ajan” gazeteci ile “devlet destekli” saray tiyatrocusu, dört ölümün ardındaki sırrı nihayet açığa çıkarmış bulunuyorlardı.

Bütün bunlar, söz konusu hayalî pastane görüşmesinin bereketiydi.

*

Evet, pastane görüşmesinin bir uydurma olduğunu kesin olarak biliyoruz.

Bu konuyla ilgili söylenebilecek daha pekçok şey var.. Emin Pazarcı’nın yazılarında ve Ahmet Yenilmez’in beyanlarındaki tutarsızlık, çelişki ve “açık”lar, şu ana kadar yazdıklarımızla sınırlı değil.

Ancak, konuya devam edersek, kitap hacminde bir çalışma yapmış olacağız; gerek yok.

Şu ana kadar yazdıklarımız, pastane görüşmesinin acemice bir yalan ve uydurma olduğunu, inkâra mecal bırakmayacak şekilde ispatlamış bulunmaktadır.

Emin Pazarcı ile Ahmet Yenilmez’in bir algı operasyonunda rol almış yalancılar olduğunu kesin olarak biliyoruz.

Bilmediğimiz ise şu: Neden bu yalanı ortaya atmış olan Emin Pazarcı gibi bir gazeteci el üstünde tutulmakta, Cumhurbaşkanı’nın uçağında sürekli yer bulmakta, baş tacı edilmektedir?

Ve neden Ahmet Yenilmez‘in bir yalandan ibaret olan “seri katil Barnabas İncili” iddiası Kültür Bakanlığı’nın maddî desteğiyle sinema filmine dönüştürülmüş, Anadolu Ajansı tarafından bu filmin reklamı yapılmış, ve devlet televizyonu o filmi yayınlamayı vazife bilmiştir?

*

Bu soruların cevabını verme konumunda olan biz değiliz, Emin Pazarcı ile Ahmet Yenilmez’i ödüllendirenler bu soruların muhatabıdır.

Onlar, böylesi bir yalanı niçin ödüllendirdiklerini açıklamak zorundadırlar.

Er geç açıklamak zorunda kalacaklardır..

Peki ama, ne zaman?..

Ne zaman?… Ne zaman?… Ne zaman?..

 

1. Güneş, dürüldüğü zaman,

2. Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman,

3. Dağlar, yürütüldüğü zaman,

4. Gebe develer salıverildiği zaman.

5. Yabanî tüm canlılar toplandığı zaman,

6. Denizler kaynatıldığı zaman,

7. Ruhlar (bedenlerle) eşleştirildiği zaman.

8, 9. Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman,

10. Amel defterleri açıldığı zaman,

11. Gökyüzü sıyrılıp koparıldığı zaman,

12. Cehennem alevlendirildiği zaman,

13. Cennet yaklaştırıldığı zaman,

14. Herkes önceden hazırlayıp getirdiği şeyleri bilecektir.

(81-Tekvir Suresi)

BU DÜNYADA SADECE SÖZDE DİNDAR EYYAMCILARI ALDATABİLİRSİNİZ..

AHİRETTE İSE MASKELERİNİZ DÜŞECEK VE O EYYAMCILAR SİZE LANET OKUYACAKLAR..

ERDOĞAN, “BEN AMERİKA’NIN GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDEN BİRİLERİ OLURSA NE YAPARSAM….” DİYOR..

BUNU, KASIMPAŞALI AHMET KAPTAN’IN FUTBOL VE TİYATRO MERAKLISI OĞLU OLARAK SÖYLEMİYOR, TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ (MİT VE TSK’SI DAHİL BÜTÜN KURUMLARIYLA) TEMSİL EDEN ADAM OLARAK SÖYLÜYOR.

MİT’İN DAHA YAKIN ZAMANLARA KADAR “AMERİKA’NIN GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDEN BİRİLERİ” İÇİN NELER YAPTIĞINI BİLİYORUZ..

ABD TARAFINDAN HAKLI HAKSIZ DENİLMEDEN TERÖRİST DAMGASI VURULAN KİŞİLERİ TÜRKİYE’DE YAKALAYINCA DOOOĞRU CIA’İN İŞKENCEHANELERİNE GÖNDERDİLER.

GELELİM ESAD COŞAN HOCA’YA..

EFENDİM NEYMİŞ, ESAD EFENDİ’Yİ AVUSTRALYA’DA CIA ÖLDÜRMÜŞMÜŞ.. ÇÜNKÜ O FETÖ’CÜLERE KARŞIYMIŞ.

ESAD EFENDİ’Yİ CIA ÖLDÜRDÜYSE, “AMERİKA’NIN GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDEN BİRİSİ” OLARAK GÖRÜLMÜŞ DEMEKTİR.

DİYELİM Kİ ESAD EFENDİ’Yİ “YERLİ VE MİLLİ FAİLİ MEÇHULCÜLER” DEĞİL, CIA ÖLDÜRDÜ VEYA ÖLDÜRTTÜ..

O ZAMAN ŞU SORUYA CEVAP VERMEK ZORUNDASINIZ:

AMERİKA’NIN GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDEN BİRİLERİ SÖZ KONUSU OLUNCA ÜZERİNE DÜŞENİ İTİNAYLA YAPTIĞINI FERİH FAHUR SÖYLEYEBİLEN, EV ÖDEVİNİ HEP EKSİKSİZ YAPMIŞ OLMANIN HAZZIYLA ÜST PERDEDEN KONUŞAN SİZLER, EVET SİZLER, BU CİNAYETİN NERESİNDESİNİZ?

*

SENİN KİM OLDUĞUN, ORTAĞINDAN BELLİ!

 

Image

 

Abdülhakîm SAYGIN

 

PBS kanalının deneyimli televizyoncusu Charlie Rose’a konuşan Başbakan Erdoğan şöyle demiş: 

 

“Bizim model ortağımızdan beklentilerimiz var. (“Ne bekliyorsunuz?” sorusu üzerine) Bunları sınır dışı etmesini. Ben Amerika’nın kendi güvenliğini tehdit eden birileri olursa ne yaparsam, stratejik ortağımız da bizim ulusal güvenliğimizi ilgilendiren bir konuda onu yapmalı.”

 

Evet, birileri, Erdoğan’ı “dünya lideri, İslam âleminin yeni umudu, zalimlerin korkulu rüyası vs. vs.” olarak takdim edip duruyor. Hızını alamayan bazıları da “Son kale Türkiye” edebiyatı yapıyor..

Neyin son kalesiyse?..

Laikliğin mi, Kemalizm’in mi, neyin son kalesi, orası açık değil..

Evet, dünyadan habersiz dalkavuklar taifesi, “Aç tavuk kendisini darı anbarında sanırmış” hesabı masallar anlatıyor, sonra da anlattıkları masallara kendileri inanıyorlar..

İnanmayanlara da öfkeleniyorlar.. Çünkü hayal dünyaları yıkılmış oluyor..

*

Gerçekte Türkiye ne?.. Ve, Erdoğan kim?..

Bu soruların yalın cevabı, Erdoğan’ın PBS kanalına yaptığı açıklamada veriliyor.

Maalesef Erdoğan’ın liderliğindeki Türkiye, ABD’nin “model ortağı”..

Dahası, “stratejik ortağı”..

Bu ortaklık, öyle böyle, sıradan bir ortaklık değil..

Stratejik ortaklık, hem de “model”..

Masal anlatıp duran “dalkavuklar” taifesi, kendilerine şu soruyu sorsalar iyi olur: ABD’nin stratejik ortağından İslam âlemi için kurtarıcı çıkar mı?..

*

“Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”

Sen ki, ABD’nin stratejik ortağısın, model ortağısın, bu halinle sen gerçekte nesin ve kimsin?.. Bir düşün..

Erdoğan, stratejik ortaklığın ne anlama geldiğini de çok iyi biliyor.

Diyor ki:

“Ben Amerika’nın kendi güvenliğini tehdit eden birileri olursa ne yaparsam, stratejik ortağımız da bizim ulusal güvenliğimizi ilgilendiren bir konuda onu yapmalı.”

Evet, Amerika’nın güvenliğini tehdit eden birileri olursa, “zalimlerin korkulu rüyası”, gerekeni yaparmış..

En büyük zalimin güvenliğini tehdit eden birileri olursa, onun stratejik ortağı olarak gerekeni yapan birine “zalimlerin korkulu rüyası” unvanının verilebildiğini görüp de kahrolmaması için insanın, acaba nasıl bir vicdansızlığa sahip olması lâzım gelir?

Bir de çıkıp, “Bizim Allah’tan başka kimseden korkumuz yok” diyebiliyorsun..

Allah’tan başkasından korkmuyor da, sadece Allah’tan korkuyorsan, bu ne biçim bir Allah korkusu ki, ABD’nin ulusal güvenliği için her şeyi yapmaya hazırsın..

Bu sendeki ne biçim Allah korkusu ki, ABD’nin ulusal güvenliği için her şeyi yapmaya hazırsın, fakat ülkendeki, derin odaklar ile hiç değilse dolaylı yoldan ya da zımnen işbirliği yapmaya razı olmayan insanların kendilerini kişisel güvenlik bakımından biraz olsun rahat hissedebilmeleri için hiçbir şey yapmıyorsun?

Hatta, tam aksini yapıyorsun?..

Bu mudur Allah korkusu, bu mudur?..

“KAOS”ÇU VE “KUŞATMA”CI “DÜZEN”BAZ SAHTEKÂRLAR, ESAD COŞAN HOCA’DAN ALINTI YAPARKEN ŞEYTANLIK SERGİLEMESİN!

SÖZÜN NEREDE, NE ZAMAN, HANGİ BAĞLAMDA SÖYLENDİĞİNİ UNUTTURARAK ÇARPITMA ADİLİĞİNİ “MİLLİLİK YERLİLİK” PALAVRASIYLA CİLALAMASINLAR

*

(http://www.haber7.com/medya/haber/1411209-esad-cosan-24-sene-once-uyarmis)

Esad Coşan 24 sene önce uyarmış!

Gazeteci Alper Tan, Paralel Yapının ardındaki derin güçleri ve Esad Coşan’ın 24 yıl önceki önceki uyarıları hatırlatan bir yazı kaleme aldı.

Esad Coşan 24 sene önce uyarmış!
GİRİŞ 13.06.2015 00:50 GÜNCELLEME 13.06.2015 17:44

 

Gazeteci Yazar Alper Tan,”Hocamız, şeyhimiz, gavsımız diyerek aklını, mantığını, ruhunu, parasını, ahiretini, kayıtsız şartsız ve İslam’a da aykırı olarak başkalarına teslim etmiş olanların dikkatine sunuyoruz”diyerek kaleme aldığı yazısında, Paralel Yapının ardındaki derin güçleri deşifre ederek, şaibeli bir trafik kazasında hayatını kaybeden Esad Coşan‘ın 24 yıl önceki bazı uyarıları hatırlattı.

 

İŞTE O YAZI:

28 Şubat döneminde yasakçı sisteme uymayan, yasakçı düzenin değişmesi için gayret eden veyahut “şimdilik” bir şey yapmasa bile ilerde sistem açısından tehlikeli olabileceği varsayılan insanlarla ilgili infaz kararları veriliyordu. Anlatıldığına göre infaz kararı çıkanların sayısı 11.800 civarındaydı. Çok çeşitli yol ve yöntemlerle infazlara da başlanıyor. 2003 yılına kadar devam eden süreçte bu 11.800 infaz kararından yaklaşık 3.600’ünün uyguladığı anlaşılıyor. Faili meçhul kalan cinayet, kayıp, çatışmada öldürülme, trafik kazası, intihar, evinde veya işyerinde ölü olarak bulunma, gizlice zehirlenme uygulanan yöntemlerden sadece bazıları.

2000’li yılların başında çeşitli evlerin bahçesinde, bodrumunda veya farklı yerlerde füze gibi yerlerden cesetleri çıkarılanlar, bu kapsamda infaz edilen insanlardı. Domuz bağı ile boğularak öldürülenler bu kapsamda can verenlerdi. Bunların bazıları “Kürtçü” bazıları “Bölücü” bazıları da “İslamcı” yaftalarıyla suçlandılar, fişlendiler ve infaz edildiler. Ama ortak yönleri, yasakçı, vesayetçi düzen açısından tehlikeli görülüyor olmalarıydı.

Bu infaz listelerinde adı bulunanların bazıları, durumdan haberdar oldukları için yurt dışına gittiler. Yurt dışına gidenlerden biri de Prof. Dr. Esad Coşan’dı. Yurt dışına giderek hem İslami hizmetlerini devam ettirmek hem de darbeci düzenin hışmından uzaklaşmak istemişti. Ama yasakçı düzenin planı yurt dışında da işlemeye devam etti. Esad Hoca, Avustralya’da 4 Şubat 2001 tarihinde Sidney yakınlarındaki Dubbo şehrinde trafik kazası süsü verilmiş bir cinayetle ortadan kaldırıldı.

(…)

… Bu analizde bundan sonraki kısmı Prof. Esad Coşan’ın bundan tam 24 sene önce 5 Mayıs 1990 tarihinde söylediklerine bırakmak istiyoruz. “Hocamız” “şeyhimiz” “gavsımız” diyerek aklını, mantığını, ruhunu, parasını, ahiretini, kayıtsız şartsız ve İslam’a da aykırı olarak başkalarına teslim etmiş olanların dikkatine sunuyoruz.

5 Mayıs 1990 sohbetinde şöyle diyordu Prof. Esad Coşan:

“İslam’da cemaatle beraber olunması tavsiye edilir. Cemaatle beraber olmak “hakla”, “hakikatle” beraber olmaktır! Tek başına olsa bile, hakikatle beraber olan cemaattir. Hakikatten kopmuş olanlar, milyonlarca da olsa tefrikadadır.”

“Bugün maalesef tüm İslâm âlemi emperyalist güçlerin sultası altındadır. Kuş uçurtmazlar, takip ederler… Hem de kendisi takip etmez… Amerika seni John’la takip etmez, Smith’le takip etmez. Adı senin benim gibi olan Müslümanla takip eder; canına okur. O milletin içinden çıkmış hain vasıtasıyla takip eder ve millete en büyük zararı, kendi içinden çıkmış insanlara yaptırır. Parayla satın alır, ajan edinir ve öyle kullanır.”

“Herkese ajan demiyoruz; metot bilmediğinden, ilimden uzak olduğundan emperyalist onu kullanır, fark etmez. Sahte bir takım organizasyonlar var, topluyorlar insanları etraflarında, ondan sonra onları toptan satıyorlar! Götürüyor, olmadık yere bağlıyor… Mü’min feraset gözüyle bunları anlayabilmeli. Hizmet ediyorum diyen insanları, organizasyonları irfan teraziniz ile tartın!”

“Böyle birtakım insanlara, organizasyonlara körü körüne bağlanmayın! Her birinize istiklâl tavsiye ediyorum. Hür olun, hizmeti kendiniz tespit edin, yapmaya çalışın!”

“Emperyalistlerin türlü oyunları var. İslâm, bir kimsenin hizmetiyle yürüyecek hâle gelirse, o kimseyi yok ederler, öldürürler, satın alırlar, tehdit ederler. Ne yapmak lâzım? Hizmeti yaygınlaştırmak lâzım, herkesin lider olması lâzım. “Tek lider, vazgeçilmez insan…” diye bir şey olmaz. Bakın, Filistinli çocuklarla niye başa çıkamıyorlar? Hepsi lider.”

“Bir lidere, tek hocaya, tek ekibe bağladığı bir yığın insanı, böyle üzüm salkımını sapından tutar gibi, istediği yere götürüyor!”

“Onun için, teşkilât kurdurtuyorlar; teşkilâtın başına kendi adamlarını –hain bir kimseyi– koyuyorlar. Öteki insanların hepsini, üzüm salkımı gibi oraya buraya götürüyorlar.”

“Müsaadeli, ağabeyli, bilmem neyli hizmet olmaz… Tâbî olmayın kimseye! Bana da tabi olmayın! Bana tabi olursanız, beni sıkıştırırlar. Ondan sonra, “Sen bu adamlarına şöyle yap!” derler. İslâm’a, Allah’ın emrine tabi olun! Allah’ın dinine hizmet edin! Tek başınıza olsanız da, hakla beraber olun! O zaman İslâm kalkınır; başka türlü kalkınamaz! “Aa, efendim, dirlik, düzenlik, birlik, beraberlik, organizasyon bozulmasın” diyorlar.

“Her biriniz İslâm için, kendinizin dünyada kalmış tek adam olduğunuzu düşünün. Ama senin gibi aynı hedefe yürüyen başka insanlar varsa; onlarla da işbirliği yap! Yapmıyorsa, silkele at be! Sen onu sırtında taşımak zorunda mısın? Beni sırtında taşımak zorunda mısın? Kimse kimseye hürriyetini vermesin! Hürriyet aziz şeydir. İnsan, ancak Allah’a kul olur.

“Allahım! Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.”

*

KIRPILIP BUDANIP İSTİSMAR EDİLEN KONUŞMANIN TAMAMI

 

Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh!..

Çok değerli kardeşlerim!.. Allah-u Tealâ Hazretleri’nin selâmı, rahmeti, bereketi, ikramı, ihsanı, lütfu, rızası dünyada ahirette üzerinize olsun… Allah-u Tealâ Hazretleri, sevdiği razı olduğu kullar zümresine cümlenizi dahil eylesin…

Bizlere sırf kereminden bahşetmiş olduğu sonsuz, sayılamayacak kadar geniş, zahirî ve batınî nimetlerinden dolayı Rabbimize, yaradanımıza sonsuz hamd ü senâlar ederim… Onun varlığını, birliğini ikrar ve îlan ederim… Hepimizin onun kulu olduğumuzu, ona kullukla görevli olduğumuzu, hayatımızın asıl işinin bu olduğunu ihtar ve ihbar ederim…

Onun, kullar şaşkın yolda kalmasınlar, mütehayyir olmasınlar, gerçekleri bulamama durumuna düşmesinler, dalâlette kalmasınlar, yanlış işler yapmasınlar diye, âlemlere rahmet olarak gönderdiği; hakikatlerin habercisi, Allah’ın elçisi, peygamberlerin serveri, insanların en şereflisi; rehberimiz, serverimiz, önderimiz, herşeyimiz Muhammed-i Mustafâ’sına sonsuz salât ü selâmlar olsun… Ve onun âline, ashabına, kıyâmete kadar yolunda yürüyen ashabına ve etbaına da salât ü selâm olsun… Allah-u Tealâ cümlesini rahmetine gark eylesin… Manevî derecelerini alâ eylesin… Manevî ikramlarını ziyade eylesin…

Aziz kardeşlerim!.. Hayat denilen bir olayın içinde, zaman boyu sürüklenip gidiyoruz. Bu olayın manasını değerlendirmek lâzım, anlamak lâzım. Nedir hayat?.. Hiç kimsenin itiraz etmeden itiraf edeceği bir büyük gerçek var ki, –mü’min kâfir her insan üzerinde ittifak etmiştir– bu hayat devamlı değil!.. En büyük gerçek bu!.. Bütün insanların ittifak ettiği en büyük gerçek bu; bu hayat devamlı değil!.. Hayat bir sürüklenme, bir hareket, bir oluşma, gelişme, yıpranma, küçülme ve yok olma… Fânî… Fânî bir hayat… Şu anda ne kadar güçlü kuvvetli olsak, ne kadar şen olsak, ne kadar maddî imkânlara sahip olsak; biliyoruz ki, biz de fânîyiz. Biz de göçeceğiz, biz de gideceğiz… Biz de burada kalıcı değiliz. Şu anda içinde olduğumuz nimetler bile elimizde bakî değil. Onlar da geçici… Gören gözlerimiz görmemeğe başlayacak… Tutan ellerimiz titremeğe başlayacak… Yürüyen ayaklarımız yürüyemez duruma gelecek… Ne kadar ömür nasib etmişse Allah, yaşadıktan sonra biz de göçeceğiz… Genç de olsak, yaşlı da olsak, er geç hepimiz göçeceğiz.

Bundan şu büyük düşünceye geliyoruz: Bu fânî hayatı, bu geçici devreyi –hayat ne kadar güzel olsa da, fânî dünya ne kadar müzeyyen olsa da– bırakacağız. Bu devreyi acaba, sonunda pişman olmayacak şekilde nasıl geçirmeliyiz?.. Bu fânîliğin çaresi yok mu?.. Ne yapmamız lâzım?.. Hayatı nasıl sürdürmeliyiz?.. Yaptıklarımız doğru mu, yanlış mı?.. Nasıl hareket etmemiz gerekiyor?.. En önemli mes’ele bu!..

Çünkü, bitecek bu devre!.. Bu zaman sona erecek… Bir imtihan devresi gibi, “Kâğıdı kalemi bırak!” diyecekler, bitecek. Onun için, mantık bakımından, tecrübeler bakımından ölüme en uzak noktada olan gençlerin bile bu soruları düşünmesi lâzım… Bazıları, “Yaşlı daha yakındır da genç uzaktır. Yaşlanacağım, seneler geçecek… Altmışbeş, yetmişbeş, seksenler… Ondan sonra herhalde ölürüm!” diye düşünebilir. Fakat, bu soruları en çok sizin düşünmeniz lâzım. Çünkü, yetmiş yaşında, seksen yaşında düşündükten sonra iş işten geçmiş oluyor… Madem ki işin başındasınız, madem ki gözünüzün önünde geniş bir ufuk var; o halde ilkönce sizin düşünmeniz lâzım… Yaşlı, bir ömür sürdükten sonra pişmanlıkla düşünüyor; siz bir ümidle düşüneceksiniz. Hayatınıza yön vereceksiniz, hayatınızı tanzim edeceksiniz.

O bakımdan, bu konuyu, bu fikirleri en çok sizin düşünmeniz ve bunun doğru cevabını bulmak hususunda, en çok sizin gayret göstermeniz lâzım!.. Sizin yaşadığınız bu altın çağı, bu düşünceleri düşünmeden gafletle geçirmişlere de, pişmanlık ve tevbeden başka bir çare kalmıyor. Belki geride kalanlara kendisinin acı tecrübesini anlatmak; “Ben yapmadım, ben hata ettim siz etmeyin; ben fırsatı kaçırdım siz kaçırmayın!” demek düşebilir.

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Tüm peygamberlerin, tüm mü’min-i kâmillerin, tüm evliyâullahın üzerinde en çok meşgul olduğu konu budur. Hayatın en önemli konusu budur!.. Burada insan yalnız olabilir. Elhamdülillah, Allah bize bizim gibi düşünen dostlar vermiş… Bir salon dolusu arkadaşsınız; çok güzel… Ama insan yalnız da olabilir. Burada en önemli iş, en önemli vazife; bu hayatı, bu ölümü halk eden, var eden, ortaya koyan, bu sistemi çalıştıran, bu oluşumu sevkeden; hayatın her türlü faaliyetlerinin hakîkî sebebi, müsebbibül esbâb, sahib-i kâinât, halik-ı mevcûdât Allah-u Teâlâ Hazretleri’ni bulmak ve sevmektir. En mühim iş; fert ve toplum olarak en mühim işimiz bu… En mühim mes’ele, Allah’ı bilmek ve bulmak!..

Bir insan Allah’ı bulamazsa; anahtarı bulamamış ki, bu zindandan çıksın da kurtuluşa, hürriyete kavuşsun ve kendisini iki cihan saadetine ulaştırabilsin… Anahtar: Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin varlığını, birliğini sezebilmek, kavrayabilmek… Var ve bize bizden yakın!..

(Külle yevmin hüve fî şe’n) Devamlı oluş içinde, hareket içinde… Her şey onun buyruğuyla oluyor… Bunu sezmek lâzım!.. Bu gerçeği görmek, en mühim mes’ele… Allah-u Teâlâ Hazretleri, kendisinin varlığından insanı gafil etmesin…

Allah’ın varlığını anlayamamış bir insan, en cahil insandır. Üniversiteleri bitirse de, yüzlerce cilt kitap yazmış bir filozof olsa da gerçeği anlayamamıştır. Büyük gerçeği atlamıştır, küçük detayla uğraşıyordur… Hurda teferruatla uğraşıyordur, çör-çöple uğraşıyordur… Samanla, kumlarla, taşlarla, çakıllarla uğraşıyordur… Asıl mes’eleyi anlayamamıştır.

Allah’a hamd ü senâlar olsun, bize bu nimet doğuştan bahşedilmiş… Hamd ü senâlar olsun, müslüman ana-babadan meydana gelmişiz. Müslüman bir diyardayız. Tabii olarak müslümanız, tabii olarak mü’miniz… Ailemizden, çevremizden gelen baskı ile, bilgi ile, zorlama ile müslümanız. Tabii, bu bir nimet… Bir taraftan da zahmeti çekilmemiş, çilesi çekilmemiş bir fikir olduğu için, değeri kıymeti bilinmeyen bir nimet… Çilesini çekmesi lâzım insanın… Davasının çilesini çekmesi lâzım, mücadelesini vermesi lâzım… Uğraşması lâzım, araması lâzım, terlemesi lâzım… Yalvarması lâzım, yanması lâzım, yakınması lâzım… Ondan sonra bulması lâzım. O, kıymetini bilir. Ama, küçük bir çocuğa ellibin lirayı çıkartıp verirseniz, belki yırtıp bir köşeye bile atar. Çünkü o şuurda değil… Onu, birden almıştır.

Allah, içinde bulunduğu, eline geçmiş olan nimetlerin kıymetini doğru takdir etmeyi bizlere nasib eylesin… Cümle benî Ademe nasîb eylesin… Fakat, biz bu tehlike ile karşı karşıyayız. Yâni, elimizdeki cevherin kıymetini bilmeme tehlikesi ile karşı karşıyayız. Sıradan hakîkatlerden, sıradan bilgilerden bir bilgi ile denk tutma durumuna düşebiliriz, iman mes’elesini… En mühim mes’ele bu… Hayatın en mühim hadisesi, insanın eline anahtarı veren, ebedî saadetin anahtarını veren hadise bu!.. O bakımdan bunun kıymetini bilin, bunun altını tekrar tekrar çizin, bunu çerçeveye alın. Bunun hayatınızın en mühim varlığı olduğunu bilin!..

Mü’min bir insanın hayatı birden coşkunlaşır, birden renklileşir… Birden hadsiz hudutsuz zenginleşir. Bir kere, bir mü’minin dünya üzerinde milyonlarca, yüzmilyonlarca kardeşi oluverir. İnsan, “Lâilâhe illallah, muhammedür rasûlüllah” dediği zaman, dünyanın her yerinde adını bilmediği kardeşlere sahib oluverir birden… Bir milyar kardeşe sahib eder “Lâ ilâhe illallah” sözü…. Bir milyar gönülden dosta sahib eder. Düşmanlarına karşı yanında yer alabilecek hakîkî destekçilere, yardımcılara sahip kılar. Birden, insanın önüne dünyanın ve ahiretin saadetinin kapılarını açar. İnsan, hem dünyada, hem ahirette imanla, İslâm’la mutlu olur. Dünyada da İslâm’la mutlu olur.

Evliyaullahtan, mutasavvıflardan bir tanesi diyor ki: –mütebessim, müstehzî, tepeden bakarak– “Şu ülkeleri birbirinden koparmak için çarpışan, birbirleriyle ordularını tokuşturarak döğüşen, vuruşan hükümdarlar; diyarları elde etmek için, fethetmek için, vergilerine sahip olacağım diye, hazinelerine sahip olacağım diye çarpışan şu insanlar, şu bizim içinde bulunduğumuz kıymetlerin, nimetlerin farkına varsalar; o orduları bizim üstümüze sevkederlerdi, bizim elimizden almak için!..” Yâni, bir velînin sahib olduğu bir lezzet, bir nimet, bir izzet, bir saadet, bir mutluluk, başka hiç bir şeyle ölçülemez!.. Bir mü’min-i kâmilin küçücük hücresinde, kendi iç aleminin zenginliği içinde sahib olduğu mutluluğu, başka hiç bir şeyde elde etmek mümkün değildir!.. Bu mutluluğu Amerikalı bilmez… Bu mutluluğu milyarderler bilmez. İntihar ederler… Arabasını sürer uçurumdan aşağı, intihar eder. O kadar parası vardır ama, hayat boştur onun için. Çünkü, bizdeki nîmet yoktur elinde… Benim mü’min kardeşim kuru ekmeği tuza banar, yine mutlu yaşar.

Evliyaullahtan birisinin hayatını okumuştum geçen gün: Hâris ibn-i Esed el-Muhâsibî KS… Cüneyd-i Bağdadî’nin evinin önünden geçiyormuş. Cüneyd –o zaman genç– diyor ki: “Yâ ammî! Ey amcacığım, hanemize teşrif etmez misin? Yüzünde açlık eseri görüyorum; benzin sararmış, dizlerin titriyor, gözlerin çukura kaçmış… Sana bir şeyler ikram etmek istiyorum!” Diyor ki: “Yapabilir misin?..” “Yaparım.” “Peki, geleyim.” diyor. İçeri giriyor. Cüneyd-i Bağdadî de, amcasının evine gidiyor. “Amcamın evinde nimetler fazladır; çeşitler, yiyecekler, içecekler fazladır.” diye oraya gidiyor. Oradan kucaklayıp bir şeyler getiriyor. İkram edecek misafirine, türlü leziz nimetleri… Hâris ibn-i Esed el-Muhâsibî, bir lokma alıyor; çiğniyor, çiğniyor… Ondan sonra kalkıp gidiyor sofradan… Yutamıyor.

Ertesi gün tekrar karşılaştıkları zaman, –Cüneyd-i Bağdadî de istikbâlin manevî sultanlarından, o da muhteşem bir kimse tabii ama– diyor ki: “Yâ ammî! Ey amcacığım, ey büyüğüm! Dün bizi –davetimizi kabul etmekle– sürûra gark ettiniz, sevindirdiniz ama; soframızdan bir şey söylemeden kalkıp gitmekle kederlere boğdunuz.” “Evlât!” diyor. “Allah bana, helâl olmayan lokmayı teşhis etme duygusu verdi. Helâl olmadı mı, lokmayı yerken tarif edilmez bir çirkin koku duyuyorum.” diyor. “Amcandan getirdiğin o lokmayı çiğneyemedim, yiyemedim, çıktım dışarıya… Onu da dışarıya attım. Yemeden gittim.” diyor. Cüneyd diyor ki: “O halde –katık da yok ama– hanemizdeki şeylerden sana ikram edeyim!” “Et bakalım!” diyor. Kuru ekmek koymuş önüne… Kuru ekmeği yiyor; mutlu… Diyor ki: “Evlât! Bundan sonra birisine bir ikramda bulunacaksan, böyle ikramda bulun!..” diyor. Yâni kuru ekmekte, baklavalarda böreklerde bulunmayan lezzeti alıyor, bir velî… Çünkü, helâl lokmadır.

Onların hayatlarının, yaşadıkları zevklerin tarifi mümkün değil! Allah, o gerçek imanı tattırsın… O gerçek imanı yaşamayı nasib etsin… Çünkü o bize, sadece tatmakla bir tadımlık lâzım değil, ömür boyu lâzım!.. Ömür boyu, biz de o imana sahib olmalıyız. Bu iman kitaplarda kalmamalı; 20. yüzyılda da, 21. yüzyılda da, 25. yüzyılda da her mü’min, o lezzetle yaşamalı…

Muhterem kardeşlerim! Bir mü’minin zihninde, tüm hareketlerine hakim olan en önemli duygu; hakka bağlılık duygusudur, hak sevgisidir. Sizde de bu olsun!.. En önemli duygu budur. Peygamber SAV Hazretleri, “Nereye ait olursa olsun, hangi cephede bulunursa bulunsun, hakla beraber ol!” diyor. Kur’an-ı Kerim buyuruyor ki: “Senin bizzat kendinin de aleyhinde olsa, anne ve babanın aleyhinde bile olsa, haktan hakîkatten, adâletten ayrılma!”

Bu temel düşünce –hakka bağlılık, hakka riayet, hakkı arama, hakkı destekleme, hakla beraber olmak– müslüman’ın en önemli duygusudur. Hep duymuşsunuzdur, müslüman’ın cemaatle beraber olması tavsiye edilir. Cemaatten ayrılmama tavsiye edilir. Fakat, çok kimsenin bilmediği bir şeyi söyleyeyim: Toplulukla beraber olmak, cemaatten ayrılmamak, tefrikaya düşmemek, kalabalıkla beraber olmak demek değildir; hakla beraber olmaktır!.. Hakikatle beraber olmaktır!.. Tek başına olsa bile, bir kişi bile olsa, hakikatle beraber olan cemaattir. Hakikatten kopmuş, ayrılmış olan tefrikadadır. Yüzbinlerce de olsa, milyonlarca da olsa, milyarlarca da olsa tefrikadadır; bunu bilin!.. Bunun delillerini size ayetlerle, hadislerle söyleyebilirim.

İnsanın hakla olması birlik ve beraberliktir; batılla olması tefrikadır. Amerika tefrikadadır. Rusya tefrikadadır. Dört milyar insan tefrikadadır, dünya üzerinde… Hakla beraber olan cemaattir. Koca bir şehirde hakikati bilen, gören, yaşayan ve tutan insan o... Odur cemaat!.. Koca şehir ahalisinin ondan gayri bütün fertleri, hepsi tefrikadadır; hepsi aynı şeyleri düşünseler bile… Bu gerçeği iyi bilin!..

İbrahim AS, putlara tapmadı, Allah’ın varlığını kabul etti; o, cemaattir. İbrahim AS’ın yaşadığı şehrin bütün ahalisi, akrabaları, babası, amcası –bilmem ne ise artık, o Azer denilen şahıs– hepsi tefrikadadır. Onun için, hakkı bilmek ve hakla beraber olmaktır, asıl vazifemiz.

Tek başımıza olabiliriz. Babamız karşı olabilir… Babası şartnâme yazmış oğluna… Ankara’da gördüm, hayret ettim. Babası şartnâme yazmış oğluna, diyor ki: “Bir nüshası sende kalacak; fotokopisini aldım, bir nüshasını da ben cebimde taşıyorum.” diyor. Yâni, noterden protesto çeker gibi, adam oğluna protesto çekmiş kendi el yazısıyla; şu, şu, şu şartlara uyacaksın diyor. Şartlardan birisi: “Kravat takacaksın!..” Diyen kim?.. Yüksek İslâm enstitüsü mezunu… Başına çalınsın senin diploman!.. “Kravat takacaksın!” diyor. “Sakalını keseceksin!” diyor. “Konferanslara, toplantılara gitmeyeceksin!” diyor.

Biz bu konferansları neden veriyoruz?.. Benim sizden ne üstünlüğüm var?.. Ne farkım var?.. Allah’ın huzurunda insanlar, tarağın dişleri gibi birbirine eşit… Kimsenin kimseden bir şey beklediği yok!.. Benim hiç birinizden bir şey beklediğim yok!.. Sizin de hiç birinizin, bizden bir şey beklediği yoktur. Olmamalıdır!.. Kul kula muhtaç olmamalıdır.

(İyyâke na’büdü ve iyyâke nesta’în) “Biz ancak Allah’a ibadet ederiz, ancak Allah’tan isteriz.” Kimseden bir şey istediğimiz yok!.. Ne yardım, ne destek, ne para, ne pul, ne gülücük, ne tebessüm, ne şunu, ne bunu… Bizi Allah sevsin kâfî!.. Tek başına olabilir insan.

Hakkı sevmeyi öğrenin!.. Hakla beraber olmanın zevkini tadın; onunla beraber olmayı öğrenin… Bu ölçüyü alamazsa bir insan, bu hayatta onu çok aldatırlar… Bu ölçüyü alamamış insanı çok aldatırlar, çok kandırırlar.

Tabii, hakla beraber olmak için, hakkın ne olduğunu bilmek lâzım. Batıllar o kadar boyalı ki, batılların reklamcısı o kadar çok ki, batılların kabul ettirilmesi için tuzaklar o kadar fazla ki; bu tuzakların hepsinden geçip de, o ilerdeki güzel hakikate, o gerçeğe ulaşmak çok zor!..

Dünya üzerinde ne kadar kafa varsa, insan varsa, beyin varsa; o kadar hayat felsefesi var. Her birisi bir yol tutturmuş. Gerçek hangisi?.. İlk önce gerçeğin tesbit edilmesi gerekiyor. Bunu da –çok net olarak söyleyeyim ki, üniversite profesörü olarak söylüyorum– Allah’ın sevgili kulu olmayınca, Allah göstermez. Doğru yolu insana Allah gösterir. Onun için,

(İhdinas sıratal müstakîm) diye Allah’tan istiyoruz. Başkası gösteremez. Allah nasib etmezse, o yol açılmaz. Peygamber Efendimiz’in amcasına açılmadı. Peygamber Efendimiz’i seven, bakan, büyüten; müşrikler ona zulmetmek istediği zaman, göğüs geren insana açılmadı. Neden?..

(Vallahu lâ yehdil kavmez zâlimîn) Bir kere, Allah zalimlere hidayet vermiyor; bunu bilin muhterem kardeşlerim!.. Allah, fasıklara hidayet vermiyor; bunu bilin!.. Allah, kâfirlere hidâyet vermiyor; bunu bilin!.. “Ben kâfir miyim?..” Bir aşikâr küfür var, bir gizli küfür var… Bir aşikâr şirk var, müşriklik var; bir de şirk-i hafi var, gizlisi var… Tüyleri diken diken olur insanın.

Diyor ki Peygamber Efendimiz SAV: “Bir insanın cevr ü cefâdan, zulümden bir şeyi sevmesi şirktir!..” Neden?.. Allah buna cevr ü cefâ demiş; o yine seviyor. Allah’ın hükmünün karşısına başka bir hükmü, başka bir ahkâmı denk tutuyor; şirktir. Adalet olarak, Allah’ın her şeyi adalettir; el kesmesi de, kafa kesmesi de, şeriatin verdiği cezâlar da… Her şey adalettir, her şey faydadır, her şey güzeldir. Allah’ın adalet olarak gösterdiği bir şeye buğz etmesi; o da şirktir. Allah sevgisinden başka sevgisi olmayacak… Allah’ın sevdiği şeyi sevecek, Allah’ın sevmediği şeyi sevmeyecek; şirkten kurtulmak için, gerçek müslüman olmak için… Kâfirlikten, şirkten kurtulmayınca hidayete eremiyor insan… Onun için milyarlarca insan görüyorsun; adı müslüman, kafa kâğıdında müslüman yazılı ama, gönlü müslüman değil!.. Gönlü kâfir, gönlü münkir, gönlü müşrik!..

Onun için, bu sebepten dolayı, tasavvuf, marifetullahı elde etme yolu; insanın yemekten içmekten, havadan sudan, sıhhatten, hürriyetten, her şeyden önce gelen gıdasıdır. İlk iş budur. Kişi Allah’ın sevdiği kul olacak, Allah’ı seven kul olacak ki; Allah ona hidayetin kapısını açsın, Allah ona doğru yolu göstersin. Aksi halde göstermez, göstermemiş!.. İznik Konsülü’nde yüzlerce insan toplanmış, batıl kararlar alınmış… Şimdi, dünyanın her yerinde yüzlerce meclis toplanıyor, gerçekleri bulmak için; doğruyu bulabiliyorlar mı?.. Bulamazlar!.. Hristiyanlığın koca papalık müessesesi var… Yahudilerin koca hahamlık teşkilatları var, dünyanın her yerine hakim. Gerçekleri görebiliyorlar mı?.. Göremezler! Allah, zalime hidayet etmez!.. Allah, fasıka hidayet etmez!.. Allah, kâfire hidayet etmez!..

Kul, edebli olacak… Kul, Allah’ı seven kul olacak… Kul Allah’a bağlanan kul olacak… Kul, Allah’a teslim olan kul olacak… Müslüman ne demek?.. Kendisini Allah’a teslim etmiş olan kul demek. Diyor ki bir ayet-i kerîmede:

(Kaletil a’rabü âmennâ, kul lem tü’minû velâkin kulû eslemnâ, velemmâ yedhulil îmânü fî kulûbiküm) “Bedeviler, biz iman ettik dediler. Ey rasûlüm, onlara söyle: Siz henüz, daha iman etmediniz; siz teslim olduk deyin!.. Müslüman olduk, teslim olduk deyin. Henüz. daha iman kalbinize yerleşmedi.” diyor. Ayet-i kerîme diyor bunu… Yâni, teslim olmak ilk şarttır. Askerlik şûbesine teslim olan insan, yüzbaşı binbaşı demek değildir.

Allah’a teslim olacak; ondan sonra Allah-u Teâlâ Hazretleri, ona hakîkî imanın lezzetini verecek, kapısını açacak, hidayetini verecek… Neden, Allah herkese hidayet vermiyor?.. Hidayet tüm saadetlerin anahtarı olduğu için, Allah’ın en büyük ikramı olduğundan, Allah’ın kullara verdiği en büyük nimet olduğundan, kâfire lâyık görmediği için vermiyor. Münafığa vermiyor, zalime vermiyor. Onun için, ilkönce insanın zulümden, nifaktan, şirkten, serkeşlikten, edepsizlikten bir tevbe etmesi lâzım!.. Dönmesi lâzım, boynunu bükmesi lâzım… Hak yola girmesi lâzım, hakka bağlanması lâzım… Hakka gönül vermesi lâzım, hakka teslim olması lâzım ki; Allah, öbür kapıları açsın… Bu çok önemli.

Onun için arsa-i âlemde mülhid çok, muvahhid azdır. Şu dünya üzerinde istemediğin kadar mülhid vardır, alçak vardır, imansız vardır, kâfir vardır. Muvahhid, mü’min azdır.

(Vemâ ekserünnâse velev haraste bi mü’minîn) “Ey Rasûlüm, ne kadar canın çekse, arzu etsen; insanların çoğu mü’min olmayacaklar!” diye Kur’an-ı Kerim bildiriliyor, Peygamber Efendimiz’e… İnsanların ekseriyeti mü’min olamıyor; bu badireyi geçemediği için, bu imtihanı geçemediği için… Bu engeli atlayamadığı için, ulaşamıyor asıl noktaya… Onun için bilin ki, ilk önce iman kalbe yerleşecek, insan hakîkî mü’min olacak. Hakîkî mü’min olmayan insandan hiç bir şey, hiç bir hayırlı iş çıkmaz. Tesadüfen çıksa da, ondan sonra öteki yaptıklarıyla beriki tesadüfî hayrı da berbad eder.

Onun için irşad meselesi, yâni insanların sebîl-i reşada, hak yola, doğru yola sevkedilmesi, davet edilmesi, götürtülmesi için, gelmeleri için yapılan çalışmalar, en önemli çalışmalardır. Ana çalışmadır, kilit çalışmadır, ön çalışmadır, baraj çalışmadır. İlk önce bu olacak, bu baraj aşılacak; ondan sonra ötekiler olacak… “Hocam, ben bu işlere bakmadan hizmet ederim!..” Edemezsin ki! Nakıs insandan kâmil iş çıkmaz!.. Yüzüne gözüne bulaştırırsın, mahvedersin, perişan edersin, dağıtırsın… Müslümanları birbirine düşürürsün.

Dünyanın öteki ülkelerinde de İslâm’ın gelişmesi için, yükselmesi için yapılan çalışmalar var. Orda da aynı şikâyetler… Liderlerden, mütefekkirlerden, alimlerden, fazıllardan, kâmillerden aynı şikâyeti duyuyoruz. Yetişmemiş insandan, kalitesiz insandan, imanı tam böyle ışıl ışıl parıldamamış olan insandan bir fayda hasıl olmuyor. Cihada gitse, cihadı ganimet almak için yapar... Bu Afganistan çarpışmalarında –oralara gitmiş kardeşlerimiz anlattı, üzüldüm– adam elini kaldırıyor, “Lâilâhi illalllah” diyor, “Ben müslümanım!” diyor. Masum olduğu besbelli… Bu taraftaki mücahid, parasına tamahen öldürüyor… Çünkü nâkıs!.. Nâkıstan mücahid filân olmaz. Yâni imanı eksik olan insan, her şeyi berbad eder.

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Onun için ilk işimiz, kendi kalbimizi çalışır hale getirmektir… Mamur hale getirmektir, ışıl ışıl hale getirmektir… İman dolu hale getirmektir. Peygamber SAV Hazretleri, duasında şöyle buyuruyor: “Yâ Rabbi, ben senden iman-ı kâmil istiyorum… Şeksiz, şüphesiz, dosdoğru, sapasağlam bir iman istiyorum… Yakîn istiyorum, sıdk istiyorum…” diyor. İnsanın kalbine en gerekli şey bu olduğu için… Kalbi, insanı yöneten uzvu, insanı yöneten komuta merkezi ışıl ışıl olmadıktan sonra, sıhhatli çalışmadıktan sonra, insan güzel şey yapamaz… Sabah namazına kalkamaz, ibadetini yapamaz… Oruçluyken günah işler… Ticaret yaparken haram yer, yalan söyler.

Yine bir misâli –birkaç gündür kalbime çok saplandı, bıçak gibi– size de söyleyeyim: Muhterem kardeşlerim! Camimize geliyor, 80 yaşını dolaşmış, sakallı hacı… Hürmet ediyorum, seviyorum kendisini… Çünkü, camiye namazdan önce geliyor, Kur’an-ı Kerîm’i açıyor, okuyor. Aferin… Camiye erken gelmek sevab, Kur’an okumak sevab, sakal bırakmak sevab, hacı olmak sevab… Hepsi güzel. Geçen gün torunu geldi. Bayram münasebetiyle benimle bayramlaşmaya geldi. “Ben falanca hacı efendinin torunuyum!” dedi. İyi, güzel, yâ, maşaallah… “Hocam!” dedi. “Dedem anneme, 1950 küsur senesinde, çıkarmış altı milyon lira vermiş. –Babamla annem ayrı. Annemle ben kalıyorum evde. O zaman ben küçüğüm.– Demiş ki: –zengin adam kızına diyor– “Al bu parayı, bankaya koy; faizi ile maaş alır gibi geçin! Benden bir daha para isteme!..” demiş. Bu adamın hacılığına ne dersiniz?.. Bu adamın Kur’an okumasına ne dersiniz?.. Bu adamın müslümanlığına ne dersiniz?.. Bu adam tam müslüman değil! Bu adamın kalbine iman girmemiş... Bu adamın okuduğu Kur’an-ı Kerim, dudaklarından aşağı geçmemiş, hançeresinden aşağı inmemiş… Bu adam, Allah’ın yasak ettiği şeyi, haramı çocuğuna yedirtiyor; muhtaç olmadığı halde…

Hani insan aç kalır çölde, leş yer; ölmemek için bir miktar yiyebilir… Leş haram ama, yiyebilir. Yasak, haram olan domuz etini yiyebilir… Meselâ, domuz eti konservesi var; orda aç kalınca açar yer, ölmemek için. Ama, muhtaç değil, ızdırar hali yok; al parayı, koy bankaya, ye faizini… Olmaz! Allah yasak etmiş, haram kılmış; “Faizle iştigal edenler bana harb ilân etmeye yol açmış demektir!” diye tehdit etmiş. O çocuğuna faiz yediriyor… Onun için, iman insanın içine girmediği zaman, kıymeti yok.

Beğendiğiniz iyi müslümanlar, evliyâullah, çevrenizdeki salih kimseler… Öteki insanlardan bunların farkı nedir?.. Öteki insanlardan bunların farkı, hareketlerine hakim olan kalblerinin ışıl ışıl olmasıdır, pırıl pırıl olmasıdır. O cihazın çalışmasıdır. Bazılarının kalbleri paslıdır. Peygamber Efendimiz SAV, buyuruyor ki: “Demirin paslandığı gibi kalbler de paslanır.” Gacır gucur, çalışmaz. Bazılarının kalbi ölüdür. Bazılarının kalbi taş gibidir. Onun için, en mühim işimiz muhterem kardeşlerim, şu kalbin pasını silmektir… Şu imanı, kalbimize sağlamca yerleştirmektir. Bu, İslâm’ın ruhunu kavramamızdır. Bunu kavrayamazsak, bizim mücâhidliğimizden bir fayda gelmez… Bizim müslümanlığımızdan bir fayda gelmez… Bize de faydası olmaz, başka kimselere de faydası olmaz. Bunu sağlamak lâzım!… Bunun yolu da tasavvuftur. Onun için tasavvuf yolundayız. An’anevî bir inatla, bir yol götürüyor değiliz; yol bu olduğu için bu yoldayız.

Bakın, ramazan ayı geçti; hepiniz oruç tuttunuz biliyorum. Cümle cihan halkı bilir, bütün müslümanlar oruç tutar. Orucun gayesi nasıl anlatılıyor ayet-i kerîmede:

(Yâ eyyühellezîne âmenû kütibe aleykümüs sıyâmü, kemâ kütibe alellezîne min kabliküm, lealleküm tettekun) “Ey iman edenler, takvaya ulaşasınız, takvayı elde edesiniz, takvayı öğrenesiniz diye size oruç farz kılındı, yazıldı.” buyuruyor Allah. Maksad, takvâ!.. Yâni, tasavvuf… Yânî, iç terbiyesi… Yâni, insanın kalbinin şu söylediğim tarzda temizlenmesi, paklanması… Bu, böyle eski devrin bir modası değil, eskimez bir vazife… İslâm’ın ana vazifesi… İbadetlerin hedefi, gayesi… Onun için, bunu sağlayacağız. Onun için, tasavvuf bir zevk mesleği değildir.

Bir takım radikal müslümanlar var, bana kızıyorlar. Ben mecmuada yazı yazıyorum; “Halâ mı tasavvuf?” gibilerden, mırın kırın ediyorlar. Yanaşamıyorlar, gerçeği göremiyorlar… Evet, halâ tasavvuf ve en çok da sana lâzım!.. Çünkü, edebden, ahlâktan, iman-ı kâmilden, takvadan en uzak olan sensin de ondan… Hasta ilâcına buğz ediyor. Hasta doktoruna buğz ediyor. Kızıyor yâni… Öyle şey olur mu?..

(İnnallahe yuhibbül müttakîn) “Allah-u Tealâ Hazretleri, takva ehli kulları sever” muhterem kardeşlerim!.. Allah-u Teala Hazretleri, takva ehli kullarına yardım eder… Allah-u Teala Hazretleri, takva ehli kullarını sıkıntılardan kurtarır… Allah-u Teala Hazretleri, takva ehli kullarına hüsn-ü hatimeler nasib eder. Allah-u Teala Hazretleri, cennetleri takva ehli kulları için hazırlamıştır… Allah-u Teala Hazretleri, takva ehli kullarının yanında yer alır; onları destekler, onlara yardım eder… Takva ehli olursa bir kavim, yardıma mazhar olur. Yardım, sayı üstünlüğünde değildir… Yardım, silah üstünlüğünde değildir… Allah, silahsız da yardım eder, meleklerle de yardım eder. Takva ehli insanın bir duasıyla, bir bakışıyla bir zırhlı batırır Allah… Allah’ın sevgili kuluna taş, toprak, mermi, gülle, atom bombası filân tesir etmez; Allah, onu düşmanının elinde patlattırır.

O bakımdan, en önemli gayeyi hiç atlamayın! Hizmet ediyoruz derken, detayla uğraşmayın! Ana meseleyi unutmayın!.. Asıl işimiz, kendi iç eğitimimizi sağlamak, dünya ve ahiret saadetinin anahtarını elden kaçırmamaktır. Kalbimize imanı yerleştirmektir. İman-ı kâmil sahibi olmaktır. Yakîn-i sadık sahibi olmaktır. İman bakımından sıdk ü sadakat mertebesine ulaşmaktır. En önemli işlerden birisi bu… Bunun ötesinde, hakla beraber olmak için, muhterem kardeşlerim, ilk önce insana iç lâzım, kalb lâzım dedim. Metodu, planı sezesiniz diye, dönerek söylüyorum: İlk önce, insan tevbe edecek, kalbini temizleyecek!.. Tasavvufla içini yıkayacak, nefsini terbiye edecek, tezkiye edecek; temiz bir içe sahib olacak… Allah-u Teala Hazretleri, insanın zahirine bakmaz, kalbine bakar. Allah-u Teala Hazretlerinin nazargâhı olan kalbini, o nazara lâyık hale getirecek.

İkincisi: Hakkın bilinmesi için, ilim lâzım!.. Bizim yolumuz, ilim yoludur. Bizden önceki büyüklerimizin yolu da ilim yoluydu. Gerçek mutasavvıfların hayatlarını incelerseniz, her birinin aynı zamanda çok büyük alim olduğunu görürsünüz. Misal vereyim: Abdullah ibn-i Mübârek… Çok büyük evliyaullahtan, mutasavvıf, çok büyük muhaddis… Devrinin İslâm aleminin en büyük alimlerinden.

Haris ibn-i Esed el-Muhâsibî… Çok eserler yazmış. Çok büyük alim, çok büyük hadisçi, çok büyük mutasavvıf… O, demin hani, lokması çirkin koktuğu için, haram lokma yemeyen insan.

Her birisi, fıkıhtan eser yazmıştır, kelâmdan eser yazmıştır, ahlâktan eser yazmıştır. Kur’an-ı Kerîm’i en ince detayına kadar bilirler… İlimsiz olmaz! İlimsiz tasavvuf da olmaz. İlimsiz tasavvuf insanı sapıttırır. Şeytan, bilgisi olmayan insanı aldatır.

(Mettehazallahu veliyyen câhilâ) “Allah, cahil bir kimseyi velî edinmez kendisine… (Velev ittehazahû, leallemehû) Sevdimi, kendisine veli edindi mi; öğretir. Cahil bırakmaz.” Allah’ın velisine cahillik yakışmaz. Yakışmadığı için, öğretir. Pırıl pırıl hafıza verir, muazzam bir kabiliyet verir. Ötekilerin hepsinden daha alim olur, daha arif olur.

Onun için, bizim yolumuz ilim yoludur. İlim, insanı kurtaracak yoldur. İlim, insanı kurtaracak en önemli silâhtır, en önemli vasıtadır. İlme dayanmadan, ilimden müstağni kalarak, ilme bakmadan, ilimden ilgisini keserek, kitapları kapatarak, kütüphanenin semtine uğramadan, olmaz. Hayat devam ettiği için, ilim de devamlı bir ihtiyaçtır. “Efendim, ben yirmi yıl öğrendim, yeter!” Hayır, yetmez!.. Beşikten mezara kadar, insanın ilme ihtiyacı her an devam eder. Ve, İslâm Alemi’nin kaybı, koskoca imparatorluklarımızın güldür güldür yıkılması; güzelim ezanların okunduğu diyarlarımızın, kâfirlerin çizmesinin altına düşmesi, hiç bir zaman kâfir diyarı olmamış olan Orta Asya’ların, Kafkasya’ların –büyük mücâhidlere rağmen, büyük mutasavvıf mücâhidlere rağmen– böyle ayaklar altına gitmesi, ezilmesi, çiğnenmesi; namusların pâyümâl olması; Kur’anların yırtılması, yakılması, yıkılması, hep ilimle olan ilgi kesildiği için olmuştur.

Onun için bizden önceki tekkemizin büyükleri, hocalarımız, dervişlerini Teknik Üniversite’de asistan olmaya sevk etmiştir, falanca yerde hoca olmağa sevketmiştir; ilim en önemli silâh olduğu için… Onun için, sizin hepiniz ilâhiyatçı değilsinizdir; hukukçusunuzdur, iktisatçısınızdır, teknik elemansınızdır. Bu çeşitlilik güzel bir şey ve lâzım… İlmin her çeşidi müslüman için gereklidir. İslâm’ın, İslâm Alemi’nin, İslâm ümmetinin her çeşit bilgiye son derece büyük ihtiyacı var. Benim de size en büyük tavsiyem, bulunduğunuz dalda vazgeçilmez eleman olmağa çalışın!.. En yüksek eleman olmağa çalışın!.. Her şeyi bilmeğe çalışın, bilmediğiniz bir şeyin kalmamasına çalışın!.. Kütüphaneniz ihtisas kütüphanesi olsun… Hiç bir kimsede bulunmayan kitap, sizde bulunsun… O dilde olmayan, yabancı dilde olan eserleri de kütüphanenize alın… Adam sizinle konuştuğu zaman, hayretler içinde kalsın… “Ya, adam Rus Edebiyatı’nı da takib etmiş, Alman Edebiyatı’nı da takib etmiş, İngiliz’i de incelemiş, Amerikalıları da incelemiş; kendi sahasıyla ilgili her şeyi biliyor!” desin. Bu bakımdan sizi ilim yolunda çalışmaya davet ederim… Devamlı çalışmaya davet ederim, her gün çalışmaya davet ederim.

(Men istevâ yevmâhü, fehüve mağbûnün) “İki günü de eşit olan, ziyandadır.”

Biz en dinamik toplumuz… Biz, cihanın gözleri üzerinde olan bir toplumuz… Cihanın medet umduğu bir toplumuz. Cihana medet erdirmek için, Allah’ın görevlendirdiği toplumuz biz…

(Bismillahirrahmanirrahim. Küntüm hayra ümmetin, uhricet linnâsi, te’murûne bil-ma’rûfi ve tenhevne anil münker) “Siz en hayırlı ümmetsiniz. İnsanoğulları için, vazifeli olarak gönderildiniz. Emr-i ma’ruf yaparsınız, nehy-i münker eylersiniz. Allah’ın dinini yaymak hususunda olanca gayretinizi sarf edersiniz. Gerçekleri her tarafa ulaştırırsınız.” diye, bizim vazifemizi Kur’an bildiriyor… Yâni, siz kendinizi İstanbul’da veya Konya’da, filânca fakültede okuyan, sade bir vatandaş olarak görmeyin!.. Sade bir müslüman olarak görmeyin. Bilin ki, İslâm Alemi’nin gözü Türkiye’nin üzerindedir. Türkiye’nin müslümanlarının da ümidi sizsiniz ve biziz, maalesef!.. Dilerdik ki, bizden başka insanlar, daha çok çok yüksek insanlar olsun ama; sizsiniz ve biziz… Sen ve ben sahip olursak, sen ve ben kaliteli olursak; İslâm’a biz fayda sağlayacağız. Herkes bizden bekliyor.

Bulgaristan’da hapse düşmüş, bizim Bursa’daki bir hacı kardeşimiz… “Hocam, orda kaç yıldır hapiste olan bir insanla tanıştım. Hıncından hiç bir şey kaybetmemiş, ateş püskürüyor Bulgarlara… ‘Bir zaman sonra Osmanlı gelecek, beni bu hapisten kurtaracak; ben onlara göstereceğim!’ diyor. Halâ bizi bekliyor.” diye anlattı. Bulgaristan’ın hapishanesindeki şahıs, seni bekliyor, beni bekliyor… Biz de burda futbolla meşgulüz, piknikle meşgulüz… Keyifle zevkle meşgulüz. Boğaziçi’nde, Emirgân’da çay höpürdetmekle vs. ile meşgulüz. Olmaz!..

Tayland’dan bana diyorlar ki: “Hocam, bize hoca gönder!” Ben de onlara: “Bangladeş size yakın, Bangladeş’ten alın!.. Dilinizi bilir, kültürünüzü bilir, size yakın.” diyorum. “Hayır!” diyorlar. “Biz Türk istiyoruz; Türkler büyük mücâhid!” diyorlar. Hakikaten Bangladeş’in durumu bizimki kadar kuvvetli değil.

Yâni, dünyanın gözü üzerinde olan bir ülkede yaşıyoruz. Güyâ, %99 u müslüman olan bir ülkede yaşıyoruz ama, gayemizi unutmuşuz… Allah’ın dinine hizmetle vazifeli hizmetlileri, askerleri olduğumuzu unutmuşuz muhterem kardeşlerim!.. Bizim büyük görevimiz var, büyük misyonumuz var… Allah bize büyük görev yüklemiş, mühim işlerimiz var… Onların hiç birisinden haberdar değiliz; çok yanlış… Çok büyük gaflet!..

Onun için, ilim öğreneceksiniz ve dünya ile ilgileneceksiniz. Ben bunun için arkadaşlarıma çok acaib şeyler söyledim. Dedim ki: “Türkiye dışından evlenin!.. Tayland’dan evlenin, Endonezya’dan evlenin, Etyopya’dan evlenin, Sudan’dan evlenin!..” Neden?.. Müslümanlar kardeş değil mi? Sen o kardeşinden nasıl haberdar olacaksın?.. Dilini bilmiyorsun, kültürünü bilmiyorsun, ülkesini bilmiyorsun, gelip gitmiyorsun… Nasıl haberdar olacaksın?.. Oturduğun zaman temennîler, dilekler, şeyler… Nasıl olacak bu birlik ve beraberlik?.. Kaynaşacaksın… Sudan’lı kızı alacaksın, Sudan’lı kayınpederin olacak, Sudan’da arazin olacak… Kalkacaksın, gideceksin, orada oturacaksın; orda bir koloni meydana gelecek. Ordan buraya göndereceksin.

Sudan’lı bazı kimseleri evlendirdik burada biz… Burada okumaya gelmiş; evlendirdik. Neden?.. Kaynaşma olsun diye… Pakistan’da tarşılaştığım bazı kardeşlerime dedim: “Gidin, Endonezya’daki falanca yerde, filân yerde; Malezya Federasyonu’ndaki bilmem nerde; ordan evlenin ve oralara yerleşin!.. Köprübaşı olun! Ben oraya gittiğim zaman, yalnızlık çekmeyeyim. Oradan bize haber getirin!.. İslâm kardeşliği böyle olur. Birbirinden haberdar olmayan insanlardan, bir büyük işbirliği, bir büyük hamle, bir büyük sonuç getirecek iş olmaz.

Bugün maalesef tüm İslâm Alemi emperyalist güçlerin sultası altındadır. Kuş uçurtmazlar, takib ederler… Hem de kendisi takib etmez… Amerika John’la takib etmez, Smith’le takib etmez. Kimle takib eder?.. Adı senin benim gibi olan insanla takib eder; canına okur. O milletin içinden çıkmış hain vasıtasıyla takib eder ve millete en büyük zararı, kendi içinden çıkmış insanlara yaptırır. Parayla satın alır, ajan edinir ve öyle kullanır.

Onun için biz bu halkayı, bu zinciri, bu bukağıyı; boynumuza geçirilmiş, ayağımıza kolumuza geçirilmiş şeyi kırmalıyız. Bunları kırmamız lâzım geliyor. Bu da ilimle olur, hareketle olur, cevvaliyetle olur, dinamizmle olur… Olağan çalışmaların üstünde çalışmayla olur. Köyünden başka yeri bilmeyen, şehrinden başka yeri bilmeyen insandan ne hayır gelecek?.. Yabancı dil bilmiyor, karşı taraftan haberi yok… Müslümanlarla uzlaşmamış, tanışmamış, işbirliği yapmamış, ticaret yapmamış… Onun malını al, yahudi’nin malını alma!.. Müslüman kardeşinin imalatını al; Amerikalı’nınkini alma, Avrupalı’nınkini alma!.. Ticaret yapmasan, çökertirsin adamları… Savaş yapmaya lüzum yok ki, malını almasan çökertirsin.

İslâm Alemi’ni tanıyacaksınız. Her biriniz ve her birkaç kişiniz, bir grup teşkil edin; bir ülkeyi seçin, tanıyın!.. O ülkeyle canlı ilişkileriniz olsun. Böyle olmaz! Böyle giderse, bu kafayla, bu havayla, bu edayla, bu çalışmayla İslâm ümmeti bir iş yapamaz!..

İslâm ülkelerinden, her ülkenin başına bir hain getirilmiştir. Ülke onun hakimiyeti altına sokulmuştur. Müslümanlar birbirleriyle çarpıştırılmaktadır. Dışarıdan desteği yoktur. Alimler mağdurdur, hapislerdedir, idam edilir, yok edilir… Müslümanlar da öyle, koyun gibi sürü halinde dururlar. Yâni, yünlerinden istifade edileceği zaman, kırpılırlar; etlerinden istifade etmek gerektiği zaman, kesilirler; sütlerinden istifade etmek gerektiği zaman, sağılırlar… Bunu kırmalıyız artık!.. Siz, yeni nesil kıracaksınız. Yaşlı adam bak, camiye geliyor; yetmiş seksen yaşına gelmiş, kızına helâl lokma yedirmeyi öğrenememiş!.. Belki siz öğrenirsiniz, sizden ümidimiz var!.. Kafası taşlaşmış onun; ola ki, siz Allah’ın istediği has müslümanlar olursunuz.

Aziz ve muhterem kardeşlerim, ilme çok önem verin!.. Kur’an’ı öğrenin, hadisi öğrenin, dinimizi öğrenin!.. Ama, bizim metodumuz sabır ve sevgi metodudur. Meşakkati vardır, sıkıntısı vardır bu yolun… Hizmetin dertleri vardır. Sabrederiz, uykusuz kalırız, aç kalırız, yaralanırız, parasız kalırız… Para vermemiz gerekebilir, çok koşturmamız gerekebilir, terlememiz gerekebilir… Sabredeceğiz ve hizmetimizi severek yapacağız. Bizim metodumuz sevgidir. Sevgi ile pek çok kapı açılır. Şiddetle açılmayan pek çok kapı sevgiyle açılır. Bizim tasavvuf yolunun metodu sevgidir. Bizim büyüklerimiz, bir çok ülkeleri sevgiyle fethetmişlerdir. Top girmeden, tüfek girmeden, asker girmeden sevgiyle fethetmişlerdir. Bizim metodumuz odur. Yunus’un metodu odur, Eşrefoğlu Rumî’nin metodu odur, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin metodu odur. Şeyh Yusuf-u Hemedânî Hazretleri, doksanbin Mecûsî’yi müslüman etmiş… Savaşla mı?.. Hayır!.. Kavgayla mı?.. Hayır!.. Severek, dostlukla, ziyaret ederek, evine giderek, gelerek, iyilik yaparak… Savaş, son çaredir muhterem kardeşlerim!.. Allah yolunda kıtal, savaşma; bıçak kemiğe dayandığı zamandır. Ondan önce yapılacak çok işler vardır.

İslâm’ı bilmeyen insanlar, işi savaş tarafına götürerek, en son işi en başta söyleyerek; müslümanlığı savaş dini, kan dini, hunharlık dini gibi göstermeye çalışıyorlar. Avrupa’nın metodu budur. Bu değil bizim metodumuz!.. Balkanların fütuhatı sevgiyle olmuştur, dervişlerle olmuştur… Ortaasya’nın fütuhatı dervişlerle olmuştur… Endonezya’da İslâm’ın yayılması dervişlerle olmuştur… Afrika’da İslâm’ın yayılması dervişlerle olmuştur… Silâhla olmamıştır!.. Silâhla, harble olmamıştır. Bizim metodumuz sevgidir. Sevmeyi öğreneceksiniz, sevgiyle hareket etmeyi öğreneceksiniz!..

Sevgi, bir çok yaraları tedavi eder… Sevgi, bir çok müşkilleri halleder… Sevgi, bir çok kapıları açar… Sevgiyle papaz müslüman olur… Sevgiyle hareket ettiğin zaman, saygıyla hareket ettiğin zaman, centilmence hareket ettiğin zaman, ahlâk-ı hamîdeyle hareket ettiğin zaman, halim selim olduğun zaman, herkesin gönlünü kazanırsın… Sert olduğu zaman, etrafında kimse kalmaz insanın.

Bana Suud’da sordular… Bir sahurda topladılar Cidde’de… Türkiye’den gitmiş başka profesörler davetli… Dediler ki: “Türkiye’de %99 müslüman var ama, niye büyük bir İslâmî gelişme yok?..” dedim ki: “Bir kere gelişme, yardım Allah’tandır. Allah’a dayanmayan bir çalışmanın faydası olmaz, bu bilinsin!..” Allah dilemediği zaman, olmaz. Allah’tan istememiz lâzım, dua etmemiz lâzım.. Dua ettik, bak nasıl yağmur yağıyor!.. Demek ki bu memlekette, bu diyarda, halâ ağzı dualı ve makbul insanlar varmış.

Niye, yağmur için dua ediliyor da, İslâm’ın gelişmesi için dua edilmiyor?.. Niye, Fatih Camii’nde, şu müslümanlık gelişsin diye bir dua edilmemiş şimdiye kadar?.. Ne materyalist insanlarız biz yâ!.. Ne maddeci insanlarız biz… Yağmur kesilince, onbeşbin kişi Fatih Camii’nde toplanıyor, bir o kadarı Eyüb Camii’nde toplanıyor; ağlıyorlar, “Yâ Rabbi, yağmur gönder!” diye; İslâm gidiyor ama, hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor… Giderse gitsin. Çünkü, evinde kendisi Kur’an okuyor, tesbih çekiyor; yetiyor… Olur mu öyle şey?.. Yağmurun umûmî yağdığı gibi, İslâmın gelmesi için, müslümanların kurtulması için niye dua yapmıyorsun?.. Yağmuru dua ile yağdırıyor da Allah, İslâm’ı dua ile geliştirmez mi?.. Geliştirir… Allah kimin duasını kabul eder?.. Tabii, sevdiği kulun duasını kabul eder. İlkönce bu.

İkincisi: Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Tealâ Hazretleri, Peygamber Efendimize buyuruyor ki:

(Febimâ rahmetin minallahi linte lehüm) “Ey Rasûlüm, Allah’ın lütfu eseri olarak, Allah’ın lütfuyla, keremiyle, Allah yardım etti de, Allah öyle ilham etti de, çok şükür ki, onlara mülâyim davrandın… O etrafındaki kusurlu müslümanlara mülâyim davrandın.” (Velev künte fazzan galîzal kalbi, len faddû min havlik) “Eğer katı kalbli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi.” diyor. Demek ki, insanları birleştiren, toplayan güzel huymuş, tatlı dilmiş, temiz kalbmiş, ahlâk-ı hamîdeymiş, cömertlikmiş… İnsanları darmadağın eden de haşinlikmiş, sertlikmiş, kavgaymış, terslikmiş… Onun için, Türkiye’de bir şey olmuyor… Onun için, o kadar destekliyoruz, şöyle yapıyoruz, böyle yapıyoruz; fazla bir şey olmuyor. Neden?.. Sertlikle bir şey olmaz, kavgayla olmaz, edebsizlikle olmaz, kaş çatmayla olmaz, suçlamayla olmaz… Anlayacaksın, anlayış göstereceksin, yumuşak davranacaksın, seveceksin… Palavradan sevmekle de olmaz, yapmacık sevgiyle de olmaz; gerçekten seveceksin… “Bu, Allah’ın kulu!” diyeceksin. “Bu, Hazret-i Adem Atamızdan benim kardeşim, hemcinsim!” diyeceksin. “Yanılmış. Ben de bir ara yanlış işler yapmıştım. Bu da inşaallah düzelir.” diyeceksin, yumuşak davranacaksın.

Bazı müslümanlar hapse girdiler de, hapisten Berbat Süleyman’ı müslüman ettiler, öyle çıktılar… Berbat Süleyman adını almış olan, saçını usturaya vurmuş olan adam, müslüman olarak çıktı hapisten… Düzelir insan. Berbat Süleyman, güzel müslüman olabildiği gibi; Hazret-i Ömer, Peygamber Efendimizi öldürmeğe çıkmışken, akşama müslüman olduğu gibi olabilir. O bakımdan, bizim metodumuz sabır ve sevgidir; bunu öğrenin!..

Kavga gürültü değildir. Yumrukla bir insanın İslâm’a geldiği görülmüş değildir… “Ulan, buraya gel! Ya müslüman olursun; ya da, bir yumruk atarım, burnunu dağıtırım!.. Burnunu kanatırım. Otuz iki dişini eline veririm. Şöyle yaparım, böyle yaparım…” Böyle bir yolla bir kimsenin müslüman olduğu, görülmüş değildir muhterem kardeşlerim!.. Ulanla, kavgayla, gürültüyle olmaz; o, en son yoldur. Yâni:

(Femeni’tedâ aleyküm, fa’tedû aleyhi bimisli ma’tedâ aleyküm) “Size kim tecâvüz ederse, tecâvüz miktarınca siz de ona karşılık verin!” deniliyor. O, en son çaredir. Ama, ondan önceki çare sevgidir, sabırdır.

Karşındaki insanı sevmeyi öğreneceksin. Sevilecek tarafını bulacaksın. Optimist olacaksın, iyimser olacaksın… Diyor ki, bir büyük: “Gülün dikeni olduğunu düşünüp de tenkit etmek, olabilir.” Dikenli, elimi kanattı; şuna bak, hançer gibi dikenleri var… “Dikenli bir çalıda, gül gibi güzel kokulu ve güzel görünümlü bir çiçeğin olmasını düşünmek; bu, optimist, iyimser düşüncedir.” Yâni, o dikenlerin arasında çok çirkin kokulu, pis bir şey de olabilirdi. Öyle değil. Bak, ne güzel bir çiçek açmış!.. Her insanın dikeni vardır, gülü vardır. Gülünü göreceksin, ordan seveceksin… “Dikenini sev!” demiyoruz. “Dikenini medh et, dalkavukluk et!” demiyoruz.

Sevdin mi yakalarsın bir insanı… Sevgi her şeyi halleder. Baba çocuğunu döver, doğru yola gelsin diye. Gelmez çocuk; inat eder, evden kaçar. Anne sever, annesinin hatırına gelir. Onun için, sevgi bizim metodumuzdur, tasavvuf metodudur. İslâm’ın yayılması böyledir. Sevgi metodunu hiç ihmal etmeyin, gözardı etmeyin!.. Zaten içiniz kâmil bir iman ile pırıldadığı zaman, seversiniz. O iman, o sevgiyi zaten meydana getirir. Sevgi dolu olur insan… Mahlûkatını sever insan… Yaradılanı yaradandan ötürü hoş görmeye başlar; Yunus gibi coşkunlaşır insan… Eşrefoğlu Rûmî gibi olur; “Balığın canı su içre diridir. / İlâhî balığı gölden ayırma!” dediği gibi sevgi dolu olur insan…

Tekkelerimizde, dergâhlarımızda, tasavvuf yolumuzda bizim öğretmek istediğimiz, sevgidir. Kardeş olun, birbirinizi sevmeyi öğrenin!.. Kusurluyu da kusuruna rağmen sevmeyi öğrenin. Öteki insanları da, “Belki bir zaman gelir, müslüman olur.” diye sevmeyi öğrenin. “Bu İtalyan’dır, bu İspanyol’dur, bu İngiliz’dir, bu Amerikalı’dır; belki müslüman olur…O iman cevherini belki yeşertebilirim, yanına bir sokulayım.” diye düşünün.

Amerika’ya gittim ben; Amerika’da kardeşlerimiz anlattılar: Teksas’lı bir yahudi –zengin, petrol kuyusu sahibi– müslüman olmuş. Dedim: “Yâhu, yahudi de müslüman olur mu?.. Yâni, gerçekten müslüman olmuş mu?..” “Hocam! Camiyi süpürüyor, kapının eşiğinde oturuyor; o kadar tevazu sahibi… Diz üstü oturuyor, o kadar saygılı…” dediler. Olur. Sevgiyle olur muhterem kardeşlerim!.. Sevgiyi unutmayın, sevgiyi öğrenin!..

Bizim çok düşmanlarımız var; Allah yardımcımız olsun… Şeytan; usta bir düşman. Hazret-i Adem Atamız’dan beri başımıza musallat… Nefis; içimizdeki düşman… Rakibler; müslümandır ama, senin iyiliğini istemez, ayağına çelme takar. Mü’mindir ama, hasetçidir, müşahindir. Bak, “Berat gecesinde Allah herkesi affeder, çok insanı affeder, şu kabilenin koyunlarının tüyleri adedince insanı affeder.” diyor da Peygamber Efendimiz; affedilmeyenlerin arasında, “Namussuz kimse, içkiye müdavim kimse…” diyor. Bir de diyor ki: “Müşâhin; kalbinde müslüman kardeşine karşı kin kaynayan, fokurdayan, adâvet olan kimse. Onu da affetmez.” diyor. İki müslüman birbirine küs, dargın olduğu zaman, barışmadıkça, küslükleri devam ettiği zaman, Allah onların affını da tehir ediyor; “Hele bir barışsınlar, ondan sonra düşünürüz.” diyor.

Onun için, içimizde böyle şeyler var. Yâni, herkese ajan demiyoruz; belki ajan değil ama, rakibler var, hasetçiler var… Karışık, garib davranışlar görüyoruz. Belki, metodunu bilmiyorlar, ilimden uzak oldukları için… Sahte bir takım organizasyonlar var; topluyorlar, ondan sonra toptan satıyorlar!.. Topluyor müslümanları etrafına; ondan sonra toptan satıyor… Götürüyor, olmadık yere bağlıyor… Bunlara dikkat edin!.. Mü’min feraset gözüyle bunları anlayabilir ama, ben yine ikaz edeyim: Pasifize ediyorlar, oyalıyorlar!.. “Ha oldu, ha olacak… Ha gayret, biraz daha, biraz daha…” Hiç bir şey yok!.. Bekle, bekle, bekle; hiç bir şey yok… Neden?.. Maksadı oyalamak!..

Muhterem kardeşlerim! Kâfir doğrudan doğruya Türkiye’ye gelip de Mü’minlerle uğraşmaz!.. Nasıl uğraşır?.. Onların gelişmemesi için düzenler kurar, öyle uğraşır. Onun için, benim burda ümidim, hakkı görebilme kabiliyetinizde… Yâni, hakkı görebilirseniz, görürsünüz. Göremezseniz; siz de bir yere takılırsınız, eveler gevelersiniz… Çocukların dişleri çıkacağı zaman, plastik bir şey veriyorlar eline; elinde tutuyor, boyna ısırıyor… Dişlerinin kaşıntısı geçiyor, o kadar. Bir iş yaptığı yok, bir yemek filân değil. Bir şey değil, sadece eveleme geveleme oluyor. Onun için, hizmet ediyorum diyen insanları, hizmet ediyorum diyen organizasyonları, irfan ile, irfan teraziniz ile tartın!.. Kimseye peşin bir ön yargı söylemiyorum, hürsünüz!.. Allah akl-ı selim versin, irfan versin; irfan teraziniz ile tartın.

Hakkı bilirseniz, kimin hak ehli olduğunu anlarsınız. Hazret-i Ali Efendimiz de öyle diyor: “Önce hakkı bil, kimin hak ehli olduğunu o zaman anlarsın!” diyor. “O adamın, bu adamın peşinde koşmakdan önce, hakkı bil! Hangi adamın hakkın ehli olduğunu, beraber yol arkadaşlığı yapılabilecek insan olduğunu o zaman anlarsınız.” diyor. Bu çok önemli!.. Allah, yanlış yollarda ömür tükettirmesin…

Sonra, bazı insanlar, müslümanların çalışmasını engellemek için şöyle bir metod uyguluyor: Müslümanların arasına giriyor, fren vazifesi görüyor!.. Yâni, işi götürmüyor, yavaşlattırıyor; o da bir kâr diyor. Hem müslümanların arasında olduğu için konuşmaları duyuyor, fikirleri kararları duyuyor, öbür tarafa iletiyor; hem de fren yapıyor… Hızlı giden şey, hızlı gitmiyor, yavaşlıyor… Yâni, işi yavaşlatma grevi diye bir grev var ya; doğrudan grev yapsa, kanunlara aykırı… İşi yavaşlatma grevi yapıyor. Bir şey yapıyoruz sanıyorsun, ama yapılmıyor.

Onun için, ben diyorum ki, böyle birtakım şeylere körükörüne bağlanmak yok!.. Her birinize istiklâl tavsiye ediyorum, hürriyet tavsiye ediyorum. Hür olun, hizmeti kendiniz tesbit edin, yapmaya çalışın!.. Bir başkası engellerse itibar etmeyin! O hizmeti yapmak isteyen öteki insanlarla işbirliği yapın!.. Ama, hedefi hiç kaçırmayın! Hizmetten hiç geri kalmayın! Hiç bir şey sizi oyalamasın!..

“Yaptık, yapacağız, edeceğiz…” Bir şey yok!.. Yirmi sene geçiyor, otuz sene geçiyor; ortada bir şey yok!.. “Şuraya hizmet edeceğiz, buraya hizmet edeceğiz…” Ölçün, ne hizmet yapmışsınız?.. Gel bakalım, bir muhasebe yapalım… Senede bir muhasebe yapılır, mal sayımı yapılır dükkânda; kârlar zararlar tesbit edilir. Senede bir yıllık bir değerlendirme olur. Yâni, bu kadar sene geçmiş, bir muhasebe yapılmamış… Şunun altına bir yekûn çizgisi çizelim; gelirleri, giderleri, aktifleri, pasifleri bir hesaplayalım… Bakalım ne yapmışsın, ne koymuşsun ortaya?.. Yâni, koca koca laflar, meydanlarda nutuklar… Ama, “Ne yapmışsın, görelim!” diye, hesap sorucu olun, takib edici olun muhterem kardeşlerim!.. Hayrı körükörüne yapmayın! Hizmeti körükörüne yapmayın!.. Sonucunu görerek yapın, ikna olarak yapın!.. Aldanmayın, oyalanmayın!..

Sonra, yanlış hedefler gösterirler: “Düşman şurda, şu tarafa gidin!..” Yahu orda düşman yok! Oraya gideceğim de ne olacak?.. Asıl düşman şurda… Asıl hedefleri şaşırmayın!

Aziz ve muhterem kardeşlerim! Allah’a hamd ü senâlar olsun, Allah bizi dinlerin en güzeli olan İslâm’la müşerref eylemiş. Ben, dünyanın başka İslâm ülkelerini de geziyorum; Allah’ın iyi kulları hiç bir yerde eksik değildir. Elhamdülillah, Allah bize güzel bir yol nasîb etmiş, gerçekleri görme nimetini nasib etmiş, güzel müesseseler kurmayı nasib etmiş… İslâm’a hizmetin çeşitli yolları vardır, müesseseleri vardır. İslâm, bir kimsenin hizmetiyle yürüyecek hale gelirse, o kimseyi yok ederler!.. Emperyalizm, tek hedef haline gelmiş olan insanı yok eder. Öldürürler!.. Seyyid Kutub gibi, falanca gibi, filânca gibi… Hani, İsrail gitti, Tunus’ta Ebû Cihad’ı öldürdü… Yaser Arafat’ı öldürmedi de, ötekisini öldürdü. Çünkü, berikisi ajan, kukla…

Tek hedef haline geldi mi, bir hayır ehli mücahidi öldürürler. Ziyâül Hakk’ı –kendisi devlet reisi olduğu halde, bir su-i kasde kurban gitti– öldürdüler… Ne yapmak lâzım?.. Hizmeti yaygınlaştırmak lâzım, herkesin lider olması lâzım. Ellibeş milyonu da öldürecek değiller ya!.. Bir milyarı da öldürecek değiller ya!.. Emperyalizm ve sömürü, bu işini nasıl yürütüyor?.. Aldatma yoluyla… Birkaç lideri temizledi mi, Pakistan elinde… Birkaç lideri temizledi mi, Irak elinde… Birkaç lideri temizledi mi, Mısır elinde… Böyle gidiyor bu işler.

Öyle olmamalı, hizmet yaygın olmalı; her müslüman lider olmalı!.. Her müslüman gayretli olmalı!.. Her müslüman lider olsa, on tanesini öldürseler ne olur?.. Hizmet yine gider, bayrak yere düşmez… Hizmet, hiç bir şekilde aksamaz hale gelmeli. Onun için ben, sivriltilmiş liderlerin karşısındayım; birkaç bakımdan… Yâni, “Tek lider, vazgeçilmez insan…” Öyle şey olur mu?.. “Şu adamı ben beğenmiyorum, bir şey beceremez!” Sen fırsat ver, bak neler becerir. Hocalara hiç görev vermemişler, pasif olmuş. Versen, o da bir hizmet yapar. İttiba etsen, iktidâ etsen, tabi olsan, yük yüklesen; herkes öğrenir her şeyi… Acemilik süresi bir ay sürer, iki ay sürer, altı ay sürer, bir sene sürer; öğrenir. Siz de öyle…

Her biriniz lider olacaksınız!.. Lider olmalısınız. Aksi halde, İslâmî gelişmeyi söndürür bu emperyalistler… Çünkü, dünyanın her yerinde elleri var, kulakları var… Muhterem kardeşlerim! Bakın, Filistin’deki çocuklarla başa çıkamıyorlar. Neden?.. Tek lider olmadığı için!.. Tek lider olmadığı zaman baş edemezler. Filistin’de, elinde silâh olmayan, taşla askerlere saldıran çocuklara diş geçiremiyorlar. Onun için, hizmeti yaygınlaştıracaksınız.

Ben size bir hatıramı anlatayım: Almanya’da birisi beni çağırdı. Hocamızın da tanıdığı bir kimse idi. “Pekâlâ görüşelim!” dedik. Görüşme talebi ondan geldi. Benim sınıf arkadaşım, çok kıymetli bir kardeşim var; “Hocam, bu biraz karışık bir adam; yâni, ajan filan olabilir!” dedi. “E, olsun. Bir göreyim bakayım, ne istiyor benden?” dedim. Bana diyor ki: “Bu Almanya’daki müslümanları birleştirelim!” Sonra, bizim olduğumuz şehre geldi, yine çağırdı beni; “Falanca oteldeyim, görüşelim!” dedi. Adam zengin, milyarder… Türkiye’de fabrikaları filân olan bir kimse. İsmini söylemiyorum, Türk ve müslüman… [Aralık 2015’e 98 yaşında vefat eden Sancak Tül Fabrikası sahibi Murat Bayrak‘ı kastettiği anlaşılıyor. 1980’lerde Almanya’da “yersiz yurtsuz halife” Cemalettin Kaplan‘a oturma izini alması ile gündeme gelmişti. Uğur Mumcu’nun kendisi için “Murat Bayrak bilmecesi çözülmeden 12 Eylül öncesi ve sonrası yeterince anlaşılamaz”  dediği bu şahıs, 12 Eylül darbesi sırasında tutuklanmayan tek MHP Ge­nel İda­re Ku­ru­lu üye­siydi. Damadı sinema sanatçısı Tamer Yiğit, bir röportajında,kayınpederinin MİT’çi olduğunu Ecevit’ten rivayete söylemiş bulunuyordu] Baktım otelde, Almanca konuşuyor; masada oturuyor, Almanlar fıldır fıldır etrafında dönüyorlar. Yâni, adam bayağı yüksek rütbeli bir şey demek ki!.. Hayret içinde kaldım. Sonra biraz kurcaladım, “Ne olacak, müslümanları birleştireceksiniz de?..” dedim, anlamak için. “Hocam, her işçinin maaşından %7 kesilir. Şu kadar işçi var, şu kadar milyon mark eder…” dedi. E ne olacak bunlar?.. Yâni, o teşkilâtın başına geçecek, o paralar onun emrinde olacak…

Sonra, Alman hükümeti de bu işi teşvik ediyor; iki sebepten: Birincisi kesilen %7 nin yüzde bilmem kaçı da Alman hükümetinin kasasına girecek; şu kadar milyon mark para işçilerden geri dönmüş olacak. Alman onun hesabını yapıyor. İkincisi –muhterem kardeşlerim, çok önemli nokta; bunu zihninize iyice yerleştirin– bir lidere bağladığı bir yığın insanı, böyle üzüm salkımını sapından tutar gibi, istediği yere götürüyor!.. O kadar taneyi sen götürebilir miydin? İki kilo sultaniye üzümünü, böyle bir yere götürebilir misin sen?.. Götüremezsin. Ama, salkıma bağlı oldu mu her birisi, sapından tutarsın –maşaallah, ikibuçuk kilo sultaniye çekirdeksiz üzüm– alırsın, götürürsün. O senin avucuna sığmadığı halde, götürebilirsin.

Onun için, teşkilât kurdurtuyorlar; teşkilâtın başına kendi adamlarını –hain bir kimseyi– koyuyorlar. Öteki insanların hepsini, üzüm salkımı gibi oraya buraya götürüyorlar. Ben de oradaki arkadaşlara dedim ki: “Adem-i merkeziyet usûlü çalışın! Hiç bir yere bağlanmayın!.. Bulunduğunuz kasabada, yerde kendiniz hizmete bakın!” Çünkü, lideri sorguya çekecek; “Ben sana şu talimatı verdim, niye adamlarına bunu yaptırmadın?” diyecek.

Orda bir doktor vardı [Iraklı Zeynel Abidin]; ameliyatta öldürdüler adamı!.. Adam damar cerrahı idi. Televizyon ekranında kendisine yapılan operasyonu takib ediyormuş. Operasyon yapılırken bir yerde, “Olmaz, yapmayın!” diyecek olmuş –kendisi de mütehassıs, biliyor meseleyi– vurmuşlar neşteri, ameliyattan kalkamadı; öldürdüler adamı!.. Öldürürler. Tek merkeze bağlarsan, liderleri öldürürler veya uydururlar kendilerine… Veya, ajan haline getirirler… Tehditle, tabancayı şakağına dayarlar, yaparlar. Herkes Doğu Alman bakanı gibi olmaz.

Doğu Alman bakanları Doğu Almanya’nın kalkınması için bir plan hazırlamışlar. –Metin Toker yazdı bir gazetede; yâni, bilgiyi ondan aldım, okudum.– Bir kalkınma planı yapmışlar, Doğu Almanya’nın kalkınması için… Rusya’nın işine gelmemiş. Rusya, Doğu Almanya’yı sömürüyor o sırada. Şimdiki karışıklıkların birkaç yıl öncesindeki hadise bu. Rusya’dan bir heyet gelmiş, Doğu Alman hükümetine; demişler ki, “Hayır! Bu ekonomik tedbirleri uygulayamazsın!..” Uygularsa kalkınacak. Batı Almanya gibi sınâî bir kalkınma meydana gelecek… “Yapamazsın!” demişler. “Ya ne olacak?..” “Şunları, şunları, şunları yapacaksın!” demişler. Onları yaptığı zaman, intihar demek. Yâni, bütün ekonomik şeyler sömürülmüş olacak Rusya tarafından… Doğu Almanya’lı bakan, –ismini unuttum, ismini de yazmıştı orda– “Peki, bir dakika!..” diyor, öbür odaya geçiyor. Biraz sonra, bir silâh sesi duyuluyor ordan. Doğu Almanyalı bakan intihar etmiş… Şakağına dayamış tabancayı, intihar etmiş… Doğu Almanya komünist rejim ile idare ediliyor ama, adam komünist ama Alman milliyetçisi… Rusya’nın kendi ülkesini sömürmesi için kendisine empoze ettiği kararları imzalamaktansa, canına kıymayı tercih ediyor!.. Bakın yâni, bu onların şuuru! Domuz gibi milliyetçidir hepsi, nasyonal sosyalisttir hepsi… Komünist de olsa, sosyalist de olsa, Rusya’nın boyunduruğu altına girdiği için tepki gösteriyor. Bakın, Estonya’yı, Litvanya’yı görüyorsunuz; adamlar küçücük oldukları halde nasıl direniyorlar!..

Şimdi herkes bu mertliği gösteremiyor. Kimisi ajanlığı kabul ediyor. O zaman, bütün teşkilat, karşı tarafın istediği şekilde yönetilmiş oluyor. Bu gibi durumlarda en iyisi adem-i merkeziyettir. Yâni, lidere bağlı kimseleri üzüm salkımı gibi istediğin yere naklet; öyle şey yok. Filistin’deki gençler gibi herkes kendi hareket ederse, o zaman kimi cezalandıracak?.. Onun için, bu manâyı hiç hatırınızdan çıkartmayın; bir yere bağlanıp da, ondan sonra pasifize olmayın!.. Hizmetten geri durmayın!.. Hizmeti yapmaya, her biriniz bir lider olun!..

Türkiye’de iki milyon lider… Ne güzel! Her birinin etrafında beş kişi, on kişi, onbeş kişi… Ne kadar güzel!… Herkes İslâm için çalışıyor… Ne kadar güzel bir birikim olur. Kimse bir şey diyemez. Ama, “Hıkdı, mıkdı, şöyle de, böyle de, soralım da, edelim de…” Müsaadeli, ağabeyli, bilmem neli… Öyle şey yok; tabi olmayın kimseye!.. Bana da tabi olmayın!.. Bana tabi olursanız, beni sıkıştırırlar. Ondan sonra, “Sen bu adamlarına şöyle yap!” derler. Bana da tabi olmayın, İslâm’a tabi olun!.. Allah’ın emrine tabi olun!.. Allah’ın dinine hizmet edin!.. Tek başınıza olsanız da, hakla beraber olun!.. İbrahim AS gibi olun!.. O zaman, İslâm kalkınır; başka türlü kalkınamaz!..

Bu heriflerin silahları bizden fazla… Bu adamların organizasyonları bizden fazla… Şurdaki konuşmalar bile, orda dinleniyordur; gazetelere geçer. Onun için en iyi çare, böyle yaygın çalışmaktır. Bilmem anlatabildim mi, asıl anlatmak istediğim şeyi?.. Bunu iyi anlayın!.. Her biriniz İslâm için, kendinizin dünyada kalmış tek adam olduğunuzu düşünün… Robenson Crosue’nin adaya düşüp de, orada tek başına kaldığı gibi; İslâm’ı senden başka kalkındıracak başka insan kalmadığını düşün… Yapabildiğin imkânlarla, İslâm’a hizmet etmeye çalış. Ama, bu arada senin gibi aynı hedefe yürüyen başka insanlar varsa; onlarla da işbirliği yap!.. Yapmıyorsa, silkele at be!.. Sen onu sırtında taşımak zorunda mısın?.. Beni sırtında taşımak zorunda mısın?.. Kimse kimseye hürriyetini vermesin!.. Hürriyet aziz şeydir. İnsan, ancak Allah’a kul olur.

(İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn) “Allahım! Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” “Efendim işte, dirlik, düzenlik, birlik, beraberlik, organizasyon…” Organizasyonun en güzeli bu!.. Organizasyonun en güzeli budur, aziz ve muhterem kardeşlerim!..

“Dergilerimizin sahibi” dedi, beni tanıştırırken bir kardeşiniz; ben de dergilerinizin bir hizmetlisiyim!.. Ne bu dergiler benimdir, ne bu vakıf benimdir, ne bu din benimdir, ne de bu yola hizmet benim inhisarımdadır!.. Benden nice nice güzel hizmet eden insanlar vardır. Olsun, temennî ederim; bizi aşsınlar, bizden daha öteye gitsinler… Bizden daha ileriye varsınlar diye temenni ederim. Hepimiz aynı gaye için çalışıyoruz. Hiç birimizin, şahsen bu işlerde menfaati bahis konusu olmamalı!.. Bu dergilere ben de sizin gibi, kendi kazancımdan, kendi imkânımdan destek veriyorum. Ben de 25 milyonluk bir hisseyi aldım, borçluyum. Ben de onu ödeyeceğim… Evim var, barkım var; satacağım, ödeyeceğim. Ben 27 yıl çalışıp emekli olmuş, imkânı olan bir insanım.

Bu dergilere siz de hizmet edeceksiniz. Neden?.. Çünkü haberleşme ve yaygın eğitim, en önemli çalışma!.. En önemli çalışma!.. Ve bir toplumun en uyanık insanları, basınla ilgili olan insanlardır. Çünkü basın, hayat demektir. Hayatın her şeyiyle birden ilgilenirsiniz: Muş’ta şu hadise olmuş, Münih’te şöyle olmuş, İstanbul’da böyle olmuş… Filânca toplantı, falanca kitap, falanca konferans… Her şey basınla halloluyor, yayınla oluyor. En önemli silâh basındır.

Hürriyet gazetesinin bağlı olduğu bir parti var mı?.. Yok!.. Partileri devirir alimallah!.. Bakanlara çatar. Yeri geldiği zaman reisicumhur’a çatar. Evren Paşa’ya az mı çattı?.. Turgut Özal’a az mı çattı?.. Çatar. Basın, en büyük kuvvettir. İnsanların uyanması için, en iyi alettir. Basını fethedeceksiniz, –ama bu dergilerle olur, ama başka şekilde olur– basına sahip olacaksınız!.. Basına giremezseniz, basın hayatını tadamazsanız; dünyadan haberiniz olmaz… Türkiye’den haberiniz olmaz… Olanlardan haberiniz olmaz, gelişmelerden haberiniz olmaz… Böyle geri kafayla da, İslâm’a hizmet edemezsiniz.

Ben hocayım. Nihayet, Hocamızın ihvanımıza hizmet etsin diye görevlendirdiği bir hizmetliyim. Yâni, dinî bir vazifem var. Ne diye bu işle ilgileniyorum?.. En önemli hizmet, bu olduğundan!.. Benim camimde, ben vaaz verdiğim zaman ikibin kişi, üçbin kişi toplanır. Yetmez! Yeterli değil. Basın önemli, basın hayatı önemli!.. “E, kitap yazsan hocam!..” Bakın, dergiler ziyan ediyordu. Geçen sene, ben kapatmayı düşündüm. Olmaz! O zaman statikleşiriz. Kitap yazma statik bir çalışmadır, zaman dışıdır, aktüaliteden kopmaktır. Aktüaliteden kopamayız!.. “Niye haftalık dergi çıkartıyorsun?..” Aktüalitenin daha içine girmek için!.. Hayatın tam içinde olmak için… Türkiye’nin tüm meselelerine vakıf olmak için… Kulağımın delik olması için… Haberleşmeyi sağlamak için… Hakkari’deki kardeşime; Rize’deki, Artvindeki, Yusufeli’ndeki kardeşime bilgiyi götürmek için, göndermek için… Hizmetin en önemlisi bu olduğu kanaatinde olduğum için, bu sahaya önem veriyorum.

Bizim başka müesseselerimiz de var. Şu bulunduğumuz bina bir eğitim müessesesidir. Eğitim, ağır çalışan bir çarktır. Ağır çalışır; beş senede, on senede sonucunu alırsınız. Ben, otuz senenin mahsulüyüm, kırk senenin mahsulüyüm… Yâni ben çocuktum, gençtim, bu yaşa geldim. Eğitim çok ağır çalışır; otuz sene, kırk sene geçer. En hızlı çalışan hizmet vasıtası basındır! Bir anda, bir çok şeyleri değiştirirsiniz. Yazılar güzel olursa, candan olursa, çalışma ve hazırlama emek vererek olursa muhterem kardeşlerim; o zaman, en büyük eğitim orda olur!.. Siz kolejlere sahib olmazsınız; kurslara, müesseselere sahib olmazsınız; onların içindeki insanlara mesajı götürürsünüz… Siz, değişik düşünceli gruplarla belki diyalog kuramazsınız ama, sizin yayınınız onlara gider. Bakar; haklıysan, hak verir. Yâni, karşı gruplara mesajınızı başka türlü anlatamazsınız. Senin camiine de gelmez, senin kitabını da okumaz… O bakımdan, bunun en büyük hizmet olduğunu görüyorum. Bu, oyuncak değil!..

“Efendim, işte cihad, daha büyük hizmettir!..” Haberleşmeye dayanmayan cihad, cihad olmaz!.. Haberleşmeye dayanmayan cihad, Kıbrıs Harekâtı’nda kendi gemimizi kendi uçaklarımızın batırdığı gibi, fecî sonuçlar doğurur. Geminin bizim gemimiz olduğundan haberi yok… Gemideki adam, uçağa, “Ben sendenim!” diyecek mekanizmaya sahib değil… Uçaklarımız gemimizi batırmıştır. Kim bilir, kaç tane erimiz şehid olmuştur?.. Ne kadar milyonluk zarar olmuştur?.. Tümamiral emekliye sevkedilmiştir ama, ne işe yarar?..

Haberleşme çok önemlidir. Birbirinden haberi olmayan insanları fenâ aldatırlar. Fenâ yenerler… Bizim Suud’dan haberimiz olmalı… Endonezya’dan, Malezya’dan haberimiz olmalı… Rusya’dan, Almanya’dan haberimiz olmalı… Amerika’dan haberimiz olmalı… Bu da basınla olur. En önemli araç, İslâm’a en güzel hizmet vasıtası basındır. Onun için, buna önem verelim!.. Ben de önem vereyim, ben de olanca gücümle katılayım; siz de olanca gücünüzle katılın!.. Çünkü, bundan daha mükemmel bir silâh bilmiyorum.

(Ve eiddû lehüm mesteta’tüm min kuvvetin) “Düşmanlara karşı, gücünüzün yettiğince silâh hazırlayın!” En önemli silâh basındır.

Lütfen, beni de sivriltmeyin!.. Beni de, şöyledir, böyledir demeyin!.. Her biriniz kendiniz hizmet edin!.. Ben, ölebilirim, –herkes fânî– başıma bir hal gelebilir. Hastalanabilirim, ameliyat olabilirim… Yurtdışına gidebilirim… Bir tek kişinin çalışmasına bağlı olan bir çalışma, çalışma değildir. Yazıklar olsun, böyle çalışmaya!..

Ben eskiden hatırlıyorum, bundan yirmi sene önce, yirmibeş sene önce, müslümanların “Bugün Gazetesi” diye bir gazeteleri vardı. Oldukça güzel bir gazete idi. Şevket Eygi çıkartırdı. Başyazısı filân onundu. Necib Fâzıl merhum da yazı yazardı. Ben, Şevket Eygi’nin yazılarını, Necib Fâzıl’ınkinden daha güncel, daha böyle halkın anlayabileceği gibi, daha muhtevâlı, daha yoğun, daha kaliteli görürdüm. Yâni, benim değerlendirmem bu; o edebiyat, bu gerçek diye düşünürdüm. Fakat bir tenkidim vardı. Diyordum ki, “Bu gazetenin tüm ağırlığı Şevket Eygi’nin üzerinde… Bu adamı haklarlar, bu gazetenin fonksiyonu biter, çalışması sıfıra iner.” diyordum. Nitekim, hakîkaten, Şevket Eygi’nin başına mahkemelerden hapis vs. meselesi çıktı. Kalktı, Almanya’ya kaçtı gitti. İşte, hapse girmemek için filân derken, gazete de fonksiyonunu yitirdi.

Tek şahsa bağlı olan faaliyetleri, doğru faaliyet görmüyorum. Bir kişiye bağlı olmamalı… Onun için, böyle sivri başlar üretmeyi de uygun görmüyorum. Kovana bakan, arılara bakan bakıcı, kovanda teşekkül eden arı beyi memelerini kopartır. Neden?.. Arı beyi ordan çıktı mı, kovanı böler götürür başka tarafa… Bir oğul verir, toplar başka yere götürür; kovanı böler. O bakımdan süper insanları da sevmiyorum. Çok kabiliyetli, çok kaliteli, bilmem ne, filân… Süper insanların, büyük tehlikeleri vardır. Süper insan biraz mağrur olur, kibirli olur. Bize normal insan lâzım… Bize normal eleman lâzım… Bize tabii eleman lâzım; her haliyle beşer olan, beşer hasletli… Bizim Peygamberimiz de beşer peygamberdi. (İnnemâ ene beşerun) “Ben bir kulum!” demiştir Peygamber Efendimiz…

Böyle tek, olağanüstü kişiler, İslâm’a büyük hizmet edebilirler ama, toplum beraber yürümeli… Toplum beraber yürümediği zaman, her yerdeki olağan kişilerin gelişmelerini baltalarlar. Mısır’da çok derbederlik varken, Hasan El-Bennâ çıktı, rahmetli… Fakat, onu baltaladılar. Başka yerlerde de böyle olur. Onun için, dönüp dolaşıp aynı şeye gidiyorum: Hepinizin omuzunda büyük veballer, sorumluluklar vardır, mes’uliyetler vardır. Bu davaya hizmet, sadece belli kimselerin görevi değildir; her müslümanın görevidir, her mü’minin görevidir!.. Hepiniz bu görevle vazifelisiniz, vazifeniz var!.. Sorumlusunuz, vebaliniz var!.. Bu hizmetin şuuruna erin!.. Her biriniz, olanca gücünüzle bu davaya omuz verin, destek olun!..

Maksadımız, emîn olun dergi çıkartmak değil!.. Kazanç gayemiz de yok! Çünkü, Allah bizi o merhalelerin üstüne çıkarttı, şahsen bir ihtiyacımız yok. Yâni, paramızı nereye, hangi hayırlı işe harcedeceğiz diye, onun yolunu arayan insanlar durumuna geldik. Belki bir zaman sonra, siz de o duruma gelirsiniz. Yâni, mühim olan İslâm’a hizmettir. Bu hizmeti beraber yapmaya mecburuz!.. Neden?.. On kişinin kaldırabileceği bir yükü, bir kişi kaldıramaz… On kişi lâzım, yirmi kişi lâzım ki, kalksın.

O bakımdan, hepinizi şuura davet ediyorum!.. Göreve davet ediyorum!.. İslâm’a hizmete davet ediyorum!.. Hakka tabi olmaya davet ediyorum!.. Körü körüne hareket etmemeye davet ediyorum!..

Hazret-i İmam-ı Azam Ebû Hanife, “Benim mezhebimin ahkâmının sebeplerini bilmeden, benim mezhebimin hükmüyle hükmetmesin bir kadı!” demiş. Yâni, “Ben o hükmü niye vermişim, sebebini bilsin; onu bilmeden hükmetmesin!” diye söylemiş. Siz de işte bu şuurla hareket edin!.. El birliğiyle İslâm’a güzel hizmetler edelim!.. Basın sahasında yerleşelim!..

Basın sahasında güzel gelişmeler oldu. Biz sebep olduk bir kısmına… Bizden önce de başka çalışanlar oldu ama, derli toplu bu işe en büyük önemi veren, dikkati çeken bizim grubumuz oldu. Sizler oldunuz… Sizlerin katkısıyla, daha bir canlandı dergi… Yâni, bir ara bir hayli zayıflamıştı. Çünkü, pasif direniş vardı!.. Grubumuzun içinde işi yavaşlatma grevi vardı!.. Bu pasif direniş yenildi elhamdülillah… Derginin birkaç sayıdır görüyorsunuz canlılığını… İnşaallah daha büyük atılımlar için, işbirliği yapalım, elbirliği yapalım… Dergi sizindir; öyle bilin! Siz de yazı gönderin!… Siz de dertleriyle dertlenin, işleriyle ilgilenin!.. Maddî bakımdan destek olun!..

Bir başarı için, kaliteli eleman kadrosu lâzım; bir de finansman gücü lâzım!.. Maalesef, gözü kör olasıca para, her yerde ihtiyaç olarak görülüyor. Dünyalık gerekiyor. Peygamber SAV Efendimiz’in zamanında da öyle idi. Peygamber Efendimiz’in hizmetine, Ebûbekir Sıddîk Efendimiz, bilmem kaç bin altınını tahsis etmişti. Osman-ı Zinnûreyn Efendimiz, bilmem ne kadar büyük servetlerini tahsis etmişti. İslâm, o büyük servetlerin tahsisiyle, büyük mücadelelerden böyle yüz akıyla çıkmıştı. Parasız olmuyor bu işler… Para bizim vasıtamızdır; biz paranın kölesi olmayalım!.. Parayı İslâm’a hizmet ettirelim!..

Allah, hepinize hakkı hak olarak görmeyi nasib etsin… Kalbinize pırıl pırıl, ışıl ışıl bir nurâniyet versin… İman-ı kâmil ihsan eylesin… Tevfikını refîk eylesin… Her işinizi rıza-i Bâriye uygun, her sözünüzü Allah rızasına uygun yapmaya muvaffak eylesin… Gerçekleri görüp, doğru hedeflere yürümeyi nasib eylesin… Hak yolda hak ehlini, onlarla beraber olmayı, onları desteklemeyi, hayırlı verimli çalışmalar yapmayı nasib eylesin… Çalışmalarımızı verimli, semereli, faydalı eylesin… Ümmet-i Muhammed’in istifade edeceği çalışmalar eylesin…

Bir gün gelip de vademiz yettiğinde, bu dünyadan göçtüğümüz zaman, arkamızdan hayır dua ile anılmamıza ve sevaplarımızın gelmesine sebep olacak, hayrât ü hasenât bırakmayı, eser bırakmayı; faydalı çığırlar açmış olarak sevap kazanmaya devam etmeyi, Allah cümlenize cümlemize nasib eylesin…

Dünyanın ve ahiretin her türlü tehlikelerinden, üzüntülerinden, sıkıntılarından, başarısızlıklarından Rabbimiz bizi mahfuz eylesin… Allah-u Tealâ Hazretleri, bizleri kimsenin önünde hor ve zelil etmesin… Kimseye boyun büktürüp el açtırmasın… Alnımızın akıyla, kalbimizin imanıyla, pırıl pırıl, hürler olarak, ahrâr olarak, ebrâr olarak, ahyâr olarak yaşamayı nasib eylesin…

Huzuruna, sevdiği razı olduğu kullar olarak varmamızı nasib eylesin… Yüzü ak, alnı açık kullar olarak, bigayri hisâb, defter divan açmadan, bizi mahşer halkına mahcub etmeden, cennât-i âliyâta dahil olmayı nasib eylesin… Cemaliyle müşerref eylesin…

Bihürmeti esmâihil hüsnâ ve habîbihil müctebâ ve bihürmeti esrârı Sûretil Fâtiha!..

5 Mayıs 1990 – İSTANBUL

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 15

 

erdoğan kutsiyetpenah papa ile ilgili görsel sonucu

özal suikast ile ilgili görsel sonucu

özal suikast ile ilgili görsel sonucu

özal suikast ile ilgili görsel sonucu

özal suikast ile ilgili görsel sonucu

özal suikast veli can oduncu ile ilgili görsel sonucu

özal suikast veli can oduncu ile ilgili görsel sonucu

özal suikast veli can oduncu ile ilgili görsel sonucu

özal suikast veli can oduncu ile ilgili görsel sonucu

özal suikast ile ilgili görsel sonucu

özal suikast ile ilgili görsel sonucu

özal suikast ile ilgili görsel sonucu

 

Bir önceki yazıda, Apokrifal: Kayıp Kitap, Ergenekon ve Bir Cinayetin Anatomisi kitabının yazarı Aydoğan Vatandaş’ın, kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevabı aktarmıştık.

Soru şuydu:

 

Eski Kültür Bakanı Atilla Koç’un Barnabas İncili’ni sinema filmi yapma isteğinize ‘Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız‘ mealinde sözlerle yanıt verdiği iddiası var. Anlatır mısınız bu konuyu?”

 

Aydoğan Vatandaş’ın cevabı ise şöyleydi:

 

2005 yılında benim Asala Operasyonları adında bir kitabım yayınlandı Alfa Yayınlarından. Alfa Yayınlarının sahibi Faruk Bayrak o dönemde AK Parti Milletvekili‘ydi. Senaryomu ona götürmüştüm ilkin. Kendileri de bana “yakında Bakan Bey [Atilla Koç] gelecek ona bahsedersin” demişti “projeden”. Öyle de oldu. Bakan Bey’in yanında [Tayyip Erdoğan’ın en yakınındaki isim, sağ kolu olarak bilinen, halihazırda Akşam gazetesinde yazan] Hüseyin Besli Bey de vardı. Yanı sıra bazı yayın evlerinin sahipleri vardı. Orada açtım konuyu. Aynen sorunuzdaki gibi yaşanmıştır olay.

 

Olay, aynen sorudaki gibi yaşanmış..

AKPARTİ’nin Kültür Bakanı Atilla Koç, yanındakilerin de “Sükut ikrardan gelir” fehvasınca onayladığı cevabında “Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız” mealinde konuşmuş.

Eğer böyleyse, Muhsin Yazıcıoğlu şayet Barnabas İncili merakı yüzünden öldürüldüyse, kimler şüpheli hale gelir?

*

Muhsin Yazıcıoğlu’nu kimlerin öldürdüğünü bilmiyoruz, fakat yukarıdaki sözlerden (ve daha pekçok facia laflarından) AKPARTİ’nin İslam’a ve hakka karşı cinayet işlediğini gayet iyi biliyoruz.

Hristiyanlar tutup Allahu Teala’nın vahyini tahrif etmişler, ve sen tutup o tahrifçilerden yana tavır alıyorsun..

Evet, FETÖ‘nün durumuna vakıfız. 1980’li yıllarda faşist devletçilik yaptılar. (Şimdi bu faşist devletçilik bayrağını AKPARTİ devraldı.)

1990’larda ise dinler arası diyalog hurafesine sarıldılar.

28 Şubat‘a da gayet iyi uyum sağladılar, o dönemde gerçekleştirdikleri Abant Platformu toplantılarında din devletine (İslam devletine) karşı laik devleti savunmaya başladılar.

Böylece İslam’a ihanet ettiler.

Fakat bu ihanette yalnız değildiler.. İhanette başı 28 Şubat‘ta en azgın gulu gulu dansı figürleriyle memlekette tozu dumana katmış olan Kemalist askerler ve MİT’çiler çekiyordu.

İhanetin üçüncü halkası ise AKPARTİ’ydi.

Bunun belgelerinden biri, Atilla Koç‘un yukarıda aktarmış olduğumuz sözleri.

Bu AKPARTİ’cilerin tek bir kutsalı kalmış gibi görünüyor: Tayyip Erdoğan..

Allahu Teala’nın vahyi için Erdoğan’a tepki göstermezler, fakat Erdoğan’ın hatırı için Allahu Teala’nın vahyini, Şeriat‘i unutmaya dünden razıdırlar.

Değilse, Erdoğan’ın yanlışlığı gün gibi açık lafları karşısında neden hiç sesleri çıkmıyor?

*

Evet, ortada (İslam açısından) bir ihanet sacayağı var.

En kalın ayak, Kemalist askerler ve MİT’çilerden oluşuyor.

İkinci ayak FETÖ..

Üçüncü ayak ise AKPARTİ..

Maşaallah Barnabas İncili‘ni yok etme, gün yüzüne çıkarmama konusunda muazzam bir işbirliği yapmışlar.

AKPARTİ’nin yönettiği Kültür Bakanlığı yakınlarda, bir yahudinin yazmış olduğu Tevrat tefsirinin tercümesini yayınladı.

Peki, “seri katil Barnabas İncili konusunda film çektiren Kültür Bakanlığı, neden Barnabas İncili‘nin peşine düşmemiş, Dr. Hamza Hocagil ile temas kurmamış, Genelkurmay Özel Harp Dairesi‘nden söz konusu Barnabas İncili‘ni alıp yayınlamamış?

Bunu sormak bile abes.. Barnabas İncili‘nin gündeme getirilmesi karşısında “Sen Hristiyan dünyasının ayağının altındaki halıyı çekmeye çalışıyorsun. Biz bu işte olmayız” diyen adamlardan ne beklenir?

*

Şu beklenir:

Şüpheli ölümleri Barnabas İncili‘ne bağlayarak milletin dikkatini dağıtmak..

Barnabas İncili‘ni bulan ve askerlere teslim eden Hakkarili köylülere birşey olmuyor..

Bu İncil‘i tercüme ettirmek için Dr. Hamza Hocagil’i bulan Özel Harp Dairesi generallerine birşey olmuyor..

İncil‘i tercüme eden Hamza Hocagil‘e birşey olmuyor..

Fakat, böyle bir İncil‘in varlığından haberinin olması hiç de beklenmeyecek bir Abdullah Çatlı, bu İncil‘den dolayı ölmüş oluyor.

Ve bu İncil‘in adını hiç ağzına bile almamış bulunan Prof. Mahmud Esad Coşan hocanın bu İncil‘den dolayı hayatını kaybetmiş olduğuna inanmamız bekleniyor.

Ve de Muhsin Yazıcıoğlu‘nun, yaşanmış olması “fiziken” mümkün olmayan “fizikötesi” pastane toplantısına katılmış olan “devlet destekli” Ahmet Yenilmez ile medyada sesi soluğu çıkmamış bulunan iki “şahidi”nin paranoyası çerçevesinde, Barnabas İncili yüzünden öldürülmüş olduğuna inanmamız isteniyor.

*

Güya, söz konusu fizikötesi ve de sürrealist pastane toplantısında Muhsin Yazıcıoğlu, “Bu İncil‘i görenler ölüyor” demişmiş..

Hayır, kastettiği kişiler, Özel Harp’çi generaller, Hakkarili köylüler, Hamza Hocagil vs. değilmiş..

Kastettiği kişiler, Ahmet Yenilmez ile Emin Pazarcı bitirim ikilisinin keşfine göre, Turgut Özal, Abdullah Çatlı ve Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocaymış..

Turgut Özal bahsini daha geniş ele alacağız inşaallah, ama şimdilik şunu sormakla yetinelim: Turgut Özal yaşasaymış Barnabas İncili basılacak mıymış?

Abdullah Çatlı’nın Barnabas İncili merakı nasıl olmuş da Ahmet Yenilmez film çekene kadar herkesin dikkatinden kaçmış?

Hele Esad Efendi.. Nasıl olmuş da bu İncil‘i görmeyi başarmış?..

Esad Efendi, 28 Şubat 1997 tarihinden yaklaşık bir buçuk ay sonra Türkiye’yi terk etmiş ve bir daha da dönmemişti..

Barnabas İncili‘ni ellerinde bulunduran 28 Şubat’çı azgın generallerden çekindiği için..

Evet, ömrünün son dört yılı Türkiye dışında geçti..

Bu arada nasıl olmuş da Barnabas İncili‘ni görmüş?.. Tayy-ı mekânla gelip Genelkurmay’ın gizli saklı odalarında mı gezmiş?

Muhsin Yazıcıoğlu, Ahmet Yenilmez’in paranoyasına göre, (sözünü ettiği tarihte) gerçekte Afyonkarahisar’dayken bir yandan da Çukurambar‘da Sema Pastanesi’nde olabiliyorsa, Emin Pazarcı tipi paranoyada ise (verdiği tarihte) Sivas’ta olması gerekirken Balgat‘ta (Çukurambar’da değil) Seda Pastanesi’nde (Sema değil) boy gösterebiliyorsa, Esad Efendi için de (oynak-değişken tarihli, isimli, lokasyonlu) pastaneli ya da lokantalı bir formül bulmuşlardır, fakat biz henüz öğrenme şerefine nail olamadık.

Diyelim ki Esad Efendi bir gece 03:30’da Avustralya’dan tayy-ı mekânla Genelkurmay’ın kantinine geldi, generallere “Getirin lan şu İncil‘i” dedi, onlar da zaman makinası ile ışınlanmış gibi birden bire ortaya çıkmış bu zattan korkup tırstıkları için kitabı getirdiler..

Ee, gerisi?

Niye Esad Efendi Türkiye’deki oğlu Nurettin‘in yanına da bir uğrayıp bu İncil‘den bahsetmemiş?

Ve de Avustralya’ya dönünce aile efradına neden “Barnabas İncili‘ni gördüm” dememiş?

Belki de Emin Pazarcı hazretleri tayy-ı mekânla Avustralya’ya gidip Esad Efendi’nin Barnabas İncili‘ni “görme” olayını bizzat ondan dinlemiştir..

Olamaz mı?..

Muhsin Yazıcıoğlu Ankara dışında seçim çalışması yaparken bir yandan da bir gece yarısı hem Balgat hem de Çukurambar’da ortaya çıkabiliyorsa, tayy-ı mekân ve tayy-ı zamanın altını üstüne getirebiliyorsa, bu da olur.

*

Aslında, Esad Efendi’yle ilgili Barnabas İncili paranoyasının saçmalığını anlatmak da önem taşımıyor.

Şu malum S. G.‘yi unutturmaya yarıyorsa, paranoyadaki hamakati göstermeniz de birilerinin işine gelir.

28 Şubat tartışılmasın, S. G. unutulsun da, varsın vatandaşların seri katil Barnabas İncili takıntısının sefaleti konuşulsun, önemli değil..

S. G.‘nin unutulması şartıyla aptal gibi görünmeye dünden razılar.

 

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 16 için:

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 16

 

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 5

İSTİHBARAT CİNAYETLERİ ile ilgili görsel sonucu

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ, KENDİ VATANDAŞI S. G.’Yİ S. G. OLARAK HAYATINI SÜRDÜRMEYE MECBUR ETMEDİKÇE,

(TÜRKİYE’NİN “STRATEJİK ORTAĞI”, MÜTTEFİĞİ ABD’NİN GİZLİ SERVİSİ) CIA İLE TARİHSEL VE KÖKLÜ İŞBİRLİĞİ BULUNAN MİT,

KENDİSİNE YÖNELİK, (28 ŞUBAT’IN KORKUNÇ BASKISI YÜZÜNDEN TÜRKİYE’Yİ TERK EDEN) MERHUM PROF. MAHMUD ES’AD COŞAN HOCA’NIN ÖLÜMÜYLE İLGİLİ SORU İŞARETLERİNDEN KURTULAMAZ..

S. G.’NİN S. G. OLARAK HAYATINI SÜRDÜRMEMESİ, KAYIPLARA KARIŞMIŞ OLMASI, GEÇMİŞİ HAKKINDA HİÇBİR ŞEYİN BİLİNMEMESİ, BU İSMİN SAHTE OLDUĞUNUN, VE KULLANIM SÜRESİNİN ESAD EFENDİ’NİN ÖLÜMÜYLE BİTTİĞİNİN DELİLİDİR..

TABİÎ S. G., ESAD EFENDİ VEFAT EDİNCE HEMEN ORTADAN KAYBOLMADI.. ÖYLE OLSAYDI, ESAD EFENDİ’NİN VEFATI İLE BU İSİM ARASINDA KESİN BİR İLİŞKİ BULUNDUĞU HEMEN ANLAŞILIRDI.. O YÜZDEN BİR SÜRE DAHA, ESAD EFENDİ VEFAT ETTİĞİ, BRİSBANE’DA YAŞAMAYA DEVAM ETMESİ İÇİN BİR NEDEN KALMADIĞI HALDE, ORALARDA OYALANDI..

SONRA DA, YENİ YA DA ASIL GÖREVİ İÇİN ORTADAN TOZ OLDU..

NEDEN?

NEDEN ORTALARDA YOK?

EĞER ESAD EFENDİ’NİN ÖLÜMÜ İLE BİR İLGİSİ YOKSA, NEDEN BU KADAR PARANOYAK, NEDEN SAKLANIYOR?

BİR SORU DA İSKENDERPAŞA KAYYUMU NURETTİN’E VE “DERİN DEVLET”İN ADAMI OLDUKLARI HALDE ROL İCABI NURETTİNCİLİK YAPAN SAHTEKÂRLARA:

ŞU ANDA BAŞKA İSİMLE GÖREV YAPAN S. G. KOD’UN EMRİ İLE SEYFİ SAY ALEYHİNDE “ADAM PARANOYAK YAV” DİYE KAMPANYA YÜRÜTMEKLE GÖREVLENDİRİLMEDİYSENİZ, ŞÖYLE CILIZ BİR İNİLTİ, BELLİ BELİRSİZ BİR FISILTI İLE OLSUN S. G. KONUSUNDA SESİNİZ ÇIKSIN!..

“AZİZ BAŞKANINIZ”DAN ŞU S. G. İSİMLİ ŞAHSIN GERÇEK ADININ AÇIKLANMASINI İSTEYİN..

YOK BU S. G.’NİN ASIL ADI ZATEN S. G. İSE, “AZİZ BAŞKANINIZ” ONUN MAZİSİNİ, DOĞDUĞU KÖYÜ-MAHALLEYİ, OKUDUĞU İLKOKULU, ORTAOKULU, LİSEYİ, ÇALIŞTIĞI YERLERİ VS. AÇIKLATSIN, ESKİ OKUL ARKADAŞLARI, ÖĞRETMENLERİ, KOMŞULARI, İŞ ARKADAŞLARI VS. İLE TEMAS KURUP GERÇEKTEN BU İSİMDE BİRİNİN VAR OLDUĞUNA KANİ OLALIM..

VE S. G.’DEN ÖZÜR DİLEYELİM..

“MUHTEREM S. G., SENİNLE İLGİLİ OLARAK PARANOYAKÇA KANAATLERE KAPILMIŞIZ, GÜNAHINI ALMIŞIZ, ÖZÜR DİLİYORUZ” DİYELİM..

İŞTE SİZE AÇIK ÇEK..

SEYFİ SAY’I (VE SEYFİ SAY GİBİ DÜŞÜNEN BENİM GİBİLERİ) MAHCUP EDEBİLİR, UTANDIRABİLİR, EBEDİYEN BU KONULARDA KONUŞAMAZ HALE GETİREBİLİRSİNİZ..

HADİ, NE DURUYORSUNUZ?.. MARŞ MARŞ!..

*

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (20) / DR. SEYFİ SAY

 

 

SEN BU VATANDA KİMSEYE YÂR OLMADIN!

 

Esad Efendi’nin vefatından iki yıl sonra, yani 2003 senesinde, Yeniçağ Gazetesi yazarı Arslan Bulut, “Türk istihbarat kaynakları“nı adres göstererek, merhumun normal bir trafik kazasıyla değil, kaza süsü verilen bir suikastle öldürülmüş olduğunu ileri sürecekti.

Bulut, “Nakşibendi cemaatinin lideri Prof. Dr. Esat Coşan’ın Avustralya’daCIA’nın daha sonraki Türkiye operasyonları için, İngiliz gizli servisi tarafından trafik kazası süsü verilerek öldürüldüğü tespit edildi”diyordu. Esad Efendi’nin içinde bulunduğu araç, karşıdan gelen araca değil, önündeki, stop lambaları sönük TIR kamyonuna çarpmıştı. İngiliz gizli servisinin, kaza süsü vermek istediği olaylarda daha önce de bu stop lambası yöntemini kullandığı biliniyordu. Üstelik, Bulut’un “Türk istihbarat kaynakları”ndan aldığı bilgiye göre, Coşan”ın cesedi, kazadan sonra, askerî  bir uçakla ve İngiliz gizli servisi elemanları tarafından Türkiye’ye getirilmişti.

Bulut, Esad Efendi’nin bütün eserlerinde ve konuşmalarında “Türk-İslam”cı bir felsefe ile hareket etmiş olmakla birlikte, dış bağlantılarının her zaman soru işareti uyandırdığını da belirtiyordu. Onun, Türkiye”de tutuklanacağını haber aldığı için Haziran 1997’de Avustralya’ya gitmiş olduğunu söylemeyi de unutmuyordu.

Evet, Bulut’un iddiasına göre, Esad Efendi’yi İngiliz gizli servisi, CIA’in daha sonraki Türkiye operasyonları için katletmiş bulunuyordu. Peki bu “daha sonraki Türkiye operasyonları” nasıl birşeydi? Bulut, “Meselenin daha önemli boyutu ise şöyleydi” diyerek bu hususa da açıklık getiriyordu. Buna göre, “CIA’nın ilk operasyonu, Kemal Derviş’in katılacağı partiyi iktidar yapmaktı”. Bu amaçla DSP’yi bölmüşler, Ecevit’i hastanede aşırı dozda verilen ilaçlarla öldürtmeye çalışmışlardı. Ecevit Gülhane Askeri Hastanesi’nde kurtarılınca, CIA, “Türk halkı İsmail Cem-Kemal Derviş ikilisini kabul etmiyor. Radikal İslam’ı tamamen ele geçirerek bir taşla iki kuş vuralım” görüşünde karar kılmıştı.

Bunun için de, daha Refah Partisi İstanbul il başkanıyken görüşmeye başladıkları Tayyip Erdoğan‘ı ABD’ye davet ederek, tek başına iktidar formüllerini sunmaya başlamışlardı. ABD’de bulunan Fethullah Gülen de devreye girmiş ve bütün gücüyle AKP’yi desteklemeye başlamıştı. Bulut, bütün bunları dile getirdikten sonra, asıl konuya geliyor ve şunları söylüyordu:

 

Coşan, “Türk-İslamcı”ydı ve Erbakan ile ayrılıkları, hem kaybolan bir çanta cemaat parası hem de Türlük vurgusu sebebiyle oluşmuştu. Coşan’ın Türk kimliğini dışlayan Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu bir hareketi desteklemesi söz konusu bile olamazdı. Coşan’ın CIA’nın talebiyle İngiliz gizli servisi MI5 tarafından öldürülmesi, Tayyip Erdoğan”ın önünü açmıştı.

Bu değerlendirmeler, bana değil, Türk istihbarat kaynaklarına aitti!

 

Bulut, meseleyi daha iyi anlamamız için ayrıntıya da giriyordu. Buna göre, Coşan, Nakşibendi cemaatinin lideri olarak, kaynağını Ahmet Yesevi‘ye kadar dayandırdığı, Türklük vurgusu yüksek bir İslam anlayışını savunuyordu. Ayrıca, öldürülmeden kısa bir süre önce, 1998 yılında Sağduyuadlı bir gazete kurdurmuş ve bu gazetede İslamcı, Milliyetçi ve solcu görüşlerin bir arada seslendirilmesini istemişti. Sonradan öğrendiğine göre, bu gazete, yeni bir partinin zeminini oluşturacaktı. “Kısacası” diyordu Bulut, AKP olarak ortaya çıkan yapılanmayı, aslında Türk-İslamcı bir çizgide Esat Coşan kuracaktı. Ancak, 28 Şubat süreci, böyle bir yapılanmaya izin vermedi. AKP, yaratılan bu boşlukta tek başına iktidar oldu”.

Böylece, vefatından iki yıl sonra, vaka-yı adiyeden olan bir trafik kazasında hayatını yitirmiş olduğunu zannettiğimiz Esad Efendi’nin, gerçekte bir suikastle katledilmiş olduğunu öğrenmiş bulunuyorduk. Ancak, Esad Efendi’nin yerleşmiş olduğu Brisbane şehrinde yaşayan cemaat mensuplarının, kazanın ardından S. G.‘yi suçlamış olmaları (Ki bunu bizzat S. G.’nin kendisi bana, Zübeyr Somuncu‘nun yanında söylemiş durumdaydı), bu konuya “Türk istihbarat kaynakları“ndan önce kafa yoranların çıkmış olduğunu gösteriyordu. Gökten inen bir Hz. İsa gibi birden bire Esad Efendi’nin yanında peyda olan, geçmişi (hemşerileri, komşuları, okul arkadaşları, yaşadığı mahalleler, okuduğu okullar) bilinmeyen, Esad Efendi’nin vefatından bir süre sonra da Şiîler’in hâlâ bekledikleri Mehdî gibi ortadan kaybolan, nerede olduğu bilinmeyen S. G., bu gizemli haliyle, kusursuz bir istihbaratçı profili çiziyordu.

Acaba, Arslan Bulut’un “Türk istihbarat kaynakları”na dayanarak gündeme getirdiği suikast açıklaması, S. G. ismi etrafında toplanmış olan şüphe bulutlarını farklı bir yöne kanalize etmek için ortaya atılmış olabilir miydi?

Tam da Arslan Bulut’un konuya “Türk istihbarat kaynakları”nın irşadı doğrultusunda ışık tuttuğu sıralarda, Esad Efendi’nin oğlu Nurettin Coşan da benzer bir açıklama yapmış bulunuyordu. Merhumun ikinci vefat yıldönümü münasebetiyle 4 Şubat 2003 günü gerçekleştirilen anma programında,  dinleyicilere şunu söylüyordu:

 

“Sevgili liderim, lideriniz Mahmud Esad Coşan rahimehullah iki yıl önce 4 Şubat 2001 Pazar günü müphem bir çarpışma neticesi damadı Ali Yücel Uyarel’le birlikte şehid olmuştu.”

 

Nureddin Coşan’ın “müphem”, yani şüpheli ve soru işaretleriyle dolu olarak nitelendirdiği “çarpışma”, bir silahlı çatışma değildi. Trafik kazası idi. Onun için “şehid” ifadesinin kullanılması, kaza eseri ölmediği, kaza süsü verilerek öldürüldüğü düşüncesinin kabul edildiğini gösteriyordu. Fakat Nureddin, Arslan Bulut’dan farklı olarak, “Türk istihbarat kaynakları” tarafından bilgilendirilip bilgilendirilmediği konusunda birşey söylemiyordu.

Arslan Bulut, yazısına mehaz olarak “Türk istihbarat kaynakları”nı gösterdiğine göre, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) tarafından bilgilendirildiğini kabul etmek gerekiyordu. Bulut’un bizi, Türk istihbarat kaynaklarıyla olan bu samimi bilgi alışverişinin mahiyeti hakkında bilgilendirmesi gerekmiyordu, fakat, “Türk istihbarat kaynakları”nın değerlendirmelerinde yer alan bilgi yanlışı bolluğu, insana, ortada aceleye getirilmiş bir algı operasyonundan başka birşeyin bulunmadığını düşündürüyordu. Bu, o kadar özensiz bir operasyondu ki, uygulayıcılarının, önlerindeki hedef kitleyi, aldatılmaya teşne geri zekâlı ahmak bir taife kabul ettikleri çok açıktı.

Söz konusu bilgi yanlışları saymakla bitmiyordu. Birincisi, Sydney-Dubbo arası, Arslan Bulut’un yazısında geçtiği gibi 600 km değildi, çok daha yakındı; mesafe 400 km’yi bile bulmuyordu. İkincisi, Coşan’ın cenazesi Türkiye’ye “askerî” bir uçakla değil, Singapur Havayolları tarafından getirilmişti. İnternette hâlâ yer alan bir haberde şöyle deniliyordu:

 

Coşan’ın cenazesi Eyüp’e defnedilecek

Avustralya’da geçirdiği trafik kazasında ölen Esad Coşan ve damadı Ali Yücel Uyarel’in cenazeleri, uçakla Türkiye’ye getirildi. Singapur Havayolları’na ait Boeing 777-200 tipi bir uçakla saat 07.35’de İstanbul’a getirilen cenazeler, 2 ambulansa konularak Yenibosna’daki Hayrünnisa Hastanesi’nin morguna kaldırıldı. Esad Coşan’ı karşılamaya gelen yaklaşık 150 kişiden oluşan grup, cenazelerin ambulansa alınması sırasında tekbir getirdi. Havalimanında basın mensuplarının sorularını cevaplandıran Esad Coşan’ın kardeşi Ragıp Coşan, cenazelerin, iç organlar çıkartılmadan Avusturalya’dan getirildiğini bildirdi.

(http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=-224108)

 

Üçüncüsü, cenazeyi Türkiye’ye getirenler, İstanbul’dan giden bazı cemaat mensupları ile (kalabalık bir grup), Avustralya’da yaşamakta olup da cenazenin defninde yer almak isteyen (çoğunu benim de tanıdığım) bazı şahıslardı. Yoksa, Coşan’ın cenazesinin İngiliz gizli servisi elemanları tarafından Türkiye’ye getirildiğini söyleyen Bulut’a göre, söz konusu servis elemanları bunlar mıydı? Bütün bunlar olurken, Bulut’un samimi olduğu “Türk istihbarat kaynakları” ne işle meşgullerdi? Ayrıca, şu İngiliz gizli servisi elemanları bu kadar açık ve alenî mi çalışıyorlardı? Ne iş yaptıkları, yaka kartlarında mı yazılıydı?

Dördüncüsü, Bulut’un iddiasının aksine, “Coşan, Türkiye’de tutuklanacağını haber aldığı için Haziran 1997’de Avustralya’ya gitmiş” değildi.  Avrupa’ya gitmişti. Daha sonra onun peşinden Avustralya’ya gidip yerleşecek S. G. isimli şahsın Almanya’da misafiri olma bahtsızlığını yaşamaya başlamış bulunuyordu.

Beşincisi, Esad Efendi Türkiye’yi Haziran’da değil, Nisan ayında terk etmişti.

Altıncısı, Coşan’ın Erbakan’la olan ihtilafı, kaybolan bir çanta dolusu cemaat parasından ve Türklük takıntısından kaynaklanmıyordu. Asıl tartışma biat, intisap ve hilafet (cihad emirliği) kavramları etrafında dönüyordu. Türklük vurgusunun esamisi bile ortada yoktu.

Yedincisi, çantalar dolusu para lafı da, paranın fazlalığını dile getirmek için kullanılmış bir ifadeydi. Ortada cemaate ait olup da kaybolan bir para yoktu.

Sekizincisi, Esad Efendi’nin Ahmed-i Yesevî hazretlerine olan ilgisi Türklüğünden değil, onun Nakşibendî tarikat silsilesinde yer alan Yusuf-u Hemedanî rh. a.’in halifesi olmasından kaynaklanan birşeydi.

Dokuzuncusu“Coşan’ın Türk kimliğini dışlayan Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu bir hareketi desteklemesi söz konusu bile olamazdı” şeklindeki ifade de gerçeği yansıtmıyordu. Tam aksine, zamanında Tayyip Erdoğan’ı belediye başkanlığı adaylığı için cesaretlendiren ve Erbakan’a bu konuda emrivaki yapmasını sağlayan kişi, Esad Coşan hoca idi.

Onuncusu, Esad Efendi, Türklük merakı yüzünden kendisiyle ters düştüğü ileri sürülen Erbakan’ın hükümet kurması için Yazıcıoğlu’nu ikna etmiş bulunuyordu.

Bitti mi?.. Hayır, devam edelim..

Onbirincisi, “1998 yılında Sağduyu adlı bir gazete kurduruyor ve bu gazetede İslamcı, Milliyetçi ve solcu görüşlerin bir arada seslendirilmesini istiyordu”denilen Esad Efendi’nin, böyle bir düşüncesi hiçbir zaman olmamıştı. Bu tür eklektik yaklaşımların Ekber Şah gibi sapıklara ait olduğu herkesçe biliniyordu. Esad Efendi, onunla mücadele etmiş bulunan İmam-ı Rabbanî çizgisinde yer almaktaydı, tarikat silsilesi ona dayanıyordu. Şeriatçı/müteşerrî bir tarikat şeyhi olan Esad Efendi, İslam’ın yanı sıra milliyetçiliğin veya solculuğun sözcülüğünün ya da propagandasının yapılması için gazete çıkaracak biri değildi.

OnikincisiSağduyugazetesinde İslamcı, milliyetçi ve solcu görüşlerin bir arada seslendirilmesini sağlamaya çalışan kişi, ilk genel yayın yönetmeni olan Arslan Bulut‘un bizzat kendisiydi. Genel yayın yönetmeni olarak önce Mehmet Ocaktan ile anlaşılmış bulunuluyordu. Bu şahıs, iki ay boyunca, oturup beklemekten başka birşey yapmamış, bunun üzerine, muhtemelen “Türk istihbarat kaynakları”na yakın cemaat içi isimlerin Genel Müdür Zafer Şanlı’nın kulağına fısıldaması sonucunda, Arslan Bulut ile anlaşmaya varılmıştı. O da, kısa zamanda çıkarmayı başardığı gazeteyi hem Türkçü yazarlarla, hem de o zamanlardan beri üzerinden atamadığı Doğu Perinçek hayranlığı çerçevesinde solcu isimlerle doldurmaya çalışmıştı. Çok kısa bir süre sonra da işine son verilmişti.

Onüçüncüsü, “bu gazetenin, yeni bir partinin zeminini oluşturması” diye birşey de söz konusu değildi. Zemin oluşturması mümkün değildi, çünkü gazete, bir yıl sonra, Temmuz 1999’da kapanmış, ortada zemin diye birşey kalmamıştı. Ancak, gazete kapandıktan üç-dört yıl sonra, “Gazete kalmadı, parti verelim” hesabı aynı adla bir parti kurulmuştu. Bu lüzumsuz tabela partisinin niçin kur(dur)ulduğuna, buna neden ihtiyaç duyulduğuna o sıralarda kimsenin aklı ermemişti. Ancak, Arslan Bulut’un “Türk istihbarat kaynakları”nın “değerlendirmeleri”ne dayanan yazısı, meselenin anlaşılması için işe yarar bir anahtar sunuyor: “Kısacası AKP olarak ortaya çıkan yapılanmayı, aslında Türk-İslamcı bir çizgide Esat Coşan kuracaktı. Ancak, 28 Şubat süreci, böyle bir yapılanmaya izin vermedi. AKP, yaratılan bu boşlukta tek başına iktidar oldu.

Bu ifade, Arslan Bulut’un yazısındaki ondördüncü bilgi yanlışına tekabül ediyordu.

28 Şubat Süreci’nin böyle bir yapılanmaya izin vermemiş olması söz konusu değildi. Şayet Esad Efendi’nin böylesi hesapları olsaydı, Erbakan hükümetini desteklemezdi, hatta onun devrilmesinden ve siyasî yasaklı hale gelmesinden, kendisine oyun kurma alanı açılıyor diye memnuniyet duyardı. Bulut’un deyimiyle “yaratılan bu boşluk” için ellerini ovuştururdu.

Ancak, “yaratılan boşluk” ifadesinin gerçekten çok ilginç olduğunu belirtmek gerekiyor. Demek oluyor ki, “Türk istihbarat kaynakları”, Esad Coşan’ın ölümüyle “yaratılan bu boşluk”ta, yerini alan Nurettin’in, “Türk-İslamcı bir çizgide”, yani Esad Coşan’a izafe edilen Türklük vurgulu çizgide, AKP muhalifi bir hareket oluşturmaya kalkışabileceği “değerlendirmesi”ni yapmışlardı.

O “kaynaklar”, önlerindeki koskoca uçağın askerî mi, sivil mi olduğunu öğrenemiyor, göremiyorlardı, fakat Esad Coşan’ın gelecekte ne yapacağını, ne yapması gerektiğini biliyorlardı. “Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim / Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde” hesabı.. Esad Efendi’yi Haziran 1997‘de Avustralya’ya gönderecek kadar zaman ve zeminden habersizdiler, fakat onun cenazesini Türkiye’ye getiren İngiliz ajanlarını şıppadanak tespit ediyorlardı. Böylesi muhteşem bir “değerlendirme” yeteneğinin, bizim anlayamadığımız şeyleri keşfetmesi, “Esat Coşan’ın Türk-İslamcı çizgide olduğu”nu ve bu yüzden Erbakan’la çatıştığını, Erdoğan’la da çatışacağını hemen anlaması gayet doğaldı.. (Erbakan’la çatışan Esad Coşan hoca, eğer onu birazcık tanıdıysam, gömlek değiştirip laiklik havariliğine soyunan, Gazi Mustafa Kemal ve “Aziz Atatürk” edebiyatı yapan Erdoğan’la, Erbakan’la çatıştığının yüz misli daha şiddetle çatışırdı, fakat bu ayrı konu.)

Biz anlayamamıştık ama, bu olağanüstü “değerlendirme” kabiliyetinin, Esad Coşan’a biçilen misyonu Nurettin’in başarıyla gerçekleştireceğini yıllar öncesinden anlamış olması şaşırtıcı kabul edilemezdi. “Türk istihbarat kaynakları”, askerî uçak ile sivil uçağı ayıramıyorlardı evet, ama varsın olsundu.. Zararı yoktu.. Başka türden olağanüstü bir firaset, basiret ve öngörü yetenekleri var.. Kimin ne yapacağını, yapması gerektiğini, çok önceden değerlendirebiliyorlardı.. Gelecekte kimin hangi rolü oynayacağını genellikle tam bir isabetle biliyorlardı. Genelde kimse onları tahminlerinde, yani değerlendirmelerinde hatalı çıkarmıyor, çıkaramıyordu. Çünkü değerlendirmelerinin sürekli doğru çıkması gibi bir meziyetleri vardı.

Ancak, değerlendirmelerindeki bunca isabete rağmen, biz aciz faniler gibi onların da kafalarında bazen soru işaretlerinin oluştuğu anlaşılıyordu. Değerlendirmelerindeki isabet konusunda bazen kaygıya kapılmaları onların da hakkıydı. Bulut’un ifadeleri bu açıdan gerçekten ufuk açıcıydı.. Diyordu ki: “Coşan bütün eserlerinde ve konuşmalarında, Türk-İslam’cı bir felsefe ile hareket etmiş, ancak dış bağlantıları her zaman soru işareti uyandırmıştı.” Dış bağlantılar varmıştı.. Soru işaretleri oluşmuştu.. Esad Coşan’ın dış bağlantıları, “her zaman soru işareti” uyandırmıştı.

İşte bu “Türk istihbarat kaynakları”na göre, 28 Şubat Süreci’nde Batı’yı ve özellikle İsrail’i hedefe koyan Esad Efendi’ye, Amerikan ve İngiliz gizli servisleri, Erbakan hükümetinin kuruluşunda ve varlığını sürdürmesinde oynadığı rolden dolayı ellerini bile sürmüyorlardı. Fakat, 2001 yılı başında o odaklar, Erbakan’ın hükümeti yıkılmışken, partisi bile kapatılmışken, kendisi de siyasî yasaklı hale getirilmişken, nedense birden bire uyanıyor, gaipten haber gelmiş gibi geleceği okuyor, yaklaşık iki yıl sonra kurulacak AKPARTİ hükümetine Esad Efendi’nin Türklük vurgusu merakı, Türk kimliği düşkünlüğü ve Türk-İslamcı çizgisi nedeniyle cephe alacağını düşünüyorlardı. Böylece, henüz ortada bir partisi bile bulunmayan Tayyip Erdoğan’a gelecekte cephe alacağını düşündükleri Esad Efendi’yi, bir trafik kazası ile öbür dünyaya uğurlamaya karar veriyorlardı. Sırf böyle düşündükleri, hem Esad Efendi’nin beyninin içindekileri tespit etmelerini sağlayan bizim bilmediğimiz bir cihaz geliştirmiş oldukları, hem de zamanda yolculuk yapmayı sağlamıyorsa da geleceği görmeyi sağlayan gizli bir makina icat etmiş oldukları için, önceden tedbirlerini alıyorlardı. (Ancak bizim İslamcı olmayan Türk generallerimizin keşfi, Amerikan ve İngilizler’inkine nal toplatacaktı: Erke dönergeci. ERKE’nin duyurusu 21 Kasım 2006’da emekli generaller Muhittin Fisunoğlu, İsmail Hakkı Karadayı, Fikret Özden Boztepe, Rasim Betil, Necati Özgen, Köksal Karabay, Kemal Yavuz ve Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş gibi isimlerin katıldığı bir törenle, “Petrol savaşını bitirecek, yakıtsız elektrik üreten motor” sloganı ile yapılacaktı. Proje sahibi şirketin Yönetim Kurulu Danışmanı emekli Tümgeneral Çetin Uğural, ”Erke en geç 2007 sonuna kadar ortaya çıkmış olacak“ taahhüdünde bulunacaktı. “Türk istihbarat kaynakları”, dış güçlerin eline geçmesin diye erke dönergecini saklıyor olabilirler mi?. İlgili haber için bakınız: http://www.gazetevatan.com/bedava-elektrik-uretimi-vaadeden-erke-donergeci-patent-aldi-188134-ekonomi/)

Amerikan ve İngiliz ajanları, Erbakan’ın iktidar olmasını sağlayan ümmetçi ve Şeriatçı, İsrail’e savaş açmaktan söz eden cihatçı Esad Coşan’a birşey yapmaya gerek görmüyorlardı, fakat onun, tıpkı Devlet Bahçeli gibi –ki bu Bahçeli, İsmail Durak Ünlü’nün şahitliğine göre, Türkeş’in cenazesine katılan Esad Coşan’a hakaret etmiş ve onu kovmuş bulunuyordu– ilerde Türklük vurgusu yapacağını ve Türk kimliğine düşkünlük göstereceğini, bu açılardan zayıf bulduğu geleceğin başbakanı Tayyip Erdoğan’a karşı muhalif bir siyasal hareket başlatacağını paranoyalarıyla düşündükleri için, onu ortadan kaldırmak üzere harekete geçiyorlardı. İşi şansa bırakmak istemiyorlardı.

Arslan Bulut’un açıklamalarındaki ilginçlikler bunlarla da sınırlı değil. “Türk istihbarat kaynakları” öyle bir iz sürmüşlerdi ki, Esad Coşan’a yönelik suikasti sadece İngiliz gizli servisi elemanlarının yaptığını tespit etmekle kalmamış, onları bu işte taşeron olarak kullananın CIA olduğunu da öğrenmişlerdi. Yani, dünyanın herhangi bir ülkesine ait bir gizli servisin, mesela Avustralya’da suikast düzenlemek istediğinde, CIA gibi çok güçlü ve yaygın bir ağa sahip olsa bile, işi İngiliz gizli servisine havale etmesinin daha “temiz” iş çıkarmayı sağlayacağını keşfetmişlerdi.

Az önemli, pratik ve yararlı bir bilgi değildi bu..

Ancak, bütün bunlar önümüze şöyle bir soru getirmekteydi: Nasıl Esad Coşan’ın dış bağlantıları birilerinin kafasında daima soru işareti uyandırmış idiyse, “CIA tarafından kolayca provoke edildiği” bizzat eski çalışanları tarafından açıklanan MİT‘in dış bağlantıları konusunda da başka birilerinin kafasında soru işareti uyanamaz mıydı?.

Bununla birlikte, “Türk istihbarat kaynakları”nın değerlendirmelerinin tümden “fos” çıkmasına gönlü razı olmamış olacak ki, Nurettin Coşan, Esad Efendi’nin varisi sıfatıyla, 2011 seçimlerinde, tam da o “istihbaratçılar”ın Esad Efendi’ye biçtikleri misyona uygun bir tavır sergileyecekti.

Hatta, “gaz”a gelip işi abartacak, Bahçeli’den bile daha hevesli bir bozkurtçuluğa kendisini kaptıracak, “Bozkurtlara yol ver” diyecekti.

 

(Devamı için bkz. 

https://tenbih.wordpress.com/2018/04/18/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-21-dr-seyfi-say/)

 

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 6 için:

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 6

 

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 4

EVET, PARANOYA KRALI S. G., ARKADAN DÜMEN ÇEVİRMEYİ BIRAKMALI, EĞER İSMİ GERÇEKTEN S. G. İSE, BU İSİMLE ORTAYA ÇIKMALIDIR..

AÇIK İŞ ADRESİNİ, YAŞADIĞI MAHALLEYİ, SOKAĞI VS. AÇIKLAMALI, KENDİSİNE “ERİŞİM” İMKÂNI SAĞLAMALIDIR..

DÖRDÜNCÜ KAT GÖĞE YÜKSELTİLMİŞ HZ. İSA GİBİ, YA DA DÜNYA’YI TERK EDİP MARS’A YERLEŞMİŞ BİR UZAY YOLCUSU GİBİ KAYIPLARDA OLMASINA YOL AÇAN BU MEGA PARANOYASINI TERK EDİP “NORMAL VATANDAŞ” GİBİ “HAYATIN İÇİNDE” OLMALIDIR..

(ANCAK, BUNU YAPAMAZ..

ÇÜNKÜ GERÇEKTE S. G. DİYE BİRİ YOK..

EŞSİZ PARANOYASI DA NUMARA..

O ŞAHIS ŞU ANDA -ÇOK BÜYÜK İHTİMALLE- MİT’TE ÖNEMLİ BİR MASA BAŞI GÖREVDE..

ASIL ADIYLA..

KAYYUM NURETTİN’İN “AZİZ BAŞKANI”NIN [BÜTÜN BAKANLIKLARDAN ÖNEMLİ GÖRDÜĞÜ] MİT’İ DE -ŞİMDİYE KADAR OLDUĞU GİBİ BUNDAN SONRA DA- BU ŞAHSI SORUŞTURAMAZ..

HIRSIZ EVDEN İSE KİLİT KONTROL DE EDİLMEZ..

OLAY MAHKEMEYE DE GİTMEZ..)

 

images3

images103

 

“PROF. COŞAN’IN ÖLÜMÜNDE KİLİT İSİM”

 

Esad Coşan Hoca’nın vefatından yaklaşık iki ay önce beni Avustralya’dan telefonla aramış bulunan S. G. ile, 1998 yılının Nisan ayı sonları ve Mayıs ayı başlarında Almanya’ya yapmış olduğum 15-20 günlük seyahat sırasında, Mehmet Akif Özkayaalp vasıtasıyla tanışmış bulunuyordum.

Mehmet Akif, arabasıyla beni, Cemaat mensuplarına sohbetler yapmak üzere Almanya genelinde gezdiriyordu. Essen’e gittiğimizde ilk muhatap olduğumuz kişi, S. G. idi. Mehmet Akif, S. G. ile İngiltere’de tanışmış olduğunu, Esad Efendi’nin kendisine, “Bunu al, Almanya’ya götür!” dediğini söylemişti. Evi ve ailesi Hamburg’ta bulunan Mehmet Akif’in, işleri dolayısıyla sıkça gelmekte olduğu Essen’de kiralamış bulunduğu tek odalı bir dairesi vardı. S. G., Mehmet Akif’le beni yemeğe davet etmiş, bir yerde birlikte yemek yiyip sohbet etmiştik. S. G., Esad Efendi’nin Almanya’da bulunduğu sırada kalması için Essen’de tripleks bir ev kiralamış bulunuyordu. Daha sonra S. G. ile Türkiye’de bir kez daha karşılaşacak, Esad Coşan Hoca’nın sekreteri İsmail Özlü, Zübeyr Somuncu, o ve ben, bir akşam Üsküdar’da, bir pastanede birlikte dondurma yiyecek, sohbet edecektik.

Esad Efendi’nin Avustralya’nın Brisbane kentine yerleşmesi üzerine S. G. de peşinden gitmiş, oraya yerleşmişti. Bu yüzden, S. G.’nin beni ta Avustralya’dan telefonla aramasını yadırgamamıştım. Ancak bana, tuhaf bir üslup ve ses tonuyla, ABD’ye gerçekten gitmek isteyip istemediğimi sormuştu. Onun sorusu da, ses tonu da, beni rahatsız etmişti. Bunun üzerine ona, Türkiye’deki ortalama insan ömrü dikkate alındığında önümde sadece 30 yılımın kaldığını varsayabileceğimi, bu üç adet 10 yılın ABD’de veya Türkiye’de geçmesinin çok bir öneminin bulunmadığını, bununla birlikte, Esad Coşan Hoca istediği için, gideceğimi söylemiştim.

Bu konuşmanın ardından radyoda dinlediğim sohbetinde, Esad Efendi’nin yine ima ve telmihle beni eleştirdiğini fark etmiştim. “Adam 30 yıl yaşayacağını zannediyor, bu tûl-ü emeldir (emel uzunluğudur)” vs. diyordu. S. G.’nin beni aramasının salt bir hal hatır sorma niyeti taşımadığı, kendisini ilgilendirmeyen bir mevzuda beni “sorgulama” ihtiyacı duymasının da sebepsiz olmadığı anlaşılıyordu. Benim sözlerimi Esad Coşan Hoca’ya kim bilir nasıl nakletmişti. (Bu “sorgulama”nın ve naklin bir ucunda Nureddin de yer alıyor muydu, bilmiyorum.)

(…)

Evet, Almanya seyahatim sırasında Mehmet Akif’le birlikte Essen’e de uğramış, S. G. ile de görüşmüştük. Esad Efendi’nin 2001 yılının Şubat ayında bir trafik kazasında vefat etmesi üzerine S. G., onun cenazesiyle birlikte Türkiye’ye gelecekti. 9 Şubat 2001 günü Esad Coşan Hoca Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedilecek, bundan bir hafta sonra da, vize görüşmesi için gittiğim ABD İstanbul Başkonsolosluğu’nda önce bir kenarda beklemem söylenecek, bir buçuk saatlik bir bekleyişten sonra da, bana vize vermediklerini öğrenecektim. Bunun ardından S. G., benimle görüşmek isteyecek, 600 bin Mark parasının bulunduğunu söyleyecek, vize sorunumu çözmek için, bunu benim adıma açılmış bir hesaba yatırmayı teklif edecekti. Bankadan, hesabımda 600 bin Mark paramın bulunduğuna dair bir belge aldıktan sonra, birkaç gün içinde parayı geri çekip ona iade edecektim, önerisi buydu; doğal olarak, bu teklifi reddetmiştim. S. G., pasaportumu da taşla vs. ezerek deforme etmem, sonra sakal traşı bakımından daha uygun yeni bir pasaport alıp onunla tekrar başvurmam tavsiyesinde bulunmuştu.

Bu şahıs, bir ya da iki yıl sonra benimle tekrar görüşmek isteyecekti. Yanında, Üsküdar’daki sohbetimizde olduğu gibi, yine Zübeyr Somuncu vardı. Zübeyr benim hemşerimdi, gençliğinden beri tanıyordum; dedesi ve dayıları, memleketim olan Sivas’ın Gürün ilçesinde sevilen, sayılan insanlardı. S. G. ile birlikte bana telefon edip, Yuşa Tepesi’ne kadar beraber gidip gelmeyi teklif etmişlerdi. İstanbul’da neredeyse 20 yılım geçmiş olduğu halde, Yuşa Tepesi’ni henüz ziyaret etmemiştim ve burayı görmek istiyordum. Yuşa a.s.’ın kabri olarak bilinen mekânı ziyaret edip dönerken, evime bir kilometre kadar yaklaştığımız sırada S. G., benimle asıl konuşmak istediğini düşündüğüm mevzuları açmıştı. Esad Efendi’nin oğlu Nureddin’in Brisbane’daki Cemaat üyelerini kovmaktan beter etmiş olduğunu söylüyordu. Onlara, babasının aksine kaba ve sert davranmış, “Buranın bir parçası olarak kalmak istiyorsanız, buna uyacaksınız” mesajını vermişti. S. G.’ye göre, Esad Efendi vefatından önce Avustralya genelinde bir federasyon oluşturmak ve bunun sorumlusu olarak damadı Ali Uyarel’i maaşa bağlatmak istemişti. Bu ise, oradaki Cemaat mensupları arasında hoşnutsuzluğa yol açmıştı. Kendisinin sağlığında Esad Efendi’yle arası iyiydi, ama şimdi onu, “Esad Efendi’nin ölümünden sorumlu tutmaya” başlamışlardı. Aleyhinde dedikodu yapıp duruyorlardı.

S. G. hakkında bu tür suçlamalar yapılmış olduğunu ilk defa duyuyordum, bu yüzden şaşırmıştım. O anda bir değerlendirme yapabilecek durumda değildim, konu üzerinde düşünmek için daha fazla veriye ihtiyacım vardı. Ona, kendisini suçlayanların da görüşünü almadıkça kesin birşey diyemeyeceğimi söylemiştim. Ayrıca, kendisini dışladıklarına göre, Brisbane şehrini terk etmesinin iyi olacağını ifade etmiştim. “O zaman da korktu derler” diye karşılık vermişti. “Onların ne diyeceği önemli değil” demiştim.

2008 yılı Mart ayına kadar S. G. hakkında bir daha herhangi birşey duymayacaktım. O ay, Av. Hasan Pak bana, S. G. ile ilgili olarak haber7.com’da bir yazı çıktığını, fakat sonra silinmiş olduğunu ifade etmişti. Kendisinde varsa o yazıyı bana ulaştırmasını söylemiştim. 18 Mart günü bana gönderdiği e-posta, “n.gulec@akradyo.net” tarafından kendisine gönderilmiş olan mail’in forward edilmiş şekliydi. Mesaj, “http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=141328” adresinde yer alan, 4 Şubat 2008 tarihli, “Prof. Coşan’ın ölümünde kilit isim” başlıklı bir haberdi.

Orada, 28 Şubat sonrasında Prof. Coşan’ın etrafında, hizmette ve fedakârlıkta çok cömert bir ismin ortaya çıktığı ifade ediliyordu. Bu isim, yıllardır hizmette bulunan birçok kişiyi geride bırakmış ve kısa sürede Hocaefendi’nin yakın çevresindeki birkaç isimden biri olmayı başarmıştı. 30 yaşlarındaki, esmer, hafif kilolu, kirli sakallı bu genç, kendisini bir çok kişiye farklı tanıtmış bulunuyordu. Kimine göre, İngiltere’de filoloji okumuştu, kimine göre şeker ticareti yapıyordu, kimine göre de babasının İstanbul’da işhanları vardı ve varlıklı bir ailenin çocuğu idi. S. G. adındaki bu genç, hizmette o kadar hızlı idi ki, yıllardır Esad Efendi’nin çevresinde bulunanların yapabildiği katkıdan daha fazlasını tek başına yapabiliyordu. Lüks arabalar alıp Hocaefendi’nin hizmetine verebilecek kadar cömert idi. “Varlıklı bir ailenin çocuğu” olduğu için çalışmak zorunda değildi ve yalnızca servetini değil, bütün vaktini de Hocaefendi’ye vakfedebiliyordu.

Bu genç, hızını alamamış, 1997 yılının son aylarında Bonn yakınlarındaki Siebengebirge kasabasında bir villa kiralamış ve Hocaefendi’nin bir süre burada ikamet etmesini sağlamıştı (Mehmet Akif buradan bana söz etmişti). Prof. Coşan’ın sevenlerinin yanında “sığınmacı” gibi kalmasına gönlü elvermeyen bu yeni derviş, bir süre sonra bir fedakârlıkta daha bulunmuş, 400 bin Mark para vererek Essen’de 3 katlı bir villa satın alıp bir katını Hocaefendi’ye tahsis etmişti. Prof. Coşan, artık eşi ile birlikte bu evde yaşamaya başlamış bulunuyordu.

Evet, S. G., bu fedakârlığı sayesinde artık Hocaefendi ile kimin görüşüp kimin görüşmeyeceğini de bir tür “kontrol” altına almış durumdaydı. Öyle ki, milletvekilliği ile birlikte dokunulmazlık zırhı da kalkan ve 28 Şubat depremi sonrasında yurtdışında yaşamak durumunda kalan Hasan Mezarcı, bir gün Ankara Üniversitesi’nden hocası olan Prof. Coşan’ı ziyaret etmek istediğinde S. G. engeline takılmıştı. Evin sahibi olan S. G., Hocaefendi’nin biraz rahatsız olduğunu söylemiş ve görüştürmeye bir türlü yanaşmamıştı.

Mezarcı, bu kez Prof. Coşan’ın çevresinde bulunan öteki isimlerden yardım istemişti. Yıllardır tanıyıp bildiği İbrahim Balçok’a gitmiş, “Ben artık imkân olsa bile Hocaefendi ile o adamın evinde görüşmek istemiyorum. Beni Hocam ile görüştür” demişti (Balçok’u gıyaben tanıyordum, Mayıs 1998’de ise şahsen tanışmıştım. Fakat aramızda ikili özel bir görüşme olmamıştı). İbrahim Balçok, ilk fırsatta Hocaefendi’yi kendi evine davet etmiş ve Hasan Mezarcı ile özel olarak görüşmesini sağlamıştı. Mezarcı, “Hocam bu S. G. denilen adam istihbarattan. Ben bu işin kitabını yazdım. Kendinize dikkat edin” demişti. Hocaefendi biraz duraklamış ve “Olabilir. Haklı olabilirsiniz” karşılığını vermişti.

Daha sonraki süreçte Hocaefendi, bazı şeyleri bahane ederek Avustralya’ya geçmişti. Ancak, Hocaefendi’nin Avustralya’ya göçmesinin hasretine dayanamayan asrın dervişlik harikası S. G. de bir süre sonra aynı yolu takip etmişti. Almanya’daki evini satmış ve Prof. Esat Coşan’ın bulunduğu kentte bir eve yerleşmişti. Almanya’da olduğu gibi yine Hocaefendi’nin gönüllü özel şoförlüğünü yapmaya başlamıştı.

Ancak, 4 Şubat 2001 günü yerel saatle 12.00 civarında (Türkiye saati ile 04.00) Sydney’e 600 kilometre mesafede bulunan Dubbo kasabası yakınlarında bir trafik kazası yaşanmış, Prof. Esad Coşan ve damadı Prof. Ali Yücel Uyarel, birlikte can vermişti. O gün S. G., olağanüstü veya sıradışı şansı sayesinde biraz rahatsızdı, dolayısıyla Hocaefendi’nin bulunduğu aracı kullanmıyordu. Kullanan kişi, Yaşar Kara’nın şanssız ve de bahtsız oğlu Hüseyin Kara’ydı ve o da kazada yaralanmıştı (Esad Efendi’nin vefatının ardından Türkiye’ye geldiğinde Hüseyin’le görüşmüştük, kolu askıdaydı). S. G. o kadar şanslıydı ki, konvoyda dördüncü sırada yer alan bir araçta idi. Elim kazadan hemen sonra konvoy durmuştu. Şanslı olduğu kadar soğukkanlı da olan S. G.’ün de aralarında bulunduğu birkaç kişi, Hocaefendi’nin ve damadı Ali Yücel Uyarel’in cesetlerini araçtan çıkarmışlar ve yolu temizleyip trafiğe açmışlardı (Haberde böyle denilmekle birlikte, daha sonra S. G., kendisinin konvoyda hiç yer almadığını, kaza sırasında Brisbane’da olduğunu açıklayacaktı. Yani şansı, zannedilenden de büyüktü).

Bundan sonra S. G., Hocaefendi’nin vefatından iki üç hafta sonra Almanya Bochum’da yapılan anma toplantısında görülmüştü. Prof. Ahmet Akgündüz ve Nuri Yazar’ın da katıldığı bu anma toplantısında bir konuşma yapmıştı. S. G.’ü bir daha da cemaatten gören biri olmamıştı.

Haber7.com’daki yazıda söylenenler özetle bunlardı.

Ancak, S. G.’ü, ben, iki kez daha görmüştüm. İlkinde, 600 bin Mark’ını hizmetime sunmayı teklif etmişti. İkincisinde ise, kendisiyle ilgili dedikodular hakkında nasıl tepki vereceğimi ölçmek istemişti.

On yılı aşkın bir süre sonra, 2013 yılı başlarında, isminin geçtiği yazılarımdan dolayı beni avukatı arayacaktı. Bir zamanlar ta Avustralya’dan beni arayabilen S. G., beni arabasıyla evimden alıp ta Yuşa Tepesi’ne götürebilen S. G., 600 bin Mark’ını bana güvenebilen S. G., artık benimle yüz yüze de, telefonla da görüşmek istemiyor, araya vekilini koyuyordu.

İşte o zaman, aslında S. G. adlı bir şahsın hiçbir zaman var olmadığını, İngiltere’ye adeta Hz. İsa gibi gökten inmiş bulunan bu geçmişi ve şimdiki yaşamı “örtülü” şahsın, şu anda, başka bir kimlikle hayatını sürdürmekte olduğunu anlamaya başlamıştım.

Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı, Mehmet Özbay adına düzenlenmiş kimlik ile yurtdışında ve yurtiçinde görev yapmamış mıydı! Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın bir diğer ismi Ahmet Demir değil miydi! Acaba şimdi S. G., sakalını kesmiş, takkesini ve cübbesini çıkarmış, takım elbise ve kravatını ya da blucinini giymiş olarak siyah gözlüklerle, sakız çiğneyerek herhangi bir yerde başka görevler yapan “çağdaş” bir tip olabilir miydi? (Yıllar sonra, MİT Kontrterör eski Daire Başkanı Mehmet Eymür’e 1995 yılında, gizli bir operasyon için farklı bir isimle pasaport, nüfus cüzdanı ve sürücü ehliyeti düzenlenmiş olduğunu okuyacaktımHabere göre, 2011’de bir soruşturmayla ilgili olarak evi aranınca kimlikler bulunmuş ve hakkında “sahtecilik” suçlamasıyla dava açılmıştı. 6 yıl süren davada Eymür 2 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırılmış, ve üst mahkeme cezasını Temmuz 2018’de onaylamıştı. Bu karara tepki gösteren Eymür ise şöyle diyordu: “Gizli faaliyetlerde değişik kimlik ve mesleklere bürünmek, istihbaratın doğası gereğidir. Ben terörle mücadele yasasına göre, yeni bir kimlikle yaşama, hatta estetik ameliyat olup fiziki görünümümü bile değiştirme hakkına sahibim.”)

Kuşkulanmama neden olan bir başka etken, Ajans France Press muhabiri Mustafa Özer’in İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Bilal Yıldırım’a 23 Kasım 2011 tarihinde KCK operasyonu kapsamında vermiş olduğu ifadede yer alan bilgilerdi. 2003 yılından itibaren MİT’e bilgi verdiğini söyleyen Mustafa Özer, önce MİT’in İstanbul Bölge Başkanlığı’nda çalışan Cem ile irtibatının bulunduğunu, daha sonra onun yerini Hasan diye tanıdığı bir başka görevlinin aldığını belirtiyordu. Hasan, Mustafa Özer’i, gerçek ismi Yaşar Hakan Yıldırım olan bir görevliyle, başka bir isim vererek tanıştırmış bulunuyordu. Yaşar Hakan Yıldırım, geçimini sağlamak üzere resmen ve fiilen Fransızlar için çalışmakta olan ve böylece kendisini “perdeleyen” Mustafa Özer’den, “PKK’nın beyni” olarak nitelendirdiği İsmet Kayhan’la dostluk kurmasını istemişti. Avrupa’da yaşayan İsmet Kayhan’ın özelliği, örgütün kırsal alandaki liderleriyle görüşmek isteyen Türk ve yabancı gazeteciler arasından ilk elemeyi yapan kişi olmasıydı. Bu arada, MİT’çi Yaşar Hakan Yıldırım’a, salt bu görev ya da hizmet için, kendi aralarında yeni bir isim de belirlemiş bulunuyorlardı: Yusuf Yıldırım. Böylece Mustafa Özer, daha önce gazeteci olarak tanışmış bulunduğu İsmet Kayhan’ı aramış ve ona, çalışmalarına sponsor olarak destek vermek isteyen “işadamı” Yusuf Yıldırım’dan (yani Yaşar Hakan Yıldırım’dan) bahsetmişti. İşadamı Yusuf Yıldırım, Mustafa Özer’in güya asker arkadaşıydı ve Kürtler’e sempati duyuyordu. Bunun ardından Mustafa Özer, İsmet Kayhan’a, işadamı Yusuf Yıldırım’ın (yani Yaşar Hakan Yıldırım’ın) maddî desteği ile bir ajans kurmak istediğini söylemişti. Bir sonraki aşamada ise, Mustafa Özer, Yusuf Yıldırım (Yaşar Hakan Yıldırım) ve de Emrah Erkut adına sahte kimlik ve pasaport taşıyan MİT’çi Hüseyin Emre Kuzuoğlu, birlikte Frankfurt’a gitmişler ve burada İsmet Kayhan’la buluşmuşlardı. İsmet Kayhan’ı da ajans projesine dahil etmişler ve ona ilk etapta 500 Avro harçlık vermişlerdi. Türkiye’ye dönünce, MİT Müsteşarlığı’nın onayıyla, ayda 17 bin 500 lira kaynak tahsis edilerek ajans işini başlatmışlardı. Bir süre sonra Mustafa Özer biraz geri planda kalmış, İsmet Kayhan ile Yusuf Yıldırım (Yaşar Hakan Yıldırım) daha fazla samimi hale gelmişlerdi.

MİT, böyle çalışıyordu. Adamlarının isimleri, meslekleri, hayat hikâyeleri ve görünümleri duruma ve olaya göre gün be gün değişebiliyordu. (Daha sonra, 7 Şubat 2012 tarihinde Yaşar Hakan Yıldırım ile Hüseyin Emre Kuzuoğlu İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ifade vermeye çağrılacak, onları bunun için götürmeye gelen polislere, MİT’in İstanbul Bölge Başkanı İsmail Nişancı, “Ankara’dan kesin talimat var. İçeri giremezsiniz, eğer zorla girmeye çalışırsanız, girseniz bile çıkamazsınız. Aradığınız kişiler de raporlu, burada yoklar” diyerek, polislerin görevlerini yapmasını engelleyecek ve tehditte bulunacaktı.)

Şubat 1997’de MİT, Milli Güvenlik Kurulu’na, “irtica ile mücadele” için yol gösteren bir rapor sunmuş bulunuyordu. Bu raporda, “irtica” gerekçesi ile ordudan atılan subaylardan belediyeler gibi kamu kurumlarında çalışanların ikinci kez işten atılmaları da tavsiye ediliyordu. Onlar madem “irticacı” olarak yaftalanmışlardı, ya pazarda limon satmayı öğrenmeli, ya da sürünmeli, ölümden daha beter bir hayat sürmeliydiler. Acaba bu MİT, “İskenderpaşa Cemaati’nin beyni” olmaktan daha fazla bir şey olan Esad Coşan hocayı takip etmek için birtakım “proje”ler geliştirmiş olabilir miydi? Veya, onu kontrol altına almak için, birtakım “işadamı” görünümlü kişileri belirli bir kaynak tahsis ederek devreye koyabilir miydi?

Esad Coşan hocayı bir gölge gibi takip eden, çalışıp kazanmayan fakat parası da bir türlü tükenmeyen, asrın Hatem-i Tâî’si ve dervişlikte yektası S. G., gerçekte kimdi? (Buradan açıklıyorum, bu sorunun cevabını bulmak adlî merciler ve emniyet güçleri için çok kolay. Benimle temas kuran avukatı üzerinden S. G.’e hemen ulaşılabilir. Esad Efendi’nin mezar yeri için özel Bakanlar Kurulu kararı bile çıkartabilenler, neden bu S. G. meselesini hiç hatırlamak istemiyor, onun yerine Barnabas İncili hikâyelerini tedavüle koyuyorlar? Bu arada merhum Muhsin Yazıcıoğlu‘nu hatırlamamak da olmaz. Neden 2009 yılı ilkbaharında gerçekleşen ölümü bir sis perdesinin ardına gömüldü? Ve neden ben, Yazıcıoğlu’nun vefatından iki ay sonra zehirlendim? İçtiğim çaydan zehirlendiğimi hissedince bol ayran ve su içen, bununla birlikte 22 saat boyunca rahatsızlık yaşayan, bütün gece boyu ve ertesi sabah, Cumartesi günü saat 10:00’a dek acılar içinde kıvranan, sonraki üç gün boyunca da kendimi toparlayamayan ben, neden bunu yaşamak zorunda kaldım? Ki ondan dokuz ay önce, Esad Efendi’nin oğlu tarikat şeyhi Nurettin Coşan‘a “Artık aramızda hiçbir bağ kalmadığını” açıklayan bir e-posta mesajı göndermiş bulunuyordum. Tam bu sıralarda, ilçemin Akparti ilçe başkanı, zaten bir tane varken ve zor ayakta duruyorken ikinci bir yerel gazete çıkarmaya karar verecek ve ilk işi babamı araya koyarak beni yazar kadrosuna dahil etmek olacaktı. Orada yayınlanan yazılarımın de hepsini değil, benimle aynı kurumda çalışan N. F. adlı bayanın Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Ulaştırma Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığı makamlarına hakkımda şikâyette bulunmasına zemin hazırlayacak şekilde sadece üç tanesini internet sitelerine koyacaklardı. Sözkonusu şikâyet dilekçeleri Denizcilik Müsteşarlığı’na havale edilecek ve hakkımda soruşturma açılacaktı. Bu arada bahis konusu yerel gazete de yayınına son verecekti. Müsteşarlık’taki “yardımsever samimi dostlar”ın “sükunet, ılımlılık, ağırbaşlılık, geçimlilik” “telkin”lerine rağmen bu soruşturmalara “savunma dilekçeleri”yle cevap verecektim ve Müsteşarlık olayı bu dilekçelerim yüzünden kapatma gereği duyacaktı. Olay kapandıktan bir veya iki ay sonra da zehirlenme olayını yaşayacaktım. Ve bir süre sonra, Ankara’daki meşum odak, Ali Aytaç Şenol adı altında birini ya da birilerini, beni internet ortamında paranoyak olarak suçlamak için devreye koyacaktı. Kimliği itibariyle beni kişisel olarak tanımayan, hiç tanımıyor olması gereken bu Ali Aytaç, “gaipten haber alıyormuş” gibi, beni, “devletin kendisiyle uğraştığını ileri süren” biri olarak yaftalayacaktı. Halbuki o güne kadar, yakın görüştüğüm çok çok az sayıdaki kimse dışında bu konuları kimseye açmış değildim, ve bu tür şeyleri ne internet ortamında ne de başka bir mecrada dile getirmiş bulunuyordum. Ama, beni tanımayan Ali Aytaç’ın bundan haberi vardı. Ali Aytaç Şenol diye sahte/uydurma bir ismin arkasına saklanan odak için, paranoyak ve evhamlı etiketinin üzerime yapıştırılması neden bu kadar önemliydi? Ve ne için kendilerini böylesi bir “ön alma” faaliyetinde bulunma ihtiyacı içinde görüyorlardı?)

 

(Devamı için bkz.:

(https://tavassut.wordpress.com/2015/03/01/28-subatin-yildonumu-vesilesiyle-bir-28-subat-anlatisi/)

 

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 5 için:

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 5

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 3

(PARANOYA TURPUNUN BÜYÜĞÜ NURETTİN COŞAN, ARSLAN BULUT İLE EMİN PAZARCI’NIN HEYBESİNDEN…)

ARSLAN BULUT ile ilgili görsel sonucu

BARNABAS EMİN PAZARCI ile ilgili görsel sonucu

BARNABAS EMİN PAZARCI ile ilgili görsel sonucu

 

PARANOYA TURPUNUN BÜYÜĞÜ HEYBEDEYKEN ONU ORTAYA ÇIKARIP SONRA DA HİÇBİR ŞEY YOKMUŞ GİBİ YOLUNUZA DEVAM EDİP BİZİMLE ALAY EDEMEZSİNİZ..

ESAD EFENDİ’NİN VEFATINDAN İKİ SENE SONRA “VARİS”İ YA DA MİRASYEDİSİ NURETTİN’E, BABASININ “MÜPHEM BİR ÇARPIŞMADA ŞEHİT” OLDUĞUNU SÖYLETMEYECEK, PARANOYAMIZI UYANDIRMAYACAKTINIZ..

YİNE AYNI SIRALARDA ARSLAN BULUT’A “TÜRK İSTİHBARAT KAYNAKLARI”, ESAD EFENDİ’NİN İNGİLİZ GİZLİ SERVİSİ TARAFINDAN KAZA SÜSÜ VERİLEREK ÖLDÜRÜLMÜŞ OLDUĞUNU YAZDIRMAYACAK, HEYBEDEKİ “PARANOYANIN BÜYÜĞÜNÜ” MANAV TEZGÂHINA KOYDURMAYACAKTI..

BUNUN ARDINDAN, ESKİ KÜLTÜR BAKANI NAMIK KEMAL ZEYBEK’İN AJANLIKLA SUÇLADIĞI (ŞİMDİLERİN MAKBUL YANDAŞ GAZETECİSİ) EMİN PAZARCI, İNGİLİZ GİZLİ SERVİSİ HİKÂYESİ TUTMADI DİYE ORTAYA “ESAD EFENDİ BARNABAS İNCİLİ’Nİ GÖRDÜ, ÖLDÜRÜLDÜ” MUAZZAM İSTİHBARAT KEŞFİNİ KOYARAK “PARANOYATİK REKOR” KIRMAYACAK, ERDOĞAN’IN “KUTSİYETPENAH (KUTSALLIĞINA SIĞINILAN) PAPA HAZRETLERİ”SİNİN BAŞINDA BULUNDUĞU YAPIYI GÖZÜMÜZE SOKMAYACAKTI..

*

GELELİM PARANOYAKÇA ORTADAN KAYBOLUP SAKLANAN S. G.’NİN DURUMUNA..

PARANOYAK S. G. İÇİN ÜÇ İHTİMAL VAR..

BİRİNCİSİ:

PARANOYAK S. G. FEDAKÂR, KENDİSİNİ ŞEYHİ ESAD EFENDİ’YE HİZMETE ADAMIŞ SAMİMİ BİR DERVİŞTİR.. S. G. İSMİ DE SAHTE DEĞİLDİR, GERÇEKTİR..

BU DURUMDA, ŞİMDİ PARANOYAKÇA SAKLANMASI, İSMİYLE ORTAYA ÇIKMAMASI, MAZİSİNİ (DOĞDUĞU BELDE, YAŞADIĞI YERLER VE KOMŞULARI, OKUDUĞU OKULLAR, ÇALIŞTIĞI YERLER) GİZLEMESİ ANLAMSIZ HALE GELİR..

İKİNCİ İHTİMAL:

S. G., CIA, MOSSAD YA DA İNGİLİZ GİZLİ SERVİSİNİN ADAMIDIR..

BÖYLE OLDUĞU VARSAYILIRSA, MİT’İN BU ŞAHSIN PEŞİNE HİÇ DÜŞMEMİŞ OLMASI, “TÜRK İSTİHBARAT KAYNAKLARI”NIN ARSLAN BULUT’A YAPTIĞI AÇIKLAMA ÇERÇEVESİNDE, MİT’İ İNGİLİZ GİZLİ SERVİSİ’NİN SUÇ ORTAĞI HALİNE GETİRİR..

ÜÇÜNCÜ İHTİMAL:

S. G.’NİN MİT’İN ADAMI OLMASIDIR.

*

HANGİSİ?

ARSLAN BULUT’U AYDINLATAN “TÜRK İSTİHBARAT KAYNAKLARI” PARANOYAKÇA SAKLANAN, İZİNİ KAYBETTİRMİŞ OLAN S. G.’NİN DURUMUNA DA AÇIKLIK GETİRMELİDİR.

ESAD EFENDİ’NİN BİZİM HİÇ FARK EDEMEDİĞİMİZ ÖLÜMCÜL BARNABAS İNCİLİ MERAKINI KEŞFEDEN EMİN PAZARCI, PARANOYAK S. G.’NİN DİLLERE DESTAN PARANOYASI KONUSUNDA KÖR, SAĞIR VE DİLSİZ OLMAMALIDIR.

NURETTİN’İN DE BU KONUDA (AZİZ BAŞKANI’NIN DA KATKISIYLA) YAPACAĞI BİR AÇIKLAMA OLMALIDIR.

 

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 4 için:

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 4

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 2

MAHMUD ESAD COŞAN AVUSTRALYA KAZA ile ilgili görsel sonucu

TECRÜBELİ AVCILAR, AVLARINI DAHA ÇOK, AVLARININ TEMASTA OLUP DA GÜVENDİKLERİ KİMSELERİ KULLANARAK, VE ONLARDAN BİLGİ ALARAK TUZAĞA ÇEKERLER..

BÖYLESİ SOYUT İFADELERDEN ANLAMAYANLAR İÇİN SOMUT BİR “YAŞANMIŞ ÖYKÜ” FİLMİ: THE HIGHWAYMEN

 

(S. G. KOD, PERDE ARKASINDAN DÜMEN ÇEVİRİP NUMARA YAPACAĞINA, GEÇMİŞİNİ, KÖKENİNİ, CV’SİNİ ORTAYA DÖKEREK ÜZERİNDEKİ ŞÜPHELERİ DARMADAĞIN EDEBİLİR, BİZİ UTANDIRABİLİR)

 

The Highwaymen ile ilgili görsel sonucu

The Highwaymen costner ile ilgili görsel sonucu

 

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 3 için:

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 3

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 1

MUHARREM NUREDDİN COŞAN ile ilgili görsel sonucu

MUHARREM NUREDDİN COŞAN ile ilgili görsel sonucu

MUHARREM NUREDDİN COŞAN ile ilgili görsel sonucu

 

MADEM “PARANOYA” FASLI AÇILDI, O HALDE SORALIM..

BU SORU, KAYYUM NURETTİN’E..

MUHARREM NURETTİN COŞAN’A..

BAY KAYYUM, NASIL OLUYOR DA “AZİZ ATATÜRK”ÇÜ “AZİZ BAŞKANIN”A “4 ŞUBAT 2001’İ (MAHMUD ESAD COŞAN HOCA’NIN ÖLÜMÜNÜ) TASARLAYANLAR KAHROLMUŞTUR” DİYEBİLİYORSUN?..

AZİZ BAŞKANIN, “4 ŞUBAT 2001’İ TASARLAYAN, GÖRMEZDEN GELEN, UNUTTURAN MEŞ’UM ZİHNİYET KAHROLMUŞTUR” DEMENİ GEREKTİREN NE YAPTI?

BU KONUDA BİR TAHKİKAT MI YAPILDI?

MİT’İ HER İŞTE KULLANAN “AZİZ BAŞKANIN” ŞU S. G. SAHTE İSİMLİ ŞAHSIN ASIL KİMLİĞİNİ Mİ AÇIKLATTIRDI?

BU ŞAHSIN ASIL KİMLİĞİ, YERİ YURDU, GEÇMİŞİ Mİ AÇIĞA ÇIKARILDI?

KİMLERE ÇALIŞTIĞI ORTAYA MI KONULDU?

MİT’LE, DERİN DEVLETLE, FAİLİ MEÇHULCÜLERLE BİR BAĞLANTISI VAR MI YOK MU DİYE BİR SORUŞTURMA MI YAPILDI?

HAYROLA, NE OLDU DA “4 ŞUBAT 2001’İ TASARLAYANLAR KAHROLMUŞTUR” DİYEREK DOSYAYI KAPATIYORSUN?

BU ACULLUK, DOSYAYI KAPATMA KONUSUNDAKİ BU TELAŞ, BU CEPHEDEN SIVIŞIRKEN BİR TARAFTAN DA SAHTE ZAFER TÜRKÜLERİ SÖYLEME KURNAZLIĞI NİYE?

4 ŞUBAT 2001’İ BÖYLECE “TATLIYA BAĞLAYIP” UNUTTURMAK İSTEMENİN ARDINDAKİ “MEŞ’UM GERÇEK” NE?

*

 

KAZA MI, CİNAYET Mİ?

 

Mehmet Çevik

 

Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan’ı, Türkiye’deki halk kitleleri, bundan 12 yıl önce, 4 Şubat 2001 tarihinde Avustralya’da bir trafik kazasında yaşamını yitirince tanımıştı.

Bakanlar Kurulu kararı ile Süleymaniye Camii haziresine defninin planlanmış olması onu medyanın ilgi odağı haline getirmiş, o zamanki cumhurbaşkanının vetosu üzerine bu iş gerçekleşmemişti.

Esad Coşan, Muhsin Yazıcıoğlu’nu dışardan destek vermeye ikna ederek Refah-Yol hükümetinin kurulmasını sağlamış bulunuyordu. Ayrıca, 28 Şubat darbecilerinin arzularının hilafına, bu hükümetin yıkılmaması için büyük gayret ve direnç göstermişti.

Ancak, Demirel marifetiyle 30 Haziran 1997 tarihinde ANASOL-D hükümeti kurulmuş ve Erbakan’ın siyasî hayatı sona ermişti.

Esad Coşan o sırada Türkiye’de değildi; iki ayı aşkın bir süre önce, Nisan ayı içinde yurtdışına çıkmış bulunuyordu. Bir daha da dön(e)meyecekti.

Bununla birlikte, yaklaşık dört yıl sonra Avustralya’da “sıradan” bir trafik kazasında vefat ettiğinde, yani henüz 28 Şubat’ın bin yıl süreceğini söyleyenlerin “borusunun öttüğü” sırada, birden bire devletin makbul ve muteber adamı haline gelmiş, mezar yeri için Bakanlar Kurulu kararı hazırlanmıştı.

*

Acaba bu aklı, Bakanlar Kurulu’na kimler vermişti?.. (Merhum Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’na cevap verdiği bir yazısında, kendisine yönelik övücü ifadeleri için, “Acaba bu, hangi günahın kefareti?” sorusunu yöneltir. Acaba yaşıyor olsaydı, Esad Coşan hoca için çıkarılan Bakanlar Kurulu kararı hakkında, “Acaba bu hangi günahın kefareti?” sorusunu yöneltir miydi?)

Esad Coşan’ın vefatından iki yıl sonra, oğlu M. Nureddin Coşan, onun için düzenlenen anma toplantısı sırasında şu ifadeleri kullanmıştı:

 

“Sevgili liderim, lideriniz Mahmud Esad Coşan rahimehullah iki yıl önce 4 Şubat 2001 Pazar günü müphem bir çarpışma neticesi damadı Ali Yücel Uyarel’le birlikte şehid olmuştu.”

(http://www.iskenderpasa.com/DA143261-DFDD-4813-8263-FCCB97482126.aspx)

 

Nureddin Coşan’ın “müphem”, yani şüpheli ve soru işaretleriyle dolu olarak nitelendirdiği “çarpışma”, bir silahlı çatışma değildi. Trafik kazası idi. Onun için “şehid” ifadesinin kullanılması, kaza eseri ölmediği, kaza süsü verilerek öldürüldüğü düşüncesinin Esad Coşan hocanın yakınları tarafından kabul edildiğini gösteriyordu.

O sıralarda, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın zamanında Avustralya’ya gidip farklı bir isim altında Esad Coşan ile görüşmüş olduğu yönünde rivayetler duymuş bulunuyorduk.

Ayrıca, S. G. adlı bir şahıs, Esad Coşan hocanın ölümünde parmağı olmakla suçlanmıştı.

Bu S. G. ile ilgili olarak haber7.com’da ayrıntılı bir yazı yayınlanmış, fakat sözkonusu şahsın adlî yollara başvurması sonucunda ilgili haber yayından kaldırılmıştı.

Ancak, ölümünden önce Esad Coşan hocanın yakın çevresi içine girmeyi başarmış olan bu şahıs, birden bire ortadan kaybolup gitmişti.

Nereye gittiğini bilen olmadığı gibi, nerden geldiğini bilen de yoktu.

Daha önce nerede yaşamış, ne iş yapmış, nasıl bir eğitim almıştı; kimse bilmiyordu.

İsmi üzerinden iz sürmek de mümkün olmuyordu.

*

Doğal olarak bu durum, birçoklarının, söz konusu şahsın gerçek isminin başka olduğunu, S. G. ismi altında Esad Coşan hocaya yönelik operasyonda görev almış bulunduğunu, işi bitince başka bir kimliğe (asıl kimliğine veya başka bir sahte kimliğe) bürünmüş olduğunu düşünmelerine yol açmıştı.

Böyle düşünenlere göre, şayet gerçek ismi S. G. olmuş olsaydı, hem geçmişinin izlerine ulaşmak mümkün olacaktı, hem de şu anda sürdürmekte olduğu yaşamı hakkında bilgi edinmekte kimse zorlanmayacaktı. Bu şekilde Dabbetül Arz gibi aniden yerden çıkamayacak, sonra da Hz. İsa gibi birden bire gözlerden kaybolamayacaktı.

S. G., birilerinin iddia ettiği gibi bir gizli servis elemanı mıydı?.. Eğer öyleydiyse, hangi gizli servisin elemanıydı?..

Tabiatiyle, bu sorulara benim cevap verebilmem mümkün değil.

Ancak, Esad Coşan hocanın ölümünde bir gizli servis parmağının bulunduğuna çok farklı kesimlerin inandığı, yakınlarda yayınlanmış bir kitapta geçen ifadelere de yansımış durumda.

Bir dönem İslâm ve Kadın ve Aile dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yapmış bulunan Recep Koçak, iki ayrı haber sitesinde yayınlanan “Merhum Ali İhsan Tola Ergenekon’u Haber Vermişti” başlıklı yazısında şunları söylüyor:

 

“Yazar İhsan Atasoy, Nur Kahramanları serisinin 12. kitabı olarak Ali İhsan Tola merhumu sevenlerinin ve tanımayanlarının huzurlarına getiriyor….

“Kitabını okunmasını hararetle tavsiye ederken, ilk etapta altını çizdiğimiz birkaç satır ve bazı paragrafları dikkatinize sunacağım..

“Merhum M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin görünüştü bir trafik kazası ve kuvvetle muhtemel bir suikastla aramızdan ayrıldığına inananların sayısı az değil.

“Ali İhsan Tola’nın en yakınlarından Mehmet Başat merhum Tola’yı anlatırken Es’ad Coşan Hocaefendi’nin adının geçtiği kısımda şunları söylüyor;

“ “Hatta o zamanlar istihbarat başkanı ‘MİT bundan böyle hariçte de çalışacak’ diye beyanat vermişti. Onun arkasından [Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerinden] Bayram Ağabey’in [yurtdışından dönerken trafik kazasında vefatını], Es’ad Coşan’ın vefatını duyunca, ‘Bak dışarıda çalışacağız demişlerdi. Operasyonları dışarıda da yapmaya başladılar’ demişti.” (s.240)

(http://analitikbakis.com/NewsDetail.aspx?id=62816&name=Merhum-Ali-Ihsan-Tola-Ergenekon%27u-Haber-Vermisti;http://www.habername.com/yazi-recep-kocak-merhum-ali-ihsan-tola-ergenekonu-haber-vermisti-9748.htm)

 

Bunun yanı sıra, vefatından bir süre önce, Avrupa’da bulunduğu sırada Esad Coşan hocaya, Fethullah Gülen’in, hayatının tehlikede olduğuna dair haber göndermiş, onu ABD’ye davet etmiş olduğu da söyleniyor. (Bunu Av. Hüseyin Yürük, analitikbakis.com‘da yazmıştı.)

Bunu teyid ettirmek bana düşmez. Ancak, Fethullah Gülen hayatta; isteyen söylentinin doğru olup olmadığını sorup öğrenebilir.. Onun devletin çeşitli kademelerinde adamlarının bulunduğu, istihbarat kanallarının güçlü olduğu hep savunuluyor.

Esad Coşan hoca, ABD’ye gitmemiş, tercihini Avustralya’dan yana yapmıştı.

*

Yine, Esad Coşan hocanın son haccı sırasında MİT’ten bir heyetin onunla görüşmüş olduğunu, Coşan’ın çevresindekilere, “Bana yapmış oldukları teklifleri reddetmeyip de kabul etmiş olsaydım, siz de rahat ederdiniz” demiş bulunduğu duyulmuştu.

Acaba MİT’çiler ne tür “rahatlık” tekliflerinde bulunmuşlar, karşılığında ne istemişlerdi?

İstedikleri karşılık, birtakım yeni (laikçilik açısından zararsız) söylemlerin benimsenmesi ve farklı politik tercihlere yönelinmesi olabilir miydi?

Ve, red cevabı alınca hangi B planı için düğmeye basmışlardı?

Yoksa, bir B planları mevcut değil miydi?..

Bunları bilmiyoruz.

Bununla birlikte, MİT’in, İhsan Atasoy’un kitabında geçtiği şekilde şaibe altında kalması, Esad Coşan hoca gibi bir isimle ilgili olarak bu şekilde zan altında bulunması hiç de hoş değil.

*

Ancak, herkesin bildiği üzere, bunun tek sorumlusunun MİT’ten şüphelenen kesimler olduğu söylenemez. Maalesef bu kurum çalışanlarının bazılarının “sabıkası” hayli kabarık. Şayet bir araştırmacı-gazeteci ilgili haber ve yazıları derleyecek olsa, ne yazık ki, ortaya ansiklopedi hacminde bir eser bile çıkabilir.

Bilindiği gibi, Ergenekon davası yüzünden MİT mensubu Kaşif Kozinoğlu tutuklanmış bulunuyordu. Diğer tutuklular arasında deşifre olmamış MİT ajanları var mıdır, bu konuda birşey söyleyemeyiz.

Şahsen, MİT’in Esad Coşan hoca ile ilgili olarak zan altında kalması, beni herhangi bir şekilde memnun edecek birşey değil. Tam aksine, rahatsız eden bir durum.

Onlara akıl vermek bana düşmez, ama hiç değilse şu S. G.’nin geçmişini aydınlığa kavuştursalar, onların bu şekilde zan altında bırakılmasına gönülleri razı olmayanların yüreğini serinletmiş olurlar.

*

Bu söylediklerimiz, masumiyetini kanıtlamak istediğini, böylesi bir derdi bulunduğunu dile getirmiş olan S. G. için de geçerli tabiî ki.

Böylece, salt S. G. ismi etrafında koparılan gürültünün, bu isimle ilgili yayınlar çerçevesinde yürütülen tartışmaların ve gündeme getirilen farklı spekülasyonların bir “örtbas öyküsü“ne (cover storyinandırıcılık kazandırma ameliyesi olmadığı da anlaşılmış olur.

Yani S. G. isminin sahte olabileceğinin düşünülmesinin önüne geçmek için birilerinin bize “Cambaza bak cambaza!” dememiş olduğunu anlarız. (Çok daha ilginç bir “hikâye”yi Takvim gazetesi yazarı Emin Pazarcı, 8 Mart 2012 tarihinde gündeme getirmişti. “Şüpheli Barnabas Ölümleri” başlığı altında önce Muhsin Yazıcıoğlu “kaza”sını Barnabas İncili’ne bağlamış, daha sonra da “tavşanın suyunun suyu” kabilinden, Muhsin Yazıcıoğlu’nun şahitliğini bahane ederek, Esad Coşan hocanın sözkonusu İncil’e olan bilmediğimiz “yakın” ilgisi ile Avustralya’da geçirdiği trafik kazası arasında bağlantı kurmuş ve bizleri aydınlatmıştı. Ona inanacak olursak, “derin” hristiyan çevreler, Barnabas İncili‘ne sadece “ilgi” duymakla yetinenleri bile öldürüyorlardı [http://www.takvim.com.tr/Siyaset/2012/03/08/supheli-barnabas-olumleri]. Pazarcı’nın, bir televizyon programında Namık Kemal Zeybek’in kendisi için kullandığı “Sen buraya ajan olarak gelmişsin!” şeklindeki ifadeden çok etkilenmiş ve programı terk etmiş olduğu görülüyor. Bkz.http://www.takvim.com.tr/Yazarlar/emin_pazarci/2011/02/27/zeybekten_buyuk_ayip;http://yenisafak.com.tr/gundem-haber/el-cezire-turk-yayininda-kavga-27.02.2011-305433.)

Şayet S. G., geçmişi üzerindeki esrarengiz örtüyü kaldırır, nerede doğduğunu, çocukluğunun nerelerde geçtiğini, hangi okullara devam etmiş olduğunu açıklarsa (yani başkalarının onun komşularına ve okul arkadaşlarına ulaşmalarına imkân verirse), üzerindeki şüphe bulutlarını dağıtma yolunda önemli bir mesafe katetmiş olur.

Yoksa, bu pilav daha çook su götürür.

 

(https://tebyin.wordpress.com/2013/05/25/esad-cosanin-olumu-artik-arastirilmalidir/)

 

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 2 için:

“BÜTÜN PARANOYALARIN ANASI” – 2

MİT, BU MİLLETİN GÜVENLİK SORUŞTURMASINDAN TEMİZ KÂĞIDI ALAMAZ..

ERDOĞAN, BELEDİYE BAŞKAN ADAYLARI İÇİN MİT’TEN RAPOR ALDIĞINI AÇIKLAMIŞTI..

MİT, KİMİN UYGUN OLUP OLMADIĞINA DAİR RAPOR VERİYOR..

MEVLANA MESNEVΑDE, “HOCA, ŞU CAİZ, BU CAİZ DEĞİL DİYORSUN DA BİR KENDİNE BAK, SEN CAİZ MİSİN?” DER..

*

(1992 YILI EYLÜL AYI BAŞI..

İSPARTA’DA KOVADA GÖLÜ KENARINDA AİLE KAMPINDAYIZ..

PROF. DR. MAHMUD ESAD COŞAN HOCA BİR GÜN SOHBETİNDE ŞUNU SÖYLEDİ:

“BİR KARDEŞİMİZ GELDİ, HOCAM MİT’ÇİLER BENDEN KENDİLERİNE ÇALIŞMAMI İSTİYORLAR DEDİ.. ELBETTE BİR DEVLETİN İSTİHBARATININ OLMASI LÂZIM, AMA BUNLAR BİZDEN BİLGİYİ TOPLAYIP AMERİKA’YA VERİYORLAR, ONLAR DA CANIMIZA OKUYORLAR.”

BU MİT, ABD’YE OLAN HİZMETİNİN VE ONUNLA İŞBİRLİKÇİLİĞİNİN DOZAJINI 28 ŞUBAT’TA ARTTIRMIŞ, ABD’NİN İSTEĞİYLE KENDİ HÜKÜMETİNE İHANET ETMİŞTİ..

MÜYESSER YILDIZ ODATV‘DE ŞUNU YAZMIŞTI:

“28 ŞUBAT DAVASININ 85 CELSESİNİN 80’İNİ İZLEDİM VE SÜRECİN ALTYAPISINI DA ALINAN O KARARLARIN TASLAĞINI HAZIRLAYANIN DA MİT OLDUĞUNU GÖRDÜM.”

VE ESAD COŞAN HOCA O SÜREÇTE AVUSTRALYA’DA TRAFİK KAZASINDA ÖLDÜ..

TÜRK İSTİHBARAT KAYNAKLARIYLA SAMİMİ BAZILARINA GÖRE, YABANCI İSTİHBARAT SERVİSLERİ TARAFINDAN ÖLDÜRÜLDÜ..

SORU ŞU: CIA VS. İLE OLAN DOSTLUĞUNU KENDİ HÜKÜMETİNİNKİYLE OLANDAN DAHA İLERİYE TAŞIYAN, ESKİ BİR MÜSTEŞARININ İFADESİYLE CIA’DEN EMİR ALAN MİT, 28 ŞUBAT’TA BU İHANETLERİNİ ZİRVEYE TAŞIYAN MİT, ESAD EFENDİ’Yİ ÖLDÜREN O İSTİHBARAT SERVİSLERİNE, DİYELİM Kİ SİPARİŞTE BULUNUP İHALE VERMEDİ, BU KONUDA EN AZINDAN BİLGİ VEREREK HİZMET ETTİ Mİ, ETMEDİ Mİ?

VE NEDEN ESAD EFENDİ, AVRUPA VE AVUSTRALYA DEVLETLERİNDEN ÇOK KENDİ DEVLETİNDEN KORKUYORDU?

NEDEN KENDİSİNİ TÜRKİYE’DEN ZİYADE AVUSTRALYA YA DA AVRUPA’DA DAHA GÜVENDE HİSSEDİYORDU?

ESAD EFENDİ’NİN YABANCI İSTİHBARAT SERVİSLERİ TARAFINDAN ŞEHİD EDİLMİŞ OLDUĞU BİLGİSİNİ BİZE VEREN “TÜRK İSTİHBARAT KAYNAKLARIYLA BAĞLANTILI” ZEVAT, BU SORULARA CEVAP VERMELİDİR..

HAYIR, BU SORULARI TÜRKİYE’DE SORMANIN HÂLÂ CESARET İSTEDİĞİNİ VE TEHLİKELİ OLDUĞUNU BİLMİYOR DEĞİLİM..

EVET, TÜRK İSTİHBARAT KAYNAĞININ ESAD EFENDİ KONUSUNDA “BARDAĞI BEN KIRMADIM” TELAŞI MANİDARDIR..

“ANNEM SENİN ANNENİ FALANCA KÖTÜ YERDE GÖRMÜŞ” HİKÂYESİ GİBİ..

ORADA DEĞİLDİN DE CİNAYETİ NASIL GÖRDÜN?

TÜRK İSTİHBARAT KAYNAKLARI BU SORUYA CEVAP VERMELİDİR..

VE GEÇMİŞİ İŞBİRLİKÇİLİK VE İHANET SABIKASIYLA ÖRÜLÜ OLAN MİT, O KİRLİ GEÇMİŞİN HESABINI, ADLÎ BAKIMDAN DEĞİLSE DE MİLLETİNDEN ÖZÜR DİLEYEREK VERMEK ZORUNDADIR..

VE BU MİT, BİZE ASLA VATANSEVERLİK, YERLİLİK, MİLLİLİK DERSİ VEREMEZ!)

*

SEN HÂLÂ WASHINGTON POST’A MAKALE YAZ, BATILILAR’A, HRİSTİYANLAR’A YAĞ ÇEK,

“ABİ ASIL KÖTÜ OLAN SİZ DEĞİLSİNİZ, BİZİZ, İŞTE DAEŞ” ANLAMINA GELECEK LAFLAR SÖYLE,

YENİ ZELANDA KATİLİNİN KUMAŞINI DAEŞ’TE ARA,

“DAEŞ’İN KUMAŞI CIA’DEN, MUHTEMELEN BUNUNKİ DE” DEME..

SONRA DA SEÇİM MEYDANLARINDA İÇİ BOŞ KAHRAMANLIK NUTUKLARI AT..

(EVET, SUUDİ ARABİSTAN DÜZGÜN BİR DEVLET DEĞİL, FAKAT “TÜRK DOSTU” PAKİSTAN ONDAN DA ALÇAK..

ESKİDEN SUUDİ ARABİSTAN’A “SUUDİ AMERİKA” DERLERDİ, AMERİKA’NIN İSLAM DÜNYASINDAKİ ASIL BAYİLERİ PAKİSTAN, MEVCUT AFGANİSTAN YÖNETİMİ VS..

VE SEN NATO İŞBİRLİKÇİSİ ALÇAK AFGANİSTAN YÖNETİMİNİN ZULÜMLERİNİ AĞZINA BİLE ALMA, İŞİN GÜCÜN, “İSLAM’DA TERÖR YOKTUR, TERÖRİSTLERİMİZ İSLAM’IN İMAJINI BOZUYOR” DİYE MASAL ANLATMAK OLSUN..

ŞUNU DA UNUTMAYALIM,

NE YAZIK Kİ MİT DE CIA İŞBİRLİKÇİLİĞİYLE SABIKALI..

YAKIN ZAMANLARA KADAR, ABD’NİN İSTEDİĞİ KİŞİLERİ GİZLİCE CIA’E TESLİM EDİYORLARDI..

FETÖ YÜZÜNDEN YEDİKLERİ TARİHÎ VE UNUTULMAZ KAZIĞIN ŞOKUYLA AKILLARI BİR GIDIMCIK BAŞLARINA GELİR GİBİ OLDU..

FAKAT GENLERİNDEKİ AMERİKAN İŞBİRLİKÇİLİĞİ KUMAŞININ SON BULDUĞUNU DÜŞÜNMEK İÇİN ÇOK ERKEN..

DAHA 1970’Lİ YILLARA KADAR MAAŞLARINI, MAMALARINI ABD’DEN ALIYORLARDI..

GENELKURMAY ÖZEL HARP’İ DE AYNI DURUMDAYDI..

BİNANIN TEMELİ BU OLURSA ÜSTÜ NASIL OLUR, TAHMİN ETMEK ZOR DEĞİL)

 

 

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia kaide ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia kaide ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

mit cia ile ilgili görsel sonucu

*

Adı Âfiyet Sıddiki, otuz yaşlarında, Pakistanlı bir nöroloji uzmanı, Harvard’dan fahri diploma almış tek doktor, çeşitli üniversitelerden 144 fahri diploması var, sinir sistemi alanında birçok üniversitede çalışarak diploma almış, onun seviyesinde ABD’de dahi bir tıp adamı yok…

Tıbbı ve nörolojiyi ABD’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Massachusetts Teknoloji Üniversitesi (MIT)’nde tamamladı, annesi, kardeşleri ve kocası da tıpçı. Kritik çalışmasını Amerikalılara duyuran kocasından ayrıldığı için üç çocuğu da yanında kaldı.

İnsanları biyolojik silahların tahribatından koruyacak bir orijinal program üzerinde çalışıyordu, bu programın başarılı sonuçlanması ABD’nin milyarlarca dolar sarf ettiği bu silahları etkisiz hale getirecekti.

ABD istihbâratı kendisine “programı sonlandırması ve geldiği noktaya kadar olanı büyük bir meblağ karşılığında satın almayı” teklif etti, o, “henüz bitirmedim” diyerek teklifi reddetti.

ABD istihbaratı, asılsız ve delilsiz olarak onu el-Kaide ilişkisi ile itham ederek üç çocuğu ile birlikte ve Pakistan’dan izin alarak kaçırdı, 2003 Mart’ından bugüne kadar zindanda. Onu, ABD-Afganistan’ın şöhreti en kötü olan Bagram Cezaevi’ne ve erkeklerin yanına hapsettiler. Koğuşu gardiyanlara ve diğer tutuklulara açık, gardiyanlar durmadan işkence yapıyorlar, mahkumların tecavüzleri sebebiyle onun çığlıkları gece boyunca kulakları tırmalıyordu.

Bir İngiliz gazetesinin (Yvonne Ridley) açıklamasına göre ona yapılan işkencelere değil bir kadın en güçlü erkeklerin bile dayanması mümkün değildi. New York’ta ilk mahkemeye çıktığında durumu içler acısı idi, yakalandığı sırada göğsünden yaralanmış doğru dürüst tedavi edilmemişti, böbreklerinden biri ve bağırsaklarından bir kısmı alınmıştı, ayakta duramıyordu, otururken de birilerine dayanıyordu, çok zayıf düşmüştü, vücudunda kanamalar görülüyordu.

Yapılan işkencelerin birini şöyle naklediyorlar: Kur’an-ı Kerim parçalanmış, sayfaları yere serilmiş ve kanları akarken üzerinden yürümesi istenmişti, maksat diğer mahkumlara, onun kanı ile kirlenmiş Kutsal Kitab’ı göstermekti.

Yakaladıklarında zerk ettikleri bir ilaç ve sonraki işkenceler yüzünden psikolojisi altüst olan, kaybolan çocuklarının acısıyla hayal görmeye başlayan, ruh ve bedeni acil müdahale ve tedaviye muhtaç olduğu halde buna izin verilmeyen mazlum Afiyet’in son durumu hakkında bilgiye ulaşamadım. Yapılanların dünya kamuoyuna ve bilgisine ulaştırılması her bilenin birinci vazifesi olmalıdır.

Annesi onunla bir Ramazan’da telefonla konuşma imkanını bulmuştu, annesine şunu anlatmıştı:

Peygamberimiz’i (s.a.) sıkça rüyamda görüyorum. Bir keresinde beni Hz. Aişe’ye götürdü, “kızımızı yanına al” buyurdu.

Afiyet Sıddîka’nın başından geçenlerin hikayesini bana Arapça bir metin olarak gönderenler şu dua ile yazıya son veriyorlar:

Ey Hz. Yusuf gibi zindana kapatılan ve Hz. Aişe gibi zulme (iftiraya) uğrayan kızımız, Allah acılarını dindirsin, hürriyetini lütfeylesin; Efendimiz’in (s.a.) seni sevmesi ne büyük mutluluk, cennetin en küçük nasibi bile sana bütün acılarını unutturacak, zalimler de yaptıklarının cezasını çekeceklerdir!