SİTEMİZE ERİŞİM ENGELİ

 

ERROR 451: Unavailable for Legal Reasons

This site has been blocked in response to a unilateral order from a Turkish authority. You can find out about alternative ways to view this content on our guide to bypassing Internet restrictions.

Bu site, yetkili bir Türk makamından gelen tek taraflı bir talebe cevaben engellenmiştir. Bu içeriği görüntülemek için alternatif yolları internet kısıtlamalarını aşmaya ilişkin kılavuzumuzdan öğrenebilirsiniz.

“ALİ KÖSE VE LİNÇ KÜLTÜ”

 

FETÖ bir dinî "cemaat" değildi

 

Başlık, Haber7.com yazarı Ferman Karaçam‘a ait..

Karaçam, yazısına şöyle başlamış:

 

15 Temmuz hain işgal girişiminin dördüncü yıl dönümünde TRT bir program düzenledi.

Bu nefis programa, bazı konukların yanında, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Sayın Profesör Ali Köse de katıldı.

Konuşmaların sonunda, Sayın dekana da son sözleri soruldu, o da, konuşmasının başından beri süregelen intizam, mana ve intibakı iyice güçlendirmek ve devletin dikkatini çekmek açısından “Bir FETÖ gitti, bin FETÖ geldi” diyerek programını bitirdi.

 

Görüldüğü gibi, Karaçam, yazısına ilk düğmeyi yanlış ilikleyerek başlamış..

Bir defa, bu devletin “dikkatinin çekilmesine” ihtiyacı yok.

15 Temmuz’dan sonra “tarda sayılan” ve de bu yetmezmiş gibi “tarda olmadığı halde araziden toplanan” şaşkın tavukların sayıca bolluğuna bakıldığında bu, gün gibi ortada..

Zaten, Başkan Cumhurbaşkanı Reis Erdoğan da, darbe teşebbüsünün hemen ardından, “Biz devletiz, burası Çatladıkapı Muhtarlığı değil” diyerek gerekli müjdeyi vermiş, tavukların yüreklerinin gümbür gümbür cûş u hurûşa gelmesini sağlamıştı.

*

Evet, devlet, Ali Köse’nin fakültesinin “saftirik” bir öğrencisi değil..

Köse gibi, “istihbaratçı”, araştırmacı gazeteci ya da “siyasetçi” olmayan, Karaçam’ın anlattığı hayat hikâyesine göre bilimsel çalışmalardan, Kur’an ve hadîs okumaktan başını kaldırmaya vakti olmamış bir şahsın, “devletin dikkatini çekmeye” kalkışması, devleti (siyasetçi ve bürokratları) aptal, kendisini de zekâ küpü ilan etmesi anlamına gelir.

Köse’nin oradaki sözlerinin tek bir anlamı var: Derini ve yüzeyseliyle devlet erkânına resmen dalkavukluk ve yağcılık yapıyor.

Ve bunu yaparken, sadece cürm-ü meşhud halde yakalanmış olan FETÖ‘yü değil, çoğu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı açık olan “bin (rakamla 1000) topluluğa” kuru zan ile iftira atıyor.

Bir FETÖ gitmişmiş, bin FETÖ gelmişmiş..

Şu bin taneden 995’i kalsın, sadece beş tanesini bu palavracı dalkavuk açıkça söylesin.

Hani geçmişte FETÖ’ye açıkça tepki göstermemiş oldukları için şimdi saçlarını başlarını yoluyor, önlerine gelen her duvara başlarını vurup ağıt seansları düzenliyor, koro halinde “Alçak FETÖÖÖÖÖ, bunu da mı yapacaktııııın? Oy anam ooooy, vay alçaklaaar, vaktinde anlayamadııııık” diye ortalığı velveleye veriyorlar, biri susuyor diğeri bağırıp çağırmaya başlıyor ya..

İşte şimdi fırsat önlerinde..

O yeni bin FETÖ’den sadece beş tanesini saysınlar.

Ki yarın bir gün, ne olur ne olmaz bir aksilik olursa (Ki, kehanetlerine göre, olması eli kulağındadır), “Biz zaten demiştik, vallah bizde günah yohtir, biz dovleti uyarmıştih babo” diyebilsinler.

*

Karaçam, sözlerini şöyle sürdürüyor:

 

Bu programın ardından, sosyal medya denen yarasalar mağarasının izbe kovuklarına gizlenmiş FETÖ artıkları, kendilerini suret-i haktanmış gibi göstererek Ali Hoca’yı linç etmeye kalktılar.

 

Mağaralardaki yarasaların neler yazdıklarından haberim yok.

Fakat, Ali Köse dalkavuğunun laflarından rahatsız olmak için FETÖ artığı olmak gerekmiyor.

Çünkü, bu dalkavuk şahıs, FETÖ’yü bahane ederek hiç alâkasız kesimleri itham etmiş, şaibe altında bırakmış durumda.

Malum, müddeî, iddiasını ispatla yükümlüdür.

Yani, suçlanan kesimler, kendilerinin masum olduklarını ispat etmek zorunda değiller.

Fakat Ali Köse dalkavuğu, iddiasını ispatla yükümlüdür.

Bu sadece bugün  evrensel kabul görmüş bir hukuk kuralı değildir, Mecelle‘de de yer alan, Resulullah s.a.s.’in hadîslerinde ve Hz. Ömer’in beyanlarında da geçen temel bir şer’î yargılama ilkesidir.

Ali Köse, bir ilahiyatçı olarak bunu da bilmiyorsa, bütün diplomalarını yırtıp yeniden ilkokul birden öğrenim görmeye başlasa iyi olur.

*

Konuya devam edeceğiz inşaallah..

ATATÜRKÇÜLÜK AÇISINDAN BAKILDIĞINDA, ERZURUMLU FETHULLAH’A VE BİLUMUM FETÖCÜLERE HAKSIZLIK YAPILIYOR..

ATATÜRK’ÜN ERZURUM KONGRESİ’YLE BAŞLAYAN “KURTULUŞ SAVAŞI SÜRECİ”NDE İZLEDİĞİ STRATEJİYE GÖRE HAREKET EDİYORLAR.

BU STRATEJİ, BİR SACAYAĞI ÜZERİNE KURULU.. YANİ ÜÇ AYAĞI VAR.

BİR AYAK YALAN, DİĞER AYAK TAKİYYE, SON AYAK DA GİZLİ GÜNDEMDEN İBARET.

(GEÇMİŞİNDE BİR ŞEKİLDE FETÖ BULAŞIĞI OLDUĞU İÇİN ŞİMDİLERDE EN ASABÎ FETÖ DÜŞMANI AYAĞINA YATAN KRİPTO KEMALİST/ATATÜRKÇÜ İLAHİYATÇILAR, FETÖ’YE YÖNELTTİKLERİ ELEŞTİRİLERİN UCUNUN MUSTAFA KEMAL’E KADAR GİTTİĞİNİ ANLAMALILAR..

MUSTAFA KEMAL HAKKINDA NİYE İKİ ÇİFT LAFLARI YOK?.. EMRİNDE OLDUKLARI DERİN VE DE YÜZEYSEL DEVLETİN LAİK KİLİSESİNDEN AFOROZ EDİLMEKTEN Mİ KORKUYORLAR?

ATATÜRK [İNGİLİZLER’İN -SON TAHLİLDE- HOŞUNA GİDECEK TÜRDEN BİR] “PARALEL DEVLET” DÜŞÜNCESİYLE YOLA ÇIKMIŞ FAKAT “MEVCUT DEVLETİN BEKASI” İÇİN ÇALIŞIYORMUŞ GİBİ YAPMIŞTI.

FETÖ İSE BECERİKSİZLİĞİ YÜZÜNDEN [“DÜNYANIN AĞALIĞI” UNVANINI İNGİLTERE’NİN ELİNDEN ALMIŞ BULUNAN ABD’NİN HOŞUNA GİDECEK TÜRDEN] PARALELLİK İŞİNİ YÜZÜNE GÖZÜNE BULAŞTIRMIŞ, TAKİYYE, GİZLİ GÜNDEM VE YALAN SINAVINDAN ÇAKMIŞTIR)

*

M. Kemal Atatürk tarafından aldatılan din adamlarının Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü

Kadir Çandarlıoğlu

Böyle bitti…


 

… M. Kemal Atatürk TBMM’nin açılışının öncüsü ve en örgütlü son kongrede, Sivas Kongresi’nde, şöyle and içmiştir:

 

“Makam-ı Celil-i Hilâfet ve Saltanata, İslâmiyete, Devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye takip etmeyerek… çalışacağıma… namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billâh.”

[Sivas Kongresi Tutanakları, Haz: Uluğ Iğdemir, Ankara 1969, sayfa 5, 3.]

 

Üstelik, 24 Nisan 1920 tarihli Meclis konuşmalarında da Hilafet makamını ve Saltanatı koruyacağını söylemiştir (sadeleştirdik) :

 

Hilâfet makamının ve saltanatın bağımsızlığının dokunulmazlığını, milli bağımsızlığımızı ve milli sınırlarımız içinde yaşama imkân verecek bir barışı sağlayacak önerileri ayrıntıları ile tespit edip uygulayabilmek için, millet tarafından olağanüstü yetkiye sahip bir meclisin Ankara’da toplanması gereğini millete duyurmakla ilgili milli görevimizi ve vatan borcumuzu da yerine getirdik.(…)

Meclisimizde oluşan ve beliren milli kudretimiz, Hilâfet makamı ve saltanatı yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı devletini dağılma ve tutsaklıktan kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, hilâfet makamına vicdani bağlılığı ile övünen, İslâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir milletin tutsak olamayacağı inancıyla, davranışlarımızı adım adım izleyen bütün medeni dünya ve insanlık sizlere yardımcı olacaktır. (Hararetli alkışlar)”

[TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, Içtima senesi 1, Içtima 2, 24 Nisan 1920, celse 3, cild 1, sayfa 29, 30. (Meclis tutanakları)]

 

Ayrıca aynı gün Meclist’e, Sultan Vahidüddin’e “Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri M. Kemal” imzasıyla şöyle bir telgraf çektiğini beyan etmiştir (sadeleştirdik):

 

“Millet bağımsızlığına kavuşsun, saltanat makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok olmaktan kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek buna inanmanzı rica ederim.” [TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, Içtima senesi 1, Içtima 2, 24 Nisan 1920, celse 1, cild 1, sayfa 11. (Meclis tutanakları) ]

 

Mesele gayet açık değil mı? Hilafeti, Şeriat’ı ve Saltnatı kaldıran M. Kemal değil miydi? Resmen halkı ve din adamlarını kandırmıştır. Bunu zaten kendisi de itiraf etmektedir…

Dostu Mazhar Müfit Bey, M. Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresi’ni açarken yaptığı konuşmanın sonunda şu sözlere yer verdiğini yazar:

 

“En son olarak niyazım şudur ki, Cenâb-ı Vacibü’l-Amal Hazretleri [Allah], Habib-i Ekrem’i [Peygamberi] hürmetine, bu mübarek vatanın sahip ve müdafii ve diyanet-i celile-i Ahmediye’nin [İslam dininin] ilâyevmilkıyâme [kıyamet gününe kadar] haris-i esdakı [en sadık bekçisi] olan millet-i necibemizi ve makam-ı saltanat ve hilâfet-i kübrâyı masun ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef olan heyetimizi muvaffak buyursun.”

 

Mazhar Müfit, bu konuşmayı yadırgayarak Paşa’ya niçin böyle bir konuşma yaptığını sorar.

Kongre akşamı Paşa’ya:

 

“Erzurum, nutkunuzun sonunu müftü efendinin duası gibi bitirdiniz”, dedim. Bu tarz konuşmamı hoş gördüğü için sadece güldü ve:

“Maksadını anlıyorum, anlıyorum amma şimdi vazifemiz halkı, vatanı ve esir padişahı kurtarmaya inandırmaktan ibarettir.”

[Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk ile Beraber, Türk Tarih Kurumu yay., 1986, cild 1, sayfa 85]

 

Türk Tarih Kurumu tarafından basılan kitaptan alıntıladığımız bu diyalogtaki itirafı, M. Kemal Atatürk’ün Nutuk’undan da teyit etmek mümkündür…

M. Kemal Atatürk Nutuk’ta şöyle demektedir:

 

“Gerçek, Osmanlı Saltanatının ve Hilâfetin yıkılmış ve ortadan kalkmış olduğunu düşünerek yeni temellere dayanan, yeni bir devlet kurmaktan ibaretti. Fakat durumu olduğu gibi dile getirmek amacın büsbütün kaybedilmesine yol açabilirdi (…).”

[M. Kemal Atatürk, Nutuk, 6. Bölüm: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Toplanması, 3. Konu: Hükümetin Kurulması.]

 

Yani, amacının büsbütün kaybedilmemesi için durumu olduğu gibi dile getirmemiş.

Açıkça yalan söylediğini itiraf ediyor.

Bu durumda Laikliği ve Kemalizmi; “Millet istedi” denilebilir mi?

 

(https://belgelerlegercektarih.com/2012/05/11/m-kemal-ataturk-tarafindan-aldatilan-din-adamlarinin-kurtulus-savasindaki-rolu/)

GERİ ZEKÂLI BUDALALAR KUMPANYASININ BREMEN TİPİ MIZIKACILARI:

LAİK DENSİZ KADINLAR, BAŞÖRTÜLÜ CHP’Lİ DENSİZLER VS. VS.

(İŞTE, MİLLETİN BAŞINA İSTANBUL SÖZLEŞMESİ DENİLEN MUSİBETİ BELA EDEN AKPARTİ’NİN ESKİ İCRAATININ SAVUNUCULARI..

BAKALIM AKPARTİ BUNLARLA ARASINA MESAFE KOYMAYI BAŞARABİLECEK Mİ?)

 

 

“CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun türbanlı danışmanı Nuray Çepni dikkat çeken açıklamalarda bulundu.”

Odatv denilen kanalizasyon haberi böyle vermiş.

Evet, Kılıçdaroğlu’nun akıl yoksunu danışmanı şunu söylemiş:

 

“Bir kadın düşünün hayatının her adımında toplum tarafından oluşturulmuş haksızlık çemberine sarılan kadınları düşünün. Bir cinsiyete mensup kişiler tarafından güven, namus, ölüm ve eşit yaşama hakkından mahrum bırakılma, dayatmaya maruz bırakılan kadınları düşünün. İğne iplikle ördükleri iple kendini asan kadınları düşünün. ’Ben ölmek istemiyorum’ diyen ve kocası tarafından öldürülen Emine Bulut’u ve ‘anne ölme’ diyen kızını düşünün.”

 

Bu ülke neden geri zekâlılık bakımından bu kadar zengin Allah’ım?

Neden bu ülke budala beyinsizler cenneti?

Bu aptal kadın ne sanıyorsa?..

Geri zekâlı angut! O adını andığın Emine Bulut, İstanbul Sözleşmesi yürürlükteyken öldürüldü.

Cinayet işlemeye, müebbet de olsa ceza almaya razı olmuş bir adamı, İstanbul Sözleşmesi nasıl durduracak, aptal?

Yani, cinayet işleyenler şöyle mi düşünecekler: Böyle yaparsam İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı hareket etmiş olurum. Ayıp olur.. Yapmayayım..

*

T24.com denilen kanalizasyon (manevî lağım) ise, yayınladığı haberine şöyle bir başlık atmış:

“Kadınlar, İstanbul Sözleşmesi için bir araya geldi: Emine Bulut’un çocuğu önünde öldürülmesi aile yapısını bozmuyor mu?”

Evrim Teorisi denilen zırvaya inansaydım şöyle derdim: Bu maymun torunları (T24 editörleri ve haberleştirdikleri kadınlar) bedensel görünüm bakımından evrim geçirmişler fakat kafalarının çalışma düzeninde bir gelişme yaşanmamış.

A geri zekâlı angutlar çetesi, Emine Bulut cinayeti, bu hükümet “Emine Bulut öldürülsün” diye yasa çıkardığı için öldürülmedi?

Ayrıca bu cinayet, İstanbul Sözleşmesi denilen paçavrayı bu Akparti Hükümeti başımıza bela etmeden bir gün önce de işlenmedi?

Bu tür cinayetler İstanbul Sözleşmesi imzalandıktan sonra kesilmiş olsaydı, bu türden laflar söylemeniz mantıklı olabilirdi.

*

Evrimcilerin “bilimsel” kabul ettikleri anlayışa göre maymun torunu olan bu kişilerden (Ki muhtemelen önemli bir bölümü maymun torunu olduklarına inanıyorlardır, dolayısıyla biyolojik torun değilse de “manevî torun” durumundalar) mantıklı düşünmelerini beklemek abes olur.

Ancak, İstanbul Sözleşmesi meselesinde asıl suçlu bunlar değil..

Bunların bütün yapabildikleri sokaklarda maymun gibi bağırmaktan ibaret.

Millete tabiri caizse “asıl kazığı” atan, Akparti Hükümeti.

AYASOFYA’NIN CAMİ YAPILMASINA DESTEK VEREN ALMAN PAPAZ FELIX KÖRNER,

SADECE BİZDEKİ ATATÜRKÇÜLERDEN DAHA “İNSAN” DEĞİL,

AYNI ZAMANDA TÜRKİYE’NİN ZAMANE İLAHİYATÇILARININ BİRÇOĞUNDAN DA DAHA “İNANÇLI”..

 

Kirche im Angesicht des Islam: Theologie des interreligiösen ...

Wirtschaft und Gewissen: Eine islamisch-christliche Kontroverse

 

Yeni Şafak‘ın haberine göre, Almanya’nın tanınmış Cizvit papazlarından, İslam dini konusunda araştırmaları bulunan Felix Körner, Köln’deki Domradio adlı radyo kanalına şöyle konuşmuş:

 

Papa Franciscus acı duyduğunu söyledi. Atatürk tarafından laiklik nedeniyle sadece bir ziyaret yeri olarak kullanılan ve artık mabet olarak kullanılmayan bir müzenin şimdi tekrar bir ibadethane haline geldiğini düşündüğünüzde sizi üzen ne olabilir? Dindar birisine bu acı vermez, bu sadece mutlu edebilir. Ama elbette eski bir anı yeniden ortaya çıkıyor. Batı Hıristiyanlığı olarak biz, Osmanlılar yaklaştıkça Doğu Roma’yı umursamadık. 1453’te şehri ve dolayısıyla Hıristiyanlık için Ayasofya’yı kaybettik. Tabii ki bu bize acı verebilir.

“Hükümet ve mahkemeler, cami olması için karar verdi. Türkler de Erdoğan da bunu söyledi. O zaman herkes aynı Sultan Ahmet Camisi’ndeki gibi oraya bir ücret ödemeden girebilecek. Orada dua da edilebilecek.

“… asıl biz oranın müzeye çevrilmesi dolayısıyla orayı ikinci kez kaybetmiştik.”

*

Felix Körner’i, Ali Eren hocanın ‘Kur’an’ı Bitirme’ Sempozyumu başlıklı iki yazısından hatırlıyorum.

İlk yazıda şu ifadeler yer alıyordu:

 

Zamanın DİB Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez ve profesör arkadaşları Ömer Özsoy, İlhami Güler, Burhanettin Tatar, Mustafa Öztürk ve Yasin Aktay’ın katılımıyla, Almanya/Frankfurt’ta 05-07 Haziran 2008’de “İslam’ın Manevi Mirası: Günümüzde Kur’an konulu bir sempozyum yapıldı. …

… sempozyumda, Ömer Özsoy’un söyledikleri, Müslümanları çileden çıkarmakla kalmıyor, Yahudileri ve Hristiyanları bile şaşkına çeviriyor.
İşte o sözler:

 “Anlaşılan, Hz. Muhammed Kur’ân’ı yazılı hale getirmeyi kendi ödevi olarak görmedi. Allah gerçekte yazılı bir metin istemiyordu. Aksine Allah, insanlarla olan esnek iletişimini korumak için Kur’ân metninin yazıya dökülmesine karşıydı.

Kuran’da anlatılmak istenen içeriğin yalnızca yüzde 10’u, Kur’an’ın âyetlerinde bulunabiliyor. Geri kalan kısım, tarihsel (sadece o zamanı ilgilendirdiği) bağlamda yorum gerektiriyor. Dolayısıyla Kur’an ne ebediyen geçerli, ne de evrensel bir kitaptır.

Ömer Özsoy’un, basın açıklamalarında ve derslerinde sürekli vurguladığı konular, yukarıdakinin aynıdır. İddiaları şöyledir:

Kuran’ın ancak onda birinin geçerli olduğu, geri kalanının tarihsel yani sadece indiği zamanla ilgili olduğu, ebediyen geçerli olmadığı, evrensel olmadığı, ayrıca Kur’an’ın ilk asırda yazılmış bir metin olmadığı…”.

Ömer Özsoy, 2002 yılında Diyanet tarafından düzenlenen sempozyumda da aynı şekilde, “Kur’an’ın tamamının ilâhî/dînî bir metin olmadığını, … bağlayıcı olmayacağını” savunmakta ve şöyle demektedir:

Kur’an-ı Kerim’in muhteva itibariyle tamamen ilâhî, dolayısıyla tamamen dînî bir metin gibi, bir bütünlük gibi algılanmasının o denli isabetli olmadığı kanaatindeyim.”

Ömer Özsoy’un bu görüş ve ifadelerinin yer aldığı kitap, Sayın Görmez’in Dini yayınlardan sorumlu Başkan Yardımcısı olduğu dönemde Diyanet tarafından yayınlanmıştır.

 

Ömer Özsoy adlı münafık ilahiyatçının herzeleri böyle..

Ali Eren hocanın ikinci yazısına gelelim..

İşte orada Felix Körner‘in de adı geçiyor.

Körner’in Ömer Özsoy’a yönelik itirazı ve verdiği cevap, şu hukuk (şeriat) – ahlâk ayrımı meselesini de içeriyor.

Görüldüğü gibi, Ömer Özsoy gibi tarihselcilik mezhebi müntesibi münafık ilahiyatçılar ile Faruk Beşer gibi “düzen”ci/devlet-çi/yandaş ilahiyatçılar ve de Es’ad Coşan hocanın oğlu Nureddin gibi “doğal şeyh”ler, “hukuk’a/Şeriat’e karşı ahlâk” çizgisinde buluşabiliyorlar.

Açık konuşalım: Bunların kökenleri ve ilgi alanları farklı olsa da, “derin devlet”in onlar için belirlediği “asgarî müşterekler”de birleşiyorlar.

Emir ve talimat yüksek yerden gelince ne “sabite” kalıyor geride ne de hakkı tutup kaldırma hassasiyeti.

Her neyse.. Biz Ali Eren hocaya kulak verelim:

 

O toplantıda Ömer Özsoy’a bir itiraz geliyor. Ama [Türk bir] ilâhiyat profesöründen değil, bir papaz olan Prof. Dr. Felix Körner’den.

Körner, özetle şöyle diyor:

“Özsoy’un… çalışması, kitabı olan ilâhî bir dinin tefsiri olmaktan çıktı. … Çalışması, herkesin kabul edebileceği, tarihsel açıdan allanıp pullanmış ahlâkî normlardan ibaret. Yani Kur’ân bir ahlâk kitabına indirgenmiş. Dışarıdan gelen her reform girişimi, aslında Kur’ân‘ın kendisinde var olan ıslahatçı potansiyeli yok etmektedir.”

Evet… Bir ilâhiyat profesörünün Kur’an’ı inkâr eden sözlerine, en aşırı Hıristiyan mezhebi olan Cizvit papazı Körner böyle itiraz ediyor.

Ama ilâhiyat profesörleri olan İlhami Güler, Burhanettin Tatar, Mustafa Öztürk ve Yasin Aktay’dan hiç itiraz gelmiyor. Mehmet Görmez’den de….

Sayın Görmez meselâ bu sözlerden bir rahatsızlık duysaydı, hem derhal itiraz eder hem Ömer Özsoy’u en azından o vazifeden alırdı. Ama ikisi de olmadı.

Bir Müslüman olarak kabul edemeyeceğimiz, Frankfurt gibi gözden ırak yerlerde yapılan bu kabil konuşmaları, maalesef Diyanet’ten veya TDV’den değil de, tepkiler sonucunda basına yansımasından öğreniyoruz.

Diyanet ise 2008’den beri sadece susuyor. …

BERLİN’DE HAKİMLER VAR.. YA TÜRKİYE’DE?..

Images about #alisirmen tag on instagram

 

“İSTİHBARATIN YURTDIŞI DİNLEMELERİ MAHKEMELİK OLDU”

(“HAK HUKUK ADALET, İNSAN HAKLARI…” DİYEN VATANDAŞ, HEMEN SEVİNME..

(“MEVZUBAHİS OLAN VATANSA YANİ MİT’SE GERİSİ TEFERRUATTIR” DİYEN “YERLİ-MİLLİ” BEKASEVER, EBED-MÜDDETÇİ VATANDAŞ, SEN DE HEMEN ÖFKELENİP ZIPLAMA..

MEVZUBAHİS OLAN TÜRKİYE DEĞİL, ALMANYA..)

 

 

Millî Gazete, 14 Ocak 2020

Almanya’da Anayasa Mahkemesi, dış istihbarat servisi BND’nin yurtdışındaki izleme faaliyetleri nedeniyle gazetecilerin ve hak örgütlerinin yaptığı dava başvurusunu gündemine alıyor. …

… BND yasasında 2017 yılında yapılan değişikliklerle Alman dış istihbaratına yurtdışındaki yabancı ülke vatandaşlarının telekomünikasyonunun da izlenmesi imkanı tanınmış, muhalefet partileri dayanak olmaksızın kitlesel izlemeye imkân tanıyacağı gerekçesiyle düzenlemeye karşı çıkmıştı.

… Anayasa Mahkemesi duruşmada, … BND’nin veri toplaması ve yabancı istihbarat servisleriyle işbirliği gibi detaya dair çok sayıda soruya da yanıt arayacak.

“TEMEL HAKLARA RİAYET ETMEK ZORUNDAYIZ”

GFF (Alman Özgürlük Hakları Cemiyeti) Başkanı Ulf Buermeyer … Anayasa ile güvence altına alınan iletişim gizliliğinin BND açısından fiiliyatta geçerli olmadığını belirtti.

… Buermeyer, Alman Anayasası’nın insan onurunun dokunulmazlığıyla ilgili 1’inci maddesinin hükümeti “ister yurtiçinde isterse de yurtdışında olsun” temel haklara riayet etmek zorunda bıraktığını söyledi.

“Yurtdışındaki insanlar da insandır ve özel alanlarıyla ilgili haklara sahiptirler” diyen Buermeyer, Alman istihbarat servisinin bu hakka riayet edip etmeyeceğine serbestçe karar veremeyeceğini belirtti. …

*

Alman Anayasa Mahkemesi, dış istihbarat servisi BND’nin iletişim araçlarını izlemesinin anayasaya aykırı olduğuna hükmetti.

©️ Deutsche Welle Türkçe, 19 Mayıs 2020

 

Alman Anayasa Mahkemesi, dış istihbarat servisi BND’nin yurt dışındaki izleme faaliyetleri nedeniyle gazeteciler ve hak örgütlerinin yaptığı başvuruyu karara bağladı.

Mahkeme, BND’nin yurt dışındaki yabancıların “ülke güvenliği gerekçesiyle” telefon ve elektronik posta gibi ileşitim araçlarını izlemesini anayasaya aykırı buldu. Anayasa Mahkemesi, düzenlenemenin 2021 sonuna kadar güncellenmesini istedi.

Başvuru 2016 yılı sonunda yeniden düzenlenen BND yasasının Alman Anayasası ile çeliştiği iddiası üzerine yapılmıştı. Çok sayıda yabancı araştırmacı gazeteci, Alman istihbaratının telefon görüşmeleri ve elektronik postalarını izlemesinden endişe ederek davacı olmuştu.

Mevcut uygulamaya göre Alman istihbaratı somut gerekçe aranmaksızın Almanya dışındaki yabancıların telefonlarını dinleyebiliyor, elektronik postalarını inceleyebiliyordu. Ancak izleme faaliyetleri kişilerin temel hakları gözetilmek suretiyle yapılabiliyordu.

Kararda uygulamanın bu haliyle geçerli olamayacağı vurgulandı. Anayasa Mahkemesi, BND’nin izleme faaliyetlerinin bağımsız ve özerk bir organ tarafından daha kapsamlı denetlenmesi gerektiğini de belirtti.

… Alman Gazeteciler Birliği (DJV) Başkanı Frank Überall, … “Demokrasiyi koruması gereken bir istihbarat servisi, demokrasinin temel değerlerini ayaklar altına alamaz” şeklinde konuştu.

DOKUZ SORUDA MİT

 

50 soruda Milli İstihbarat Teşkilatı

 

50 [dokuz] soruda MİT

 

GÜLAY ALTAN

Akşam Gazetesi, 9 Ekim 2011

 

www.mit.gov.tr adresi başta olmak üzere bazı uzmanların kapısını çalmam gerekti bu 50 soruya yanıt alabilmem için.

Kamuoyunun yakından tanıdığı eski MİT mensubu Mahir Kaynak, bu konuda kitaplar yazan stratejist Ercan Çitlioğlu ve gazeteci Emin Demirel‘in verdiği yanıtları, bir röportaj düzeni içinde sunmuyoruz. 

 

[1] 8- ÇALIŞANLARINI HER ZAMAN DUYURULARLA MI SEÇER?

Büroda çalışan kişiler devlet memurudur ve yönetimin takdirine göre duyurularla seçilebilir ya da MİT uygun gördüğü kişilere teklif eder. İstihbarat faaliyetlerinde bulunan ajanlar farklı bir statüdedir. Bunlar haber toplanacak alanlarda çalışanlar içinden ya da oraya katılması amacıyla seçilir ve bunlar memur olmayabilir.

 

[2] 12- BİR MİT ÇALIŞANI AİLESİNE VEYA YAKIN ÇEVRESİNE ÇALIŞTIĞI YERİ SÖYLER Mİ?

Söyler ve bunun gizlenmesi için bir sebep yoktur. Gizlilik haber toplayan elemanlar için söz konusudur ve onların olabildiğince kendilerini gizlemesi istenir. Eşine durumu söyleyip söylememesi kendi takdiridir.

 

[3] 13- KADROLU YA DA KISA SÜRELİ BİR KEZ MİT İÇİN ÇALIŞAN ÖMÜR BOYU BİR SORUMLULUK SAHİBİ OLUR MU?

MİT’in faaliyetleri gizli olduğu için bu gizliliğe riayet edilmesi gerekir. Yani yapılan operasyonlar hakkındaki bilgiler başkalarıyla paylaşılmaz.

 

[4] 16 – RESMİ VE BİRE BİR KURUMA BAĞLI ÇALIŞAN MİT MENSUPLARININ DIŞINDA MİT’E İSTİHBARAT TOPLAYAN VE NORMAL HAYATINI SÜRDÜREN KİŞİLER VAR MIDIR?

… olmalı ya da herhalde vardır… Çünkü tüm servisler kadrolu mensupları dışında angaje ettikleri elemanlar kullanırlar. Bu gibi kişilerden konumları ve irtibatları açısından sürekli olarak yararlanıldığı gibi belli konu ve dönemlerde geçici olarak da istifade edilebilir.

 

[5] 19 – HÂLÂ SİMİTÇİ MİT’ÇİLER VAR MI?

Haber alma elemanları ortama uyar ama bir simitçinin toplayacağı istihbarata gerek duyulacağını sanmıyorum.

 

[6] 24 – MİT, YABANCI İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİYLE NASIL ÇALIŞIR?

İstihbarat servisleri zaman zaman bilgi alışverişinde bulunur. Bazı müşterek operasyonlar da yapılır. Bu, ülkeler arasında imzalanan anlaşmalar çerçevesinde olduğu gibi birimler arasında gizlice de yapılır. Hatta iki ajan arasında dahi olabilir.

 

[7] 29 – YASA DIŞI ÖRGÜT VE MAFYA ÖRGÜTLENMELERİNİ KENDİ İŞİ İÇİN KULLANDIĞI İDDİA EDİLİR? BU SİSTEM NASIL İŞLER?

MİT için diyemem ama nihai hedefe ulaşmak için bazı illegal faaliyetlere göz yumulması istihbarat açısından çok doğaldır.

 

[8] 34 – ÜNLÜ OYUNCU, ŞARKICI GİBİ KAMUOYUNUN YAKINDAN TANIDIĞI MİT’ÇİLER VAR MIDIR?

Her meslek grubundan olabileceği gibi sanat camiasından da istihbaratçı veya yardımcı istihbaratçı veya haber kaynağı elemanı olabilir.

 

[9] 45 – AJANLAR BİRBİRLERİNİ TANIRLAR MI?

Ajanlar birbirini tanımaz hatta bir ajanı ilişkili memurdan başkası tanımaz.

BAZEN BİR TERÖR ÖRGÜTÜ YA DA ÇETESİ SİZİNLE UĞRAŞIYOR GÖRÜNSE DE,

ASIL UĞRAŞANLAR, ONA SIZMIŞ OLAN BİR GİZLİ SERVİSİN ADAMLARI OLABİLİR..

YANİ SİZİNLE UĞRAŞAN GİZLİ SERVİSTİR, SİZ, TERÖR ÖRGÜTÜ YA DA ÇETE ZANNEDERSİNİZ..

BAZEN DE BİLDİĞİNİZ HER KÖTÜLÜĞÜ FETÖ VEYA BAŞKA BİR GRUP YAPTI ZANNEDERSENİZ, FAKAT O KÖTÜLÜKLERDEN BİR KISMINI O AJANLAR YAPMIŞTIR, FAKAT FATURA SÖZ KONUSU GRUBA KESİLMİŞTİR..

VEYA BİRİSİ SİZE “SAHTE BAYRAK” (FALSE FLAG) ALTINDA SALDIRIR, SİZ O ŞAHSIN SÖZ KONUSU BAYRAĞIN SAHİPLERİNİN DERDİNE DÜŞTÜĞÜNÜ ZANNEDERSİNİZ, GERÇEKTE İSE GİZLİ SERVİSİN PİYONUDUR..

*

Emekli Korgeneral Erdoğan Karakuş: Kozmik Oda’ya girilmesiyle 848 gizli görevli çalışanı öldürüldü

03 Mayıs 2020 Pazar, 09:30

Emekli Korgeneral Erdoğan Karakuş, Halk TV‘de Hulki Cevizoğu’nun sunduğu Ceviz Kabuğu programında çarpıcı açıklamalarda bulundu. …

Karakuş, canlı yayında “Kozmik Oda’ya girildikten sonra devletimizin yurtdışındaki yabancı istihbarat servisleri ile terör örgütlerine yerleştirdiği (sızdırdığı) 813 yurtsever görevlimizin tamamına yakını şehit edildi…” ifadelerini kullandı.

MURAT BELGE’NİN CEVAP ARADIĞI SORU: MUSTAFA KEMAL (ATATÜRK), İNGİLİZ AJANI MIYDI?

 

Korkunç iftira: Türkiye Gazetesi yazarı, Atatürk'ün 'ajan ...

Korkunç iftira: Türkiye Gazetesi yazarı, Atatürk'ün 'ajan ...

 

T24.com yazarı Murat Belge, 10 gün önce bu konuyu yazısına taşıdı.

Murat Belge, Cumhuriyet’in ilk yıllarının “seçkin”lerinden Burhan Belge‘nin oğlu..

Burhan Belge’nin kim olduğu aklınızda kalmamış olabilir, fakat Atatürk’ün sohbet halkasındaki kadınlardan şu meşhur film yıldızı Zsa Zsa Gabor‘un kocası olduğunu söylersem “Haa, o mu?” diyeceğinizi tahmin ediyorum.

*

Belge, şunları yazdı:

 

Biri, bir jandarma astsubayı kalktı, Atatürk’ün “İngiliz ajanı” olduğunu söyledi. Olayların akışına şöyle bir göz atıldığında, akla, mantığa uyacak bir yanı yok. Mustafa Kemal gibi bir ajanı olan Britanya niçin yıllar boyu Yunanistan’ın Anadolu’da varlığını destekledi? Niçin İstanbul hükümetinin idam fermanı çıkarmasına, Anzavur isyanına göz yumdu? 

Britanya’da hükümetin tutumuna rağmen Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinden yana olanlar vardı. Bunların başında “Intelligence”ta çalışan Herbert Aubry gelir. Eski “Birikim“in ikinci sayısında onun “Ben Kendim” diye Türkçe bir adla yayımladığı otobiyografisinden, ahbap olduğu Talat Paşa’yla son görüşmelerinin hikâyesini yayımlamıştık. Orada Talat Türkiye yerine Yunanistan’ı desteklemekle Britanya’nın Komünist Rusya’ya karşı yeterince güçlü cephe kurmadığı için Lloyd George politikasını eleştirir, Aubry de buna hak verir.

Gal kökenli Lloyd George bir “liberal”dir. Antik Yunan medeniyetine hayrandır ve doğal olarak sempatisi Yunanistan’dan yanadır. Batı’nın Osmanlı’ya karşı sevgisizliğinin bir önyargı olduğunu söyleyip dururuz da, 1915 Kıyımı herkesin zihnindedir. Dolayısıyla Lloyd George ve Asquith vb., yani “liberaller”, antipatilerinin bir “önyargı” olduğunu herhalde düşünmüyorlardı. Ama onların tavrını benimsemeyen Britanyalılar da -az da olsa- vardı. Aubry’nin “Türk dostluğu” herhalde yalnız “reel-politik” gereği değildi.

Atatürk, “İngiliz ajanı” olduğuna hükmettirecek ne yaptı? “Kapitalizmden yanaydı” mı diyeceğiz? O zaman bu ülkede birkaç milyon İngiliz ajanı var demektir. “Ülkeyi Batılılaştırdı” mı diyeceğiz? Birkaç milyon da bu eder. Ama herhalde kafasında bu “komplo”yu kuran kişinin asıl derdi bu. “Batı, Batı” dediğine göre, İngiliz ajanıdır.

Gerçi, böyle ilkel bir zihniyeti olduğunu düşünmediğimiz Kemal Tahir’in de (“Yorgun Savaşçı“da) aynı anlama gelen imaları vardır. “İngiliz, kimi gönderdiğini bilmez mi?” yollu sözler eder. Ama Kemal Tahir’in de böyle şaşırtıcı “buluş”lar yapmaya, durduramadığı bir merakı vardır. Kimsenin görmediği bir şeyi görmeyi çok sevdiği için gördüğüne kendini inandırır da. Ayrıca, Kemal Tahir’in- hele Asyai üretim tarzı buluşunu yaptıktan sonra- oldukça koyu bir “Batı fobyası” oluşmuştur. Onun için yalnız Atatürk’ü değil, Türkiye’nin hayli uzun Batılılaşma serüveninde payı olan herkese böyle bir gözle bakmaya başlamıştır.

Ayrıca “komplo teorisi üretimi“nin bu toplumda ne kadar popüler bir spor olduğunu da düşünmeliyiz. Birçok Türk Marksisti’ne göre “tarihin motoru” aslında Marx’ın dediği gibi “sınıf mücadelesi” değil, komplodur.

 

Murat Belge’nin sözleri böyle..

*

Birisi kalkıp “Mustafa Kemal İngiliz ajanıydı” demekle, Mustafa Kemal’in ajan olduğunu ispatlamış olmaz.

Sadece bir iddiada bulunmuş ya da kendi kanaatini dile getirmiş olur.

Bizim bu yazımızın amacı, Atatürk’ün ajan olduğu ya da olmadığı yönünde bir ispat çabası içine girmek değil.

Dikkat çekmek istediğimiz husus şu: İddia etmek, ispat etmek olmadığı gibi, Murat Belge’nin akıl yürütüşü de, aksi yönde bir ispat için yeterli değildir.

*

Ajanlık gibi olgular, salt “olayların akışı” ile izah edilemez.

Bununla birlikte, İngiltere (Britanya) – Yunanistan – Mustafa Kemal (Ankara Hükümeti) ilişkilerinin seyri, Murat Belge’nin ifade ettiği gibi değil.

Yunanlıların İzmir’i işgali, Mustafa Kemal henüz Anadolu’ya adımını atmamışken gerçekleşti. 15 Mayıs 1919’da..

Bir gün sonra Mustafa Kemal Samsun‘a doğru yola çıkarıldı.

Çünkü, Yunanlılar’ın Anadolu’ya yaptığı çıkarma, Padişah Vahideddin’i ve Hükümet’i telaşa düşürdü.

Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gitmesi ve Erzurum Kongresi‘ni toplaması, orada birtakım kararlar açıklaması, zannedilenin aksine, İngilizler’i telaşa düşürmedi.

Tam aksine,  Erzurum Kongresi 7 Ağustos’ta bittikten üç gün sonra, 10 Ağustos 1919 tarihinde İngiliz Generali Milne, Yunan Orduları Başkumandanlığı’na, işgalleri altındaki sınırdan ileriye geçmemeleri emrini verdi.

Bu sınır, Milne Hattı diye bilinmektedir.

*

Peki Yunanlılar bu Milne Hattı’nın ilerisine yürümeye ne zaman başladılar?

Mustafa Kemal sırasıyla Sivas Kongresi‘ni topladıktan, sonra Ankara’ya gittikten, ve de 23 Nisan 1920 günü TBMM‘yi açtıktan sonra..

22 Haziran 1920 tarihinde, yani TBMM açıldıktan iki ay sonra..

Yani İngilizler, Yunanlılar’ı 10 aydan fazla bir zaman beklettiler.

Bu noktada, “Mustafa Kemal hazır olmadığı için mi?” sorusunun akla gelmemesinin nasıl sağlanabileceğini şahsen ben bilemiyorum.

Bildiğim şu, zihinlere ambargo koymak mümkün değil.

*

İngilizler, Yunanlılar’ı desteklemediler.

Ya ne yaptılar?

Atatürk’ün sofrasının müdavimlerinden (ve de milletvekili yaptığı şahıslardan) Falih Rıfkı Atay şunu yazıyor:

 

“Haziranda [1920] İngiliz nazırları [bakanları], Türk – Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderekYunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 82.)

 

Yani durum, Murat Belge’nin zannettiği gibi değil.

*

“[İngiltere] Niçin İstanbul hükümetinin idam fermanı çıkarmasına, Anzavur isyanına göz yumdu?” sorusu da, “gizli servis mantığı” ile düşünen birisi için fazla bir anlam ifade etmez.

Tekrar belirtelim, bu yazı, Atatürk’ün ajan olmadığını ya da olduğunu ispatlamak gibi bir gaye taşımıyor.

Murat Belge gibi isimlere, Atatürk’ü savunmak için bu tür akıl yürütmelerde bulunmalarının bir faydası olmadığını anlatmaya çalışıyoruz.

Gizli servis mantığı” dedik (Mantığı kelimesinin yerine yöntemi, taktiği vs. gibi bir kavramı da koyabilirsiniz).. MİT ajanlarından Mahir Kaynak‘tan öğrendiğimiz birşey var: Gizli servis operasyonlarında eylemin kendisi değil, sonucu ve kime yarayacağı, nasıl bir etki uyandıracağı önemlidir.

Ayrıca, gizli servislerin bazen ajanlarının bazı şeylere katlanmalarına göz yumduklarını da biliyoruz. Bu, istihbaratçılığın/ajanlığın doğasında/fıtratında var. Gizli servisler, plan ve projelerinin tamamlanması için birçok şeye göz yummak zorunda kalırlar.

Mesela, 1971 yılında darbe girişimini açığa çıkaran Mahir Kaynak‘ın diğer darbecilerle birlikte hapse girmesine MİT göz yummak durumundaydı.. Mahir Kaynak da bunu tercih ediyordu. Teamül böyleydi..

Konuya dönersek, İstanbul’da verilen idam fetvası Mustafa Kemal için sinek vızıltısıydı.. Ona bir zararı olmadı, fakat İstanbul’un itibarının ve imajının yara almasına, hain olarak görülmesine, ve Mustafa Kemal’in Padişah tarafından mağdur edilmiş bir fedakâr vatan savunucusu olarak algılanmasına hizmet etti.

*

Komplo teorisi bahsine gelelim..

Mustafa Kemal’in, ihtiyaç duyduğu zaman komplo teorilerine başvurduğunu ve tasfiye etmek istediği kişilere ajanlık suçlamasında bulunduğunu biliyoruz.

Örnek verelim..

TBMM açıldıktan dört buçuk ay sonra, 4 Eylül 1920 tarihinde TBMM’de içişleri bakanı (dahiliye vekili) seçimi olmuştu.

Mustafa Kemal’in adayı Miralay Refet‘ti.

Ancak Meclis, onu değil, Tokat milletvekili Nazım Bey‘i seçmişti.

Mustafa Kemal’in buna karşı tepkisi ne oldu peki?

“Millet iradesi böyle tecelli etti, bize düşen, saygı göstermektir” mi dedi?

Hayır!

Kendisini ziyarete gelen Nazım Bey’le görüşmeyi kabul etmedi. Onu istiskal etti, aşağıladı.

Bununla da yetinmedi, ona aba altından sopa gösterme anlamına gelecek şekilde Çerkez Ethem‘i devreye koydu.

Çerkez Ethem olayı şöyle anlatıyor:

 

“Mustafa Kemal Paşa gelmişti. Yanında Diyarbakır mebusu Şükrü Bey vardı. Salona girince etrafında bulunduğumuz büyük masanın başına onlar geçtiler. Mustafa Kemal Paşa müteessir görünüyordu, bir müddet sonra bahsi açtı. Nazım Bey’in kırtasiyeci bir adam olduğu etrafında konuştu, içişlerinin henüz nazik ve ehemmiyetli bir safhada bulunduğunu söyledi ve bana bakarak Meclis’teki mebuslardan şikâyet etti. Herhangi bir iç karışıklıktan ve uygunsuzluktan dolayı mesuliyet kabul edemiyeceğini, icap ederse Meclis riyasetinden istifaya da hazır bulunduğunu ima etti. Ben, Tokat Mebusu Nazım Bey’i tanımıyordum. Onun yerine Mustafa Kemal Paşa’nın iltimas ettiği Miralay Refet Bey’i son tertipler sırasında ve ondan daha evvel Demirci Mehmet Efe’nin yanında görmüş, konuşmuştum. İdare kabiliyetinin derecesini tabiatiyle bilmiyordum. Hazır bulunanlar ekseriyetle yine Mustafa Kemal Paşa’nın tarafını tutuyorlar, hususî surette bu meseleye müdahale etmemi istiyorlardı. Ricaları şu idi: ‘Eğer Nazım Bey’e bir selam gönderirseniz onun istifa etmesi pek mümkündür’. Ben böyle bir selamı ve tarafımdan yapılacak tavsiyenin tehdit manasını taşıyacağını düşünerek kendilerine dedim ki: ‘Şu halde ben yarın kendisini yerinde ziyaret eder, münasip surette istifasını rica ederim.'”

 

Ancak, Mustafa Kemal ile yanındakilerin yarını beklemeye tahammülü yoktur.

Mesele hemen o gece, Nazım Bey göreve başlamadan kapatılmalıdır.

Şükrü Bey hemen o gece Çerkez’in selamını götürür, bir saat sonra elinde Nazım Bey’in istifa mektubu olduğu halde dönüp gelir. (Çerkes Ethem’in Ele Geçen Hatıraları, İstanbul: Güniz Basımevi, 1962, s. 102-6’dan aktaran İsmail Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2016, s. 266-7.)

Mustafa Kemal, meşhur Nutuk’unda Nazım Bey’in istifasından bahseder, fakat Çerkez Ethem’in rolüne hiç girmez. Nazım Bey’i istifaya kendisinin davet ettiğini belirtir.

Ve de ayrıca, komplo teorisi anlamına gelen bir üslupla, Nazım Bey hakkında, “Ecnebi mehafiline casusluk ettiğine de şüphe etmiyordum” der.

Ancak, Küçükkılınç’ın ifadesiyle, “Meclis’in bir mebusun ‘casus’ oluşundan bigâne ve bihaber onu içişleri bakanı seçmeyeceği de tartışmasızdır”. (Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, s. 266.)

Tabiî, dilerseniz tartışırsınız, fakat o zaman, ilke olarak, kendinizi de tartışmaya açmış olursunuz.

Ayrıca, “Benim şüphelerim iyi, başkalarınınki kötüdür. Benim komplo teorim iyi, başkalarınınki fenadır” şeklindeki bir paylaşıma da, ilkel zihniyet sahipleri bile gülerler.