DİN AÇISINDAN NÖTR BİR KAVRAMA (TÜRKLÜK GİBİ) DİNÎ ANLAM YÜKLEMEK

SAHTE DİN İCAT EDEREK ASIL DİNİN YERİNE İKAME ETME “DÜZEN”BAZLIĞI

*

İÇİ BOŞ GÂVUR EDEBİYATI

(DİN İSTİSMARININ, DİNÎ KAVRAM İSTİSMARI BOYUTU)

 

Bir süre önce bizi ziyaret eden bir bürokrat, yaşayan bir siyasetçinin, bir “büyük Türk büyüğünün” her sözünü yanlış doğru demeden tasdik etmemiz, onun kayıtsız şartsız biatçısı haline gelmemiz gerektiğini şöyle bir mantıkla gerekçelendirmeye çalışmıştı: Tarafını belirleyemediğin zaman düşmanın, gâvurun ateş ettiği tarafa bakacaksın, senin yerin orasıdır. 

Gerçekte bu basit düşünce, Stephen Covey’in Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı adlı 38 dile çevrilmiş, tüm dünyada 15 milyon adet satılmış olan kitabında anlattığı “düşman merkezlilik” ilkesizliğinin “gâvur” kelimesi eklenerek matah birşeymiş gibi piyasaya sürülmesinden başka birşey değildi.

Önemli olan, düşman bilinen bir kitleye her halükârda zıt ve aykırı bir konumda olmak değil, her zaman ve mekânda geçerli olan, yani evrensellik taşıyan doğru ilkelere göre hareket edebilmektir.

Aksiyoner olmanın da ötesinde proaktif olmak, reaksiyoner olmamak işte budur.

Doğruya doğru, eğriye eğri diyebilmektir.

Mesela şimdi The Cemaat yanlıları, sırf Erdoğan’la ve Türkiye ile arası iyi diye, Katar’a yapılan haksızlığa içten içe sevinirlerse, “Düşmanımız Erdoğan’a zarar veren herşey iyidir” anlayışıyla bundan memnuniyet duyarlarsa, tam da bu “düşman merkezli” yaklaşıma kendilerini kaptırmış olurlar. (Bu, onların ilk manevî cinayetleri de olmaz.)

Tabiî, Erdoğan cenahının da kendisini sorgulaması gerekiyor.

Bugün, İsmail Kılıçarslan adlı saçmalama tutkunu Yeni Şafak yazarı şunları yazmış:

 

 

… Bilhassa dış politikada sorduğum sorulara verdiğim cevaplar vardır tarafımı belirlemek için. Sorular şöyledir: Gâvur kimdir? Gâvurun tarafında olan kimdir? Gâvura kılıç çekmeyi göze alan kimdir?

Gâvur İsrail’dir. İsrail’in tarafında olan bilcümle başka gâvurlardır. Gâvura kılıç çekmeyi göze alan Hamas’tır. Demek ki benim tarafım Hamas’ın hemen yanı, hizası, ayakucudur.

Gâvur Sisi’dir. Sisi’nin tarafında olan Amerika, Suud ve diğer bazı aşağılık emperyalist oluşumlardır. Gâvura kılıç çekmeyi göze alan İhvan’dır. Demek ki İhvancıyım.

Burada iki hususa dikkat isterim. İlki ‘gâvurluk’ tanımı… Şudur: Müslümanların kendi başlarına var olmalarına, kendi kararlarını kendi başlarına almalarına, kendi yollarını bağımsız şekilde yürümelerine karşı çıkan kimse, hangi organizasyonsa o gâvurdur. Dolayısıyla bu kavramsallaştırma ‘din bağımsız’ bir kavramsallaştırmadır. Müslümanken de ‘gâvur’ olabilmek mümkün olduğu gibi Hristiyan iken ‘gâvurluk yapmamak’ da mümkündür.

 

Bu ifadelerde, bilinçli bir biçimde kavram kargaşası üreten, “Kâfirle çatışmayı göze alan müslümana Türk denir” diyerek Müslümanlık tanımını “sulandıran”, çığırından çıkaran, tahrif eden, “fî sebîlillah mücahid” olmayı devre dışı bırakarak yerine ırkçı zihniyeti oturtan, Türklüğe müslüman olmanın da ötesinde yüksek bir kutsallık atfeden büyük şarlatan, fikirsiz düşünür İsmet Özel’in gölgesini görüyoruz. (“Kur’an‘da İslamcı diye bir tabir yok, müslüman kavramı var. O yüzden biz İslamcı değiliz” diyen sahtekâr derin Ehl-i Sünnetçilerin buna bir itirazlarının olduğunu şimdiye kadar duymuş değiliz.)

Yeni Şafak yazarı, şayet meramını “zulüm” ve “zalim” kelimeleriyle ifade etseydi, yeterli olurdu. “Sisi gâvurdur, bazı Hristiyanlar ise gâvur değildir” diyerek gâvur kavramının içini boşaltmaya, kavram dünyamızı tahrif etmeye girişeceğine, “Sisi zalimdir” demeli, meseleyi doğru bir zeminde ve doğru bir kavramla izah etmeliydi.

Asıl söylemek istediğimiz şu:

İşlerine geldiğinde bu şekilde düşman merkezli bir bakış açısıyla olayları yorumlamaya girişenlerin, başka zamanlarda çifte standart sergilediklerini, çelişkili ve tutarsız tavırlar içine girdiklerini görüyoruz.

Mesela, “Kim İbnü’l-Arabî’den yana? Kim onun propagandasını yapıyor? İngiliz ve Amerikan gâvuru.. O halde….” dediklerine şahit olmuyoruz.

Misal: Erdoğan’ın yanından hiç ayrılmayanlardan, yerli ve milli siyasetçilerimizin başında gelenlerden Doç. İbrahim Kalın’ın isminin, İngiliz’in İbn ‘Arabi Society‘sinin sitesinde “onur üyesi” olarak geçtiğini görmüştük.

Bazılarının, The Cemaat’le olan farkları konusunda biraz düşünmeye ihtiyaçları var.

Kimse bizi, derin mahfillerde pişirilip servis edilen içi boş gâvur edebiyatı ile aldatmaya çalışmasın!..

*

KELİMELERİ, YERLERİNE KONULDUKTAN SONRA TAHRİF ETMEK

(yuharrifûne’l-kelime min ba’di mevâdı’ıhî)

MÜNAFIKLIK VE KÜFÜR CEPHESİNDE YENİ BİRŞEY YOK..

BUGÜNÜN YERLİ VE MİLLİ “KAŞAR” MÜNAFIKLARI RESULULLAH S.A.S. ZAMANININ MÜNAFIKLARININ HIK DEMİŞ BURNUNDAN DÜŞMÜŞLER..

VE, İÇLERİNDEKİ AŞAĞILIK KOMPLEKSİNİN ETKİSİYLE BU “MÜNAFIKLIKTA MAHARET KESBETMİŞ” “KAŞAR”LARIN YALDIZLI LAFLARINA ALDANIP ONLARIN PEŞİNE TAKILAN, ÖZENTİ İLE ONLARIN “MÜNAFIKLIK STİLİ”Nİ TAKLİT EDEN SÜRÜ SEPET GAFİL “EDEBİYAT” HEVESLİLERİ, “DÜŞÜNÜR, FİKİR ADAMI” GÖRÜNME TUTKUNLARI..

AKILLARINI BAŞLARINA TOPLAMALARI, TEVBE ETMELERİ GEREKİRKEN, GURUR VE KİBİRLERİ BUNA ENGEL OLUYOR..

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ لاَ يَحْزُنكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ مِنَ الَّذِينَ قَالُواْ آمَنَّا بِأَفْوَاهِهِمْ وَلَمْ تُؤْمِن قُلُوبُهُمْ وَمِنَ الَّذِينَ هِادُواْ سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍ آخَرِينَ لَمْ يَأْتُوكَ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ مِن بَعْدِ مَوَاضِعِهِ يَقُولُونَ إِنْ أُوتِيتُمْ هَذَا فَخُذُوهُ وَإِن لَّمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُواْ وَمَن يُرِدِ اللّهُ فِتْنَتَهُ فَلَن تَمْلِكَ لَهُ مِنَ اللّهِ شَيْئًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَمْ يُرِدِ اللّهُ أَن يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ ﴿٤١﴾

 

Ey peygamber, kalpleriyle inanmadıkları halde ağızlariyle «İnandık» diyen (münafık)larla Yahudilerden o küfr içinde (alabildiğine) koşuşanlar seni mahzun etmesin. Onlar, durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelmeyen diğer bir kavm hesabına casusluk eden (kimse)lerdirKelimeleri (Allah tarafından) yerlerine konuldukdan sonra (tutub) bir tarafa atarlar onlar, «Eğer size şu (fetva) verilirse onu alın, şayet o verilmezse onu (kabul etmekten) çekinin» derler, Allah kimin sapıklığını irâde ederse artık sen Allah’ın ona âid (meşiyyetini) önlemiye hiç bir vech ile muktedir olamazsın. Onlar öyle kimselerdir ki Allah, kalblerini temizlemek dilememişdir. Dünyâda hor ve hakıyr olmak onların hakkıdır. Âhirette de onlara pek büyük bir azâb vardır.

(Çantay meali, Maide, 5/41)

 

Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyle «inandık» diyen kimselerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler, ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. «Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!» derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah’a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.

(Diyanet Vakfı meali, Maide, 5/41)

“TEK MİLLET” RUHU: ERDOĞAN, MOİZ KOHEN’İN İZİNDE..

(ERDOĞAN “TEK MİLLET” DERKEN TÜRKLÜKTEN BAHSETMİYOR..

ZARARI YOK..

ONUN YERİNE ANAYASA, DEĞİŞTİRİLEMEZ, DEĞİŞTİRİLMESİ TEKLİF DAHİ EDİLEMEZ MADDELERİNDE BU ÜLKEDE TÜRK’TEN BAŞKA KİMSENİN YAŞAMADIĞINI SÖYLÜYOR..)

BİR HAHAMIN OĞLU OLAN MOİZ KOHEN GİBİ, 1950’Lİ YILLARDA CHP TARAFINDAN İKİ KEZ MİLLETVEKİLİ ADAYI YAPILAN, BİR TARAFTAN DA TEKİN ALP ADI ALTINDA TÜRKÇÜ KİTAPLAR YAZMIŞ YAHUDİLERİN TÜRKÇÜLÜĞÜNÜN ASIL İŞLEVİ

 

Türklük düşüncesi, laiklik ve modernizme olan temayülü daha da güçlendirdi. Çünkü bu düşünce, Doğu-Batı kimliklerini birbirleriyle uzlaştırmak gibi bir zahmete gerek kalmaksızın, Türkleri toptan İslam’dan uzaklaştırmayı mümkün kılmaktaydı.”

(Ira M. Lapidus, Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, çev. İ. S. Üstün, İstanbul 1996, s. 71.)

 

 

 

(Bu kitabın ilk baskılarının kapağında bozkurt kafası yer alır. Burada Moiz, İslam Şeriati düşmanlığı yapmakta ve yahudi usulü bir Türklük icat etmektedir.)

 

(İslam’ın amentüsünü benimsemeyenler, haham oğlu yahudi Moiz’den “yeni amentü”lerini öğreniyor. Sene 1928.)

 

 

ODATV’NİN PROFESYONEL KÜFÜRBAZI NİHAT GENÇ’İN TRAVMATİK PSİKOLOJİSİ

nihat genç ile ilgili görsel sonucu

 

“Bu da ne ola ki?” diye başlıktaki “travmatik psikoloji” lafına takılmayın, bu yazı kolay anlaşılır bir yazı olacak..

Konuya geçmeden önce şu milliyetçilik meselesine bir değinmemiz gerekiyor. Yani Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık vs. arızalarına..

Asabiyet dediğimiz (asabîlik değil) grupçuluk, tarafgirlik, kavmiyetçilik vs., sosyolojik bir vakıa/gerçeklik olarak her devirde az çok var olmuştur.

Fakat, onun bir ideolojiye dönüştürülmesi yeni ya da çağdaş bir olgudur.

Milliyetçilik, aslında kolektif bencillik, kibir ve enaniyetten ibarettir. Martin Buber’in dediği gibi, kolektif/kitlesel bencillik, bireysel bencillikten daha saygıdeğer olamaz.

İşte milliyetçilik, bu kitlesel bencillik, kibir ve enaniyeti “fikir” diye “yutturma”, bir ideolojiye dönüştürme, bir kendi kendine tapınma dini haline getirmedir.

*

Milliyetçilik için söz konusu olan bu akla ziyan durum, devletçilik için de geçerlidir.

Devlet, yeni bir kurum değil.. Fakat günümüz devletçilik olgusu ya da ideolojisi, günümüz milliyetçiliği gibi yeni.. Bu ideolojinin en uç biçimini Faşizm ve Nazi felsefesi oluşturuyor.

Geçmişte devlet kurumu, günümüzde olanın aksine, tapınılan bir tanrı (Cemal Bali Akay’ın tabiriyle Sivil Toplumun Tanrısı) değildi.

Mesela, Fatih Sultan Mehmed‘in hocası Molla Güranî, Bursa kadısı iken Fatih’in bir fermanını Şeriat’e/hukuka aykırı bulduğu için yırtıp atmış, sonra da kalkıp Mısır’a gitmiş, Memluk/Kölemen Devleti topraklarına yerleşmişti.

Kimse de ona, “Devlet düşmanı, vatan haini, ajan vs.” dememişti. “Ulan imansız, vatan sevgisi imandandır; demek ki senin imanın yok” vs. diye İblis mezhebinden fetvalar veren yerli-milli vatansever hocalar da çıkmamıştı.

Tam aksine, Fatih Sultan Mehmed, Memluk Sultanı’na özel elçi gönderip, hocasının tekrar ülkeye dönmesi için aracı olması ricasında bulunmuştu.

*

Ancak, bu anlayış, Tanzimat‘tan sonra değişmeye başladı.

Batı’dan gelen milliyetçilik ideolojisi bu topraklardaki insanların zihinlerini istila etti.

Batılı sömürgeciler, çok-uluslu Osmanlı‘nın milliyetçilik hareketleriyle parça parça edilmesinin mümkün olduğunu gördüler.

Araplar arasında Mişel Eflak gibi hristiyanlar Arapçılığı körüklediler.

Benzer şekilde, asıl adı Moiz Kohen vs. olan tipler, bu topraklarda, Tekin Alp gibisinden adlar kullanarak Türkçülüğü savunan kitaplar yazdılar. Parvus gibi yahudiler Türk milliyetçiliği fikir sistemi diye bir ucube ürettiler.

İslam’a olan düşmanlıklarını Türkçülükle maskelediler. Türklerin iyiliğini istiyormuş rolü oynayarak İslam düşmanlığı yaptılar.

Yahudilik ya da Hristiyanlık adına İslam düşmanlığı yapamazlardı. Fakat, Türklük adına İslam düşmanlığı yapmaları, gafil halkın ve Batı hayranı okumuşların onlara aldanmasına yol açtı.

*

Bugüne geldiğimizde değişen fazla birşey olmadığını görüyoruz.

Aynı oyun, küçük değişiklik ve rötuşlarla aynen yeniden sahneleniyor.

Mesela, başlıkta sözünü ettiğimiz Nihat Genç soytarısının yazıları..

Bu düzgün cümle kurmaktan aciz şahsın yazdıkları, salt şahsına özgü saçmalıklar değil. (Evet, düzgün cümle kurmaktan aciz. Mesela son yazısı “Ne güzel araziyi uymuş ….” diye başlıyor. “Araziyi uymak” ne demek, bunu açıklamıyor. Yazısının üçüncü paragrafı ve aynı zamanda üçüncü cümlesi şöyle: “Günümüzde komünist ortaklaşmacı kamucu bir siyaset olarak anlaşılır, olmasın mı?” Artık ne demek istiyorsa?.. Sadece kendisi biliyor.)

İşte bu şahıs, “Güncelleme dediğinizi biz bin yıl önce yaptık” başlıklı yazısında “Türkler Anadolu’da yeni bir din kurmuştur” diyor.

Görüldüğü gibi, Türkler adına konuşuyor. Tıpkı Moiz Kohen gibi.

Peki bu yeni din neymiş?

Pek “düzgün” Türkçe’siyle şöyle diyor:

“Bu yeni dinin şeriatçı düzen (ortadoks islam‘la) hiç bir alakası yoktur ve aksine yüzyıllar süren ölümcül bir savaşı vermiştir.”

Laflarını, “Yeni dinin bir başka özelliği ta Ahmet Yesevi’den beri ibadetlerini kadın-erkek karışık yaparlar…” diyerek sürdürüyor. (Yalan ama, yalandan kim ölmüş.. İşin içine Ahmed-i Yesevî katacaksın ki, şeytan maskarası cahil tasavvufçuları/sofuları ve aptal Türkçüleri “olta”ya çekesin.)

*

Gelelim bu yeni dinin, Moiz Kohen’in ucuz taklidi Nihat Genç’e göre “en önemli özelliği”ne:

“Yeni dinin en büyük diğer özelliği gayri müslimleri kendileriyle eşitlemişler ve dışlamamışlar ve herkesi ‘insan’ diye görmüştür, bakınız Şeyh Bedreddin isyanı.”

Sanki, Şeyh Bedrettin‘den önce Müslümanlar gayrimüslimleri “insan” diye görmüyorlardı.

İnsan olarak eşit olmak başka, müslim ve gayrimüslim olarak eşit olmak başkadır.

Mesela laik devletlerde, vatandaşlarla yabancılar, insan olarak eşittir, fakat aynı yasal haklara sahip değillerdir.

Aynı şekilde, günümüz laik ulus-devletlerinde “egemen ulus/ırk” ile azınlıktaki ırklar “insan” olarak eşit kabul edilseler bile, aynı yasal konumda değillerdir.

Mesela Türkiye’de, Türk ile Kürt, insan olarak eşittir. Peki, devlet açısından Türk ile Kürt eşit midir?

Anayasa, sadece Türk’ten bahseder. Sanki bu topraklarda hiç Kürt, Arnavut, Boşnak, Gürcü, Çerkez, Avar, Abaza, Arap … yaşamamaktadır.

Bu, ne anlama gelmektedir?

Türk olmayanların insan olmaması, dışlanması, eşit sayılmaması mı?

Laik-Kemalist Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde resmî dil Türkçe’dir, peki Kürtçe resmî dil midir?

Kürtçe‘nin resmî dil olmaması, Kürtler’in insan sayılmaması anlamına gelir mi?

İşte, bir İslam Devleti’nde de durum budur. İslam, resmî dindir.

Hristiyanlık, Yahudilik, Mecusilik vs., resmî din değildir.

Bu, gayrimüslimlerin insan sayılmaması anlamına gelmez.

Kaldı ki, yukarıda da söylediğimiz gibi, günümüz Anayasa’sına göre Türkiye sınırları içinde sadece Türkler yaşamaktadır, Kürt, Çerkez vs. “resmen” yoktur (Nihat Genç öküzü, istiyorsa bunu “insan saymama” olarak adlandırabilir).

Halbuki, Osmanlı‘nın “yazılı olmayan anayasal düzen”i çerçevesinde gayrimüslimlerin varlığı “tanınır” ve onlar birtakım vazgeçilmez temel haklara sahiptirler. (Yani Osmanlı, “Bu topraklarda yaşayan herkes müslümandır” diye kanun çıkarmıyor, sonra da Yahudi ve Hristiyanlar’a “Anayasamıza göre siz de müslümansınız, kabul ediyorsunuz değil mi, ettiniz ettiniz, onun için size de hadi insan muamelesi yapalım, bakın bu iyiliğimizi unutmayın” demiyordu. “Hayır, ben hristiyanım, müslüman değilim” diyeni hapse de atmıyordu. Onlara birtakım hakları verirken “Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağım” diye yemin ettirmiyordu. Onların “varlığını” resmen “tanıyordu”. Yönetimde yer alma hakkı vermiyor, buna karşılık devleti canıyla savunma, devletçi olma, “resmî ideoloji”yi, yani resmî dini kabul etme yükümlülüğü de dayatmıyordu. Aile hukuku gibi hususlarda kendi dinine göre yaşamasına müsaade ediliyor, papazlar hakkında, bugün Nurettin Yıldız için yapıldığı türden yaygaralar ve şamatalar koparılmıyor, haklarında savcılık tarafından soruşturma başlatılmıyordu. Hangisi insan onuruna daha uygun?)

Şeriatçı Osmanlı’da gayrimüslimler “resmen” vardı, laik-Kemalist Türkiye’de ise Kürt “resmen” yoktur. (Daha çeyrek asır önce, “Türkiye’de Kürt de var” diye yazma gafletine düşenler hapse atılıyordu.)

Evet, Nihat Genç soytarısına göre, Türkler, İslam’ı bin yıl önce güncellemişmiş, “yeni bir din” üreterek gayrimüslimleri de “insan” saymışmış.

Ulan soytarı, ulan öküz, ulan mal, senin bu mantığın, “Türkiye’de Türk olmayanlar insan sayılmıyor, onları insan saymak için devletin adını da güncellememiz, yeni bir ‘devlet’ kurmamız, Anayasa’yı Türklük değil insanlık kavramı üzerine oturtmamız lazım” demeni de gerekli kılar.

Diyebilir misin?

Kendinle çelişmemek, dürüst ve tutarlı olmak için bunu demen gerekir.

Bunu diyecek, bu tutarlılığı gösterecek akıl, fikir, izan, dürüstlük, haysiyet, şeref ve onur sende var mı?

Bir gram dürüstlük?..

Ve de yürek..

Fare kadar olsun yürek?..

Mercimek kadar olsun beyin..

Ulan öküz, ulan madrabaz, resmî ideolojinin dümen suyunda (daha doğrusu “derin” himayesinde ve gölgesinde) cesur yazılar yazma soytarılığını herkes yapar.

Seni gidi ucuz resmî soytarı, medya sirki palyaçosu!..

*

Bu soytarının başka zırvaları da var.. Fakat hemen her sözü yanlış olduğu için tartışmaya değmez.

Ancak, bu palyaçonun yüzüne taktığı Türklük maskesi önem taşıyor.

“Türkler Anadolu’da yeni bir din kurmuştur” diyerek Türklük ve Türkler adına konuşuyor.

“Bazı Türkler” bile değil, “Türkler”…

Peki, bu topraklarda hâlâ yaşayan, senin cahilce “ortadoks” dediğin “Ehl-i Sünnet İslam’ı” ne oluyor?

Onu yaşatan, yaşatmaya çalışan Türkler değil mi?!

Adamın “yeni din“inin “en önemli özelliği“ni tekrar hatırlayalım: Gayrimüslimleri eşitlemek..

Aslında bu, gayrimüslimleri eşitlemek değil, Müslümanlar karşısında efendi pozisyonuna getirmek..

Evet, bu “yeni din“e göre, “Bütün insanlar eşittir, fakat gayrimüslimler daha eşittir“.

Mesela bugün Türkiye’de yapılan tartışmalara bakın..

Nurettin Yıldız gibi isimler üzerinden İslam’a ağız dolusu hakaretler yağdırılır..

Fakat Hristiyanlık’taki, Yahudilik’teki, Kemalizm dinindeki, Gulat-ı Şia‘daki, Alevîliğin ateist versiyonlarındaki ahlâksızlık, hurafe ve saçmalıklar aleyhinde en küçük birşey bile söylemek mümkün değildir.

*

Başa dönelim..

Moiz Kohen gibi isimlerin, Türklük maskesi altında ve Türk adları kullanarak İslam düşmanlığı yaptıklarını söylemiştik.

Nihat Genç öküzünün putu Atatürk‘ün de İslam aleyhinde benzer ifadelerinin bulunduğunu biliyoruz.

Peygamber Efendimiz s.a.s. için “Arap oğlu”, Kur’an için “Arap oğlunun yaveleri” vs. dediği, Kâzım Karabekir Paşa’nın tanıklığıyla malum..

Aynı şekilde, Allahu Teala’nın vahyi için “gökten indiği sanılan” hükmünü verdiği biliniyor.

Yabancı diplomatların onunla olan görüşmelerine ilişkin kayıtlarda da benzer bilgiler yer alıyor.

Aslında bu sözlerini hatırlatmaya bile gerek yok. İş, sözden daha güçlüdür. Neler yaptığı malum.

İmdi, Atatürk‘ün çocukluğuna ilişkin, milletin ilkokul ezberini bozan türden birtakım malumat da var.

Mesela, onun ilk öğretmeni Şemsi Efendi‘nin gerçek adının Şimon Zvi, asıl dininin de Yahudilik olduğu ileri sürülüyor.

Bunun yanı sıra, Atatürk’ün küçük çocukken bir Yahudi gibi dua ettiğine dair yayınlar yapılmış (Gazete kupürü aşağıda).

Aynı şekilde, Atatürk’ün soyacağına ilişkin farklı iddialar mevcut.

Bu tür yayınlar doğru mudur, yanlış mıdır, hüküm vermek bize düşmez. Tarihçiler tartışsın, konuyu çözümlesinler.

Varsayalım ki tarihçiler bu iddiaların doğru olduğu kanaatine vardılar (Varacaklarını sanmıyorum, Atatürk’ü Türk tarihçilerine emanet etmekte yarar var), bu takdirde de, Atatürk‘ün Peygamber Efendimiz s.a.s.’i, Allahu Teala’nın vahyini ve Kur’an‘ı aşağılayan ifadelerinin, soyu sopu ve çocukluğunda aldığı eğitimle, kimliğinin oluşum süreciyle bir ilişkisinin olup olmadığı meselesinin psikologlar ve psikanalizciler tarafından ele alınmasının uygun olup olmayacağı sorunu önümüze çıkar.

Bu konuda da karar verecek olanlar bizler değiliz, psikologlar ve psikanalizcilerdir.

Ancak, Nihat Genç türü soytarıların psikolojisine baktığımızda şunu fark ediyoruz: Onlar, Atatürk’le ilgili bu tür iddiaları gerçek kabul ederek, Atatürk’ün bir yahudi kindarlığıyla İslam düşmanlığı yapmış olduğunu varsayarak tutum belirliyorlar.

İdeolojileri Atatürkçülük.. Ve Atatürkçülüklerinin, onları bir yahudi gibi İslam düşmanlığı yapmaya ittiği anlaşılıyor. (Her yahudi gibi de değil, İslam’ın azılı düşmanı, İslam’dan öç almaya çalışan kindar ve gaddar bir yahudi gibi..)

Atatürkçülüğü, İslam düşmanlığının lazım-ı gayri mufarıkı, mütemmim cüzü olarak gördükleri kesin..

Bu, açık bir biçimde anlaşılıyor.

İslam düşmanlığı yapmazlarsa Atatürkçülük dinine özgü ibadetlerini ihmal etmiş olacaklarını düşündükleri o kadar belli ki..

Bunların Atatürkçülüğünün “beş şartı” var:

Birincisi, İslam söz konusu olduğunda kelime-i küfür söylemek.

İkincisi, senede en az bir ay Müslümanlara karşı “fî sebîl-i Atatürk cihat”..

Üçüncüsü, günde beş vakit “emr-i bi’l-Atatürkçülük, nehy-i ani’l-İslam“..

Dördüncüsü, hayatlarında en az bir kez Anıtkabir’de tapınma seremonisi..

Beşincisi, her kurban bayramında, pardon cumhuriyet vs. bayramlarında “îlâ-yı kelimetü-Atatürk” ibadeti yapmak..

Evet, bunlar, İslam düşmanlığını, Atatürkçülüklerinin zorunlu bir gereği kabul ediyorlar ne yazık ki..

*

Meselenin bir boyutu bu..

Diğer boyuta gelince.. Bu Nihat Genç türü soytarıların “aslen” Türk olup olmadıkları da bizce meçhul..

Türkler adına konuşma kurnazlığı yapıyorlar ama, belki de köken bakımından Moiz Kohen‘den biraz halliceler..

Yazının başında, Batılı sömürgecilerin Osmanlı‘yı parçalamak için milliyetçiliği bir silah olarak (modaya uyup aparat diyelim) kullandıklarını söylemiştik. (Mustafa Kemal de, Osmanlı’nın Şeriatçılığına karşı milliyetçiliği, yani Türkçülüğü öne sürmüştü. Teoman Duralı‘nın “İngiliz-Yahudi medeniyeti” diye adlandırdığı Batı kurum ve ilkelerini çağdaş uygarlık düzeyi / muasır medeniyet seviyesi adı altında savunduğu malum.)

Milliyetçilik günümüz Türkiye’sinde de aynı işlevini sürdürmeye devam ediyor. Hem Türkçülük, hem de Kürtçülük, birer bölücü ideoloji durumunda. Aynı şekilde, Karadenizli vatandaşlarımızın da Pontus vs. lafları altında Rumlukla ilişkilendirilmeye çalışıldıkları biliniyor. Ancak, Karadeniz’in müslüman halkı bunlara itibar etmiyor. (Rumlarla komşuluk ya da Rum kızlarıyla evlenme ve akrabalık kurma gibi nedenlerle Rumca’nın konuşulmuş olması normaldir. Rum kökenli olmak da bir kusur değildir.)

Evet, Karadenizli vatandaşların büyük çoğunluğu İç Anadolu Türkleri’nden bile daha dindar oldukları, İslamî ilimlere ve hafızlığa önem verdikleri için, onları Pontusçuluk, Rumculuk vs. mavalları ile aldatmak mümkün değil. Onlara, Pontusçuluk ve Rumculuk hesabına İslam düşmanlığı yaptıramazsınız.

Fakat, onların içlerinden de tek tük çürük ceviz pekâlâ çıkabilir.

Böylesi çürük cevizler, İslam düşmanlıklarını; Rumluk ve Pontusluk gibi kavramları hiç ortaya atmadan, Tekin Alp adıyla Türkçülük yapan yahudi Moiz Kohen taktiğiyle, Türkçülük, devletçilik ve Atatürkçülük maskesi altında yürütüyor olabilirler mi?

Bu acayip, ölçüsüz, “kindar yahudi”ce, akıl ve mantık dışı İslam düşmanlığının altındaki gerçek etkenlerden biri yoksa bu mu?

 

atatürk dua ben avi ile ilgili görsel sonucu

atatürk dua ben avi ile ilgili görsel sonucu

“EY KÜRT OĞLU! EY TÜRK OĞLU!..” DEMEYİ MARİFET BİLDİĞİN İÇİN BAŞINDAN BELA DA EKSİK OLMAYACAK, ZAFER YÜZÜ DE GÖREMEYECEKSİN..

ırkçılık ile ilgili görsel sonucu

 

Merhum Mehmet Âkif’in, Safahat‘ında üç yerde şiir başlığını hadîs-i şerîflerden almış olduğu biliniyor. (Bkz. Yavuz Horoz ve Mesut Çakır, “Safahat’ta Hadis Kullanımı“, Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 9, Kars 2018, s. 47-65.)

Bu şiirlerden biri, “Nizâr Hadîsi” başlığını taşıyor.

Orada, Mehmed Akif’in mısralarından önce, hadîsin Arapça aslı ve meali yer almaktadır.

Hadîsin Arapçası şöyle:

بسم هللا الرحمن الرحيم
قال رسول هللا ص يل هللا عليه وسلم: إذا قالت نزار
يا نزار وقالت أهل اليمن يا قحطان نزل الصربورفع النرص
وسلط عليهم الحديد

Meali ise şöyle: “Nizâr evlâdı ‘Yetişin ey Nizâr oğulları!’, Yemenliler de ‘Yetişin ey Kahtân oğulları!’ dedi mi, derhal tepelerine felâket iner; üzerlerinden nusret (Allahu Teala’nın yardımı) hemen kalkar; silahlar hepsi üzerinde hükmünü icra eder.” [Nuaym b. Hammad, Kitâbu’l-fiten, (nşr. Semîr b. Emin Züheyrî), Kâhire, Mektebetü’t-Tevhid, 1991, c. I, s. 397.]

Bu hadîs-i şerîften şunu anlıyoruz: Müslüman toplumlar ırkçılık, kavmiyetçilik, milliyetçilik, kabilecilik, bölgecilik, vatancılık, ulus-devletçilik vs. davası güttükleri, özellikle soy soplarını, ırklarını öne çıkararak savaştıkları zaman, iki taraf da Allahu Teala’nın yardımından mahrum kalır.

Onları bekleyen akıbet, felakettir.

Ve bu felaket iki şekilde kendisini gösterir, Allahu Teala’nın takdirinin sonucu olan zafer ve galibiyetten mahrumiyet, ve ölüm (silahların hükmünü icra etmesi).

Ondan sonra yapabilecekleri tek şey vardır: “Sözde şehit“leriyle övünmek, gazi adını verdikleri yaralıları ve sakatlarına moral vermek için dil dökmek.

Bunu, 1980-88 yılları arasında yaşanan İran-Irak Savaşı‘nda gördük.

İki taraf sekiz koca yıl savaştı.. Ekonomileri mahvoldu.. İki ülkenin de tek kazancı sadece on binlerce “şehid”iyle övünmekten ibaretti. Savaş bittiğinde herkes yine kendi evindeydi, sınırlarda 10 santimetrelik bir değişiklik bile olmamıştı.

Fakat Saddam akıllanmadı, İran’la kavga bitince bu defa Kuveyt’e saldırdı.

Sonuç?

Sonuçta yine değişen hiçbir şey olmadı. Sadece Irak’ın başına ABD kılıcı musallat oldu.

Benzer bir kavga şimdi Yemenliler ile Suudi Arabistan arasında yaşanıyor. Herşey sona erdiğinde değişen hiçbir şey olmayacak, sadece iki taraf da kahramanlıklarıyla övündükleri “şehid”ler kazanacaklar..

Kasalarındaki para da silah tüccarı Batılı “uygar” ülkelerin refahına katkı sağlamak için yer değiştirmiş olacak.

*

Tabiî ki bu ırkçılık, Nizar oğulları, Kâhtan oğulları davası gütme “güncellemesi” sadece Araplar’a özgü değil.

Diğer müslüman toplumlar da bundan payını almış durumdalar.

Türkiye‘deki durum ise daha kötü..

Müslümanın cihad edenine Türk denir (mücahid denmez, aman ha mücahid demeyin!)“, “Türk demek müslüman demektir, o halde Türklüğümüzle övünmek sevaptır (müslüman olduğumuzu söylemeye ne gerek var cancağızım, Türk adı neyimize yetmiyor?)” türünden “derin şeytanlık” ürünü hurafeler revaçta.

Bu tür “güncellenmiş İslam” hurafeleri, çok iyi planlanmış bir propaganda kampanyası eşliğinde, sistematik ve sürekli bir biçimde, bilinçaltı mesaj tekniği de kullanılarak kabul ettirilmeye çalışılıyor.

Bu, üzerinde iyi çalışılmış, başrol oyuncuları ve figüranları özenle seçilmiş, rol paylaşımı mükemmel bir biçimde yapılmış bir süper prodüksiyon..

Önce “topçu ateşi” ve “uçak bombardımanlarıyla” arazi elverişli hale getiriliyor, karşı cephenin mevzileri yerle yeksan ediliyor. Bunun için 60 yıldır kullandıkları “kaşar” “nüfuz/tesir ajanlarını” ve yeni yetme daha cevval türedileri devreye koyuyorlar. Bunlar, “İslamcılık ideolojidir, sapıklıktır, hatta din istismarıdır” vs. diyerek, İslamcılık adına gelebilecek itirazların önünü kapatıyorlar.

Diğer taraftan da, topçu ateşiyle uygun hale getirilmiş bu araziye “piyade”yi sürüyorlar. Kırk yıldır kullandıkları tecrübeli ajan ve “eleman”lar ile onlara aldanan saflara, “Türklük zaten müslümanlığı da içeriyor, ikide bir müslüman olduğumuzu hatırlatmaya gerek yok, Türkçülük yaptığın zaman senden iyi müslüman yok demektir” dedirtiyorlar.

*

Merhum Mehmed Akif, ırkçılık konusunda şunları yazmıştı:

 

Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam,
Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?

Hani, milliyyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı Şerîat’te yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.
Arabın Türk’e; Lazın Çerkes yahud Kürd’e;
Acemin Çinliye rüchanı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta anasır mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyeti tel’în ediyor Peygamber
En büyük düşmanıdır ruh-i Nebî tefrikanın.
Adı batsın onu İslâm´a sokan kaltabanın!

 

Ne yazık ki Türkiye’de, Mehmed Akif’in sözünü ettiği “kaltabanlık” revaçta..

Kurumsallaşmış durumda.

Bizi birbirimize bağlayacak olan şey Müslümanlık iken, bu kaltabanlar, “Türk kavramı müslümanlığı da kapsıyor, dolayısıyla Türk olmayan müslümanlar da Türk olduklarını söylesinler, söylemeleri lazım, yoksa bölücülük yapmış olurlar” şeklindeki “derin şeytanlık” mamulü bir mantıksız akıl yürütme ile kaltabanlık bakır’ını gözbağcılık kalay’ı ile parlatıyorlar.

Evet, bu fikr-i kavmiyyeti, yani Türkçülük fikrini (ve de Kürtçülük vs. fikrini) birilerinin zihnine sokan, şeytan..

Ancak, bu şeytanların cin değil, özellikle ins (insan) şeytanları olduklarını belirtmek gerekiyor.

Görüldüğü gibi, Mehmed Akif, “Arnavutluk ne demek? Var mı Şerîat’te yeri?” diye soruyor.

Ancak, aynı soru “Türkiye, Kürdistan, Arabistan vs.” türünden adlandırmalar için de yöneltilebilir: “Türkiye ne demek? Var mı Şerîat’te yeri?”

Ve bu noktada Mehmed Akif’in, “derin tasmalı” birilerinin “Selefî, tekfirci, Haricî kafalı, yobaz vs.” şeklinde suçlamalarda bulunmalarına imkân verecek şekilde şu fetvayı verdiğini görüyoruz:

“Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri.”

Küfür olur, çünkü, yine Mehmed Akif’in belirttiği gibi, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem (ve böylece Şerîat) ırkçılık/milliyetçilik fikrini tel’in ediyor, lanetliyor.

Şerîat’ın lanetlediği birşeyi en büyük ilke, ülkü ve ideal haline getirerek Resulullah Efendimiz’i “reis/önder” olarak tanımama cinayeti işleyenlerin kâfir olacağı ise şüphesizdir.

Evet, Merhum Mehmed Akif, aslen Arnavut olduğu için, “Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri” hakikatini Arnavutluk örneği üzerinden söylüyordu.

İğneyi kendisine batırıyordu, ve çuvaldızı karşısındakine batırmak yerine, tutup onu da yine kendisine batırıyordu.

Peki, “derin tasmalılar”, benzer şeyleri kendi ırkları, kendi ırkçılıkları için de söyleyebilirler mi?

Mehmed Akif’le birlikte “Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz” kabilinden sırıtarak Arnavutluk’a hakaret eden, Arnavutlar’ı tekfir eden bu “derin tasmalılar”, ya Mehmed Akif’in “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” kabilinden sergilediği nezaketin değerini anlamayacak kadar eblehler, ya da, Müslümanlıktan nasipdar olmayı geçtik, insanların dinî duygularını kendi bencil ırkçılıkları için istismar edebilecek kadar insaniyetten mahrumlar.

*

İmam hatip lisesi allâmesi Recep Tayyip Erdoğan, şimdi DAEŞ dedikleri IŞİD’lileri tekfir ettiği bir konuşmasında, “Alna Kelime-i Tevhid bandı asmakla Müslüman olunmaz. Allah lafzının istismar edilmesiyle müslüman olunmaz, bunların İslam’la alakası yoktur” demişti.

Aynı şey, mesela bugün “halkı müslüman” devletlerin pekçoğunun bayrağında yer alan hilal sembolü için de pekâla söylenebilir.

Eğer siz Şerîat’e samimi bir şekilde bağlı iseniz, devlet olarak İslam’a bağlı iseniz, mesele yok.

Fakat, bir taraftan İslam’a ve Şeriat’e (kendi irade ve ihtiyarınızla) düşmanlık yapıyor ya da onu yok sayıyorsanız, bayrağınıza hilali koymakla, (hilalin sembolize ettiği Şeriat’e değer vermediğiniz halde) hilali istismar etmekle, müslüman olamazsınız. (Mecelle‘de “Birşeyin tamamı ele geçmiyorsa, hepsi terk olunmaz” denilmiştir. Bu, “Madem Şeriat yok, bayrakta hilal de olmasın” demek değildir. “Evet ama yetmez” demektir.)

O takdirde, birileri sizin için, tıpkı Erdoğan’ın dediği şekilde, “Bunların İslam’la alâkası yoktur” derse, “Vayy tekfirciler, yobazlar, Haricîler…” diye yaygara koparmak yerine, uyguladığınız çifte standart ahlâksızlığı üzerinde düşünme dürüstlüğünü göstermeniz gerekir.

Bayrağınızda hilal bulunabilir, fakat eğer siz ırkçılığa ve ulus-devletçiliğe çağırıyorsanız, bayrağınızı, aşağıya aldığımız hadîs-i şerîfte ifade edildiği şekilde körükörüne çekiyorsanız, sizin Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile bir alâkanız kalmaz:

 

“Kim [Şeriat’in hakim olduğu bir devlette] imama itaatten çıkar, cemaatten [Müslüman topluluğundan] ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körükörüne (‘amyâ, âmâca) çekilmiş bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için öfkelenir veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür [şehitlik değildir]. Kim ümmetimin üzerine gelip [başına geçip] iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü’min olanlarına hürmet tanımaz, ahid sahibine [sözleşme sahibine, ki anayasalar bugün toplumsal/kolektif sözleşme demektir] verdiği sözü de yerine getirmezse [hukuka riayet etmezse] o, benden değildir, ben de ondan değilim.” [Müslim, İmâret, 53, 57: Nesâî, Tahrim, 28; İbn Mâce, Fiten 7.]

 

Bu hadîs-i şerîfin işaret ettiği gerçek şudur: Laik (dini olmayan, ve böylece dinler arasında tarafsız kalan, dinsiz olduğu için herhangi bir dine aidiyet zorunluluğunu kabul etmeyen) bir ulus-devletin (ırk/millet esasına dayalı devletin) ulus-devlet davası için öfkelenen, böylesi bir davaya insanları çağıran, veya yardımcı olan, ve bu arada da ölen kimse, müslüman olduğunu söylese bile, İslam değil, küfür üzere ölmüştür.

Şehit olmak bir tarafa, müslüman olarak bile ölmeyi başaramamıştır.

*

Bunları yazmak gerekiyor, çünkü, Erdoğan’ın işaret ettiği gibi, bilgilerimizi “güncellemek” önemli.