SEYFİ SAY’DAN MEKTUP – 2

(DR. SEYFİ SAY BEY’DEN OKURLARIMIZA BİR MESAJ DAHA VAR..

İLETMEYİ VAZİFE BİLİYORUZ.

SAYGILARIMIZLA..

TENBİH YAYIN EKİBİ)

*

DEĞERLİ TENBİH.WORDPRESS.COM OKURLARININ BİLGİSİNE,

Birileri göstere göstere e-mail hesabıma giriyorlar.

Kimler olduğunu tahmin etmek zor değil.

Seyfi Say

*

Güvenlik uyarısı

Gelen Kutusu
x

Google no-reply@accounts.google.com

11:23 (56 dakika önce)

Alıcı: ben

Yeni cihaz şu hesapta oturum açtı:
seyfisay@gmail.com
1 saat önce

Windows cihazında yeni oturum açma işlemi

seyfisay@gmail.com
Bu işlemi yapan siz değilseniz hesabınız tehlikededir
Windows
Vostro 3650
Bingöl, Türkiye
Bu cihaz

SEYFİ SAY’A CEVAP

 

Almanya‘nın 1939 yılında Polonya’yı nasıl işgal ettiğini biliyor musunuz?

Hangi gerekçeyle?

Biliyor olabilirsiniz, fakat biz yine de anlatalım.

31 Ağustos 1939 gecesi..

Polonyalı askerler, Almanya’nın, Polonya sınırındaki Gleiwitz (Gliwice) Radyo Kulesi’ne saldırırlar.

Radyo Kulesi’ni terk etmeden önce, radyodan, Polonya dilinde (Lehçe), Almanya karşıtı bir mesaj yayınlarlar.

Sadece bunu yapmamış, üzerlerinde Alman üniforması bulunan birkaç kişiyi de öldürmüşlerdir.

Cesetler yerlerde kanlar içinde yatmaktadır.

*

Doğal olarak Almanya, kendi topraklarında yapılan bu katliamı nefretle ve en ağır bir dille lanetler.

Ölenlerin kanlarının yerde kalmayacağını ilan eder.

Fakat, sadece lanetlemekle yetinmez.

Polonya’ya savaş ilan ettiğini duyurur.

Ve bu ülkeyi topraklarına katar.

İkinci Dünya Savaşı başlamıştır.

*

İşin içyüzü ise başkaydı.

Katliam yapan Polonyalı askerler, gerçekte Polonya askerî üniformasını giymiş Alman (Nazi) ajanlarıydılar.

Öldürülenler ise, Polonya yanlısı (Nazi karşıtı) bir Alman çiftçi ile (Münih yakınlarındaki) Dachau toplama kampından getirilmiş mahkumlardı.

Onlara Alman üniformaları giydirilmiş ve katledilmişlerdi.

*

Bu tür eylemlere “sahte bayrak” (false flag) operasyonları adı veriliyor.

Sahte üniforma değil de sahte bayrak denilmesi, geçmişte bu tür operasyonların daha çok denizlerde yapılmış ve bunun için gemilere sahte bayraklar çekilmiş olmasından kaynaklanıyor.

Mesela İstanbul ile Mısır arasında sefer yapan bir Osmanlı ticaret gemisini ya da hacı taşıyan yolcu gemisini düşünelim.

Onları gören bir Venedik savaş gemisi Osmanlı bayrağı çekip (paranoyak ve vehimli olmayan) gemi mürettebatını aldatabiliyor ve gafil davranmalarını sağlayabiliyordu.

*

Bu tür sahte bayrak operasyonlarını sadece Naziler yapmadılar.

Sovyetler Birliği de (Rusya) aynı şeyi Finlandiya’ya karşı yaptı.

Kasım 1939’da Rusya’nın Finlandiya sınırı yakınındaki Mainila köyü, kimliği bilinmeyen saldırganlarca bombalandı.

Rusya, bu saldırıdan Finlandiya’yı sorumlu tuttu ve bu ülkeye savaş açtı.

Olayın asıl faillerinin Rus gizli servisi (o zamanki adıyla NKVD) mensubu ajanlar olduğu ancak yıllar sonra ortaya çıktı.

*

Peki Türkiye, böylesi eylemler yapabilir mi?

Cevabı belki de şu satırlarda bulunuyor:

 

2014 yılında yayımlanan ve ortam dinlemesi olduğu anlaşılan kayıtta, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler arasında bir savaş toplantısı gerçekleşmişti. İddiaya göre Suriye’ye savaş açabilmek için nasıl gerekçeler bulunabileceğini tartışan isimler, bunun için Süleyman Şah Türbesi’ne yapılan müdahaleyi kullanmak istiyordu. Ses kaydında Hakan Fidan’a ait olduğu öne sürülen sesin ise “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim. Türkiye’ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine’de saldırtırız” dediği iddia ediliyordu.

 

Bu “kayıt” çerçevesinde düşünüldüğünde, olayın Hakan Fidan’ın “kişisel fantezisi” olmadığı, bir geleneğe işaret ettiği, ve diğer devlet kurumlarınca onaylanan bir “devlet politikası”na karşılık geldiği söylenebilir.

Türkiye’nin “vatan-severler”inin, elin Rus’u, Alman’ı, İngiliz’i, Hindu’su ve daha bilmem ne belasından neyi eksik?

Türkiye’dekilerin başı kel mi?

Türk insanı daha mı az çağdaş, muasır medeniyet seviyesini yakalama yolunda hiç mi mesafe katedememiş?

*

Gelelim asıl mevzuya..

Bu tür sahte bayrak operasyonları sadece bildiğimiz türden savaşlarda değil, psikolojik harpte ve kültür savaşında da kullanılıyor.

Diyelim ki bağımsız (yani istihbarat örgütlerinin güdümünde olmayan) bir yazarsınız..

Misal, Nurcusunuz..

Bediüzzaman‘ın tavsiyeleri çerçevesinde bütün müslümanlara karşı müsamahakâr ve hoşgörülü davranmaya çalışıyor olabilirsiniz.

Bakarsınız bir selefî, yahut (Haydar Baş vs. tipi) bir tarikatçı size hakaret, tekfir, aşağılama, her ne ararsanız bulunduran zehir zemberek bir mesaj gönderebilir.

Bu işleri bilmiyorsanız “gaza gelip” sahte bayrağa saydırabilir ve birilerinin size bakıp kıs kıs gülmesine yol açabilirsiniz.

Tersi de olabilir, sözde Ehl-i Sünnet adına, “Şeriat, tağut, İslam devleti” gibi kavramları önemseyen müslümanlara ahlâk, tarikat, tasavvuf vs. adına savaş açan dingolarla karşılaşabilirsiniz.

Karşınızdaki kişi ya içi kâfir dışı müslüman bir münafıktır, ya da, kemirmesine izin verilen kemiğin hatırına bir talimatı yerine getiren kemirgen hocadır.

(MİT‘in ve devletluların çalışma yöntemleri söz konusu olduğunda “Vatanseverlik numarası altında ahlâksızlık, sahtekârlık, yalancılık, fitnecilik yapmayın!” demezler, vatanseverlik-yerlilik-millilik kibarlığı, zarafeti, inceliği, oynaklığı, akrobatlığı ve kıvraklığından belleri yamulur, omurgaları hurdahaş olur.)

*

Seyfi Say kardeşimize tavsiyem şu: Kendisine sahte bayrak altında saldıran kullanışlı “kukla”lara takılıp kalmasın.

Kendi işine baksın..

SEYFİ SAY’DAN MEKTUP VAR

(DERİN ALÇAKLARIN AKADEMİSYENLERİ FİŞLEDİKLERİ WWW.AKADEMİKBİLGİSİSTEMİ.COM ADLI İNTERNET SİTESİNDE HAKKINDA İZİNSİZ SAYFA AÇILAN, FOTOĞRAFI OLARAK İLAHİYATÇI EBUBEKİR SİFİL’İN RESMİ YAYINLANAN VE İKAZLARA RAĞMEN DÜZELTME YAPILMAYAN SEYFİ SAY’DAN AÇIKLAMA)

MESAJININ ÖZETİ: “KUMPASLARIN HEDEFİNDEYİM”

(İLAVELERLE GÜNCELLENMİŞ YAZI)

 

[Kimi yazılarını iktibas etmiş bulunduğumuz Dr. Seyfi Say Bey, yayınlanması ricasıyla bir mesaj göndermiş bulunuyor.

Okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Tenbih.wordpress.com yayın ekibi]

*

Prof.Dr. KAYA YILMAZ | AVESİS

 

PROF. UNVANLI BİR AKADEMİK SOYTARIYA (KAYA YILMAZ ADLI ŞAKLABANA) CEVAP

 

Dr. Seyfi Say

 

Bilenler biliyor, academia.edu adlı internet sitesinde GÜNÜMÜZ MEŞAYİHİNİN TASAVVUF TELAKKİSİNDEKİ SORUNLAR: M. ESAD COŞAN ÖRNEĞİ başlıklı bir makalem yer alıyor.

Bilimsel bir makale..

Orada “kişisel” hiçbir şey yok.

Yani o yazıda, merhum Es’ad Efendi’nin şahsına yönelik herhangi bir olumsuz değerlendirme bulunmuyor.

Ancak, tasavvuf ve tarikatlara ilişkin görüşlerini tenkide tabi tutmuş durumdayız.

*

Bilindiği gibi, “ilim“de hatır gönül olmaz.

Tevbe Suresi’nin 31’inci ayeti, yanlış olduğunu bildiği halde ulemanın sözlerini tasdik etmenin onları “rabler” edinmek ve şirke düşmek anlamına geldiğini ortaya koymaktadır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez“.

Okulumuzdaki/ekolümüzdeki üstadlar/hocalar ne demişse sadece o doğrudur, asla yanılmazlar, sözleri gökten inmiş kutsal vahiy gibidir” şeklindeki skolastik zihniyeti Batı, ancak Endülüs ve Haçlı seferleri sayesinde İslam’ın ışığı ile tanıştıktan sonra aşabildi ve gelişme gösterebildi.

*

Es’ad Efendi vefat ettiğinde, Prof. Nazif Gürdoğan‘ın talebi üzerine Yeni Şafak için bir yazı dizisi kaleme almıştım.

Daha önce de onu, Erbakan‘la olan ihtilafında (İslâm ve Kadın ve Aile dergilerindeki) yazılarımla ve ayrıca yurtiçi ve yurtdışında yapığım konuşmalarla desteklemiştim.

Yaşım ilerledikçe ve daha fazla şey okuma imkânı buldukça savunduğum bazı görüşlerin ve onun hakkındaki kimi kanaatlerimin hatalı olduğunu fark ettim.

Aynı şekilde Es’ad Efendi’nin birçok beyanının da yanlış olduğunu anladım.

Hatalarımı itiraf etmem ve düzeltmem, yanlıştan döndüğümü açıklamam gerekiyordu.

*

GÜNÜMÜZ MEŞAYİHİNİN TASAVVUF TELAKKİSİNDEKİ SORUNLAR: M. ESAD COŞAN ÖRNEĞİ başlıklı makalem akademik üslupla kaleme alınmıştır, fakat “sonuç” bölümü bulunmamaktadır.

“Sonuç” bölümünü, okurların idrakine bıraktım.

Yazı boyunca ise, Es’ad Efendi’nin ifadelerini aynen aktararak tartıştım.

Birçok kişinin, tartışma konusu yaptıkları ifadeleri aynen aktarmak yerine bilinçli bir biçimde çarpıtarak naklettiklerini biliyorum.

Tartıştığım sözleri aynen aktarıyorum ki, şayet değerlendirmelerimde bir yanlışlık varsa, okurlar bunu görebilsinler.

*

Söz konusu makaleme, Kaya Yılmaz adını taşıyan biri, kişilik bozukluğu olarak yorumlanabilecek bir yorum eklemiş.

Bu şahıs, Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi‘nde prof. olarak çalışıyormuş.

Alanına gelince.. Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı..

Yani, fakültesindeki öğrencilere, sosyal bilgiler dersinin nasıl okutulacağını öğretiyor diyebiliriz.

Ders verdiği alanı bildiğini varsayabiliriz.

Fakat, yazıma eklediği yorumdan anlaşılıyor ki, bütün bildiği bundan ibaret..

Başka birşey bildiği yok.. Edep ve terbiyeden, “kendini bilmek”ten sorarsanız, hiç bilmiyor.. Yanından yöresinden bile geçmemiş.

İfadeleri şöyle:

 

Esad coşan hoca efendiden senin ne alıp veremediği var?? Daha önce de internette benzer yazılar yazmış oğlunu sinsi olmakla suclamistin. USA’da egitimde kendi alanimda iyi 3.sirada yer alan bir araştırma üniversitesinde doktora yapmış biri olarak sesleniyorum. Tüm çabaların boşuna!!! Sen once tasavvufu anla sonra Yaz!! Esad hocamızın gönüllere kurduğu taht bakidir, senin gibiler sadece kaya’nın tozunu alır!!!

 

İsim ve resim olmasa, ilk cümleyi okuyan biri, “Bunu, Türkçe’si bozuk yaşlı bir Rum kadını yazmış galiba” diye düşünebilir.

Üslup ve şive, öyle..

İkinci cümledeki Muharrem Nureddin Coşan avukatlığına gelelim.. Bu, Nureddin’le benim aramdaki mesele.. Bu soytarının dertlenmesine gerek yok.

Üçüncü cümleye gelelim:

 

“USA’da egitimde kendi alanimda iyi 3.sirada yer alan bir araştırma üniversitesinde doktora yapmış biri olarak sesleniyorum.”

 

Aferin!..

Bak soytarı, seni okuduğun okul değil, aklın, mantığın, bilgi birikimin ve edebin adam yapar.

Bir defa, böyle okuduğu okulu adamın gözüne sokarak lafa başlayan biri, kendisinin kişilik bozukluğu ile malul olduğunu ilan etmiş olur.

İkincisi, Türkçe‘yi böyle kullanan biri, ana dilini unutup kendisini sadece İngilizce‘ye verdiği için yabancı dil sınavlarında iyi puan alabilir, ve de Amerika’da doktora da yapabilir, fakat benim mezun olduğum lisede edebiyat dersinden geçemez ve liseden yaş haddinden dolayı diplomasız olarak “emekli” edilirdi.

Tasdiknamesine de, “Düzgün cümle kuramıyor olması mental açıdan bir arızaya işaret ediyor olabilir, bir akıl hastanesinde muayene edilmesinde yarar var” diye yazılırdı.

*

Sonraki cümlelere geçelim:

“Tüm çabaların boşuna!!! Sen once tasavvufu anla sonra Yaz!! “

Emrin olur!

Merhum Es’ad Efendi, beni tasavvuf ve tarikati anlatmak için Avustralya ve Almanya’ya gönderdiği gibi, vefatından önce de, (Amerika’daki doktora öğrencileri bir hoca istedikleri için) temsilcisi olarak ABD’ye yerleşmemi istemişti.

Amerikalılar, vize vermediler.

Cemaatin dergileri ile gazetesinde tasavvuf konulu yazılar kaleme aldığım gibi, bir ara faaliyet gösteren televizyonunda da, Nureddin Ayaz‘ın sunuculuğunu yaptığı programlarda, tasavvuf konulu konuşmalar yapmıştım. (Bunları övünmek için yazmıyorum.. O programlardan biri için buluştuğumuzda Nureddin Ayaz, bana, Es’ad Efendi‘nin gıyabımda, “Seyfi Say profesörleri cebinden çıkarır” demiş olduğunu söylemişti. Bunu hiçbir yerde ve hiçbir zaman söylemedim ve yazmadım. İlk kez burada açıklıyorum.)

Bu Kaya Yılmaz adlı akademik soytarı, edepsizlik ve şımarıklığı meziyet zanneden angut, bana “Sen once tasavvufu anla sonra Yaz!!” diyebildiğine göre, benim anlayamadığım tasavvufu anlamış.

O halde, (Uğur Mumcu‘nun tabirini kullanmak gerekirse) bohçacı kadın şirretliği, arsızlığı ve yaygaracılığı ile böyle tiz sesle çığlıklar atarak Afrika dansı yapacağına, tasavvufun ne olduğunu bir makale ile bana ve bütün bir topluma anlatabilir.

Elini tutan yok..

*

Bu soytarının yorumuna, aynı mecrada şöyle bir yorumla cevap vermiştim:

 

Seyfi Say
Senden önce Konya’dan yaşlı bir piyonlarını satranç tahtasında öne sürmüşlerdi. Devamının geleceğini tahmin ediyordum, şimdi senin gibi bir atı mahmuzlamış durumdalar. İnternette de sözde FETÖ’cü vs. görünümlü sahte hesaplarını hareketlendirdiler. Seni güdenlere söyle, böylesi lüzumsuzlukları bıraksınlar. (Bu mesajım sana değil, seni konuşturanlara. Seni mazur görüyorum)

 

Bir saat sonra bana şöyle bir cevap vermişti:

 

Kaya Yilmaz
Ben hiçbir tarikata bağlı değilim ve çoğuna karşıyım. Tarikat ayağı ile liyakatsiz ve kifayetsizler özellikle bu iktidar döneminde en üst mevkilere geldiler. Ama Esad hocaefendi r.a. İslami yasayan birisiydi. Öğrencilik yıllarımda İskenderpaşa da pazar günleri vaazlarini dinlemeye giderdim. Oğlunu tanımam.
İslami yasamayip tasavvuf üzerine akademik eserler yazaarin celiskisibi ortaya koyan bir yazı yazmak varken, Esad hocanın hataları diye söylediklerini didik didik etmekten ne geçiyor elinize? Egonuzu tatmin mi??Bu arada siz önce erciyese nasıl geçtiniz, iletisim fakültesine kapak attınız önce bunu düşünün!! Baktım eğitim bilgileri vs hep boş ama yayinlar girilmis ve iletişimle ilgili değil. Siz arka plana bakıyorum ve soruyorum, o fakültede ne işiniz var??

 

Bu soytarının, böyle Es’ad Efendi avukatlığına soyunmuş olmasının “Es’ad Efendi sevgisi“nden kaynaklanmadığını biliyorum.

Zaten, “hiçbir tarikata bağlı” da değilmiş..

Ama nasıl oluyorsa, böylesi bir “gecikmiş Es’ad Efendi aşkı” hummasına yakalanabiliyor.

Bu tür numaraları bilirim..

Maksat, Es’ad Efendi’yi savunuyor “ayaklarına yatarak” beni provake etmek.. Es’ad Efendi vadisine çekerek o paranteze hapsetmek.. (Hesap şu: Ne olur ne olmaz, Seyfi Say, yaşayan “görevli/irtibatlı/akredite” TSE damgalı “hoca”ların zırvalarını tartışmaya kalkışabilir. Onlar yerine merhum Es’ad Efendi’yi tartışsın dursun. Ama bunun için önce onu provoke etmeli, “duygularıyla oynayarak” kışkırtmalıyız.. )

Es’ad Efendi hakkında söyleyeceklerimi (söylemezsem vebalde kalacağımı, sükut ikrardan gelir fehvasınca onay vermiş sayılacağımı düşündüğüm kimi hususlardaki itirazlarımı) söyledim.. Daha fazlasını söyleyecek değilim.. (Daha önce fark etmemiş olduğum itikaden önemli bir hatasını görürsem o başka.. Yoksa, böylesi “nalları ters çakılmış at izleri”nin peşine takılacak değilim.. Bundan Allahu Teala’ya sığınırım. Öte yandan, Es’ad Efendi’ye yönelik eleştirilerimde hatalar bulunduğunu bana ilmî delillerle gösteren olursa, düzeltme yazısı yayınlayarak hatalarımı itiraf etmekten Allah’ın izniyle kaçınmam. Hatta böylesi birşeyi “nimet” kabul ederim, “nimet/lütuf” kabul etmem gerekir. Çünkü, ahirete, doğru görüşlere reddiye yazmış olarak gitmek istemem. Bununla birlikte, “istihbaratçılar”ın kaleminden çıktığından şüphe etmediğim futbol takımı amigosu üslubuyla yazılmış provokatif “Esad hocamızın gönüllere kurduğu taht bakidir, senin gibiler sadece kaya’nın tozunu alır!!!” şeklindeki arsız ve yırtık şirretliklerin, yazılarıma verilmiş bir cevap olmadığını da, asıl maksadın başka olduğunu da bilmiyor değilim.)

*

Erciyes macerasına gelince.. Bu soytarı, bu noktada haklı.. İletişim Fakültesi‘ne gitmem, yapılan daveti/çağrıyı kabul etmem bir hata idi..

Bundan iki buçuk yıl önce, 2018 yılı başlarında, benim doktora tez danışmanım Prof. Osman Gazi Özgüdenli, akademik hayatımı Marmara Üniversitesi‘nde devam ettirmem konusunda bana ısrar edince, düşünmek için 10-15 gün süre istemiş, fakat sadece 15 saat kadar sonra bir SMS mesajı göndererek hayır cevabını vermiştim. (Aslında Erciyes’e gitmeden önce, dönemin Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Marmara Üniversitesi’nin akademik kadrosunda yer almam için rektörle konuşma teklifinde bulunmuş, kabul etmemiştim. Bana böylesi edepsiz mesajlarla artistlik yapan Marmara Üniversitesi soytarısı dangalak, çalıştığı üniversitede görev almaya tenezzül etmediğimi anlasın ve edebini takınsın.)

Bu soytarılık mesleğinin yüz karası, benim hakkımda bir de “Baktım eğitim bilgileri vs hep boş ama yayinlar girilmis ve iletişimle ilgili değil” diyor.

Bundan neyi kastettiğini anlayamadım..

Okuduğum okullar için mi “boş” diyor, yoksa üniversitenin benimle ilgili sayfasında bu bilgilerin olması gereken yer mi boş, bilemiyorum. (Sayfaya bakmayı da gerekli görmüyorum.)

Yayın bilgilerinin girilmesine gelince..

Oraya hiçbir yayın bilgisi girmemiştim. Bölüm başkanı Doç. Mustafa Akdağ (M. A.) (sonradan prof. ve dekan oldu) girmemi istediği için yazma durumunda kalmıştım.

*

Bu şımarık soytarı, kimsenin kendisine hesap vermek zorunda olmadığını bile daha anlayamamış.

Umarım bu cevap ona kâfi gelir.

*

[EK: Bu soytarının ikinci yorumuna şu cevabı vermiştim: “Yularını elinde tutanlara sor, anlatsınlar.”

Üç saat sonra (“Abi”leri üç saat boyunca karar verememiş olmalılar) şu cevap geldi:

 

Kaya Yilmaz
Sıkışınca ve cevap veremeyince böyle hakaret ederek gerçek yüzünü açığa çıkarırsın. Senin seviyene inip aynı şekilde hakaretle karşılık vermeyecegim. Ama sana hukuk yoluyla iyi bir ders vereceğim. Hakaretle karşılık vermek.yerine hakaretten dava açarak!!!

 

Bu şahsın havalı bir üslupla bana “hukuk yoluyla iyi bir ders vermekten” söz etmesini, ders vereceğinden bu kadar emin olmasını ilginç bulmadığımı söyleyemem.

Nasıl bir “güvence”ye sahipse?.. (Dava açar mı, açar! Çünkü, onu kullananlar her halükârda masraflarını karşılarlar, yani zarar ziyanı olmaz, bu bir.. İkincisi, yine onu kullananlar, üzerime salanlar, “portföy”lerindeki bir avukatı da ona gönderirler, yani dava işi bu şahsı yormaz, vaktini almaz.)

Cevabım şu oldu:

 

Seyfi Say
Derdin anlaşıldı. Aşağılayıcı, “ego”lu, “boş”lu tahrikler ve provakatif laflarla kışkırtmak ve sonra da uygun bir cevap alınca hemen mahkeme kapısına koşmak.. Sana bu aklı verenler uygun hakimler de ayarlarlar mı, ayarlayabiliyorlar mı bilmiyorum.
Sıkışınca ve cevap veremeyinceymiş.. Sana cevap vermek zorunda mıyım alçak? Senin aşağılayıcı tuzak lafların benim makaleme bir cevap mı?

 

Yukarıdaki yazımda, daha önce şunu yazmıştım:

 

Okuduğum okullar için mi “boş” diyor, yoksa üniversitenin benimle ilgili sayfasında bu bilgilerin olması gereken yer mi boş, bilemiyorum. (Sayfaya bakmayı da gerekli görmüyorum.)

 

Bugün (12 Temmuz 2020) saat 02:22’de baktığımda, söz konusu sayfanın boş olduğunu gördüm.

Boşaltılmış.

Şaşırmadım. (Bu arada şunu da belirteyim, “derin” alçaklar tarafından idare edildiği açık olan bir internet sitesi var: https://www.akademikbilgisistemi.com. Bu şerefsizler benim bilgim ve iznim dışında benim için de bir sayfa açmış ve fotoğrafım olarak da ilahiyatçı Ebubekir Sifil‘in resmini koymuş durumdalar. E-mail vasıtasıyla birkaç defa ikaz ettiğim halde düzeltmediler.)

*

Bu arada, yıllar önce, fakülte yönetimi ile istihbaratçıların (MİT’çilerin) diyaloğunun gayet iyi olduğunu, gerektiğinde aralarında “paslaştıklarını” öğrenmemi sağlayan bir olay yaşamış olduğumu da belirtmeliyim.

2014-15 öğretim yılıydı..

Gazetecilik bölümü ikinci sınıf öğrencilerine de ders veriyordum.

Sınıfta en ön sırada oturan öğrencilerden biri Afganistanlı Beşir Amatayderi idi. Çocuksu duruşlu, çelimsiz bir gençti.

Bir gün fakültedeki odama geldi.

“Hocam” dedi, sınıfımızdaki birkaç Kürt öğrenci dün gece beni yolda yalnız gördüler, dövmek istediler, kaçtım, beni kovaladılar, ellerinden bir duvardan atlayıp zor kurtuldum. Ne yapmalıyım hocam, çok korkuyorum“.

Beşir’e, “Burası dağ başı değil” dedim, “hiçbir şey yapamazlar”.

Ve, “Kim bu çocuklar?” diye sordum. “Hocam, sınıfın en arkasında yan yana oturanlar var ya, onlar” dedi.

Beşir’e, hem fakülte dekanlığına şikâyet dilekçesi vermesini, hem de savcılığa suç duyurusunda bulunmasını söyledim.

“Şimdi dekan yardımcısı Doç. Mustafa Koçer‘i arayacağım, ona git, durumu anlat ve gerekli dilekçeyi ver. Gelişmelerin seyri hakkında da beni bilgilendir” dedim.

*

Beşir, bir hafta kadar sonra yanıma geldi.

Mustafa Koçer’in odasına gittiğinde dekan Prof. Hamza Çakır’ı ve diğer dekan yardımcısı Doç. Hakan Aydın‘ı da orada bulduğunu, “Niye doğrudan bize gelmedin?” dediklerini söyledi.

Sonuç ise şu olmuş: Hakan Aydın, söz konusu öğrencileri makamına çağırıp “haşlamış”..

Bir iki gün sonra da MİT’çiler o öğrencileri telefonla arayıp “Beşir’i rahat bırakın, yoksa kötü olur” demişler, ve bu, Beşir’e bildirilmiş.

“Peki, suç duyurusu, şikâyet dilekçesi filan?..” diye sordum.

Hayır, bunlara gerek duyulmamıştı, Hakan Aydın’ın o öğrencilerin kulağını çekmesinin ve de MİT’in gözdağı vermesinin yeterli olacağı anlaşılmıştı.

*

Sonradan, Beşir‘in anlattığı hikâyenin bir “kurgu” olabileceğini düşünmeye başladım.

Bu “yabancı ülke vatandaşı misafir öğrencilere” MİT’in özel ilgi gösterdiğini, devletin onları geleceğe yönelik bir “yatırım” olarak gördüğünü anlamak için çok fazla şey bilmek gerekmiyordu.

Ayrıca, Kayseri gibi “milliyetçi-Türkçü” bir kentte okuyan Kürt öğrencilerin büyük çoğunluğunun “potansiyel tehlike” kategorisinde değil, “devletin itaatkâr Kürtleri” arasında yer aldıkları düşünülebilirdi.

Bunun yanı sıra MİT’in böylesi “MİT’ten arıyorum” türünden telefon hizmeti bulunmadığı da kesindi. Gözdağı verilecekse iki tane polis alır götürür karakolda biraz soğuk zeminde bekletir bırakırlardı. Ya da tenha yollarda “kimliği meçhul” kişilerce mesaj verilirdi.

Beşir’in, daha önce hiç odama uğramamışken (ve daha sonra hiç uğramayacakken) böylesi bir konu için yanıma gelmiş olması da ilginçti.

Acaba birileri benim o Kürt öğrencileri sınıfta hedef alacağımı, onlarla “dalaşacağımı” varsaymış ya da hedeflemiş olabilirler miydi?

Ve de bunun için Beşir ile o gençler arasında rol dağılımı yapılmış olabilir miydi?

*

Bugünlerde başka türden ilginçlikler de yaşıyorum.

Daha da yaşayacağımı sanıyorum.

Çünkü, karşımdaki kişilerin A, olmadı B, olmadı C, o da olmadı D gibi planlar yapmış olduklarının farkındayım.

Daha iki gün önce (10 Temmuz 2020 Cuma) yaşadığım bir ilginçlik hakkında KuveytTürk‘ün müşteri hizmetleri birimine göndermiş olduğum e-posta mesajı şöyle:

 

Selam…

Bugün (10 Temmuz 2020) saat 16:48’de 4443123 numaralı telefondan arandım. Telefon numaram: 0506 504 XX XX.

Bana, KuveytTürk’teki hesabıma yanlışlıkla bir para yatırılmış olduğu, bu paranın iadesi için kendilerine telefonda onay vermem gerektiği söylendi. İstersem bir şubeye de gidip hallettirebilirmişim. (Tabiî o saatte artık şubeye yetişemem, ya Pazartesi’yi bekleyeceğim ya da telefonda onay vereceğim.)

Parayı gönderenlerin kim olduğunu sorduğumda, cevap verilmesi için önce annemin kızlık soyadını vs. söylemem istendi. (Tabiî benim arayan kişiye KuveytTürk’ün annesinin kızlık soyadını sorma şansım yok.. KuveytTürk’ü ben aramış olsam, “Siz gerçekten KuveytTürk müsünüz?” diye sormam abes olur. Ama ben, aranan kişiyim. Dolayısıyla benim telefon numaramın sahte olması ihtimali yok, arayan numaranın var.)

Ben telefonda bu tür bilgiler veremeyeceğimi söyleyince, herhangi bir KuveytTürk şubesine uğramam söylendi.

Sizden öğrenmek istediğim şu: Gerçekten sizin tarafınızdan mı arandım?

Arayan siz değilseniz, lütfen bildiriniz.

Arayan siz iseniz, o takdirde şunu bilmek istiyorum: Yıllar önce KuveytTürk’te bir hesabım vardı, fakat kapattırmıştım. Olay eski, kapattırdığım yılı bile tam hatırlayamıyorum. Kapanmış (olmayan, olmaması gereken) bir hesaba para nasıl yatıyor, bunu bilmek istiyorum.

Evet, arayan siz iseniz bir de talebim var: Lütfen bana, hesabıma yanlışlıkla para yatırılmış olduğunu ve iadesinin talep edildiğini hem e-mail ile hem de kâğıt üzerinde yazılı olarak bildiriniz.

Eğer bu yanlışlık para gönderenlerin değil de bankanın hatası olsaydı, düzeltmek için bana haber vermeniz gerekmezdi. Benden onay istenildiğine göre, bu hata, parayı gönderenlerin hatası.

Ancak, geçmişte birçok kumpasla karşılaşmış, haksızlığa uğramış, sıkıntı ve mağduriyet yaşamış biri olarak, bazen hata görünümlü tuzaklar hazırlanabildiğini de biliyorum.

Yarın bir gün bana, “PKK, FETÖ, (uyuşturucu veya haraç işine bulaşmış) bir mafya çetesi veya başka türden kanunsuz kişilerle bağlantılı olduğum, aramızda para ilişkileri bulunduğu” yönünde bir suçlama yapılmayacağından emin olamayacağımı bilecek kadar uzun, öğrenecek kadar da çok şey yaşadım.

Bunları yazmak zorunda kaldığım için üzgünüm.

Selamlar…

PROF. MAHMUD ESAD COŞAN HOCA KAZASI/SUİKASTİ..

VE S. G.

VE DE SEYFİ SAY..

 

 

 

Yazı, internet sitesine dokuz gün önce, yani 2 Temmuz 2020 tarihinde konulmuş..

S. G. ise, yazıya sekiz gün önce, yani yayınlanmasından bir gün sonra iki adet yorum eklemiş.

Yazıyı yayınlayan sitenin adı mutlakaoku.com.

Yayınlanan yazının yazarı, yazının en sonunda belirtiliyor: LkmnReport.

Evet, yazının kaynağı, LkmnReport@LkmnTR şeklindeki bir Twitter hesabı..

*

Gelelim alıntılanan yazıya..

Şöyle:

 

Mahmud Esad Coşan

2 Temmuz 2020

SiyasetTarih

5 Yorum

 

KİM BU S.G ? | Nakşibendi tarikatının Halidî kolu olan dergahın kamuoyunda bilinen adı ile İskenderpaşa Cemaati’nin diğer isimle Hakyolcuların Lideri Prof. Dr. Esad Coşan Hocaefendi 28 Şubat sürecinde “dost bir uyarı sonucu” Türkiye’yi terk ederek yurt dışına çıkmıştı.

Önce Almanya’ya daha sonra ise Avustralya’ya yerleşerek irşat ve ilim faaliyetlerini sürdürdü.

4 Şubat 2001 yılında Sedney´den Dubbo şehrine giderken, “arka farları yanmayan” bir tıra otomobiliyle çarptı ve olay yerinde yanında bulunan damadı ile birlikte vefat etti.

Ölümü üzerine ortaya bir çok iddia atıldı. Takipçileri hocalarını özel ve kurgulanmış bir kaza ile kısacası suikasta kurban gittiğini düşünüyordu.

Ve bu şüpheli kazanın üzerinden yedi yıl geçmişti ve çok şey unutulmaya yüz tutmuştu. Coşan Hocaefendi ile ilgili olarak haber7.com’da 4 Şubat 2008 tarihinde yayınlanan “Prof. Coşan’ın ölümünde kilit isim” başlıklı yazı dikkatleri ÇEKTİ. https://t.co/Z0eIIq1iwn

Fakat yukarıdaki linke tıkladığınızda sayfanın olmadığını göreceksiniz çünkü yazıda bahsedilen kilit isim hemen devreye girmiş ve haber kısa bir süre içerisinde siteden kaldırılmıştı. Yazıda yazanlar hiçte sıradan şeyler değildi.

TR tarihinin yayınlandıktan sonra en hızlı kaldırılan yazısı olma unvanını elinde bulunduran bu yazıda neler yazıyordu. Peki yazıyı yayından kaldıran makamlar yazıda ileri sürülen iddialar için ne yapmıştı. Kimse bilmiyor.

Yazı “Esad Çoşan, 28 Şubat sonrasında önce Almanya’ya gitmiş ve taraftarlarının yoğun olarak bulunduğu Essen eyalet merkezine yerleşmişti.” cümlesi ile başlıyor. Bakın nasıl devam ediyor:

İşte tamda bu günlerde çevresinde hizmette ve fedakarlıkta çok cömert bir isim ortaya çıktı. Bu isim, yıllardır hizmette bulunan bir çok kişiyi geride bırakmış ve kısa sürede Hocaefendi’nin etrafındaki bir kaç isimden biri olmayı başarmıştı.

30 yaşlarında, esmer, hafif kilolu, kirli sakallı bu genç, kimine İngiltere’de filoloji okudum diyordu. Bazen de şeker ticareti yaptığını söylüyordu, babasının İstanbul’da işhanları vardı ve varlıklı bir ailenin çocuğu idi.

S. G. adındaki bu genç, hizmette o kadar hızlı idi ki yıllardır çevresinde bulunanların yapabildiği himmetten daha fazlasını tek başına yapabiliyordu. Lüks arabalar alıp Hocaefendi’nin hizmetine verebilecek kadar cömert idi.

‘Varlıklı bir ailenin çocuğu’ olduğu için çalışmak zorunda değildi ve yalnızca servetini değil, bütün vaktini de Hocaefendi’ye vakf edebiliyordu.

Bu genç, hızını alamadı ve 1997 yılının son aylarında Bonn yakınlarındaki Siebengebirge (yedisıradağlar) kasabasında bir villa kiraladı ve Hocaefendi’nin bir süre burada ikamet etmesini sağladı.

Bu hızlı genç, ‘hizmet nerede ise S. G. orada’ mantığı ile gayret ediyordu. Prof. Coşan’ın sevenlerinin yanında ‘sığınmacı’ gibi kalmasına gönlü elvermeyen bu genç, bir süre sonra bir fedakarlıkta daha bulundu.

400 bin Mark para vererek Essen’de 3 katlı bir villa satın aldı. Bir katını Hocaefendi’ye tahsis etti. Prof. Coşan, artık eşi ile birlikte bu evde yaşamaya başlamıştı.

Cemaat içerisinde S. G.’ olarak tanınan bu genç, bu fedakarlığı sayesinde artık Hocaefendi ile kimin görüşüp kimin görüşmeyeceğini de kontrol altına almıştı.

Esad Çoşan’ın, 1998 yılında Avustralya’ya göçmesinden sonra hasretine dayanamayan S. G. de bir süre sonra aynı yolu takip etti.

Almanya’daki evini satmış ve Prof. Esat Coşan’ın bulunduğu kentte bir eve yerleşmişti.

Almanya’da olduğu gibi yine Hocaefendi’nin özel şoförlüğünü yapmaya başlamıştı. 4 Şubat 2001 günü Girifit şehrinde bir cami açılışı yapılacaktı. Cemaat büyük bir konvoy halinde ilerliyordu.

Yerel saatle 12.00 (Türkiye saati ile 04.00) idi. Sydney’e 600 kilometre mesafede bulunan Dubbo kasabası yakınlarında bir trafik kazası yaşandı.

Prof. Esat Coşan ve damadı (aynı zamanda cemaatin gelecekte lideri olacak isim diye bakılan isim) Prof. Ali Yücel Uyarel birlikte can verdi.

O gün S. G. biraz rahatsızdı, Hocaefendi’nin bulunduğu aracı kullanmıyordu. Konvoyda dördüncü sırada yer alan bir araçta idi. Elim kazadan hemen sonra konvoy durdu.

S. G.’nin de aralarında bulunduğu birkaç kişi, Hocaefendi’yi ve damadı Ali Yücel Uyarel’in cesetlerini araçtan çıkardı ve yolu temizleyip trafiğe açtı.

Kaza, karşıdan gelen araca çarpmak suretiyle meydana geldi diye kayıtlara geçti. Oysa, yapılan araştırmalar bir şeyi ortaya çıkarmıştı.

Kaza, karşıdan gelen araca çarpmak değil, önde giden stop lambası bozuk TIR’a çarpmak suretiyle meydana gelmişti.

S. G., Hocaefendi’nin vefatından iki üç hafta sonra Almanya Bochum’da yapılan anma toplantısında görüldü.

S. G.’yi bir daha da cemaatten gören olmadı.” yayından jet hızı ile kaldırılan yazı bu cümle ile bitiyordu.

S. G.’nin, hakkındaki bu iddialarla ilgili olarak, Prof. Dr. M. Esad Coşan’ın oğlu Nureddin’le görüştüğü, fakat ona ev adresini vermekten kaçındığı, nerede nasıl ikamet ettiğinin kimse tarafından bilinmediği yazıldı.

Nitekim Dr. Seyfi Say, Nurettin Çoşan’ın “Adam bana ‘Hocam’ diyor fakat adresini istediğimde vermiyor” dediğinin kendisine söylendiğini yazdı.

Esad Coşan’ın yerini almasına kesin gözü ile bakılan damadı ile beraber şüpheli bir şeklide ölmesi sonucu cemaatin başına oğlu Muharrem Nureddin Coşan geçti.

Cemaat bugün Nakşibendi tarikatıne bağlı İskenderpaşa lideri Esad Coşan tarafından kurulan Hakyol vakfının adıyla anılıyor. Bu vakfa ve İskenderpaşa cemaatine bağlı olanlara Hakyolcular adı veriliyor.

Gönüllü şoförünün kaza günü Esad Çoşan ile aynı arabada olmamasını sorgulayan bir kaç cılız ses olsa da bir müddet sonra bu seslerde kısıldı.

Türkiyenin görünmeyen üniversitesi olarak anılan Milli Nizam ve Milli Selamet Partilerinin kurulmasında etken olan Mehmet Zahit Kotku´nun damadı olan Prof. Dr. Esad COŞAN ‘ın ölümü ile birlikte cemaati büyük kan kaybetti.

Unutmayalım ki S.G’ler her yerdeler ve sizin tahmin ettiğinizden daha “BÜYÜK ve ince işler” çıkarıyorlar. Eğer zihniniz sürekli teyakkuz halinde değilse tedbir temkin hayatınızda sadece bir kelime ise SİZE DE geçmiş olsun. NİTEKİM OLDU DA!

 

Evet, S. G., bu yazının altına iki adet yorum eklemiş bulunuyor.

Onlara geçmeden önce, söylememiz gereken bazı şeyler var.

Birincisi şu: Kaza, konvoy halinde giden bir grubun gözleri önünde cereyan etti.

Merhum Esad Efendi’nin şoförlüğünü ise, Haymanalı Yaşar Kara‘nın (Yıllardır görmedim, selâm olsun ona) döner toptancılığı yapan oğlu Hüseyin Kara yapmaktaydı.

O da yaralanmıştı. Ve Esad Efendi’nin naaşını getiren uçakla o da Türkiye’ye gelmişti, kolu askıdaydı.

Evet, ne Hüseyin Kara’ya, ne de kazanın diğer şahitlerine hiç kimse (hiçbir yayın organı) “Kaza nasıl oldu?” diye sormadı.

Ne bir gazete, ne de bir TV kanalı bu insanlarla röportaj yaptı..

AKRA FM bile onlara mikrofon uzatmadı.

*

Söz konusu haberde, Esad Efendi’nin “28 Şubat sürecinde ‘dost bir uyarı sonucu’ Türkiye’yi terk ederek yurt dışına çıktığı” belirtiliyor.

Bunu ilk defa duyduğumu belirtmeliyim.

Peki o “dost uyarı“yı yapan(lar) kimdi?

Bence burası önemli..

Eski MİT’çilerden Mahir Kaynak, aynı süreçte kendisine de böylesi bir “dost uyarısı” yapıldığını, 2011 yılında, bundan dokuz sene önce, Takvim gazetesine açıklamıştı.

Haber şöyleydi:

 

Post modern darbe olarak bilinen 28 Şubat sürecinin 14’üncü yılında, MİT eski daire Başkanı, Prof. Dr. Mahir Kaynak, Takvim’e dikkati çeken açıklamalar yaptı. Prof. Kaynak, “28 Şubat 1997’de [zaten] darbe olmayacaktı. Ordu idareye el koymayacaktı [sadece hükümet yıkılacaktı]. Çok iyi hazırlanmış bir plandı. Plan uygulandı, planı yapanların hedefleri o dönem itibariyle gerçekleşti” dedi. 28 Şubat sürecinin, daha önce hazırlanan ılımlı İslam projesinin devamı olduğunu vurgulayan Kaynak, sürecin perde gerisini şöyle açıkladı:

“ABD, dünya hegemonyasını sürdürmek için Türkiye’de ılımlı İslam’a mensup bir hükümet istiyordu. İslami yaşayan, ibadetlerini yapan ancak ABD ile de uzlaşan bir yönetim. 28 Şubat’tan önce planlanan buydu. Bunun için de Refah Partisi’nin üzerinde oynandı.”

Refah Yol’un ABD ve dünya ile mücadele etmeye kalktığı için hedef olduğunu anlatan Kaynak, “Boyundan büyük işlere kalkışınca tabi, görevden uzaklaştırıldı. Ama ben, kısa sürede gideceğini düşünüyordum. Yanıldım. 11 ay iktidarda kaldı” dedi.

Avrupa Türkiye’yi bölecekti

Prof. Kaynak, Kürt meselesini siyasi yollarla çözme arzusuna karşı olan bazı iç ve dış çevrelerin, kendisine operasyon yapmak istediklerini, 28 Şubat sürecine isminin karıştırılma çabalarına işaret ederek, açıklamalarına devam etti:

“28 Şubat sürecinde Aktüel Dergisi‘nde köşe yazarlığı yapıyordum. Aktüel‘in yöneticileri ‘Askerler senin yazı yazmanı istemiyorlar’ dedi ve ben dergiden uzaklaştırıldım. Olaydan bir yıl sonra Çevik Bir ile görüştüm ve ‘Paşam bunu neden yaptınız?’ diye sordum. Çevik Bir, ‘Senin adın bizim listemizde yoktu, adın medyada eklendi’ dedi. Medya ile Türk Silahlı Kuvvetleri, 28 Şubat sürecinde ortak çalışıyorlardı. Medya TSK’yı, TSK da medyayı yönlendiriyordu. Ben bunların kimler olduğunu, hangi güç örgütü olduğunu biliyorum ama söylemek istemiyorum.

Şemdin Sakık’ın sözde ifadeleri yüzünden andıçlandığını belirten Prof. Kaynak, özel bilgiler verdi:

“DGM’ye gittim, savcı bana Sakık’ın ifadesini gösterdi. Sakık diyor ki; ‘Mahir Kaynak devletin içimize soktuğu bir ajan.’Belge bu olmasına rağmen benim için ‘PKK’dan para aldı’ diyorlar. Bu operasyonu da beni etkisiz kılmak için yaptılar. Çünkü Kürtler arasında iyi bir imajım vardı.”

‘Bölme planlarına engel oldum’

Mahir Kaynak, o dönemde Avrupa’nın Türkiye’yi bölme planları yaptığını, kendisinin Kürt meselesini çözme çabalarını AB ülkelerinin, kendi planlarına engel olarak gördüklerini belirtti ve bazı detaylar verdi:

“O dönemde devletin yüksek birimlerindeki bir yönetici, ‘Mahir Hoca, Avrupa’dan sana karşı hasmane tavırlar var. Seni himaye etmekte zorlanıyoruz‘ dedi. Aradan 15 yıl geçti. Kürt meselesini çözmemizi Avrupa engellemiştir. Neden engelledikleri belli. Büyük Türkiye’den korkuyorlar.

‘Hocam seni öldürecekler’

Kaynak, kendisini öldürme planını duyduğunu da vurguladı: “2 istihbaratçı geldi ve ‘Hocam seni öldürecekler, seni yurtdışına kaçıralım’ dedi. ‘Pasaportum bile yok’ dedim, ‘Biz hazırladık bile’ dediler. Ertesi gün haberlerde ‘Mahir Kaynak, Berlin’de’ diye yazı gördüm. Bunun bir operasyon olduğunu anladım ve kaçmayı kabul etmedim. Ya beni yok edeceklerdi ya da yakalatıp, ‘Mahir Kaynak kaçtı, yakaladık’ diyeceklerdi” açıklamasını yaptı.

 

Benzer bir dost uyarısı Muhsin Yazıcıoğlu’na da yapılmıştı. Almanya’dayken, Türkiye’ye dönmemesi, öldürüleceği söylenmişti.

Türkiye’ye dönmeseydi, “Türkiye’nin artık normalleştiği, Akparti sayesinde demokrasi ve özgürlükle tanıştığı, askerî vesayetten kurtulduğu, MİT’in millîleşmeye başladığı bir dönemde“, 2009 yılı gibi bir “altın çağ“da ülkesini terk etmiş, hristiyan topraklarına kaçmış “vatanseverlikten nasipsiz” paranoyak ve vehimli bir korkak olduğu söylenebilecekti.

Manen ve siyaseten ölmüş olacak, MHP’liler arkasından teneke çalacaklardı.

*

Soru şu: Esad Efendi’ye yapılan “dost uyarısı“nın ardında da bir “operasyon” var mıydı?

Malum, birilerinin “faaliyet yöntemleri dağarcığı”nda (fil terbiyesi yönteminde olduğu gibi) önce “kötü polis“ler eliyle perperişan edip sonra “iyi polis”leri devreye sokarak kurtarıcı pozunda yaklaşma ve “kurban”ı minnettar, maddeten ve manen borçlu hale getirip kontrol altına alma da var.

Evet, o “dost uyarısı“, S. G. kod‘un da etkin bir biçimde devreye konulduğu bir operasyonun başlangıcı olabilir miydi?

Ve, operasyonun bir ayağını da, Esad Efendi’nin Türkiye’deki cemaat yapılanması üzerindeki doğrudan gözetimini engelleyip Nurettin’in gelecekteki “laik, bozkurtçu, yerli-milli açılımı”nın zeminini hazırlama oluşturuyor olabilir miydi?

*

Gelelim S. G.‘nin yazıya eklediği yorumlara..

Biri şöyle:

 

Bu işler söylenmez ama fitne büyük, ALLAH müminleri kuru iftiradan ve hasedçi şeytanlardan korusun.
S.G nin 2004 te İskenderunda yaptırdığı cami ve kuran kursu.

Prof.Esat Coşan CAMİİ
Şenbük, 31350, Seyranlık Sk. 18-20, Belen/Hatay

belen.gov.tr/esat-cosan-camii

Esat Coşan Kuran Kursu 2004

belen.gov.tr/esat-cosan-camii-kuran-kursu Tc.Diyanet işleri başkanliğina bağlı.
———————————————————
Prof. Dr. Muhammed Esad Coşan Mosque (Somali, 2006) Camii

Mahmud Esad Coşan Masjid (Somali, 2009)

Esad coşan Mescidi İSTANBUL (2004-2016)

İftira ve suizan eden kardeşlerime yemek ısmarlarım, sevaplarını bana hediye ettikleri için.

 

İmdi, bu S. G.’nin açılımının ne olduğu zaten birçoklarınca gayet iyi biliniyor.

Almanya’daki (en azından Essen civarındaki, Ruhr Havzası’ndaki) cemaat mensupları biliyor.

Avustralya’dakilerin hepsi biliyor.

Esad Efendi’nin oğlu Nurettin ile yakınındakiler biliyor.

Esad Efendi’nin sekreteri İsmail Özlü, Hakyol Vakfı Genel Müdürü Hasan Pak, Zübeyr Zemçi Somuncu, Seyfi Say ve Mehmet Akif Özkayaalp gibi isimler biliyor.

O halde, bu S. G., böylesi bir haberde neden S. G. rumuzunu kullanıyor da ismini açıkça yazmıyor?

*

Seyfi Say‘ın yazdıklarına bakılırsa, aslında S. G. diye biri yok.

Bu, geçmişi bilinmeyen bir “vazifeli”nin (ajanın) geçici görev için kullanıp attığı takma bir isimden ibaret.

Adamın asıl adı başka..

Başkalarını bilemem ama, Seyfi Say’ın yazdıkları bana gayet ikna edici görünüyor..

O yüzden, “S. G. kod“un, bu takma ismi gizlemeye çalışıp sadece iki harfe indirgemeye uğraşmasının, asıl isminin merak edilmesini engellemeye yönelik bir manevra, “Canbaza bak canbaza!” taktiği olduğunu düşünüyorum.

Kesin kanaatim bu yönde.

*

Evet, bu “S. G. kod“un, bir zamanlar kullanıp şimdi bir kenara atmış olduğu takma ismi saklaması için makul bir neden yok.

Daha geçen yıl, 31 Mart 2019 yerel seçimleri öncesinde, Esad Efendi’nin oğlu Nureddin, Recep Tayyip Erdoğan’a hitaben (özetle) şu destek açıklamasını yapmıştı:

 

CUMHURUN MÜTTEFİKİ AZİZ BAŞKANIM

İyilik elçilerini; iz’ansız, kapkara, kokuşmuş düzenlerini korumak algısıyla, taşlayarak, kalleşçe öldürenler KAHROLMUŞTUR.

4 Şubat 2001’i tasarlayan, görmezden gelen, unutturan meş’um zihniyet KAHROLMUŞTUR.

 

4 Şubat 2001, merhum Esad Efendi’nin vefat ettiği tarih..

Görüldüğü gibi, Nureddin’e göre, 4 Şubat 2001’i tasarlayan, görmezden gelen, unutturan meş’um zihniyet KAHROLMUŞ..

Kahrolmuşlar.. Böylece dava dosyası kapanmış, yanmış bitmiş kül olmuş.. Mutlu son..

Nureddin’in S. G. ile bir hesabının olmadığı açık.. Çünkü, maşallah “S. G. kod“da hiç de kahrolmuş gibi bir hal yok..

Biz her gün kahrımızdan ölürken, o ölümü unutmuş biçimde “kıtalar dolaşıyor”.

Nureddin’in laflarından anlaşılıyor ki, “S. G. kod“un 4 Şubat 2001’i tasarlayan, görmezden gelen ve unutturan taife arasında yer almadığını, kahredilmesini gerektirecek birşey yapmadığını düşünüyor.

O halde, S. G. kod‘un, iki “içi boş harf“in arkasına sığınmasının faydası ne?

*

Faydası şu:

Şayet S. G. kodunun açılımı ilgili ilgisiz herkes tarafından bilinirse, unutturulmazsa, birileri bu ismi hiç hesapta olmayan zamanlarda araştırmaya kalkışabilirler.

Ve bunu yaptıklarında, şunu fark edebilirler, böyle birinin ne geçmişi var, ne geleceği..

Uzaydan gelip gariban dünyamızı bir ara ziyaret etmiş, sonra da vatan hasretine dayanamayıp cennet gezegenine dönmüş bir uzay yolcusu gibi bilim-kurgusal bir karakter olduğu kanaatine varabilirler.

Ancak, isim bilim-kurgusal olsa da, cisim gerçek olduğu için, şahsın asıl isminin ne olduğunu merak edebilirler.

Ve kendi kendilerine şu soruları sorabilirler:

Ya hu yok mu bu S. G. kod‘un bir tane olsun çocukluk arkadaşı? 

Bir tane mahalle arkadaşı?

Bir tane Kur’an kursundan, ilkokuldan, ortaokuldan, liseden veya üniversiteden sınıf arkadaşı?

Bir tane askerlik arkadaşı?

Bir tane hemşerisi? Köylüsü, kasabalısı?

Bir tane akrabası?

Bir tane komşusu?

Bir tane kardeşi?

Es’ad Efendi’nin yanında “bitmeden” önce içinde bulunduğu bir İslamî grup, arkadaş çevresi, bir hoca, bir “abi”, ya da ne bileyim bir “üstad”?

*

Evet, kendilerine bu soruları soracaklar, ve bir cevap bulamayacaklar.

Diyelim ki bu şahsı bir tanıyana rastladılar..

O zaman da şu türden sözler duyarak şoke olacaklardır:

“Ha, bu kara yağız aslan parçası mı?.. Ne, size isminin S. G. olduğunu mu söyledi? Ha ha ha, ho ho ho, hi hi hi.. S. G. ha?.. Hi hi hi, ho ho ho.. Gülmekten öleceğim yav, bunun mu adı S. G?.. Yav bu çocuk filangillerin feşmekân.. S. G.’ymiş ha?.. Ho ho ho, hi hi hi..”

Yani bu S. G.’nin, Türkiye’de “Ben S. G.’yim” diyerek ortalarda dolaşması riskli..

Eski tanıdıklarından birinin olmadık bir yerde karşısına çıkıp, “Lan Coşkun, sende mi buradasın, ne iştir, molla mı oldun lan? Ne bu takke cübbe sakal havaları artiz?” gibi birşey demesi mümkündür.

Tabiî bizimki, bir yandan çaktırmadan göz kırpıp, “Hemşerim, lütfen ciddi olalım, insan insana benzer.. Beni biriyle karıştırmış olmalısınız.. Sizinle daha önce karşılaşmış olduğumuzu hiç sanmıyorum. Şakanın sırası değil” diyebilir, fakat böylesi kazaların tekrar tekrar yaşanmayacağından da emin olunamaz.

Avustralya’nın Brisbane‘ında, Almanya’nın Essen‘in de S. G. olarak dolaşabilirsiniz, önceden yolunuzun kesişmiş olduğu biriyle karşılaşma ihtimaliniz sıfıra yakındır. Fakat aynı şey İstanbul ve Ankara gibi şehirler için geçerli değildir.

Hiç beklemediğiniz bir yerde sizi tanıyan biriyle karşılaşabilirsiniz.

*

Şimdi gelelim şu ismi “Esad Coşan” olan cami ve mescitlere..

Bunları yaptıran gerçekten S. G. ise, en azından İskenderun’da olan camiye gidip, “Burayı kim yaptırdı?” diye sormak mümkündür.

Eğer yaptıran S. G. kod ise, bu ismin açılımını söyleyeceklerdir.

Bu durumda S. G. kod’un ismini saklayıp cami adresini vermesinin, zekâ bakımından, devekuşunun başını kuma sokup gövdesini avcılara hediye etmesinden daha iyi bir performansa karşılık gelmediğini kabul etmek gerekir.

*

Gelelim S. G. kodun ikinci mesajına..

Şöyle:

 

SG kazanın olduğu gün 800 km ötede Brisbane şehrindeydi. Buna cemaat ve Hocaefendinin aileside şahittir. Cemaatin içindeki hasedçi tayfanın çıkardığı bu iftira, hocanın ölümünden 8 sene sonra çıkardığı bir iftiradır.

Devlet teşkilatı dünyanın ötesinden adam paketleyip getiriyor, senin iftira ettiğin çocuğunu, torununu cemaatin okulunda okutuyor, Cemaatin camiine gidiyor ? Zannediyormusun sayın Erdoğan ın , Davutoğlunun, Binalinin ve 7 eski bakanının hocası için devlet bir şey yapmıyacak? Çoktan yaptı.
Ayrıca ALLAH c.c Kuranda ””Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür –Bakara 191. ayet .. Fitneyi uyandırana ALLAH lanet etsin –Hadis

Esad Coşan hocaefendiye suikast yapana ve buna Ortak olana ALLAH ve melekleri, peygamberleri LANET etsin. Ama İftira edip Fitne çıkartıp YAYANLARA ALLAH’ın garib kullarına eziyet ve zülmedenlere , ALLAH’ın ,meleklerinin ve mahlukatının GaZABI &KAHRI üzerine olsun..

 

İlk paragraftan başlayalım..

S. G. kod, “Cemaatin içindeki hasedçi tayfanın çıkardığı bu iftira, hocanın ölümünden 8 sene sonra çıkardığı bir iftiradır” diyor.

“Hoca’nın ölümü”nden sekiz sene sonrası, 2009 yılı oluyor.

Yani, S. G. kod’a göre iftira, 2009 yılında atılmış.

Ancak, o tarihten bir yıl önce, 4 Şubat 2008 günü haber7.com’da, yayınlanmış olan “Prof. Coşan’ın ölümünde kilit isim” başlıklı yazıyı unutuyor.

Bu, bir…

İkincisine gelince, onu da Seyfi Say‘ın yazdıklarından biliyoruz..

Esad Efendi’nin vefatından bir iki yıl sonra, Yuşa a.s.’ı ziyaretten dönerken, Zübeyr Zemçi Somuncu‘nun yanında, Seyfi Say’a, Brisbane’daki cemaat mensuplarının kendisini ajanlıkla suçladıklarını söylemiş bulunuyor.

S. G. kod‘un ya hafızası zayıflamış, ya da yalan söylemeyi beceremiyor..

*

Gelelim ikinci paragrafa..

S. G. kod şöyle diyor:

 

Devlet teşkilatı dünyanın ötesinden adam paketleyip getiriyor, senin iftira ettiğin çocuğunu, torununu cemaatin okulunda okutuyor, Cemaatin camiine gidiyor ?

 

Bu bozuk ifadelerde anlam ararken hata yapmadıysam eğer, S. G. kod, iftiraya uğradığını öne sürdüğü kendisinin çocuğunu, torununu cemaatin okulunda okutmakta olduğunu, cemaatin camisine gittiğini söylüyor olabilir.

Eğer öyleyse, isminin, cemaat okulu personeli tarafından da biliniyor olması lâzım.. O halde, neden ismini saklıyor, böylesi bir habere yorum yazarken bile “içi boş harfler” kullanıyor?

S. G. kod, bu karma karışık kelime yığınının ardından şunu söylüyor:

 

Zannediyormusun sayın Erdoğan ın , Davutoğlunun, Binalinin ve 7 eski bakanının hocası için devlet bir şey yapmıyacak? Çoktan yaptı.

 

Peki, bu devlet ne yaptı?

Şunu yaptığını biliyoruz: Esad Efendi’nin 2007 yılında Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmasını sağladı.

Cenazesinin dönmesine müsaade edildi.. “En iyi Esad Efendi, ölü Esad Efendi’dir” hesabı gibi..

Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun, Binali Yıldırım’ın vs. hocası olmaya gelince..

“Derin devlet” için bu isimlerin “değer”i nedir ki, “irticacı hocaları“nın olsun!

Kaldı ki, Esad Efendi bu isimlerin hocası da değildir..

Siyaseten görüşmüşler konuşmuşlardır, o ayrı mesele.. Zaten, bu isimlerin görüştükleri tek cemaat lideri, şeyh, ya da kanaat önderi Esad Efendi değildi.

Ayrıca, Erdoğan‘ın, Ahmet Necdet Sezer‘in cumhurbaşkanı yapıldığı seçimler sırasında Esad Efendi’nin bir ricasını ayaklar altına aldığını da biliyoruz.

Av. Yalçın Ünal, Av. Hüseyin Yürük ve (yanlış hatırlamıyorsam) Necmi Sarıyer, Esad Efendi’nin “Nevzat Yalçıntaş’ın desteklenmesi” yönündeki mesajını ona iletmişler ve ondan ret cevabını almışlardı.

Hocasıymış…

“Zannediyormusun sayın Erdoğan ın , Davutoğlunun, Binalinin ve 7 eski bakanının hocası için devlet bir şey yapmıyacak? Çoktan yaptı”ymış..

Vay vay vay.. Demek sen, devletin “gizli bilgi“lerine, hatta “uluslararası operasyonları“na vakıfsın..

Nerden geliyor bu samimiyet?..

(Palavra sıkmak kolay, nasıl olsa işin aslını öğrenme şansın yok.. Yalandan kim ölmüş!)

*

Gelelim son paragrafa:

 

Esad Coşan hocaefendiye suikast yapana ve buna Ortak olana ALLAH ve melekleri, peygamberleri LANET etsin. Ama İftira edip Fitne çıkartıp YAYANLARA ALLAH’ın garib kullarına eziyet ve zülmedenlere , ALLAH’ın ,meleklerinin ve mahlukatının GaZABI &KAHRI üzerine olsun

 

Amin!

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (15) / DR. SEYFİ SAY

Halil Necati Coşan, Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Recep Tayyip Erdoğan

ESAD COŞAN HOCA’DAKİ DEĞİŞİM

1990 yılında Erbakan’a karşı yürekten desteklemiş olduğum Esad Coşan Hoca’ya bakışımın 2000 yılında artık bir ölçüde değişmeye başlamasının tek nedeni, Nureddin ile onun Necmi gibi hempalarının ayak oyunları ve Esad Efendi’yi bana karşı yanlış bilgilendirerek kışkırtıyor olmaları değildi. Esad Efendi’nin de, artık, 1990’lı yılların başında Erbakan’a yönelttiği eleştiriler çerçevesinde ileri sürdüğü düşüncelerin tam zıddı nitelikte görüşler ortaya attığı görülüyordu.

Bir zamanlar Lütfen beni de sivriltmeyin. Beni de, şöyledir, böyledir demeyin!.. Her biriniz kendiniz hizmet edin…. Bir tek kişinin çalışmasına bağlı olan bir çalışma, çalışma değildir” demiş olan Esad Efendi gitmiş, yerine, “Holding merkezinden (yani Nureddin’den) habersiz ve izinsiz kimse birşey yapmasın” demiş olduğu rivayet edilen bir Esad Efendi gelmişti. Hür olun, hizmetleri kendiniz tespit edin, yapmaya çalışın; bir başkası engellerse itibar etmeyin demiş olan Esad Efendi gitmiş, “Nureddin benim sırdaşımdır, oğlumdur vs., ona danışmadan iş yapmayın” demiş olduğu söylenen bir Esad Efendi gelmişti. Müsaadeli, ağabeyli, bilmem neli şey yok. Tâbi olmayın kimseye. Bana da tâbi olmayın. Bana tâbi olursanız beni sıkıştırırlar. ‘Sen bu adamlarına şöyle yaptır’ derler. İslâm’a tâbi olun, Allah’ın emrine tâbi olun demiş olan Esad Efendi gitmiş, Nureddin karşısında “Tamam, bütün hizmet senin olsun” deyip köşesine çekilen benim gibi insanları bile suçlu kabul edebileceği düşünülen bir Esad Efendi gelmişti. İslâm, bir kimsenin hizmetiyle yürüyecek hale gelirse, emperyalizm tek hedef haline gelmiş o kimseyi yok eder diyen, “hizmeti yaygınlaştırıp herkesin lider olmasını sağlamak” gerektiğini savunan Esad Efendi gitmiş, Nureddin’in eleştirilmesine müsaade etmediği öne sürülen bir Esad Efendi gelmişti.

Aslında Esad Efendi’nin bu konularda o günlerde tam olarak neyi savunduğunu ve neleri söylediğini de doğru dürüst bilmiyorduk. Fakat, “Holding merkezi” tarafından etrafa empoze edilen yaklaşım bundan ibaretti. En azından şunun farkındaydık ki, Esad Efendi’nin mevcut gidişatı ve kendisiyle ilgili yeni algıyı değiştirme yönünde bir girişimi yoktu.

Evet, Esad Efendi artık, farklı şeyler söylüyordu, ya da bize öyle aktarılıyordu. Ancak, önceki söylemi bize hürriyet ve şahsiyet vaat ederken, yenisi sadece Nureddin’e tam teslimiyete çağırıyordu. Ve, Esad Efendi’nin evvelki sözlerini artık kimse hatırlamak istemiyor, o günkü sözleri birileri tarafından, Nureddincilik propagandası için tekrarlanıp duruyordu. Böylece, Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” sözünü hatırlatan bir durum ortaya çıkmış bulunuyordu. Buna paralel olarak, benim Esad Coşan Hoca’ya bakışım ve onunla ilgili algı ve kanaatlerim de yavaş yavaş değişmeye başlamıştı.

Kanaatlerimdeki bu değişmeyi, ilk kez, 2000 yılı Ekim ayı başlarında açıkça dile getirmiş bulunuyordum. İHA’da çalışmaya başladığım ve ABD’ye gitme meselemin gündeme geldiği o günlerde, bir akşam biraraya geldiğimiz Şaban Özmen, Bahadır Celepoğlu ve H. M. Y.’ye, düşüncelerimdeki değişimden bahsetmiştim. Bu görüşme, hatırladığım kadarıyla, “Ali Abi” diye hitap ettiğimiz, Sağduyu Gazetesi’ndeki servis şoförümüzün evinde gerçekleşmişti. O akşam, gerek kişisel yaşamım, gerek Cemaat, gerek Türkiye, gerekse o sıralarda yaşamakta olduğum fikrî dönüşümümle ilgili açıklamalarda bulunmuştum. Türkiye’deki İslâmî hareketin bir tükeniş yaşadığını, çünkü temel ilke ve iddialarından vazgeçmeye başladığını, “İslâmî bir düzen” idealinin, yerini artık, “mevcut düzende insan hak ve hürriyetlerini elde ederek varlığını sürdürme” hedefine bıraktığını ifade etmiştim. Batılılar’ın, bundan sonraki süreçte, bu “ehlileştirilmiş” müslümanları tekrar radikalleştirmemek için, askerleri desteklemeyi bırakacaklarını tahmin ettiğimi dile getirmiştim.

Bana göre, Türkiye’de askerlerin sahip olduğu ayrıcalıklı konum, Batılılar’ın, kendisini Osmanlı döneminde olduğu gibi İslâm Dünyası’nın lideri, temsilcisi, hâmisi ve koruyucusu gören bir nizamın bu topraklarda tekrar kurulmasını istememelerinden kaynaklanıyordu. Batılılar, siyasî dehasıyla tanınan Bismarck’ın politikasını uyguluyor gibi görünüyorlardı. Bugünkü Almanya’nın mimarı olan Alman Şansölyesi Bismarck, 1864 yılında Avusturya’yı yanına alıp Danimarka’ya savaş açmış, ondan kopardığı Schleswig’i topraklarına katmış, Holstein’ı ise Avusturya’ya bırakmıştı. Ancak, Avusturya’nın yardımıyla Danimarka’yı ezmiş olan Bismarck’ın önündeki hedef şimdi bizzat Avusturya’ydı. Bir yıl sonra, önce Fransa ve Rusya’nın tarafsızlığını sağlamış, sonra da Avusturya’nın elindeki Holstein’ı işgal etmişti. Ertesi yıl, yani 1866’da Sadowa’da Avusturya ordusunu yenilgiye uğrattığı zaman, hiçbir direnci kalmayan Avusturya’nın başkenti Viyana’yı işgal etmesini isteyen generallerinin talebini geri çevirmiş, gelecekle ilgili planları için bu devletle anlaşma yolunu seçmişti. Nitekim, 1870’te Avusturya ve Rusya’nın tarafsızlığını sağlayarak Fransa üzerine yürümüş, 1871’de bu devletin elinden hem Alsace ve Lorraine bölgelerini almış, hem de ona savaş tazminatı ödettirmişti. Bana öyle geliyordu ki, Bismarck politikası izleyen Batılılar, Türkiye’de askerler eliyle İslâmî kesimi “terbiye” ettikten sonra, bu defa onların yardımıyla askerlere ders vermeye başlayacaklardı.

O akşam arkadaşlara mafya örneğini de vermiştim. Bazen mafya, alttan alta işbölümü yaptığı farklı bir grubun birisini tehdit etmesini sağlar, sonra da onu koruma görevini üstlenirdi. Böylece, başka bir gruba haraç vermekten kurtulduğunu sanan hedef şahıs, gönüllü olarak berikine haraç vermeye başlardı. Batılılar’ın, askerlere karşı dindar kesimi koruma numarası yaptıklarını gösteren yeni söylemleri, o sıralarda yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunun sonucu olarak, halkta AB yanlılığı bir salgın hastalık gibi yayılmaya başlamış bulunuyordu. İnanıyordum ki, askerler Türkiye’deki İslâmî hareketi ezmekle ve onları “İslâmî nizam” idealini bırakıp “AB yanlısı” hale getirmekle, gerçekte kendi “sigorta”larını yok etmiş, bindikleri dalı kesmiş durumdaydılar. Teşbihte hata olmaz derler, şayet hırsız varsa, bekçi istihdam eder, onu beslerdiniz; hırsızların ortadan kalkması, aynı zamanda bekçinin varlık gerekçesinin de ortadan kalkması anlamına gelirdi. Gerçekte, Türkiye’de İslâmcı hareketin bitmesi, onu denetim altında tutmasından dolayı Batılılar’ın yüz verdikleri militarist kesimin Batı nezdinde kredisinin tükenmesi anlamına geliyordu.

Söz konusu arkadaşlara, o akşam, Özal hakkındaki düşüncelerimi de söylemiştim. Bana göre Özal, bazı bakımlardan, Erbakan’dan daha olumlu bir noktada duruyordu (Evet, bazı bakımlardan.. Yoksa, Erbakan gibi ümmetin birliğini savunmak dururken, pragmatik bir yaklaşımla kısa vadeli kazanımlar için Avrupa Birliği projesini desteklemek doğru değildi). 1993 yılı Ocak ayında Uğur Mumcu bir suikaste kurban gidip, bunu bahane edenler Ankara’da “Kahrolsun Şeriat!” diye höykürerek yürüdüklerinde, o sırada ABD’de bulunan Özal, “ ‘Kahrolsun Şeriat’ diyenler, Şeriat’in ne olduğunu bilmeyenlerdir demiş bulunuyordu. O zaman, Vefa Yayıncılık’taki arkadaşlarıma, bu sözün bir cumhurbaşkanı tarafından söylenmesinin çok önemli olduğunu söylemiştim. Mesela Erbakan, hiçbir zaman böylesi açık ve net bir tavır ortaya koyamamış, daima, “Millî Görüş” gibi tevil edilebilir ifadelerin arkasına saklanmıştı (Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bunu bile yapamamıştı. İkide bir Gazi Mustafa Kemal’e referansta bulunan, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasına Samsun’dan başlayan Recep Tayyip Erdoğan ise, Abdullah Gül kadar da olamamıştı). Aynı şekilde, vefatından önce Orta Asya’ya yaptığı ziyaret sırasında Özal, Şah-ı Nakşibend’in (k. s.) kabrini ziyaret etmiş, “Ben de Nakşibendîyim” diye konuşmuştu. Bunu söyleyen, devletin en tepesindeki şahıstı. Daha önce de, Balkan seyahati sırasında, üst düzey bir subayla bir tekkeyi ziyaret etmiş bulunuyordu. Yine, bir dış gezisi sırasında, “Atatürk tabu değildir!” diyerek bir tartışma başlatan da oydu. Bir zamanlar pekçok insanın zulüm görmesine neden olmuş bulunan Ceza Kanunu’nun meşhur 163. maddesini kaldırmış olan da yine oydu. Bana göre, Özal’ın 1993 yılında vefat etmiş olması, 28 Şubat Süreci’nin önünü açmıştı. Şayet yaşasaydı, 1996 yılına kadar Çankaya’da kalacak ve 1996 yılındaki parlamento tablosu içinden yeni bir cumhurbaşkanı çıkacaktı. Oysa onun bizim açımızdan zamansız vefatı, yerini alan Demirel’in 2000 yılına kadar devletin zirvesini işgal etmesine ve 28 Şubat Süreci’nde katalizör rolü oynamasına yol açmıştı. Yerine de, onu aratmayan biri, Ahmet Necdet Sezer seçilmişti.

Evet, o akşam, söz konusu kişilere, tasavvuf ve tarikat kurumlarına ilişkin kanaatlerimde yaşanan değişimden ana hatlarıyla söz etmiştim. Genelde tasavvufa meyledenlerin keramet öykülerinin çok fazla etkisi altında kaldıklarını, bunun da, tasavvufî terbiye ve ahlâkî olgunlaşma bakımından bir faydası olmamasına karşılık, insanların İslâm anlayışlarında ve itikatlarında tahribata yol açmakta olduğunu gördüğümü söylemiştim. Bazen de, keramet olarak değil, menkıbe kabilinden akla ve mantığa aykırı rivayetler aktarılıyordu. Bu menkıbeleri anlatanlar, bunun imkânı ve olabilirliği konusunu asla gözönünde bulundurmuyorlardı. Mesela, Tezkiretü’l-Evliya’da menakıbı yer alan İmam-ı Azam’ın 40 yıl boyunca yatsı abdestiyle sabah namazını kıldığı rahatlıkla söylenebiliyordu. Bu zat hiç mi hasta olmazdı, hiç mi uyumazdı, hiç mi evlenmemişti, abdest bozmasını gerektiren durumlar sadece gündüze mi mahsustu?! Diyelim ki öyleydi, sabah için bir kez daha abdest alsa ne olurdu, ölür müydü?! Abdest üstüne abdest nûrun alâ nûr değil miydi?! Üstelik, Hz. Peygamber s.a.s.’in sünnetine uymak, abdestini sabaha kadar tutmaktan kesinlikle daha faziletliydi. Tasavvuf kitapları ve menakıbnameler, ne yazık ki, bazen bu tür saçma rivayetleri de ihtiva ediyorlardı. Bir başka sorun da, bu zatların sadece kerametlerinin yazılmış olması dolayısıyla, mesela onlarla ilgili bir kitapta 50 tane keramet öyküsünü bir arada gördüğünüzde, söz konusu kişinin “dakika başı” keramet gösterdiği zannına kapılıyordunuz. Oysa, belki bütün hayatı boyunca gösterdiği kerametler bunlardan ibaretti ve onları zamansal olarak bütün ömrüne yaydığınızda, seneye bir, bilemediniz iki keramet düşüyordu. Ancak, bu kitapları okuyan insanlarda, bu tür zatların sanki bütün günleri kerametle geçiyormuş gibi bir izlenim uyanıyordu. Oysa, İsmail Nacar’ın bir zamanlar, içerdiği keramet öyküleri yüzünden diline dolamış olduğu el-İbrîz’de bile, Abdülaziz ed-Debbağ’ın (rh. a.), “Bu keramet kitaplarının her ne kadar faydası varsa da, zararı daha çoktur. Çünkü bunları okuyup keramet üstüne keramet görenler, velîliğin gerçek mahiyetini anlamaktan mahrum kalıyorlar. Zannediyorlar ki, velî olmak keramet göstermektir” anlamında ifadeler kullanmış olduğunu okumuş bulunuyordum.

Mezkur arkadaşlarıma, o akşam, bütün bunlardan dolayı, tasavvuf kitaplarını ancak sağlam bir İslâmî bilgi altyapısı bulunanların ve Kur’an ve Sünnet kültürüne sahip olanların okumasının doğru olacağını düşünmeye başlamış olduğumu söylemiştim. Sadece böylesi bir altyapıya sahip olanlar, söz konusu kitaplardan uygun ve gerekli şekilde istifade edebilirlerdi. Bu altyapıya sahip olmayanlar ise, ya itikad bakımından, ya da amel bakımından dengesizlik ve savruluş yaşayabilirlerdi. Bu, benim açımdan, bi’t-tecrübe sabit olan bir husustu. Abdülhakîm el-Hüseynî’nin lisenin birinci sınıfındayken toy ve bilgisiz bir genç olarak okuduğum Sohbetler kitabı, benim hayatımın akışını altüst etmişti. Orhan Pamuk’un ifadesiyle, bir gün bir kitap okumuştum ve hayatım değişmişti. Hayatıma, tasavvufî bir pencereden, derûnî bir boyuttan bakmayı denemiş, Menzil Şeyhi’nin tavsiyesi doğrultusunda nefs muhasebesi yapmaya başlamıştım. İç dünyama baktığımda, başarılı bir öğrenci olmayı, başkalarından daha yüksek not almayı, beğenilip alkışlanmayı hedeflediğimi görüyordum. Bunlar ise, ihlâssızlık ve riyakârlıktan başka birşey değildi. Bu yüzden, okulda, bile bile düşük not alma yoluna bile gitmiştim. Artık notları umursamıyordum. Dönmez ailesinden bir öğretmen, okulda beni bir kenara çekip, “Seyfi, ne yapıyorsun, dersleri sıkı tut, okul birincisi olmaya çalış” dediğinde de, aldırış etmemiştim. Üniversite yıllarımda da aynı umursamazlığım devam etmiş, birincilikle girdiğim fakültede, benim puanımla ikincilikle giren öğrencininkinin arasındaki fark 60 olduğu, ikinci ile 300’üncü arasındaki puan farkı ise 38’den ibaret bulunduğu halde, dört yılın sonunda üç dersten kalmıştım. Her ne kadar birincilikle kazansam da, İstanbul Siyasal’a amaçsız bir biçimde girmiş bulunuyordum. Ben lise son sınıftayken müftümüz Kayserili Mehmet Göktaş hoca hangi fakülteye gitmek istediğimi sormuş, ilahiyata gitmeyi planladığımı öğrenince, “Sen İslâmî ilimleri kendi kendine öğrenirsin, siyasal’a git” demişti. 1997 yılında Vefa Yayıncılık’ta çalışmaya başlayınca ise, yaptığım tahsilin, o anki meşguliyetim açısından elverişli bir temel hazırlamış olduğunu görmüştüm. Sosyal bilimlere karşı bende gerçek ve ciddî bir alâka da ancak o zaman başlamıştı.

Evet, bir gün bir kitap okumuştum ve o kitap, benim hayatımı bazı açılardan olumlu, kimi bakımlardan da olumsuz etkilemişti. O akşam bütün bunları anlattığım söz konusu kişilere, “Bir gün bir kitap okudum, hayatım kaydı” demiştim. Çünkü, benim yapmam gereken, bir yandan niyetimi düzeltmeye çalışırken, diğer yandan başarılı olmaya gayret etmek olmalıydı. Doğru bir ilacı, galiba yanlış bir zamanda ve yanlış bir dozda içmiştim. Elimde olmayan nedenlerle okulda başarısız olmam durumunda bunu dert etmemeli, sabırla karşılamalı, fakat nefisle mücadele adına bu tür şeyler yapmamalıydım. Ancak, lise yıllarımda, bunu anlamamı sağlayacak bir bilgi altyapısına sahip değildim.

Bu yüzden, genellikle sadece belirli konulara odaklanan ve pekçok parametrenin birarada değerlendirilmesiyle doğru anlaşılabilecek konuları tek bir bakış açısına hapseden tasavvufî kitapların, İslâmî bilgi altyapısı zayıf ve Kur’an ve Sünnet kültürü yetersiz insanlarda pekçok tahribata yol açabileceğini biliyordum. Zamanla anlamıştım ki, en doğrusu, başlangıçta tefsirleri ve hadîs şerhlerini okumaktı. Böylece, dengeli bir İslâmî bilgi birikimine sahip olmak mümkündü. Tasavvufla ilgili kitaplar ise, genelde ancak, İslâm’da neyin delil olup olamayacağını ayırabilecek durumda olanlara ve yaşça da olgunlaşmış bulunanlara fayda sağlayabilirdi.

Bu yüzden, Esad Coşan Hoca’nın, bazıları tarafından tarikatın holdingleşmesi olarak değerlendirilen çalışmaları ve Gümüşhanevî Dergâhı şeyhlerinin gençleri akademik kariyere teşvik etme tutumları bana, hiçbir zaman, itici ve tasavvufun temel mantığına aykırı bir tavır olarak görünmemişti. Tasavvuf, hayattan kopmak değildi, hayatı farklı bir duyarlılıkla yaşamaktı. Bu nedenle, söz konusu faaliyetleri İslâm’ın protestanlaştırılması çabaları olarak yaftalayanlara tepki duyuyordum. İslâm Dergisi’nde, 1994 veya 1995 yılında, E. Sadettin Doruklu müstearıyla, Ali Bulaç’ın bu konudaki iddialarını eleştiren bir yazı da yayınlamıştım. O sıralarda, halen ABD’de üniversitede hocalık yapan Prof. Dr. Hakan Yavuz doktora tezinin çalışmalarını sürdürüyordu ve Vefa Yayıncılığa da sıkça uğruyordu. Beni onunla, Genel Müdür K. Y. A. tanıştırmış, ona yardımcı olmamı söylemiş bulunuyordu. Hakan Yavuz, söz konusu yazıdan Ali Bulaç’la arkadaşlarına söz ettiğini, onların kendisine, “Yok yok, bunu sen yazmışsın, onlardan böyle yazı yazabilen çıkmaz” dediklerini aktarmıştı. Protestanlaşma konusunu, ayrıntılı biçimde, Sağduyu Gazetesi’ndeki yazılarımda da ele almıştım. Ancak, esas itibariyle Ali Bulaç’ın haklı olduğunu, benimse yanıldığımı, 2000’li yıllarda İskenderpaşa Cemaati’nde yaşanan değişim ve dönüşüm, bana, elem verici bir biçimde gösterecekti.

O akşam söz konusu arkadaşlara, Esad Efendi’nin bir zamanlar Halil Necatioğlu adıyla Mavera Dergisi’nden Akif İnan’a vermiş olduğu röportajında yer alan bir ifadeyi de doğru bulmadığımı söylemiştim. Esad Coşan Hoca, “Hıristiyanlık’ta, Yahudilik’te, Hint dinlerinde yahut Çin’de tasavvuf; bunlar hakkında ihtisas sahibi değilim. Kasten, suret-i mahsusada bilmek de istemem; kendi tasavvuf anlayışımı herhangi bir şekilde karıştırıp etkilemesin diye. Hassaten, öncelikle kendi düşünce sistemime sahip olmak duygusuyla diğerlerini bilmek istemem” demiş bulunuyordu. Bana göre, bu tutum, belki kendisinin etkilenmemesini sağlayabilirdi, fakat kendisinin devralmış olduğu mirasa daha önce bu tür sızmalar olmamış bulunmasını garanti edemezdi. Tam aksine, eldeki mevcut mirasın daha önce böylesi bir etkiye maruz kalmış olup olmadığını bilmek, ancak o diğer kültürler hakkında bilgi sahibi olmakla mümkün olabilirdi. Mesela, lise yıllarımda Said Havva’nın tasavvufla ilgili “Ruh Terbiyemiz” adlı kitabını okumuş ve rabıtanın değişik yapılış biçimleriyle ilgili olarak orada verilen bilgilere muttali olmuştum. Ayrıca, değişik kitaplarda farklı rabıta tariflerinin bulunduğunu sonradan öğrenmiştim. Bu çerçevede, rabıta sırasında, şeyhin iki kaşının arasından kendi gönlüne feyz aktığını düşünmenin de birçok tekkede müritlere tavsiye edilmekte olduğunu biliyordum. 1996-1997 öğretim yılında doçent unvanıyla doktora derslerimize giren Ahmet Davutoğlu, bir dersinde, kültürler arası etkilenme konusu çerçevesinde rabıtayla ilgili bu hususu örnek vermiş bulunuyordu. Davutoğlu, Hindistan ziyareti sırasında, bir kadının birtakım olağanüstülükler gösterdiğinin söylendiğini, kendisinin de denemek istediğini, kendisinden iki kaşının arasına odaklanarak düşünmesini isteyen kadının karşısındayken içinden sürekli Felak ve Nas surelerini okuduğunu, epeyce bir zaman uğraşan kadının sonunda sinirlenerek, “Sen direniyorsun” deyip onu başından savdığını anlatmıştı.

O akşam söz konusu arkadaşlarla sohbet ederken değindiğim birkaç başka konu daha vardı ki, onlar, daha sonra, bu arkadaşlardan birinin, H. M. Y.’in, orada anlattıklarımı bir muhbir sıfatıyla Nureddin’e rapor etmiş ve onun da bunları Esad Efendi’ye aktarmış olduğunu anlamama yol açacaktı.

(Devamı için bkz. 

https://tenbih.wordpress.com/2018/04/17/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-16-dr-seyfi-say/)

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (1) / DR. SEYFİ SAY

28-subat-tank-sincanimages

İÇİNDEN TANK GEÇEN AY

Her şey, 1995 yılı sonunda başlamıştı..

24 Aralık 1995 günü yapılan genel seçimlerde Erbakan liderliğindeki Refah Partisi beklenmeyen bir başarı göstermiş, birinci parti olmuştu. O sıralarda ilginç bir rüya görmüş fakat hiçbir anlam verememiştim. Rüyamda bir binanın birinci katından dışarıya bakıyorum. Aşağıda üst rütbeli üniformalı bir subayın, Erbakan’ın ve siyah çarşaflı bir kadının bulunduğunu görüyorum. Erbakan, şaşırmış, afallamış, ne yapacağını bilemez bir halde ayakta duruyor. (O sıralarda rüyamı anlattığım Boğaziçi mezunu arkadaşım Ahmet Pılığ’a, Erbakan’ın durumunu tasvir için “upset” kelimesini kullandığımı hatırlıyorum.) Çarşaflı kadın ise yerde baygın yatıyor. Sonra dikkatim, içinde bulunduğum odanın kapısına yöneliyor. Kapıdan, elindeki tabanca bana doğrultulmuş bulunan sivil biri, beni vurmak amacıyla giriyor. Kendimi korumak için tabancalı kişinin üzerine koşuyorum, hedef olmamak için de zikzak çiziyorum. Fakat, söz konusu şahıs tabancasını ateşliyor. Kolumdan vurulduğumu anlıyorum, çünkü acı duyuyorum. Koluma baktığımda, kurşunun kolumu sıyırıp geçtiğini anlıyorum, fakat hiçbir yara izi göremiyorum. Ancak, kolumdaki acı, olduğu gibi devam ediyor. Bunun ardından, kendimi açık bir meydanda buluyorum. Tansu Çiller’in, üzerinde, arka kısmı olmayan bir mini etek bulunduğu halde, bir metre yüksekliğindeki bir sahne üstünde bir mitingdeymişcesine küçük bir kalabalığın karşısına çıktığını gözlemliyorum. Bunun ardından, kendimi, ayaklarımda yarım metre uzunluğundaki, Mevlana’dan kalmış olduğunu bildiğim ayakkabılar olduğu halde, çamurlu bir yolda, tek başıma yürürken görüyorum.

Doğal olarak, o sıralarda bu rüyaya hiçbir anlam verememiştim. Fakat aradan bir buçuk yıl geçmeden, işaret ettiği durumların yaşanmaya başladığını fark etmiştim. 28 Şubat 1997 günü Erbakan, gerçekten de ne yapacağını bilemez, şaşkın bir hâle gelmişti, “upset” haldeydi. Dört ay sonra, Haziran sonunda ise, elinden başbakanlık koltuğunu da almışlardı. Fakat “avcılar”, bununla yetinmemeye kararlıydılar; durmayıp partisini de kapatmışlardı. Her ne kadar yerine Fazilet Partisi kurulmuş idiyse de, Erbakan artık siyasî yasaklı durumundaydı. Avcıların gazabı, bununla da dinmemişti, sadece Erbakan’ı değil, partisini de bütünüyle bitirmeye kararlıydılar, bu yüzden, Refah Partisi’nin yerine kurulan Fazilet Partisi için de, onun devamı olduğu gerekçesiyle kapatılma davası açıldı ve bu yeni parti de, tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. Partinin milletvekilleri ve kadroları, “Millî Görüş” gömleğini çıkarmış halde, yeni bir parti kurmak üzere Erbakan’ı terk ettiler. Ancak avcıların öfkesini bu da dindirmeye yetmemişti, ona son darbeyi, “kayıp trilyon” davası ile vurdular.

Böylece Erbakan’ın, sadece koltuğunu ve partisini değil, itibarını da paramparça etmiş oluyorlardı.

Erbakan’ı terk edip yeni bir parti kuranlar, sadece eski liderlerini, öteden beri içinde yer aldıkları siyasal oluşumu ve teşkilatlarını terk etmiyorlardı, aynı zamanda, dava”larından da vazgeçiyorlardı. Bölünmenin başını çeken Recep Tayyip Erdoğan, açıkça, “Millî Görüş gömleğini çıkarttığını” söyleyecekti. Onun yeni davası, daha sonraki yıllarda AKP teorisyenlerinin içini doldurmaya çalışacakları “muhafazakâr demokrasi” ideolojisi olmuştu. Erdoğan, bir yandan da ABD, AB ve dünya genelindeki yahudi örgütleri ile iyi ilişkiler kurma arayışı içindeydi. Bunun semeresini, yahudilerden “madalya”, ve Batılılar’dan övgü ve destek alarak toplayacaktı. Tayyip, artık o eski Tayyip değildi, Millî Görüş gömleğini çıkartmış olmasının bir sonucu olarak, “din (İslam) devleti”ne ve “din milliyetçiliği”ne karşı olduğunu söyleyen, geçmişte “din istismarı” yaptıklarını “itiraf” eden, laikliği savunan, yeri geldikçe Mustafa Kemal’i hayırla yâd eden bir Tayyip vardı artık. Erdoğan, bir “siyasal itirafçı”ydı, fakat, içinden geldiği camianın siyasal itirafçılığa ve ideolojik “dönekliğe” yatkın isimleri ile pragmatik, oportünist ve konformist kesimlerinin desteği ona tek başına yetmezdi, bu yüzden, halk kitlelerinin desteğini almasını sağlayacak Demirelvari bir “resmî” dindarlık gösterisini de hiçbir zaman bırakmayacaktı. Sadece kendisinin dönmesi ya da dönüşmesi ile yetinmeyecek, Millî Görüşçü büyük bir kitleyi de döndürecek ya da dönüştürecekti. Hangisi gerçek anlamda din istismarıydı, Erbakan’ın yanındayken yaptığı çalışmalar mı, yoksa, kişisel amaçlarına ulaşmak için, uluslararası çevrelerin ve “derin devlet”in desteğini sağlayacak şekilde Millî Görüşçü (Şeriatçı) bir topluluğu dönüştürmek üzere “laikliğin onayından geçmiş Demirelvari dindarlık gösterileri” yapması mı, işte bu soruyu hiçbir zaman gündemine almayacaktı.

Evet, “dava adamı” Erbakan’a en büyük darbeyi siyasî rakipleri değil, yanında yetişen kendi adamı, “siyasal itirafçı” Recep Tayyip Erdoğan vurmuştu. Erbakan, bir daha kendisine gelemeyecek şekilde şaşkın, ne yapacağını bilmez, “upset” bir halde ömrünü tamamlayacak, buna karşılık Erdoğan, “siyasal eyyamcılığı”nın veya “siyasal konformizm”i ile “siyasal fırsatçılığı”nın bir sonucu olarak, kişisel siyasal hedefleri için “dava” vs. tanımayacak, Millî Görüş gömleğini parça parça edip yırtıp atacaktı. Ortada, sadece eski liderini değil, aynı zamanda davasını da terk eden, geçmişini “din istismarı” olarak nitelendirip mahkum eden bir “laik demokrasi tövbekârı” vardı.

Rüyamdaki çarşaflı kadının sembolize ettiği kesimler ise, Erbakan gibi “upset” olmakla da kalmamış, rüyamdaki gibi “baygın” düşmüşlerdi. Başörtüsü yasağı adeta anayasa ve kanun üstü bir ilkeye dönüştürülmüştü. Kur’an kurslarına başlama yaşı 15’e çıkarılmış, bu kurumların köküne kibrit suyu dökülmüştü. İmam hatip liselerinin orta kısmı yok edilmiş, “katsayı” dalaveresiyle o okulların öğrencilerinin istikbal umutları ortadan kaldırılmıştı. Çünkü imam hatip liseleri ve Kur’an kursları, Millî Görüş hareketinin arka bahçesi durumundaydı, ve Erbakan’ın kullandığı “kuş dili” çerçevesinde Millî Görüş, İslam (Şeriat düzeni) demek oluyordu. Ancak, sonraki yıllarda, Millî Görüşçü kitle, Erbakan’ın değil, Erdoğan’ın yanında yer alarak fiilen “Millî Görüş gömleğini” çıkarıp “muhafazakâr demokrasi” şapkasını giyince, imam hatip liseleri vs. için getirilen yasaklar tedrîcen ortadan kaldırılacaktı. Çünkü, artık imam hatip liseleri Millî Görüş’ün değil, “muhafazakâr demokrasi”nin, resmî ideolojinin himayeye mazhar kollarından birinin arka bahçesi haline gelmiş oluyordu. “Millî Görüş (Şeriatçılık) gömleğinin” yerini “resmî ideolojinin şapkalarından biri” almış ve böylece, Atatürk devrimi, 1970’lerden itibaren kendisine meydan okumaya başlamış olan ve “irtica” olarak adlandırılan bir tehdide karşı zafer kazanmış bulunuyordu. Erdoğan’ın iktidarıyla birlikte Türkiye’deki “irtica” tehdidi de son bulmuş, “devlet ile millet buluşmuştu”. Bu, devletin resmî ideolojisinin milletin zihniyet dünyasını teslim alması, ona, kendisini avutması için “siyasal ve ideolojik referans olma”nın dışındaki küçük bir alanı lütuf kabilinden bahşetmesi anlamına geliyordu.

O çalkantılı günlerde, 28 Şubat Süreci’nin hükümferma olduğu sıralarda ben de, her ne kadar iz bırakan ya da görünen bir yara almadıysam da, bir yaranın yol açabileceği acıları, çok boyutlu olarak yaşamak zorunda kalmıştım. O yıllarda İslâmİlim ve SanatKadın ve Aile ile Panzehir dergilerini yayınlayan Vefa Yayıncılık’ta, bu dergilerin genel yayın yönetmeni sıfatı ile çalışmaktaydım. 28 Şubat 1997 günü ortaya çıkan siyasî durum sonucu, toplum genelinde bir panik hâli söz konusuydu. Korku dağları tutmuştu. Zaten, 28 Şubat’ta bir nevi piyade yürüyüşü yapanlar, daha önce topçu ateşi sayılabilecek medya saldırısıyla karşılarındaki kitlenin maneviyatını ve direncini hallaç pamuğu gibi atmışlar, araziyi işgale hazır hâle getirmişlerdi. 28 Şubat 1997’den iki ay önce, 28 Aralık 1996 günü, Aczmendi tarikatı şeyhi olduğunu söyleyen Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin, Kadıköy’deki bir evde uygunsuz bir vaziyette basılmışlardı. Bu olay üzerine medyada öyle bir fırtına koparılmıştı ki, neredeyse sakallılar sakalından, başörtülüler de başörtüsünden utanır hâle gelmişlerdi.

Ancak, 28 Aralık 1996’da yaşanan olayın böylesine büyük bir etkiye yol açmasının nedeni, daha önce yıllarca bunun altyapısının ince bir işçilikle hazırlanmış olmasıydı. Müslüm Gündüz şayet hiç tanınıp bilinmeyen bir insan olsaydı, onun bu şekilde basılmasının herhangi bir haber değeri de bulunmayacaktı. İnsanların gündemini de belki sadece bir gün meşgul edecek, ertesi gün hem ismi hem de cismi unutulup gidecekti. Oysa Müslüm Gündüz, önceki yıllarda televizyon ekranlarına sıkça çıkartılıp tartışmalarda taraf olarak “pazarlanmış”, Aczmendi olduklarını söyleyenlerin toplu gösteri ve seyahatleri medyada sürekli gündemde tutulmuştu. Bunlar, dikkat çekmek için gereken bütün aksesuarları eksiksiz taşıyorlardı; siyah sarıkları, dağınık sakalları, uzun saçları, uzun siyah cübbeleri ve ellerindeki âsâlar ile bulundukları heryerde dikkatleri üzerlerinde topladıkları gibi, medyada da sürekli haber konusu oluyorlardı. Müslüm Gündüz’ün bizzat kendisinin kıyafeti, renk konusundaki özel duyarlılığı ve elindeki tuhaf âsâ da, onun bembeyaz dişler arasındaki tek siyah çürük diş gibi heryerde hemen göze batmasını sağlıyordu.

O sıralarda çalışma arkadaşlarıma, Müslüm Gündüz’ün bir “özel imalat” olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Bununla birlikte, benim değerlendirmelerim çevremdekilere o zaman pek fazla inandırıcı gelmiyordu. Çünkü toplumdaki genel eğilim farklıydı, birçokları onlara hayranlık duyuyorlardı. Onlara destek verenlerin başında da, adı bazen Vakit, bazen Akit olan gazete geliyordu. “Entel” geçinenlerin durumu da pek farklı değildi. O kadar ki, mesai arkadaşım Bahadır Celepoğlu, Marmara FM’den İshak Arslan’ın İsmet Özel’le yaptığı kişisel sohbetlerinde bu konuyla ilgili olarak söylenenleri bana aktardığında, Özel’in Türkiye’deki tavizsiz gerçek müslümanlar olarak Aczmendiler’i gördüğünü öğrenecektim. Bana göre ise, Aczmendiler, her şeyden önce ne yaptıklarını bilmeyen bir güruh durumundaydı. Nurculuk’tan bir tarikat üretmeleri ise tam bir hokkabazlık ve sahtekârlıktı. O gün için, Müslüm Gündüz’ün sadece, insanların saflığından istifade eden bir istismarcı olduğunu, onu meydana süren “derin”lerin de salt mevcut potansiyeli yanlış mecralarda zâyi etmeyi hedeflediklerini düşünüyordum.

Ancak olay, müslümanlardaki potansiyelin sahte bir mecrada heder edilmesinden çok daha büyük bir anlam taşıyordu. Bunu fark edebilmeyi ancak 28 Aralık 1996 günü yaşanan basılma hadisesinden sonra başarabilmiştim. Gerçekte Aczmendiler, İslâmî (ya da İslâmcı) kesime karşı yürütülen acımasız bir psikolojik savaşın ya da saldırının bir silahı olarak, uzun bir hazırlık süreci sonunda üretilmişti. Çünkü Türkiye’deki İslâmî oluşumlar, son tahlilde dört ayrı ana gruba ayrılıyorlardı: Erbakancılar, Nurcular, Tarikatçılar ve Radikaller. Belki buna beşinci olarak BBP de dahil edilebilirdi. Müslüm Gündüz, hem Nurcu, hem tarikatçı, hem de radikal olduğunu ileri sürmek ya da göstermekle, o sıralarda, neredeyse bütün bir İslâmî kesimin prototipi haline gelmişti. Öyle ki, hem Nurcular’ı, hem tarikatçıları, hem de radikalleri temsil ettiği iddiasıyla ortaya çıkabiliyordu. Bu yüzden, onun 28 Aralık 1996 günü Fadime Şahin ile basılması, kendisinin şahsında bütün bir İslâmî kitlenin imajının yerle bir olmasına yol açmıştı. Oysa bundan yıllar sonra, ondan daha zekî, eğitimli ve kültürlü olan Hüseyin Üzmez’in benzer bir olay yüzünden tutuklanması, sadece yazılarını yayınlattığı Vakit (ya da Akit) Gazetesi için imaj sorununa neden olmuştu.

Şimdi geçmişe dönüp düşündüğümde, 28 Şubat Süreci öncesinde, 1996 yılında, tuhaf ve şüphe celbeden bir genç kızın beni telefonla aramış olması bana farklı şeyler çağrıştırıyor. Benden, Hakyol Vakfı bursiyeri olan kız öğrencilerin ikâmet ettikleri öğrenci evlerinde kalması için aracılık yapmamı istemiş bulunuyordu. Oysa, beni tanımadığına göre, doğrudan Hakyol Vakfı’na başvurması daha uygun olurdu. Üstelik ben, dergilerin genel yayın yönetmeni olmakla birlikte, yazılarımı gerçek adımla yayınlamadığım için, okurlar nezdinde tanınan biri değildim; 1992’den dergilerin kapandığı 1999’a kadar sadece bir kez kendi adımı kullanmıştım. O yüzden, özel olarak beni araması anlamsızdı. Bu genç kıza şahsıyla ilgili herhangi bir şey sorma ihtiyacını duymadığım için, ne ismini ne de hangi işle meşgul olduğunu öğrenebilmiştim. Öyle sanıyorum ki o zaman, onun bir üniversite öğrencisi olduğunu düşünmüştüm. Neden böyle bir evde kalmak istediğini sorduğumda, Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin İskenderpaşa Camii’nde pazar günleri ikindi namazının akabinde yapılan hadîs derslerine (daha doğrusu vaazlarına) katılmak istediğini, anne ve babasının buna izin vermediğini söylemişti. Ona, “söz konusu derslere katılmasının farz olmadığını, ama anne ve babasına itaat etmesinin farz olduğunu” söylediğimi hatırlıyorum. Fakat, karşımdaki genç kız, ısrarından bir türlü vazgeçmiyordu. Ona ayrıca, anne ve babasının, radyo dinlemesine engel olup olmadığını da sormuştum. Olmadıklarını söylemişti. O halde, Akra FM adlı radyo kanalından söz konusu dersleri takip edebilirdi, ona bunu söylemiştim. Bu bile, onun ikna olmasına yetmemişti, caminin feyzinden vs. bahsediyordu. Epeyce uzun süren bir konuşmadan sonra bu genç kızı başımdan güçlükle savdığımda, onun psikolojik sorunları olan dengesiz biri olduğu kanaatine varmış bulunuyordum. Ancak, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı ve Fadime Şahin meselesi ülke gündemine girdikten sonra, söz konusu genç kız bana başka şeyleri de çağrıştırmaya başlamıştı. Amaç herhalde söz konusu genç kızın bir öğrenci evinde kalması değildi, “benim vasıtamla” kalmasıydı. Sırf Esad Coşan’ın bir saatlik vaazını “canlı” olarak camide dinleyebilmek için anne ve babasını sözde terk etmek isteyen bir genç kızın, 28 Şubat Süreci’nin toz duman içindeki günlerinde, “Bir cemaatin dergilerinin başındaki isim tarafından ayartılan ve anne babasından kopartılan aldatılmış bir genç kız” olarak gözyaşları içinde medyada arz-ı endam etmeyeceğini hiç kimse garanti edemezdi.

O sıralarda 28 Şubat’ın vicdansız ve hunhar güçlerinin, araziyi “piyade”nin işgaline hazır hâle getirmek için yaptıkları medyatik “topa tutma” faaliyetleri bu tür tezgâhlarla da sınırlı kalmamıştı. Ellerinde kasetleri mevcut bulunan kişileri önce televizyonlardaki tartışma programlarına ve anahaber sunumlarına çıkarıp, herkes tarafından tanınır ve bilinir hâle getiriyorlardı. Mesela Şevki Yılmaz ve Hasan Hüseyin Ceylan bunlardandı. Bu tür kişileri önce medyada meşhur etmiş, böylece onların şahıslarını Refah Partisi’nin doğal temsilci ve sözcüleri olarak kabul ettirmişlerdi. Daha sonra da bunların kasetlerini “patlatmış”, hatta “kliplerini” yapmışlar, ayrıca birtakım ilgisiz yerlerde söyledikleri sözleri bile, Refah Partisi’nin davasında kapatılma gerekçesi olarak kullanmışlardı. Şayet söz konusu şahıslar önce bu şekilde medya projesiyle meşhur edilmemiş olsalardı, onların sözlerinin bir parti kapatma davasına konu yapılması gülünç bile karşılanabilirdi. Ancak o sıralarda bahis mevzuu şahıslar, kullanıldıklarını ve tuzağa çekildiklerini düşünmek yerine, muhtemelen kerameti kendilerinin hazırcevaplık, bilgi, malumat ve kişisel karizmalarına bağlıyorlardı.

Evet, 28 Şubat 1997 günü Türkiye’de korku dağları tutmuştu. Bu korku havasını dağıtmak için olsa gerek, Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaİslâm Dergisinin Mart 1997 tarihli sayısı için kaleme aldığı başyazısında oldukça sert tepki göstermiş, 28 Şubat olayının arkasında İsrail’in bulunduğunu açıkça yazmıştı. O ay başyazının geciktiğini, ayın hemen başında çıkması gereken derginin başyazısının 5 Mart günü veya daha sonra geldiğini hatırlıyorum. “Yayıncı’dan” imzasıyla daha önce kaleme almış bulunduğum editör sunumunda ben de benzer bir üslup ve içeriğe yer vermiş bulunuyordum. Bunun yanı sıra, M. Es’ad Coşan Hoca’nın son aylardaki gelişmelere ilişkin sert bir konuşmasının kaset çözümüne de sayfalarda yer ayırmıştım. Ayrıca resim olarak, Es’ad Coşan Hoca’yı elinde pompalı tüfek olduğu halde beyaz cübbe ve sarıkla gösteren bir fotoğrafa yer vermiştim. Genel Müdür K. Y. A. bundan hoşlanmamıştı, fakat gelen başyazı üzerine çıkarılması yönünde bir tavır da koy(a)mamıştı. Ancak, benim bu kaset çözümü için belirlediğim yazı başlığını, sert bulduğu için değiştirmiş bulunuyordu. Bundan benim haberim yoktu, değişikliği dergi basılmış halde elime gelince fark etmiştim.

Ancak, Radikal Gazetesi’nin 21 Mart 1997 tarihli sayısında yer alan ve İslâm Dergisi’ni konu edinen bir haber, dergimizde, bu değişikliğin de ötesinde bazı “dolaplar” döndüğünü anlamamı sağlamıştı. Çünkü gazetedeki haberde, derginin basılmış halindeki söz konusu yazı başlığı değil, benim belirlediğim ve baskıya girmeyen başlık aktarılıyordu. Doğal olarak, o günlerde kendi aramızda, muhbirin kim olabileceği konusunda konuşmaya başlamış bulunuyorduk. Tam o sıralarda, dergilerin getir götür işlerini yapan Karslı bir genç eleman, şüphe celbedici hareketler sergilemeye, kapı arkasından bizi dinlemeye, temizlik yapma bahanesiyle odamıza dalıp konuşulanlara kulak kabartmaya başlamıştı. Böylece, kendisini “doğal şüpheli” ya da “bir numaralı zanlı” haline getirmeyi başarmış, onun “Kör parmağım gözüne” kıvamındaki abartılı davranışları yüzünden herkes onun muhbir olduğuna inanmaya başlamıştı. Onun gerçekte bu konuda bir yem işlevi gördüğünü, dizgi servisinde çalışan asıl muhbirin deşifre olmasını engellemek isteyen malum odak tarafından, şüpheleri üzerine çekmesi için bu şekilde davranmakla, gölgeleme yapmakla görevlendirildiğini çok sonra anlayacaktım. Derin odakların işbirlikçisi olduğu sonraki yıllarda ayan beyan ortaya çıkacak olan bir tip de, ısrarla, onun şüphe celbeden hareketlerine dikkat çekecek, K.Y.A. ve İ.B. gibi isimleri herkesi ajan ilan etmekle suçlayıp duruyorken, birden bire hafiye avcısı rolüne soyunacaktı.

Demek oluyordu ki, malum odaklar, dergimizin basılmasını bile beklemiyorlar, dergi büromuzdaki taslak sayfaları, bilgisayar çıkışlarını bile tâkip ediyorlardı. Aynı odakların telefonlarımızı dinlediğini de biliyordum. Mesela, sinema yazıları kaleme alan bir arkadaşla telefonda konuşurken ona, o yılların çok konuşulan filmlerinden olan Eşkıya için, “Bu tür filmlerle eşkıyayı mitleştiriyorlar (efsaneleştiriyorlar)” dediğimde, telefondaki üçüncü bir kişi konuşmamıza müdahil olmuş bulunuyordu. Bunun lüzumsuz bir alınganlık olmadığını anlamam için Susurluk ve Ergenekon dosyalarının açılmasını ve Mehmet Eymür’ün atin.org sitesine bakmam gerekeceğini o zamanlar bilemezdim.

Radikal Gazetesi’nin bize olan ilgisi söz konusu haberle de sınırlı değildi. Derginin söz konusu Mart sayısının çıkmasının ardından, Avni Özgürel’in yardımcısı olduğunu söyleyen biri telefonla arayarak, başyazının ne anlama geldiğini sormuş bulunuyordu. Ona, başyazının anlamının açık olduğunu söylemiştim. Sorularından, yazıda geçtiği gibi bir mücadele kararlılığı içinde olup olmadığımızı öğrenmek istediği anlaşılıyordu. Saldırıya uğrayan herkesin kendisini savunmasının doğal bir hak olduğunu belirtmiştim. “Birisi bahçe duvarınızı aşıp da size saldırırsa, ona ‘Lütfen yapmayın’ demekle yetinmezsiniz; saldırganın kendisini savunan kişiye ‘Nazik ve kibar ol’ deme hakkı da olamaz” demiştim.

Ancak, benim bu tavrım, yakamı bugün bile hâlâ ellerinden kurtaramadığım birtakım odaklar tarafından “ödüllendirilmek” istenmeme yol açacaktı. Bu yüzden, 1997 yılı Mayıs ayı ortalarında, Beşiktaş’taki Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) savcılarından Enver Çoban tarafından ifade vermeye davet edilmiştim. Sonraki yıllarda Ergenekoncular’ın ifade vereceği Beşiktaş Adliyesi’nde, o zamanlar DGM, işte bu şekilde icra-yı faaliyette bulunuyordu.

Savcı’nın beni sorgulamak istemesinin sebebi, derginin Mart sayısı için yazmış bulunduğum imzasız “Yayıncı’dan” başlıklı editör sunuşuydu. Orada, İstiklâl Marşı’mızda “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” ifadesinin yer aldığını, Kurtuluş Savaşımız’ın Yunan Genelkurmayı’na karşı bu amaçla ve bu ruhla gerçekleştirildiğini, bu ruhun bugün de devam ettiğini dile getiriyordum. Doğal olarak Savcı Enver Çoban’ı rahatsız eden husus, Yunan Genelkurmayı aleyhindeki bu ifadeler değildi. O, başörtüsü yasağının bir insan hakları ihlâli olduğunu söyleyerek YÖK’ü eleştirmemden “kıllanmıştı”. Benden ayakta durarak sorularına cevap vermemi istemişti. Bunun bir aşağılama olduğunu düşündüğüm için ellerimi arkamda kavuşturarak ayakta durmuştum. (Daha sonra bir savcı arkadaştan, bunun usulden olduğunu öğrenecektim.) Savcı beni sorguya çektikten sonra, görevli memura, benim ağzımdan, yaklaşık bir sayfalık bir ifade yazdırmıştı. İmzalamam için bana verildiğinde metni okumuş, oradaki, “Bu yazıyı kimin yazdığını mahkemede açıklayacağım” şeklindeki ifadenin “İstersem açıklarım” olarak değiştirilmesini istemiştim. Satır arasına bu beyanı sıkıştırmışlardı.

Savcı’nın bana yönelttiği suçlama, halkı kamplara bölmek, toplumun bir kesimini diğerine karşı kışkırtmaktı. Fakat, bir gün gelecek, aynı savcının, beni sorguladıktan dört yıl sonra, Mart 2001’de, yazdığı bir iddianamede bölücülük yapmakla suçlanmış olduğunu Google sayesinde öğrenecektim. Türk Ceza Yasası’nın 169. maddesi uyarınca haklarında “yardım yataklık” suçlamasıyla dava açtığı kişilerin “cezaevi sorunlarına karşı duyarlı olduklarını” söylediklerini belirten Savcı, yazdığı iddianamede şu değerlendirmeyi yapmış bulunuyordu: “Ancak, sanıkların çoğunun terörün yoğun olduğu Doğu bölgesi nüfusuna kayıtlı olmaları ve eğitimsiz olmaları nedeniyle samimi bulunmamıştır.”

Yani, kanun karşısında herkes eşitti, Batı bölgesi nüfusuna kayıtlı olanlar daha eşitti; kanun karşısında herkes eşitti, eğitimliler daha eşitti.

Bu, George Orwell tarafından yazılmış fabl türü bir roman değil, bir hukuk adamının yazdığı iddianameydi.. Aynı savcı, 3 Şubat 2000 günü ise, 17 Ağustos depremi hakkında Gölcük sakinlerini rahatsız edecek beyanlarda bulunmuş olan Cübbeli Ahmet’e karşı elinden geleni ardına koymayacak, onun tutuksuz yargılanmasına bile tahammül edemeyecekti: “Ünlü’nün serbest bırakılmasına itiraz eden Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcısı Enver Çoban, bir üst mahkemeye başvurup, Ünlü’nün tekrar gözlem altına alınmasını istedi. Bunun üzerine, Cübbeli Ahmet Hoca tekrar gözlem altına alınarak, İstanbul Nöbetçi 6 No’lu DGM’ye getirildi. Ünlü, deprem konusunda yaptığı konuşmasında, devlete ve orduya hakaret ettiği iddiasıyla gözlem altına alınmıştı.

Ahmet Ünlü’nün tutuksuz yargılanmasında toplum için büyük tehlikeler gören Savcı, dört ay gibi kısa bir sürede büyük bir değişim yaşayacak, bu yüzden Alaattin Çakıcı’nın adamları konusunda son derece özgürlükçü bir tavır takınacaktı: “Alaattin Çakıcı’nın amcası Nihat Çakıcı ve adamı Ali Onsekiz’in evlerinde bir timi donatacak malzeme ele geçti. Savcı Enver Çoban’ın mahkemeye sevk etmeden serbest bıraktığı Çakıcı ve Onsekiz’in evinde, çeşitli tabancalar, pompalı ve otomatik tüfek, gece görüş dürbünü, keskin nişancı dürbünü, kamuflajlı çelik yelek bulundu.”

Ancak, aynı savcı dört yıl sonra tekrar büyük bir değişim yaşayacak, Doğulu olma ve Alaattin Çakıcı gibi bir yeğene sahip bulunmama bahtsızlığına uğramış sabıkasız bir genç için, sadece bir tabanca taşımış olması yüzünden tutuklama kararı çıkartacaktı: “Ağrı’dan İzmir’deki ağabeyinin yanına gelen Bakım Önaç (26), bir süre önce barlar sokağında ruhsatsız silahla birlikte ele geçirildi. Gözaltına alınan Önaç, Savcı Enver Çoban tarafından sorgulandıktan sonra tutuklanması talebiyle nöbetçi mahkemeye sevk edildi. İstanbul’daki Barış Dönmez cinayetinden ders alınması gerektiğini düşünen savcı, CMUK’un 104’üncü maddesi uyarınca sanığın tutuklanmasını istedi. Madde, ‘delillerin karartılması ve yok edilmesi, delillerin toplanmaması ve toplumda infial uyandırma’ fiillerini kapsıyor. Mahkeme Enver Çoban’ı haklı buldu ve sanık tutuklandı. Bunun üzerine sanık avukatı bir üst mahkemeye başvurdu. Avukat Sevgi Sakarya itirazında, silahın temiz çıktığını, müvekkilinin sabıkası olmadığını anlattı ve Bakım Önaç’ın tutuksuz yargılanmasını istedi. Ancak avukatın talebi reddedildi.”

Savcı Enver Çoban beni neden yargılatıp içeriye attırmak istiyordu?.. Neden benim üzerime geliyorlardı?.. Cübbeli Ahmet gibi meşhur biri değildim, herhangi bir unvanım yoktu, yayınlanmış bir kitabım bile bulunmuyordu. 1992 yılından sonra İslâm Dergisi’nde kendi imzam ile (hatırladığım kadarıyla) sadece iki yazım yayınlanmıştı; ne yazılarımı merak eden bir okur kitlem, ne de vaaz, sohbet ya da konferanslarımı dinlemek isteyen taraftarlarım vardı. Muhtemelen hedef seçilmiş olmamın nedeni, belirli odakların, Es’ad Coşan Hoca’nın tutumunun bireysel olduğunu, İskenderpaşa Cemaati tabanında karşılığının bulunmadığını, bunun bir istisnasını teşkil ettiğimi düşünüyor olmalarıydı. İkinci bir neden de, benim Vefa Yayıncılığa ait dergilerin yayın çizgisi konusunda malum odaklar tarafından yapılan telkinlere açık olmayı kabul etmemem olabilirdi..

Savcı’ya ifade verdikten kısa bir süre sonra bir vesileyle karşılaştığım Av. Yalçın Ünal, konuyu bana sormuş bulunuyordu. Basın Kanunu’na göre yazarı açıklamak zorunda olmadığımı, ancak işverenim konumunda olanların “böyle bir yazıyı kendilerinin verdiklerini ve yazarı açıklamak istemediklerini” beyan etmeleri gerektiğini söylemişti. Bu durumda benim cezalandırılmam söz konusu olmuyor, işveren için de fazladan bir risk ortaya çıkmıyordu; aksi takdirde sorumlu müdür olmam nedeniyle mesuliyetim devam ediyordu. Ancak, Genel Müdür benimle karşılaştığında bu konulara hiç girmiyor, hiçbir şey sormuyordu, başkalarından, meselenin salt benim yazıyla ilgili olduğunu öğrenmiş ve sessizliğe gömülmüştü. O sıralarda bir daha dönmemek üzere yurtdışına çıkmış olan ve kendisini telefonla arayan Esad Coşan Hoca’nın, “Yazımla ilgili dava açılmış, öyle mi?” şeklindeki sorusu karşısında, “Hayır efendim, mesele Seyfi’nin yazısı ile ilgili” diye müjdeyi vermiş bulunuyordu. Çalıştığım şirketin bana avukat bulması ve hukukî destek sunması gibi birşey söz konusu değildi. Dolayısıyla, kendi savunmamı kendim yapmam, kimseden yardım beklememem, kendi ayaklarım üzerinde durmaya çalışmam gerekiyordu; güvenilmeyecek, güvenilir ve emin olmayan, sıdk u sadâkatten pek fazla bir nasip edinmemiş bir topluluk içinde bulunduğumu o gün artık anlamaya başlamış durumdaydım.

Konuyla ilgili olarak, bize komşu bir ilçeden olduğu için hemşerim sayılabilecek bir avukat arkadaşa vekâlet vermiş bulunuyordum. Ancak, avukatımın konuyu takip etmesine gerek kalmamıştı. Aylar geçtiği halde beni ne Savcı, ne de DGM aramıştı. Savcı’nın vicdanlı bir adam olduğunu, 28 Şubatçılar’ın baskısı yüzünden beni sorgulamak zorunda kalmış bulunduğunu, bana yöneltilen suçlamanın gülünçlüğünü fark etmiş olduğunu düşünüyordum. Fakat kazın ayağı öyle değildi. Sonbaharda DGM’den gelen bir yazı, Ağustos ayı içinde gıyabımda yargılandığımı, çıkan basın affı yasası kapsamında dosyamın üç yıl için rafa kaldırıldığını, bu süre zarfında benzer bir suçtan yargılanıp mahkum olmam durumunda tekrar aynı davadan yargılanacağımı bildiriyordu.

Söz konusu basın affı, Haziran’da yıkılan Erbakan-Çiller hükümeti yerine iktidar koltuğuna oturan DSP-ANAP-MHP (Ecevit, Mesut Yılmaz, Bahçeli) troykası tarafından, Fatih Çekirge gibi 28 Şubat gazetecilerinin yargılandıkları davaların düşürülmesi için çıkartılmış bulunuyordu. O günlerde, “Demek ki, basın affının çıkmış olmasından dolayı, Ağustos ayındaki duruşma için beni mahkemeye çağırmaya bile gerek görmemiş, rahatsız etmek istememişler” diye düşünmüştüm.

Ancak, kazın ayağı yine öyle değildi. 1998 yılı başlarında evimizin kapısına gelen bir polis memuru, Ağustos duruşmasına katılmam için şahsıma yapılan tebligatı içeren yazıyı teslim ediyor, evrak arasına karışıp unutulmuş olduğu için gecikme yaşandığını söyleyerek özür diliyordu.

(Devamı için bakınız: 

https://tenbih.wordpress.com/2018/04/11/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-2-dr-seyfi-say/)

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (60) / DR. SEYFİ SAY

 

Tevbe Suresi, 67. ayet: Münafık erkekler ve münafık kadınlar ...

Al-i İmran Suresi, 119. ayet: … Siz kitabın tümüne inanırsınız ...

Devlet Bahçeli'den TBMM Başkanı'na Laiklik tepkisi!

Hasülkü Haber - MHP, Ülkü Ocakları, Avusturya Türk Federasyon ...

İskenderpaşa Cemaati'nden Çağrı-Haber1-www.anamurunsesi.com/

gücünü topla, maneviyatını düzelt, iyileri bul, onlarla birleş ...

 

MÜNAFIK “İHSAN”I VE “UZLAŞMACILIĞI”

 

Hakyol Vakfı Genel Müdürü Av. Hasan Pak’a gönderdiğim e-postada, birkaç konunun yanı sıra, daha önce benimle konuşmuş oldukları Kureyş’in imameti ve “zamanın imamı” meselesinden de bahsetmiş bulunuyordum. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), Kureyş’in neden imam/halife olmaları gerektiğini gösteren şu hadîsine dikkat çekmiştim:

 

“(Câhiliye devrinde) Arap kabileleri şu emâret hususunda en şerefli olan Kureyş’e uyardı: Arapların mü’minleri (hanifler), Kureyş’in mü’minlerine, müşrikleri de Kureyş’in müşriklerine uyarlardı. İnsanlar madenler gibidir. Onların cahiliyette hayırlı olanları, İslâm devrinde de hayırlı kimselerdir.”

(Buharî, Tecrid-i Sarih, Ankara: DİB, C. IX, s. 220).

 

Bu hadîste bir “geleneğe” işaret ediliyordu. Araplar’ın güç kaybettiği, dünya hâkimiyetinin başka milletlerin eline geçtiği, Kureyş mensuplarının da şuraya buraya gidip başka topluluklar içinde eriyip yok olduğu bir zamanda aynı durumdan söz edilemezdi. Böyle bir dünyada, “Yahu filanın soyu Kureyş’ten Zübeyr bin Avvam’a, falanınki Abdullah ibni Mesud’a (r. a.) uzanıyormuş; işte bunlar imam olmaya layık adamlar” diyerek bunu kim önemserdi?!.. Bir başka hadîs şöyleydi:

 

“Hilâfet Kureyş’in uhdesinde bulunacaktır. Onlar dinî vecibeleri yerine getirdikçe ve adâleti icrâ ettikçe, onlara hiçbir kimse düşmanlık etmeyecektir. Eğer onlar dinden, adâletten uzaklaşırsa Allah, Kureyş’i yüz üstü sürçtürür, rezil eder.”

(Buharî, Tecrid-i Sarih, IX, 220)

 

Bu böyleyse, “Yok asla öyle olmazlar, sürçmezler, onlar hep başta olacaktır, olmalılar, onların hakkı daima imamlıktır” demek, mantıksız olmaz mıydı?!

Peygamber Efendimiz s.a.s.’i yalanlamak anlamına gelmez miydi?!

Hasan’a ayrıca, “Mikdat Hoca bu konuları ne yazık ki çok yüzeysel biliyor; bu değerlendirmemi ve ekte gönderdiğim metinleri ona aktarırsan, onun için faydalı olur diye düşünüyorum” diye yazmıştım. Konu hakkında ulemanın yaptığı değerlendirmeleri bilmeden konuşmak çok yanlıştı. İskilipli Atıf Hoca, Kureyş’ten olmanın hilafetin sıhhat (geçerlilik) şartı değil, evleviyet (evlâ olma) şartı olduğunu açıklıyordu; yani halifenin Kureyş’ten olması evlâ idi, şart değildi. Kureyş’ten olanlarda da diğer evleviyet şartları bulunur muydu, o da ayrı meseleydi.

Hasan’a ayrıca, o sıralarda Zinde Derneği’nin sitesinde yayınlanmakta olan Nureddin Coşan’a ait kritik-analitik düşünme (KAD) konulu röportajdan bir alıntı da yapacaktım. Nureddin’in sözleri şöyleydi: “… KAD’nin en az sağlıklı yaşam kadar veya sağlıklı yaşamın en önemli bir parçası olarak önemli olduğunu hissedeceklerdir. Bunu hissettikleri zaman doğalarına uygun yaşayacakları için belki doğaya uygun yaşamanın en önemli şartının Allah’ın, yaratıcının varlığını bilmek ve O’nun memnuniyeti için gayret etmek olduğunu anlamak durumuna girerlerse bu bizim için önemli bir kazanım olacaktır.”

Hasan’a, bu ifadelerle ilgili değerlendirmelerimi de yazmıştım: Nureddin lafa Allah’ın rızası ile başlamış, sonunda ise, baştan ne söylediğini unutup, Kur’an ve Sünnet’e uygun yaşamadan söz etmek yerine, “doğalarına uygun yaşama limanında demir atmıştı. Ama böyle konuşarak, daha baştan davayı tahrif ettiğinin ya da çarpıttığının farkında değildi; açıkçası, davayı umursadığı da yoktu, çünkü bütün bunları 2004 yılında zaten genişçe yazıp açıklamıştım. Ve, “dikkate almamışlardı”.

Batı’nın kavramlarını kullanmanın sonu, Sağduyu Partisi tartışmalarında gördüğüm gibi, “doğa kanunları” diye uydurulan kuruntuların (Kur’an’daki tabirle ümniyyelerin) Allah’ın muradı ilan edilmesiydi. O e-posta grubundakileri ve Cemaat’i asıl uyarması gereken Nureddin iken, ben bir sürü dil dökmek zorunda kalmıştım ve sonunda da hakarete uğrayarak tartışma platformundan kovulmuştum. Sonra da aynı kişiler, kritik-analitik düşünmenin öneminden bahsediyorlardı. Düşünceye ne kadar saygılarının olduğu bence malumdu. Sağduyu konusunda yazdıklarımın bir faydası olsaydı, Nureddin şimdi “doğa” kavramından bahsederek “Batılılar’ın diliyle ya da paradigmasıyla” konuşmayacaktı. Konuştuğu şeylerin ideolojik arka planının, ideolojik temellerinin şuurunda olacaktı. Nureddin, doğadan bahsederken, batıl ideolojilerin terimlerini üstün ve saygı duyulması, önemsenmesi gereken kavramlar olarak almış oluyordu. Onların böylesi ön kabulleriniideolojik varsayımlarını tartışması, reddetmesi gerekirken, önce onları yüceltiyor, olumlu ilan ediyor, sonra da, özür dileyici bir tavırla, Nasreddin Hoca gibi, “Sizin doğaya uygun yaşamanızın anahtarı bende; ey çaylak, eti alıp kaçtın ama tarifi bende!” diyordu.

Bunun yanı sıra Hasan’a, Nisa Suresi’nin 62’nci ayetinde geçtiği gibi, münafıkların, Sağduyu Partisi’nin uzlaşma” ve “ihsan ilkelerini hatırlatır şekilde, “uzlaştırma” ve “ihsan” edebiyatı yapmış/yapmakta olduklarını yazmıştım. Söz konusu ayet ile bir öncekinin meali, Hasan Tahsin Feyizli’nin Feyzü’l-Furkan’ında şu şekilde veriliyordu:

 

“Kendilerine: ‘Haydi (hakem olarak) Allah’ın indirdiği (Kur’ân-ı Kerîm’i)ne ve Resûlü’ne gelin!’  denildiği zaman, münâfıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün. Fakat elleriyle yaptıkları (kötülükler) yüzünden kendilerine bir felaket geldiği vakit: ‘Biz iyilik etmek [ihsan] ve uzlaştırmaktan başka (bir şey) istemedik.’ diye, nasıl da Allah’a yemin ederek (ve özür dileyerek) sana gelirler.”

 

Mealde “iyilik etmek” olarak verilen kelimenin Kur’an’daki aslı, “ihsan”dı. Münafıklar, Allah’ın indirdiğini ve Resûlü’nün sözlerini bırakıp “ihsan ve uzlaştırma” edebiyatı yapıyorlardı. Sağduyu Partisi’nin de dört tane temel ilkesinden ikisi, ihsan ve uzlaşmacılık idi.

Evet, münafıklar, Kur’an’ın şahitliğiyle, ihsan ve uzlaşma edebiyatı yapan insanlardı.

Bunları yazdıktan sonra Hasan, beni bir daha hiç aramayacaktı. Ona söz konusu e-postayı gönderdikten kısa bir süre sonra Sağduyu Partisi’nin internet sitesine baktığım zaman da, dört – dört buçuk yıldır terk etmelerini sağlayamadığım “uzlaşmacılık, mertlik ve ihsan” edebiyatına son vermiş, “hikmet ve yüksek ahlâk değerleri”nden bahsetmeye başlamış bulunduklarını görecektim.

 

(Devamı için bkz. 

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (61) / DR. SEYFİ SAY

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (58) / DR. SEYFİ SAY

hollanda zina ile ilgili görsel sonucu

hollanda endonezya ile ilgili görsel sonucu

İskenderpaşa Cemaati'ne ağır cevap

Bu kez İskenderpaşa Cemaati isyan etti

MUHARREM NUREDDİN COŞAN – tenbih

8milyardan1i on Twitter: "Sevgi ve dostluk bağlarımızı ...

 

TUHAF BİR ONUR VE SAYGI

 

2008 yılı Haziran ayı başlarında, Esad Efendi’nin babası, Cemaat’in Necati Amcası Halil Necati Efendi de vefat etmiş bulunuyordu. Hatırı için Nureddin’in saldırgan tavırlarına tahammül edebileceğim son kişi de artık ölmüştü.

O sıralarda, Nureddin’in, Sağduyu Gazetesi’nde çalışırken kendisiyle görüşmek istediğimde bana yaptığı şeyi, Başbakan Erdoğan’a da yapmış olduğunu duymuştum. Başbakan, dedesinin vefatı dolayısıyla onunla telefonda görüşüp taziyede bulunmak istemiş, bunun için onun telefon numarasını Server Holding’ten öğrenmeye çalışmışlardı. Holding’tekiler ise Nureddin’in telefonunu vermemiş, konuyu ona sormuşlardı. O da, lütfedip, “Tamam, taziyesini kabul ettim, görüşmeye gerek yok” demişti.

Cemaat mensupları, bunu, sanki matah birşeymiş gibi aralarında nakledip duruyorlardı. Halbuki, Kütüb-ü Sitte’de, İbni Ömer r.a.’in rivayet ettiği, “Size bir kavmin büyüğü geldiği zaman ona ikram ediniz” şeklinde bir hadîs mevcuttu. Aynı hadîs, Taberânî tarafından da, İbni Abbas r.a. kaynak gösterilerek naklediliyordu. Sonuçta Erdoğan, bir zamanlar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinde bulunmuş ve beş yıldır da başbakan olarak Türkiye’yi yöneten adamdı. Nureddin’in Erdoğan’ı kendiliğinden arayıp ona saygı göstermesi gerekmiyordu; bu, doğru da olmazdı, fakat böyle bir vesileyle Erdoğan onu bizzat kendisi aradığında, aşağılama anlamına gelen bir tepki vermesi de yakışıksızdı. Şayet ona vermek istediği dinî bir mesaj vardıysa, bunu fırsat kabul edip verebilirdi. Bu, taziye mesajı için konuşmaya tenezzül etmeme tavrı ise, doğal olarak, dinî bir mesaj içermiyordu, kişisel bir tepkiydi. Hem hikmet ve maslahata aykırıydı, hem de ahlâkî ve insanî değildi. Bu, açıkça, şımarıklıktı, kibirdi.

Erdoğan’a karşı bu tavrı sergileyen Nureddin, Hollanda Büyükelçisi’nin karşısında ise kibarlıktan kırılmıştı. “Sayın Büyükelçi”ye hitaben yazdığı mesajını iskenderpasa.com’a koymuş bulunuyordu ve sürekli olarak gözümüze sokup durmaktaydı. Söz konusu mesajında önce,sayın büyükelçi” ile “değerli hanımefendi eşini, saygıyla selamlıyordu. Her ne kadar onları bizzat ağırlayamamış” olsa da ziyaretleri “onur duymasına vesile” olmuştu.

Babasının ve iki dedesinin hatırı için kendisini adam yerine koyan ve telefonla ulaşmak isteyen Başbakan’ı ise, “bizzat” kovmak yerine, adamlarına kovdurmuştu.

Bununla da yetinmiyor, saygıyla selamladığı büyükelçiye, Hollanda devletine “yağ çekmek” anlamına gelen iltifatlar yağdırıyordu: Hollanda Devleti ve halkı dünya tarihimizin etkili, engin ekonomik ve politik tecrübeleri günümüze ulaşmış ve uyarlanmış önemli isimlerindendirdi. Bu etkili ve engin ekonomik ve politik tecrübeler, Endonezya ve Güney Afrika gibi ülkeleri işgal edip sömürmekti, ama Nureddin, mesajında bu kadar ayrıntıya girmiyordu.

Saygılar sunulan büyükelçinin nasıl bir adam olduğu ise, onunla ilgili bir haberden anlaşılabiliyordu:

 

Hollanda Büyükelçisi´nin zina tepkisi

AB Dönem Başkanı Hollanda´nın Ankara Büyükelçisi Sjoerd Gosses, Avrupalıların Türkiye´deki zina tartışmalarına ilişkin çeşitli endişeleri bulunduğunu belirterek, hiçbir AB ülkesinde zinanın suç sayılmadığını söyledi.

Büyükelçi Gosses, Ukrayna´nın milli günü nedeniyle düzenlenen resepsiyonda gazetecilerin soruları üzerine, zina tartışmalarını değerlendirdi.

AB ülkeleri büyükelçilerinin aylık düzenli toplantıları çerçevesinde bugün biraraya geldiklerini söyleyen Gosses, toplantıda AB Komisyonu´nun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen´in ziyareti ve eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari´nin Türkiye raporunu ele aldıklarını, ayrıca zina tartışmaları konusuna değindiklerini kaydetti.

Büyükelçi Gosses, Verheugen´in bu son konuya ilişkin bazı açıklamalarda bulunduğunu hatırlatarak, bu çerçevede yaptıkları toplantıda üye ülkelerdeki mevcut endişeleri konuştuklarını belirtti.

AB ülkeleri vatandaşlarının Türkiye´de bu konuda neler olup bittiğine dair bazı sorular sorduğunu söyleyen Gosses, bir yanda modernleşme alanında kaydedilen büyük ilerlemelere bakıldığında zinanın suç sayılmasının mantıklı görünmediğini bildirdi.

(http://www.haber7.com/guncel/haber/12587-hollanda-buyukelcisinin-zina-tepkisi)

 

Evet, faizci şeyh Nurettin, zinacı büyükelçi ile gerçekten uyumlu bir ikili oluşturuyordu. “Ruhen” çok iyi anlaştıkları, Nurettin’in sevgi, saygı, onurlanma vs. ile lebaleb dolu samimi mektubundan anlaşılıyordu.

“Değerli” ve “sayın” büyükelçi ile hanımefendi eşini “saygı”yla selamlayan, ziyaretlerinden onur duyan Nurettin’in “onur” anlayışı, bizim havsalamızın almayacağı türden bir acayiplikti. Aynı onur anlayışı, daha sonraki yıllarda Nurettin’in, Türkeş’in cenazesine katılan babası Esad Efendi’yi, bir cenaze merasimine asla yakışmayan bir görgüsüzlük, kabalık ve terbiye yoksunluğu ile aşağılayan ve kovan Devlet Bahçeli’nin “bozkurtlar”ını da, saygılı bir dille selamlamayı içine sindirebilmesine yol açacaktı. Daha doğrusu Nurettin, ustalıkla sakladığı gizli gerekçelerle ve hesaplarla, oy vermenin de ötesinde, “bozkurt amigoluğu”na soyunacaktı. Ortada tuhaf bir durum vardı; “üç hilal”e bile değil, “bozkurtlar”a yol verilmesi isteniyordu. Yaptığı açıklamanın metni, “bozkurtlar”ı sütten çıkmış ak kaşık konumuna getiriyor, “Tek yürek olsun iyiler!” çağrısı çerçevesinde “bozkurtlar”ı şimdiye kadar birleşmemiş mutlak iyi ilan ediyor, tamamen aklayıp paklıyordu. Açıklama metni şöyleydi:

 

Aklını kullan!

Değerli kardeşim, aklını kullan!

Nereye gidildiğini, yarın ne olacağını, canından çok sevip tercih edip büyüttüğün çocuklarını, istikbalini düşünemekliliğinin, sonrasının, hayatının istemediğin, tasvip etmediğin bir düzeneğin içinde geçtiğini, heba edildiğini farket, bu duruma müdahale et, itiraz et, boş verme!

Anlamaya, görmeye çalış, doğruyla yanlışı ayır, duruşunu özünle birleştir.

Göz boyamalı, kısa vadeli, saman alevli, serap misali ağzına bal çalındığını, çalınanın aslında bal olmadığını, duygularınla oynandığınıoynananlardan bihaber gafil kaldığını gör!

Kafanı devekuşu gibi kuma gömüp yaşadığın ülkede değerlerinin buharlaşmasına kayıtsız kalma, “neme lazım” deme, “menfaatim” deme!

Maneviyat bahçemize dadanmış domuz sürülerini, sırtlanları, hain köpekleri, kurnaz tilkileri, leş kargalarını, kanımızı, canımızı, değerlerimizi, zenginliklerimizi emmeğe yeltenen sülükleri, asalakları silkele, sırtından at, kamburunu düzelt, el ele ver, gücünü topla, maneviyatını düzelt, iyileri bul, onlarla birleş, işbirliği yap, yanlışı düzelt!

Bunu daha önce yaptın. Güzeli seçtin, güzelleştin, güçlendin. Örnek oldun, öncü oldun, yol gösterdin, ilham kaynağı oldun, sevildin…

Isıttın, karanlık asırlara güneş oldun aydınlattın. Çağ atlattın. Susuz yüreklere su serptin, serinlettin. Umut oldun, çare arayan biçare insanlığa, tarih yazdın altın harflerle dimağlara.

Şimdi silkin, şimdi uyan, dengeleri boz. “Bozkurtlara” fırsat ver, yol ver, OY ver. Çeki düzen versin, destek olsun dostlara, fayda versin, tek yürek olsun iyiler.

“Sagduyu’nun” mevcut hükümeti kuran partiye ilk genel seçimlerinde tek başına iktidar olmasıyla sonuçlanan verdiği şartlı destekle bile, hala, maalesef insanlık için, inananlar için beklenenleri gerçekleştiremeyen Sayın Başbakan, MHP’li kardeşlerin barajı aşamayacağını bekliyor. Haydi! Yalnız bırakmayalım meydanda özgürlükler vaad edegelen arkadaşı. MHP’li kardeşlerim, barajı aşın da, sizinle birlikte, daha önce söz verip de yerine getiremeyenler için bir telafi fırsatı doğsun.

Birleşsin güçler def etsin akbabaları, şanımız yürüsün cihanda.

Sefillere uşak olmayalım.

Çünkü, kölesiyiz, Razı olsun alemlerin Efendisi bizden.

 

İslâmî konularda bilgisiz ve Türkçe’yi iyi kullanamayan bir Batılı ya da yerli “ajan”ın kaleminden çıkmış gibi görünen açıklama metni, İslâmî terminolojideki “kul”un yerine “köle”yi oturtmuş bulunuyordu. İkinci bir tuhaflık, “alemlerin efendisi” tabirinde kendisini gösteriyordu. İslâmî literatürde, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inde de geçtiği gibi, Peygamber Efendimiz s.a.s. için “seyyid-i kâinat” (kâinatın/yaratılmışların efendisi) nitelendirmesini yapanlara da, bu edebî benzetmeyi aşırılık olarak görenlere de rastlanıyordu. Allahu Teala için ise, uygun olan, Fatiha’da geçtiği gibi, “Alemlerin Rabbi” denilmesiydi. Herşeyden önce, Allahu Teala’nın “esma”sının tevkifî olduğunu söyleyen ulemaya göre, Allahu Teala için “kafadan” isim uydurmak caiz değildi. İslâmî açıdan savruk ifadelerden oluşan bu açıklama metni, imla hatalarıyla da maluldü. Sağduyu yerine sagduyu yazılmış, “… kölesiyiz, Razı olsun alemlerin Efendisi” ifadesinde küçük yazılması gereken harf büyük, büyük yazılması gereken de küçük yazılmıştı. Belki bu yazım hataları çok önemsenmeyebilirdi, fakat “ihsan” (işini iyi ve güzel yapma) ilkesi diye yeri göğü inletenlerdeki bu ihsan fakirliği, insana tuhaf geliyordu.

Sorun bunlarla da sınırlı değildi. Açıklama metni, bir laf söylediğinde, iki cümle sonra tam tersini söyleyebilen bir mantık yoksununun elinden çıkmış gibi görünüyordu. Önce “çocuklar, istikbal, emeklilik vs.” edebiyatı ile menfaat çetelesi tutuluyor, sonra da, “ ‘Menfaatim’ deme!” öğüdü veriliyordu. Nurettin’in açıklamasında mantık yoktu, fakat oldukça “nezih” bir dil kullandığı (leş kargaları, hain köpekler vs.) söylenebilirdi. Bu nezih dil sahibi şeyh efendi, aynı zamanda edebiyat paralamayı da ihmal etmiyordu: Isıttın, karanlık asırlara güneş oldun aydınlattın…. Susuz yüreklere su serptin, serinlettin. Umut oldun, çare arayan biçare insanlığa, tarih yazdın altın harflerle dimağlara.”

Nurettin’e göre, domuz sürülerini, sırtlanları, hain köpekleri, kurnaz tilkileri, leş kargalarını, sülükleri, asalakları silkeleyip atmak, buna karşılık iyileri bulmak ve onlarla birleşip işbirliği yapmak gerekiyordu. İyiler ise, bozkurtlardı. Bozkurtlarla birleşmek demek, maneviyatını düzeltmek demekti. Nurettin’in dedesi Mehmed Zahid Efendi ile babası Esad Coşan hoca, MHP ile birleşmeyi akıl edememiş ve maneviyatlarını düzeltme bahtiyarlığına erişemeden ölüp gitmişlerdi. Ancak bu vatandaş, bir zamanlar, “Ürkeklere değil erkeklere oy verin!” diyerek ucuz kahramanlıkla ortalığı inletmiş, sonra da Ecevit’in önünde diz çökmüş ve 28 Şubat sürecine dolaylı destek sunmuş bulunan bozkurtların “tepe yönetimi”nin, Esad Coşan hocayı Türkeş’in cenazesinde aşağılamasının nasıl bir “iyi”liğe karşılık geldiğini açıklamaktan kaçınıyordu.

Evet, Nurettin’in açıklaması çerçevesinde, ortada, Erbakan’ı ve izleyicilerini “ürkek” diye aşağılayan bu hoyrat “tepe yönetimi”ne verilen bir “şartlı destek” veya “kerhen verilen oy” yoktu. Bozkurtları kayıtsız ve şartsız sırtına alma teklifi vardı. “Maneviyat bahçemiz”deki koyunların bekçiliğinin, bir zamanlar “ürkek”lerle alay etmiş ve Antalya milletvekilinin Meclis’te başını açtırarak “erkekliğin” postmodern halini göstermiş olan “bozkurt”a havale edilmesi isteniyordu; Nurettin’e göre, “maneviyat bahçemiz” işte bu “postmodern kurt aklı ve erkekliği”ne emanet bırakılmalıydı.

Kimileri bu sağduyusuz ve düşüncesizce açıklama metnindeki tutarsız ve neyi kastettiği tam açık olmayan ifadelerden hareketle, istenenin, “bozkurtlar” ile iktidar partisinin “özgürlükler” için işbirliği yapması olduğunu ileri sürerek, kendilerini avutmaya çalışıyorlardı. Ancak, böylesi saf rolü oynayan uyanıklar, 2002 yılındaki seçimde verilen türden bir “şartlı destek”durumunun burada niçin mevcut olmadığı sorusunu gözardı ediyorlardı. Yayınlanan metin, açık bir bozkurtlar ve MHP propagandasından başka birşey değildi, çünkü Akparti’nin adı bile anılmıyor, “mevcut hükümeti kuran parti”ye, yani adı anılmaya değmez bir oluşuma verilen destekten duyulan pişmanlık dile getiriliyordu.

Muhsin Yazıcıoğlu, söz konusu açıklamanın yapıldığı tarihten iki yıl önce, karlı bir dağ eteğinde can vermiş bulunuyordu. Yaşasaydı, yıllar süren hapishane hayatından sonra dayanamayıp terk ettiği bu “postmodern kurt aklı ve erkekliği”nin, Esad Coşan hocanın takipçileri tarafından tebcil edilmesi karşısında, evet bu omuriliksiz ve omurgasız “dönüş” ya da yöneliş karşısında, herhalde, içinde onur ve onursuzluk kelimeleri geçen bir cümle kurma ihtiyacı duyardı.

“Hollanda büyükelçisi”nden saygıyla onur “feyz”i almış bulunan bir zamane “doğal liderlik” tutkununun akıl düzeyi, böylece bir kez daha belgelenmiş oluyordu.

Kimleri “değerli”, “desteklenmesi gereken iyi”, “sayın” ve “onur verici” ilan edeceği, kimlere de “şaşkın, kıymet bilmez, gafil ve isyankâr” diyerek hakaretler yağdıracağı konusunda oldukça eksantrik standartları bulunan Nurettin, bütün bu tuhaf tavırlarının üstüne tüy dikmek için, bir de tutup sağduyu vs. edebiyatı da yapıyordu. Ziyaretinden onur duyduğu “değerli ve sayın” büyükelçiye hitaben yazdığı ve iskenderpasa.com sitesine nazar boncuğu gibi taktığı mektubunda, “grubumuz kişisel gelişme sürecini sevgi esaslı yaklaşımlarla tamamlamayı benimsemiş ve uygulaya gelmiştir diyerek sözlerini sürdürüyordu.

Ancak, Nureddin’in bizzat kendi “kişisel gelişme süreci”ne baktığımızda, kişisel zenginleşme sürecinden başka birşey göremiyorduk. Bunun sevgi esaslı yaklaşımlarla tamamlandığı” da doğruydu, parayı ve paralı insanları çok sevdiği ortadaydı. Bir de, dedesi ve babası zamanında tarikat dersi almış olan insanların kendisine sorgusuz sualsiz itaat etmelerini ve onu sırtlarında taşımalarını seviyordu. Bunu görememesi durumunda ise, içi boş sevgi edebiyatını bir yana bırakarak, anlamsız ve saçma tepkiler veriyordu. Kişisel olarak bunun son örneğini, 2008 yılı ilkbaharında Mikdat ile Hasan’ın yaptığı ziyaretle yaşamış bulunuyordum.

Ancak, aylar geçtiği, Ağustos ayı geldiğinde bile, henüz onların tekfir edici tutumlarına karşı, gereken cevabı vermiş değildim. 2008 yılı Ağustos ayı sonlarında Akra FM’in genel müdürü Naim Güleç, hiçbir şey olmamış gibi telefonla beni arayacak, Kültür Bakanlığı Müsteşarı İsmet Yılmaz’a ulaşmaları için kendilerine yardım etmemi isteyecekti. Onu bazı kültürel konularda bilgilendirmek, daha iyi hizmetler verilmesine, yanlışlardan kaçınılmasına vesile olmak istiyorlardı. Anlaşılıyordu ki, İsmet Yılmaz’ı “irşad” etmeye karar vermişlerdi.

Naim’in hiç beklemediğim bu talebini yumuşak bir dille geri çevirmiştim. Ancak, daha sonra konu üzerinde düşündüğümde, onun bu teşebbüsü bende kuşkuya yol açmıştı. Naim, 1990’lı yılların ortalarında iletişim fakültesi öğrencisiyken stajyer olarak Vefa Yayıncılık’a aldığım eski bir elemanımdı. 1999 yılında Sağduyu Gazetesi kapanana kadar yanımda çalışmıştı. Çapını, birikimini bildiğim biriydi. Şimdi, haddini bilmezlikle, üstüne vazife olmayan konulara karışıyor, boyunu aşan işlere bulaşmaya yelteniyordu. Ancak, onun böylesi bir haddini bilmezliğe kendi başına cesaret edemeyeceğini de tahmin edebiliyordum. Evet, Nurettin, bir piyonunu ortaya sürüyordu. Burada amaçları üzüm yemek de değildi, bağcı dövmekti; anladığım kadarıyla, beni hâlâ kullanabildiklerini görmek ve göstermek istiyorlardı. Oysa, tek amaçları İsmet Yılmaz’a ulaşmak idiyse, bunu pekâlâ, mesela bir Av. Yalçın Ünal vasıtasıyla da yapabilirlerdi. Yalçın, sabah akşam gördükleri biriydi; Server Holding’in hemen yanı başında oturuyordu.

Naim’in benimle konuştuğu cep telefonu numarasını aradığımda, karşıma Server Holding’in güvenlik görevlisi çıkmıştı. Yani Naim, kendi adına değil, şirket namına iş gördüğü için, görüşme masrafını bile üstlenmemişti. Onunla kendim arayarak başka bir telefonda yaptığım ikinci görüşmede amacım, onun, sorularıma verdiği cevaplar çerçevesinde gerçek niyetini anlamaktı. Görüşmeden sonra, bu teşebbüslerinin Nurettin’in sinsice ve hilekârca yazdığı senaryolardan biri olduğu sonucuna varmıştım (Bugün artık senaryoda “derinler“in de tuzu biberi bulunduğunu düşünüyorum). Naim’in buradaki rolü de, figüranlık ya da piyonluktu. Ona 26 Ağustos günü bir e-mail göndermiş, “İsmet Yılmaz’a nasıl ulaşabiliriz?” diye beni aramasının saçma olduğunu yazmıştım. Naim’in cevabı bir gün sonra gelmişti. Çünkü, benim mesajımı sekreteri üzerinden Nurettin’e havale etmiş, o sırada Avustralya’da olan bu şahısla saat farkı yüzünden bir ölçüde iletişim sorunu yaşadıkları için, ertesi günü beklemek zorunda kalmıştı. Ancak o, minareye kılıf uydurmak için lafa, gereksiz yere, niçin bir gün sonra cevap verdiğini izah ederek girmiş bulunuyordu. Sanki ben bunu ona özellikle sormuşum gibi..

Naim’e göre, beni aramasının asıl nedeni, doğrudan İsmet Yılmaz’a değil, danışmanlarına ulaşmaktı (minareye kılıf). Yoksa, İsmet Yılmaz’ın cep numarası onda vardı. “Ben size, onun bizi tanıyan danışmanlarını tanıyıp tanımadığınızı sordum” diyordu. Gerçekte bu, doğrudan İsmet Yılmaz’a ulaşmak için yardımımı istemelerinden de saçma bir girişim olurdu. Madem İsmet Yılmaz’ın “kendilerini tanıyan” danışmanları vardı, bunu biliyorlardı, onları tanıyıp tanımadığımı bana sormaları abesti. Ayrıca, herhangi bir danışmanına ulaşmaya çalışmak da, İsmet Yılmaz’a ulaşmaya çalışmak anlamına gelirdi; burada, bir mugalata ve demagoji ile laf ebeliği yapılıyordu (Bir yalanı kapatma çabası her zaman başka yalanlara yol açar). Üstelik, o sırada İsmet Yılmaz Ankara’da Kültür Bakanlığı’nda müsteşardı, bense Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürlüğü’nde uzmandım. Yani ortada, onun danışmanlarını tanıyor olduğumun düşünülmesini gerektirecek bir neden yoktu. Naim bana, İsmet Yılmaz’ın Türktelekom’un yönetim kurulunda olup olmadığını da sormuş bulunuyordu. Benim bile merak etmediğim, sormadığım, medyadan tesadüfen öğrendiğim bir konuyu bana sorması anlamsızdı. Naim tutup bir de, “İsmet beyin cemaatle bağının olmaması sadece kendisini ilgilendirir, cemaatten birşeyi eksiltmez” diyor, Cemaat adına konuşarak, “Nice insanlar bu yolun yolcusu olarak…” diye lafa giriyor, daha başka “hikmetler” de serdediyordu. Ona göre, “Yola zarar gelmez, yoldan çıkana zarar gelir”di. Ve bana soruyordu: Telefonda yumuşak konuşmuşken, neden sert bir e-posta göndermiştim, ne değişmişti?

Naim’e gereken cevabı vermiş, ve ayrıca şunu demiştim: “Bir gün sonra cevap vermen konusuna gelince.. Bunun böyle olacağını zaten biliyordum.” Sonra, daha kısa ikinci bir mesaj göndererek şunu söylemiştim: “Birşey daha.. Benimle Naim olarak muhatap olabilirdin, fakat ‘yolun sahibi’ edasıyla konuşuyorsun. Kendin olman, güdümlü olmaman gerekir. İnsan karşısında ‘gerçek’ bir insan görmek ister, bir piyon, bir kurşun asker ya da maske değil..”

Aslında onların derdi İsmet Yılmaz değildi.. Onun ismi üzerinden bana mesaj veriyorlardı. İsmet Yılmaz’la gerçekte bir sorunları bulunmuyordu.

Artık anlamıştım ki, Naim gibi lüzumsuz piyonlarla uğraşmanın bir anlamı ve faydası yoktu. Bu sefil tiyatroyu bitirmek için, asıl Nurettin’e, yollarımızın ayrıldığı, bir daha da beni adamlarıyla muhatap etmemesi gerektiği mesajını vermeliydim. Beş-altı gün sonra, bunu yapacaktım.

 

(Devamı için bkz. 

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (59) / DR. SEYFİ SAY

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (57) / DR. SEYFİ SAY

Çocuklarınızı en önemli yatırım aracı olarak görün. Onların en ...

İskenderpaşa Cemaati MHPyi destekleyecek

 

ALLAHU TEALA’YA SAVAŞ AÇAN KENDİNİ BİLMEZ

 

Mikdat Kutlu ile Hasan Pak’ın 2008 yılı ilkbaharında evime gelip Nurettin’in öncü fedaileri olarak beni tekfir edercesine konuştukları sıralarda, Server Holding Genel Koordinatörü Ömer Güneş’in işine son verilmiş bulunuyordu. Beş yıllık koordinatörlük macerası son ermiş durumdaydı.

Bunu, kayınbiraderi Av. Ahmet Bayrak’ın bürosunda karşılaştığımız zaman kendisinden öğrenmiş bulunuyordum. Aylardır haftada bir gün iş çıkışı Ahmet’in bürosuna uğramaktaydım. Benden, İslâmî bilgi birikimini arttırması için kendisine zaman ayırmamı istemiş bulunuyordu. Ahmet’i 1990’lı yıllardan beri tanıyordum. Bir ara bir öğrenci yurdunun idareciliğini yapmış, seçtiği bir grup öğrenciyi, haftada bir gün bir saat onlara seminer vermem için bir süre yanıma getirmişti.

Ahmet, sonraki yıllarda Almanya’ya gitmiş, beş-altı yıl kaldıktan sonra geri dönmüştü. Ahmet’le İmam-ı Azam’ın Fıkh-ı Ekber ve el-Fıkhul Ebsat adlı eserlerini, Nesefî Akaidi’nin Arapça metnini, Zahidü’l-Kevserî’nin Hanefî Fıkhının Esasları kitabını ve İmam Gazâlî’nin el-Munkızu min ed-Dalâl’ini okumuştuk. Haris-i Muhasibî’nin er-Riaye’sinden de epeyce okumuş durumdaydık ve buna devam ediyorduk. İmam Nevevî’nin “Kırk Hadîs Şerhi”ni ise bitirmek üzereydik. Ayrıca, her buluşmamızda Kur’an’ın aslından bir sayfayı okuyup kendimiz mealini vermeye çalışıyorduk. Bunun yanı sıra, Kur’an’ın Almanca mealini de okumaktaydık. Arapça bilgimizi pekiştirmek için de Mehmet Maksudoğlu’nun bir kitabını tekrarlıyorduk. Bu derslerimiz sırasında Ahmet’le Cemaat’le ilgili konuları konuşmamaya özen gösteriyordum. Bu yüzden bana, “Sana Cemaat’le ilgili birşey sorduğum zaman önce durup düşünüyorsun, sonra da çok kısa ve temkinli ifadelerle cevap veriyorsun” demiş bulunuyordu. Aslında bunu sadece Ahmet’e karşı yapmıyordum, yıllardır herkese karşı tavrım aynıydı.

Bu derslerden biri için Ahmet’in bürosuna gittiğimde, Ömer Güneş’in de orada bulunduğunu görmüştüm. Ahmet’in eniştesi olan Ömer, Nureddin’in sekreterinin okul arkadaşıydı ve onu Cemaat’e kazanmış olan kişiydi. Ömer’i, 1991 yılında tanımıştım, Mustafa Karataş’tan benimle birlikte pratik Arapça dersi alanlar arasında o da vardı. Ahmet’in bürosunda karşılaştığımızda, Server Holding’in bazı yanlış uygulamaları olduğunu söylemiş, bu arada, Nureddin’in Allahu Teala’ya savaş açmış bulunduğunu gösteren bir uygulamasından söz etmişti. Holding’in faiz almakta olduğunu söylediğinde, ilk anda inanmakta güçlük çekmiştim. Ömer’in söylediğine göre, ellerindeki parayı bankalara yatırıp faiz almaktaydılar. Buna şaşırmıştım. Sonuçta burası bir tekkeydi, Nureddin de Mehmed Zahid Efendi’nin torunu ve Esad Efendi’nin oğlu olarak burada şeyh konumundaydı. Takvadan, güzel ahlâktan söz etmeyi de ihmal etmiyordu. Ancak, Ömer’in senelerdir çalıştığı bir kurumu tanımaması da düşünülemezdi. Aslında, Sağduyu Partisi’nde sergiledikleri yılmaz ve kararlı laiklik fedailiği dikkate alındığında, faiz almaları oldukça tutarlı bir davranış olarak görünüyordu.

Böylece, Nureddin’in, ayakkabılara bakıp yumruk hesabı yapan bir “kritik-analitik düşünürü” olarak, insanları takva ve ahlâk edebiyatına baktırıp dururken el çabukluğuyla faizleri götürmekte olduğunu öğrenmiş bulunuyordum.

Demek ki, Sağduyu Partisi’ndeki yanlışları söz konusu e-posta grubundaki 30’a yakın kişi nasıl seyredip durmuşsa, Holding’te de benzer bir durum yaşanıyordu. Vaiz Mikdat Kutlu efendi de, derin dinî bilgisini bu adamları aydınlatmak için değil, beni “cahiliyye ölümü” fetvasıyla tehdit etmek için kullanıyordu. Faizin, en büyük günahlardan biri olduğunun farkında değiller miydi?. Faizle ilgili ayet ve hadîsleri hiç okumamışlar mıydı?.  Bunun, Allahu Teala’ya savaş açmak anlamına geldiğini bilmiyorlar mıydı?. 19’uncu asrın başlarında yaşamış olan büyük fakih İbn Âbidîn, “Sellu’l-Husâm el-Hindî li nusrati Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî” (Mevlâna Hâlid en-Nakşibendî’ye Yardım İçin Çekilmiş Hint Kılıcı) isimli eserinde şöyle diyordu:

 

“Velileri inkâr edene ceza olarak şu sahih hadîs-i kudsî yeterlidir: ‘Kim bir velîme eziyet ederse ona harb ilan ederim’, yani ben onunla harb içinde olduğumu ona bildiririm (Buharî, Rikak 38). Kim Allah ile harb ederse ebediyyen felah bulmaz. Ulema, velîleri inkar edenle ribâ (faiz) yiyenden başka hiçbir günahkâra Allah’ın harp ilan etmeyeceğini ifade etmiştir. Bunların her ikisi için de kötü bir son olan su-i hatimeden (imansız ölmekten) cidden endişe edilir. Çünkü Allah ile kâfirden başkası muharebe etmeye kalkışmaz.”

 

İbn Âbidîn rh. a., bu kitabını, Halid-i Bağdadî’nin halifelerinden birine cevap olarak yazmış bulunuyordu. Söz konusu halife İstanbul’da görevlendirilmiş, bir süre sonra bağımsız bir şeyh gibi hareket etmeye başlamış, Mevlana Halid’in talimatlarına aykırı davranmaya kalkışmıştı. Bunun üzerine Mevlana Halid k. s. onu mektupla uyarmış, fakat bu da onu yola getirmeye yetmemiş, sonunda vazifeden tard edilmişti. O da buna karşı, Mevlana Halid’i suçlayan bir kitap kaleme almış bulunuyordu. Bunun üzerine İbn Âbidîn rh. a., söz konusu kitabıyla onun iddialarını tek tek çürütmüştü.

Bu eserden ilk defa 1996 yılında haberdar olmuştum. Prof. Dr. Orhan Çeker, söz konusu risaleyi tanıtan bir makale yazıp İslâm dergisine göndermiş bulunuyordu. Orhan Hoca orada, İbn Âbidîn’in eserindeki bir anekdotu da aktarmış bulunuyordu. Bu fakih zat Halid-i Bağdadî’yi bir ziyaretinde, zülcenâheyn, yani hem zahir hem batın ilimlerinde mütebahhir kabul edilen bu şöhretli şeyh, ona şöyle demişti: Allah’a hamd ediyorum, çünkü, hayatın bütün acılıklarına rağmen kalbimde rıza buluyorum.” Bu sözü okuduğumda, üzerinde düşünmüş, benim de, o güne kadarki hayatımın acı tatlı bütün olaylarından razı olduğum sonucuna varmıştım. Çünkü, hayatımla ilgili, “Şöyle olsaydı, böyle olsaydı, şu niye şöyle olmadı, bu niye böyle olmadı?” gibi temennilerim ve pişmanlıklarım yoktu. Lise yıllarımdan beri kendimi hayatın akışına bırakmış, hiçbir şeyi fazla umursamadan ve hedeflemeden yaşamış bulunuyordum. Hayatımdan razıydım.

Ancak, o günün gecesi, beni etkileyen bir rüya görmüştüm: Cüzzama yakalanmış bulunuyordum. Cüzzam hastalığıyla ilgili bilgilerim, lise yıllarımda okumuş olduğum Henri Charriere’ye ait Kelebek adlı anı-romana dayanıyordu. Kelebek lakaplı roman kahramanı, Güyan’daki adalardan birinde yer alan hapishaneden kaçıyor, bu arada cüzzamlıların gönderilmekte olduğu küçük bir adaya uğramak zorunda kalıyordu. Bunlar, derileri ve uzuvları çürüyüp parça parça dökülen insanlardı. Bana, kitaptaki cüzzamla ilgili tasvirler çok ürkütücü gelmişti. Ve ben şimdi, rüya olduğunu bilmeksizin, kendimin cüzzama yakalanmış olduğumu öğrenmiş bulunuyordum. Benden aile efradıma da bulaşacağı kesindi. Tedavi için de, o günün parasıyla 25-30 milyon liraya ihtiyaç vardı. Benimse o anda cebimdeki para sadece 100 bin liraydı, bugünün parasıyla belki 70-80 lira kadar birşey; gereken paranın 250’de, 300’de biri. Tedavi için gereken para, benim bir senelik toplam gelirim demekti. Ve bunları düşünürken rüyamda tam o anda aklıma şu soru gelmiş bulunuyordu: “Hayatın bütün acılıklarına rağmen kalbinde rıza buluyor musun?

Hayır, kalbimde rıza, sükûnet ve teslimiyet bulamamıştım.

Hastalık benden çocuklarıma da bulaşacaktı ve tedavi olamayacaktık. Bizi ailece perişanlık ve acıklı bir ölüm bekliyordu. Kalbim buna razı olmuyordu. İçimde tarifsiz bir keder, ıstırap ve hüzün vardı. O derin acıyla yüreğim parçalanırken uyanmıştım. Bütün bunlar bir rüyaydı. Gerçek değildi. Sırtımdan dağ gibi ağır bir yük kalkmıştı. Ancak, “rıza”nın öyle basit birşey olmadığını da hakka’l-yakîn mertebesinde öğrenmiş, iliklerime kadar hissetmiştim. Benim o sırada bilmediğim şey, Mevlana Halid’in bu sözü, Şam’daki 1827 yılında yaşanan taun sırasında söylemiş olduğuydu. İbn Âbidîn, Mevlana Halid’in yanına, bu taunda vefat eden çocuğu yüzünden taziyede bulunmak için gitmiş bulunuyordu ve bu, onların son görüşmesiydi. O sırada Mevlana Halid k. s. de aynı taun nedeniyle hastaydı ve mukadder bir ölümü bekliyordu. Bu sözü işte o zaman, çocuğu ölmüş ve kendisi de ölümü bekler haldeyken söylemişti: “Allah’a hamd ediyorum, çünkü, hayatın bütün acılıklarına rağmen kalbimde rıza buluyorum.

O zaman fark etmiştim ki, o güne kadar rıza hakkında bir yığın şey okuyan ve dinleyen ben, aslında hiçbir şey anlamamıştım. İmam Gazzalî’nin Kimya-yı Saadet’inde, İmam Birgivî’nin Tarikat-ı Muhammediye’sinde ve Mehmed Zahid Efendi’nin Tasavvufî Ahlâk’ında “rıza” başlıklı müstakil bölümler vardı ve ben bunları okumuş bulunuyordum. Başka kitaplarda da rıza kavramıyla ilgili pekçok açıklamaya rastlamıştım. Ancak, “rıza”nın ne demek olduğunu bana sadece o rüya öğretmişti. O zaman, pekçok kimsenin de aslında benim durumumda olduğunu, böylesi tasavvufî kavramları anlamaksızın kullandıklarını düşünmüştüm. Mutasavvıflar arasındaki, en yüksek makamın rıza mı, yoksa muhabbet mi olduğu tartışması da benim için anlaşılır hale gelmişti. Ayrıca, büyük sûfîlerin bu tür kavramlar için makam mı, yoksa hâl mi tartışması yapmalarının nedenini de anlamıştım. Bazı mutasavvıflara göre rıza, makamdı, yani kalpte karar kılıp sebat bulabiliyordu. Bazılarına göre ise, bu bir hâldi, bazen olurdu, bazen olmazdı. Bunun daha alt derecesi sabırdı. Sabır, şikâyetçi olmamak, feryad ü figan koparıp ah-vah etmemekti. Tek başına sabırlı olmak bile, çok büyük birşeydi, çünkü “Allah, sabredenlerle beraberdir” (Bakara, 2/153). Allah’ın kendisiyle beraber olması gibi muazzam bir lütfa mazhar olanlar, sabredenlerdi. Muhabbetin rızadan daha yüksek bir makam olduğunu söyleyenler ise, dikkatlerini muhibbin (sevenin) mahbûb (sevilen) için kendisini feda edebilmesine yöneltiyorlardı. Sevenler, sevdikleri için bazen herşeylerini, hatta hayatlarını bile, seve seve feda edebilirlerdi. Muhabbet makamında olan velîlerin durumu buydu.

Ve ben, Ömer’le konuştuğumda, tasavvuf bakımından içi bomboş hale gelmiş bir topluluğun başındaki şeyh kabul edilen adamın, Allah’a savaş açanlara mahsus bir ameli işlemekte olduğunu, faiz yediğini duymuş bulunuyordum.

Kurdukları tabela partisinde demokrasi ve laiklik havariliği yapan,laikliğin devletin her din ve mezhebe eşit mesafede ve tarafsız olması ilkesinden söz eden şaşkınların geldiği nokta işte buydu! “İslâmî değerler”i beğenmedikleri için, birilerinin “kendi düşünce eksenleri içinde sağduyulu” olmaları sözde ilkesini inançlarının temeli haline getirenlerin geleceği nokta, Allah’a savaş açmaktan başka ne olabilirdi ki?! Aslında, bu saçma sapan zırvaları savunmaya başladıklarında zaten Allahu Teala’ya savaş açma kararlılığını göstermiş durumdaydılar. Faiz yemeye başlayarak da bu kararlılıklarını “taçlandırmışlardı”.

Ve bunlar, “solduyu”dan başka birşey olmayan “sağduyu” adını verdikleri ucubenin yanı sıra, solcu özentisi bir tutumla, “bağımsızlık” diye bir “ilke”yi de, İslâmî değerlere karşı savunmaya başlamış bulunuyorlardı. Ancak bu “İslâmî değersiz” bağımsızlık, dönüp dolaşıp pratikte “bozkurt bağımlılığı” olarak tezahür edecekti. “Laikliğin devletin her din ve mezhebe eşit mesafede ve tarafsız olması ilkesinden” söz ederek İslâmî değerlerle aralarına mesafe koymalarının bir sonucu olarak, Türkler’in putperestlik döneminin totemi kabul edilen “bozkurt”a güzellemeler yapmaya başlayacaklardı. Putlar ve totemler arasında tarafsız kalmayacak, “bozkurt”u tercih edeceklerdi; fakat “değerler” söz konusu olduğunda, İslâmî olanları bir yana bırakabiliyorlardı. Böylece, bir yandan “Tek Parti dönemi”nin resmî ideolojisi ile ittifak kurarken, diğer yandan da, Türk bozkurtçuluğunun mucitlerinden Tekin Alp takma adlı CHP’li politikacı Moiz Kohen denilen Yahudi ile aynı “söylem”de buluşmayı başaracaklardı. Son tahlilde, sağduyu gösterip milletin çenesine solduyu çakan Nurettin ve avanesi, İslâmî değerleri bırakıp, bir putperestlik “değer”i olan “bozkurt”un şakşakçılığı limanında demir atmış olacaktı.

Öyle görünüyordu ki, bu dizginsiz yozlaşmada eksik kalan o günlerde bir tek faiz yemeleriydi, onu da başarmışlardı.

Nurettin, takipçilerinin “gaflet ve şaşkınlığı”ndan, kendisini akılsızca izleme konusundaki kararlılıklarından o kadar emindi ki, partisinin internet sitesinde “yeni” zihniyetini şu şekilde ilan ediyordu:

 

 “SİYASİ KONUMUMUZ NEDİR? Klasik teorilerde siyasi konumlar, devletin ekonomiye ve bireysel yaşantıya ne derecede müdahil olduğuna göre belirlenmektedir. Ülkemizde daha geçerli olan ise, konumların şimdiye dek ‘millet’ tanımlarımızın üzerinden yapıldığı iki unsura; dini değerlere (İslam) ve milliyetçiliğe (Türk milliyetçiliği) nasıl baktıklarına göre belirlenmesidir. BİZİM ESAS ALDIĞIMIZ SİYASİ EKSENLER: Biz, partilerin liberal, devletçi, milliyetçi, sağ veya sol olmalarından daha önemli konum belirleyicileri olduğunu düşünüyoruz. Bunlardan ilki bağımsızlıklarıdır. İkincisi ise kendi düşünce eksenleri içerisinde, bakışlarında ve uygulamalarında ne kadar sağduyulu olduklarıdır.”

 

Düşüncenizin ne olduğu önemli değildi; ateist de olabilirdiniz, dinsiz de, imansız da, sapık da; önemli olan “kendi sapık düşünce ekseniniz içinde sağduyulu” olmanızdı..

Ve, Nurettin’in tanımıyla “şaşkın ve gafiller” güruhu, hipnoz edilmiş uyurgezerler halinde, bu ifadeleri donuk bakışlı “zombiler” gibi okuyor, dinliyorlardı. Mikdat ve Hasan’ın öncü fedailiği bana kesin olarak göstermişti ki, aklını başına devşirmesi, tevbe etmesi ve benim gibi haklı uyarılarda bulunanlardan özür dilemesi gereken Nurettin, tam aksi yönde hareket etmeyi, yüzsüzlük ve utanmazlık olarak nitelendirilebilecek bir çizgide küstahlık yapmayı doğal hakkı olarak görüyordu (Daha doğrusu malum odak onu bu konuda cesaretlendiriyordu). Kendisini doğal lider ilan eden bu şahsın, Mikdat’a ve Hasan’a verdiği görev, bu kumaştan en mahir terzinin bile ancak doğal agresif, doğal saldırgan, doğal geçimsiz ya da “doğal haddini bilmez” dikip üretebileceğini göstermişti.

Nurettin, Don Kişot ve Sanço Panza rollerini verdiği Mikdat ile Hasan’ın ardından, altı ay sonra, bir de Akra FM’den “yedek şövalye” Naim’i üzerime saldırtacaktı. Mikdat ile Hasan, Ali Rıza Temel hocanın eylem ve söylemlerinin hesabını, adres karıştırıp bana sorma şaşkınlığını sergilemiş bulunuyorlardı. Yedek Naim’e verilen şaşkınlık görevi ise, sonradan Milli Savunma Bakanı konumuna gelecek olan Müsteşar İsmet Yılmaz’ın eylem ve söylemlerinin faturasını ödemem için benimle pazarlığa girişmesiydi.

 

(Devamı için bkz. 

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (58) / DR. SEYFİ SAY

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (56) / DR. SEYFİ SAY

MuharremNureddinCoşan | Alıntı sözler, Özlü sözler, Durum sözleri

8milyardan1i on Twitter: "Sevgi ve dostluk bağlarımızı ...

M.Nureddin COŞAN Hocamızın Cumhurbaşkanlığı Seçim Açıklaması ...

nureddincoşan Instagram posts (photos and videos) - Picuki.com

 

“EVE DÖNEN ORDU”

 

Hasan Pak’la birlikte evime gelmiş olan Mikdat Kutlu’yu, 1982 yılından beri tanıyordum, aramızda o zaman, 26 yıllık bir hukuk vardı.

Mikdat, Konya İlahiyat mezunuydu. 1982 senesinde İstanbul’da yedek subay olarak askerlik yapmış, bazen hafta sonları, bizim kaldığımız Arslanbey Apartmanı’ndaki talebe evine misafir olmuş, pazar günleri ikindi namazının akabinde yapılan hadîs derslerine katılmıştı. 1988’de, benim Almanya’ya gittiğim sıralarda da yine İstanbul’a yolu düşmüştü. Haseki Eğitim Merkezi’nde ihtisas yapıyordu ve ailece görüşüyorduk. Ben Almanya’dayken o müftü olmuş, bizim komşu ilçe olan Kangal’da görev yapmıştı. 1991 yılında ise, İskenderpaşa Camii’nin imamı (Prof. Dr.) Mustafa Karataş’ın ayrılması üzerine, onun görevini üstlenmişti.

Mustafa, hemşerimdi, ancak onu, İstanbul’a geldiğimde tanımıştım, çünkü Karabük’e yerleşmiş bulunuyorlardı. Benim İstanbul’a geldiğim 1982 yılında İskenderpaşa Camii’nin karşısındaki öğrenci yurdunda kalıyordu, sonradan kayınpederi olacak olan Ordulu Mehmet Demir Hoca da caminin imamıydı. Mehmet Demir hocadan, üniversite yıllarımda mahreç, tecvid ve Arapça dersleri almış bulunuyordum; Karabaş Tecvidi’ni, Emsile ve Bina’yı bana o ezberletmişti.

Esad Efendi’nin, Mehmet Hoca için “Salih bir insan” dediğini duymuş bulunuyordum ve genel olarak Cemaat tarafından sevilen ve saygı gören biriydi. Onu, iyi niyetli, hoşgörülü ve cömert bir insan olarak tanımıştım. 1984 yılında Merkez Efendi’de, Atatürk Öğrenci Sitesi yakınlarında yer alan bir caminin altındaki Hakyol Vakfı’na ait küçük bir öğrenci yurdunda kalırken, arkadaşlar benden, cemaatin vermek istediği akika kurbanlarını yememizin caiz olup olmadığını Mehmet Hoca’ya sormamı istemişlerdi. Bir pazar günü hadîs dersinden sonra ona bunu sormuştum. Bana, caiz olduğunu söylemiş, yanından ayrılırken musafaha etmek için elini bana uzatmıştı. Musafaha sırasında avucuma birşey koyduğunu fark etmiş, bunun para olduğunu anlamıştım. Dışarıya çıktığımda bunun, o zamanın en değerli kâğıt parası olduğunu görmüştüm. Hatırladığım kadarıyla 5 bin liraydı. Ancak, bu bana çok ağır gelmişti, kendimi sadaka isteyip almış gibi hissetmiştim. O sırada, cami için yardım da toplanıyordu ve ben yanından ayrıldıktan sonra Mehmet Hoca, toplanan paranın sayımını yapan görevlinin yanına gitmiş bulunuyordu. Konyalı Osman Şimşek’e o parayı verip, benim için gidip camiye yardım olarak vermesini rica etmiştim. Ancak, o gün aslında benim meteliksiz zamanlarımdan biriydi. Yurda dönmemi sağlayacak yol param bile yoktu ve o gün hadîs dersine katılan arkadaşlardan birinden borç almayı planlamış bulunuyordum. Fakat, veren Mehmet Hoca gibi insanın onurunu zedelememeye özen gösteren bir zat da olsa, yardım almaya alışkın değildim. Üniversite hayatım boyunca hiç burs almamış, sadece babamın gönderdiği parayla idare etmeye çalışmıştım. Bu yüzden, Mehmet Hoca’nın hiç kimseye belli etmeden ve benim onurumu yaralamadan da olsa para vermiş olması, bana ağır gelmişti. Peygamber Efendimiz s.a.s.’in Hz. Ömer’e birşeyler verdiği zaman onun, “Bunu benden daha muhtac olanlara ver ya Rasulallah” deyince, “Sen istemeden sana verilen şey, Allahu Teala’nın sana ikramıdır, onu geri çevirme” anlamında cevap vermiş bulunduğunu ya henüz okumamıştım ya da aklımda kalmamıştı.

Mehmet Hoca’nın yanı sıra, Mustafa Karataş’la da hukukumuz vardı, 1991 yılında İLKSAV’ın Eyüp’teki merkezinde düzenlediği pratik Arapça kursuna da katılmış bulunuyordum. Mustafa Karataş, askerliğini Arapça öğretmeni olarak yapmıştı ve bize İLKSAV’da okuttuğu metin, orada eline geçmiş olan, ABD Deniz Kuvvetleri’ne ait Arapça kurs kitaplarıydı. Onun, yerine Mikdat Kutlu gelecek şekilde İskenderpaşa Camii imamlığından ayrılmış olmasının nedeni, Cemaat’le yaşamış bulunduğu sorunlardı. Ancak, bütün bunlar aslında, 1990 yılında ortaya çıkan Esad Coşan – Erbakan ihtilafının artçı şoklarıydı. Söz konusu ihtilaf, tâ Abdülaziz Bekkine rh. a. zamanından beri Cemaat’in içinde olan bazı isimlerin bile kopmasına neden olmuştu. 1982 yılında İstanbul’a geldiğimde Cemaat içinde çok popüler olduğunu gördüğüm Konyalı Mehmet İncili, 1987 yılında Vefa Yayıncılık’ta çalışırken İslâm Dergisi ile yakından ilgilendiğini görmüş bulunduğum (Prof. Dr.) Raşit Küçük, (Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı) Zekeriya Karaman gibi isimlerin başını çektiği Ankara merkezli bir grup ve İstanbul’daki birçok isim Cemaat’i terk etmiş bulunuyorlardı. Mehmet Demir Hoca da emekliliğini istemiş ve Cemaat’le yolunu ayırmış durumdaydı.

Mustafa Karataş’ın halefi Mikdat Kutlu ile Hasan Pak’ın evime geldiği o akşam, Nureddin aleyhinde yine herhangi birşey söylememiş, onların açtıkları konuları, çok fazla ayrıntıya girmeden geçiştirmeye çalışmıştım. Ancak, ondan sonraki günlerde, bu husus kafamı kurcalamaya başlamıştı. Görülüyordu ki, Nureddin artık, bana karşı açık bir saldırıya girişmiş bulunuyordu. Beni sigaya çekmeleri için evime adam gönderiyordu. Öyle ki, yüzüme karşı, beni “tekfir” etmeleri anlamına gelen ifadeler kullanmaktan bile çekinmemişlerdi.

Bundan, arkamdan neler söylüyor olabileceklerini tahmin edebiliyordum.

Oysa, onların Sağduyu Partisi’nde savundukları ve hâlâ savunmakta oldukları görüşler, benzer suçlamaları hak edebileceği halde, ben bunu yapmaktan özenle kaçınmıştım. Mesela, merhum Elmalılı Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde, Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın hahamlarını ve rahiplerini rabler edindiklerini bildiren ayeti (Tevbe Suresi, 31) açıklarken, günümüzde parlamentoların durumunun da aynı hükme girdiğini yazmış bulunuyordu. Yani parlamentoların Şeriat’e aykırı bir hükmünü beğenip benimseyen bir kişi, açıkça şirk koşmuş, İslâm dini açısından küfre düşmüş (gerçeği örtmüş) oluyordu; liberal demokrasi açısından ise böylesi bir kişi aydınlanmış ve çağdaş biriydi.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de, Mevkıfu’l-Akl’ın birinci cildinde, “dinin devletten tefriki (ayrılması)”, yani laiklik konusunda şöyle diyordu: 

 

“Bilhassa hükûmetin, parlamento vasıtasıyla millete dayandığı devletlerde, bu tefrik, hükümet ve topluluk halinde ilan-ı irtidat (dinden dönme ilanı) manasını tazammun eder.”

 

Ona göre, “tefrikin (laikliğin) küfrü mûcib olduğu” açıktı. Bu ilkeyi benimseyip savunan kâfir, kabul etmediği halde uygulanmasına vasıta olan da günahkâr olurdu.

Sorumluluktan kurtulmak öyle kolay birşey değildi. Mehmet Demir Hoca’nın merhum Mehmed Zahid Efendi ile ilgili olarak anlattığı bir hatırası hâlâ aklımdaydı. Onun da içinde bulunduğu bir mecliste mevcut düzende hâkimlerin verdikleri kararlardan dolayı dînen mesul olup olmayacakları tartışılmış, kimisi “Mesul olurlar”, kimisi de “Olmazlar” demiş bulunuyordu. Sonunda, tartışmayı sessizce izleyen Mehmed Zahid Efendi’ye görüşü sorulmuş, o da, Kararların altına attıkları imzalar, mesul olduklarının anlaşılması için kâfidir diye konuşmuştu. Evet, İslâm açısından, laikliği ideal bir ilke olarak “benimseyip savunmak” küfür, onun uygulanmasına vasıta olmak ise günahtı. Resmî ideoloji açısından ise bu çağdaşlıktı. Ve Sağduyucular bana, bir yandan “laikliğin devletin her din ve mezhebe eşit mesafede ve tarafsız olması ilkesinden” söz edip onun ne olduğunu tam anlamış olduklarını göstermişler, diğer taraftan da onun “ideal” bir ilke olduğunu kabul etmemi istemişlerdi.

Benim açımdan bu, küfre davet edilmemden başka birşey değildi.

Bizzat laiklik ilkesi bana düşünce hürriyetini ve laik olmama hakkını tanırken, beni kendisinin ideal bir ilke olduğuna inanmaya zorlamazken, Sağduyu Partisi’ndekiler benden bunu istiyorlardı. Yine de, Sağduyuculara savundukları görüşlerin İslâm açısından ne anlama geldiğini açıkça söylememiş, onları güzel öğüt ve hikmetle, aklî ve naklî delilleri genişçe açıklayarak, en güzel şekilde uyarmaya çalışmıştım.

Onların cevabı ise, mesajlarımı “dikkate almadıklarını” söylemek ve iskenderpasa.com’daki imalı ifadelerle benimle alay etmek olmuştu.

Ve şimdi, bu topluluğun iki temsilcisinin, Ümraniye vaizi ile Hakyol Vakfı’nın genel müdürünün, karşıma geçip beni tekfir etmeye kalkıştıklarını görüyordum. Onlarda, Sağduyu Partisi’ndeki hatalara yüksek sesle karşı çıkacak bir salâbet-i diniyye, hamiyyet, duyarlılık, cesaret ve şahsiyet bulunduğundan emin değildim, fakat Nureddin efendileri için bana biçtikleri akıbetin, “cahiliyye ölümü” olduğu görülüyordu.

Yıllarca susmuş, Nureddin’le ve Cemaat’le açık bir çatışma içine girmemeye çalışmıştım. Aileme bile, Nureddin’le ilgili olumsuz birşey söylememiş, sadece, “Onun hakkında bilmediğiniz bazı şeyler var” demekle yetinmiştim. Mikdat ile Hasan’ın evime geldikleri sırada da amacım, Nureddin’den uzak durmaktan başka birşey değildi.

Fakat Nureddin (ve onun ardındaki “derin odak“), beni, Nureddin’in kişisel geçimini bağlamış bulunduğu “hizmet”in bir parçası olarak görmek istiyordu.

Sağduyu Partisi konusunda sergiledikleri tavırdan sonra, böyle birşeyi yapmayı artık içime sindiremiyordum. Nureddin benden, bile bile yanlışına ortak olmamı istiyor, buna razı olmadığım için, şimdi, Cemaat içinde aleyhimde bir söylentiler dalgası oluşmasına ve senaryolar üretilmesine neden olacak şekilde hareket etmeye başlamış bulunuyordu. Yüzüme beni tekfir edici sözler söyleyen Mikdat’ın aleyhimde de benzer şeyler söyleyebileceği açıktı. Ben, sessiz ve sedasız bir kenara çekilmek istiyordum, Nureddin (ve onu yöneten “derin odak”) ise beni, onun güdümündeki sözde “hizmet”in fiilî bir parçası, bir başka deyişle “laikleşmiş” Nurettin‘in “hizmet”çisi haline getirmek istiyordu. Benim kavga etmeden, sessizce uzaklaşma yönündeki tavrım karşısında, tekfir edilmem anlamına gelen ifadeleri bana evimde, yüzüme karşı söylettiriyorlardı.

Bu durumda ne yapmalıydım?.. O günden sonra bunu düşünmeye başlamıştım.

Bir zamanlar, 10 yıl önce, Sağduyu Gazetesi’nde “Eve Dönen Ordu” başlıklı bir yazı kaleme almış bulunuyordum. Orada, binlerce yıl önce yaşamış Çinli general Sun Tzu’nın Savaş Sanatı adlı kitabından bir alıntı yapmıştım: Evine dönen orduyu durdurma. Çarpıştığın orduyu kuşattığın zaman, ona, bir açık kapı bırak.” Söz konusu kitaba, sonraki zamanlarda birkaç stratejist tarafından yorum yazılmış bulunuyordu. Yorumculardan birisi şöyle diyordu: Bu, ölüm zeminidir. Orada, ölmekten başka çareleri var mıdır?! Kuşatıldıklarında, artık savaşacaklardır.”

O yazım ile, 28 Şubatçılar’a, müslüman halkın üzerine çok fazla gitmemeleri gerektiğini söylemek istemiştim. Ancak, 28 Şubat kafası, İslâmî kesime hiçbir açık kapı bırakmamaya kararlıydı. Onlara göre, bin yıl devam edecek bir süreç söz konusuydu. Bununla birlikte, halkın önünde, 28 Şubatçılar’ın kapatmaya gücünün yetmeyeceği bir açık kapı hâlâ vardı: Batıcı olmak. Yani, Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi ile ilan ettiği “liberal demokrasi”nin zaferine iman etmek, Avrupa Birliği üyeliğini savunmak ve İslâm’ın, Leonard Binder’in Liberal İslâm kitabında anlattığı gibi, liberal ve bir bakıma laik bir yorumunun savunulabileceğini düşünmek. Tek açık kapı, işte buydu. Evet, müslüman halkın, 28 Şubat zihniyeti karşısında sığınabileceği tek bir liman vardı: Batı ve Batıcılık. Erbakan gibi, Batıcılığı kabul etmeyenleri bekleyen akıbet ise, onun yaşadıklarından belliydi: Malum odaklar karşısında iktidarı boyunca hiç diklenmemesi, hep alttan alması ve onların her istediklerine boyun eğmesine rağmen aşağılanma, horlanma ve ayrıca acımasızca cezalandırılma.

Evet, halkın önünde tek bir açık kapı vardı ve bu yüzden, insanların kimisi bilinçli, kimisi de bilinçsizce bu kapıya hücum etmişlerdi. Bazıları Avrupa Birliği idealinin ve Batı’ya ait (gerçekte ideolojik nitelik taşıyan) “değer”lerin savunucuları haline gelmişler, diğer bazıları da ABD ve Avustralya gibi ülkelere “hicret” etmeyi gerekli görmüşlerdi. Başka bazıları da, “açık kapı” aramak yerine teslim bayrağı çekmeyi ya da beyaz bayrak sallamayı tercih etmişlerdi. Haydar Başçılar ve “Esad Coşan sonrası İskenderpaşacılar” gibi “ulusalcıların boyası” ile boyanmaya başlamış olanlar, bu son grupta yer alıyor gibi görünüyorlardı. Ancak 28 Şubatçılar, halkı başka kapılara muhtaç hale düşme ile teslim olma seçenekleri arasında eli böğründe bırakmanın bedelini, kısmen de olsa, 2007 yılından itibaren ödemeye başlayacaklardı.

Ve, daha 1999 yılında bu “savruluş”un farkına varmış olan ben, yıllarca, benimle sinsice uğraşmayı bir itiyat haline getirmiş olan Nureddin’in karşısına “kişisel bazda hesap görmek için” hiç çıkmamış ve işlediği bütün manevî cinayetlere rağmen onu açıktan hedef almaktan hep kaçınmıştım. Yaşadıklarımın bende yol açtığı manevî ve psikolojik yorgunluğu bir türlü üzerimden atamamış, onca çabanın hemen hemen hiçbir sonuç üretmediğini görmenin yol açtığı halet-i ruhiyenin etkisiyle, söz konusu şeyhi sadece “fikir” düzeyinde, Cemaat’in özellikle bilgisi dışında, gizlice uyarmanın ötesinde birşey yapmak istememiştim. Olayı hiç kişiselleştirmemiştim. Nurettin’i cemaatiyle başbaşa bırakmak, sessizce evime çekilmek için uğraşmış, bunu zamana yayarak, dikkat çekmeksizin yapmaya çalışmıştım. Nurettin ise, beni hep kişisel olarak hedef almıştı. Babasının vefatından bir yıl sonraki anma gecesi için satılan biletleri alanların listesinden benim ismimi arayan, “Bu listede niye Seyfi Say yok?” diyen Nurettin’in, şimdi de Mikdat ile Hasan’ı, benimle özel olarak uğraşmaları için görevlendirmiş bulunduğunu tahmin edebiliyordum. Daha sonraki bir zamanda, tahminim doğrultusunda, bu şahıslara “Seyfi Say ne yapmak istiyor, gidin konuşun!” demiş olduğunu öğrenecektim.

Evet Nureddin, “evine dönen ordu”yu sürekli durdurmaya çalışmıştı.

Hatta, evine kadar girmeye kalkışmıştı.

 

(Devamı için bkz. 

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (57) / DR. SEYFİ SAY