BAZI ŞEYLERİ YAŞAMAK İÇİN CIA’İN ELİNE DÜŞMEK GEREKMİYOR, TÜRKİYE’DE HERŞEY VAR..

 

(BİR TEK, ÇALIŞAN BİR KOMİSYON, “HERKESTEN HESAP SORABİLEN, BİRİLERİNE İMTİYAZ TANIMAYAN” BİR YARGI YOK..

[OLUMLU YAKLAŞIMI SEVEN İYİMSERLER ŞÖYLE DÜŞÜNSÜN:]

OLSUN, BU KADARCIK KUSUR KADI KIZINDA DA OLUR..

ÖRNEK BİR ÜLKEYİZ..

HERKES BİZİ KISKANIYOR..)

 

the report film ile ilgili görsel sonucu

 

the report movie ile ilgili görsel sonucu

the report movie ile ilgili görsel sonucu

the report film ile ilgili görsel sonucu

the report movie ile ilgili görsel sonucu

the report movie ile ilgili görsel sonucu

 

“ABD SENATOSU İSTİHBARAT KOMİTESİ’NİN ‘CIA ALIKOYMA VE SORGULAMA PROGRAMI’ ARAŞTIRMASINA DAYALIDIR” İFADESİYLE BAŞLAYAN BİR FİLM..

(TÜRKİYE’NİN DE BİR TBMM GÜVENLİK VE İSTİHBARAT KOMİSYONU VAR..

NE İŞ YAPAR DERSENİZ..

SADECE TATİL..)

 

Filmin Konusu

FBI ajanı Daniel Jones, CIA’nin şüpheli teröristlere yönelik işkence kullanımı hakkında kapsamlı bir soruşturma yürütür ve 11 Eylül saldırılarının ardından, CIA yeni sorgulama tekniklerini benimser. The Report filmini Scott Z. Burns yönetiyor ve 15 Kasım 2019 tarihinde gösterime girdi.

Storyline

Idealistic Senate staffer Daniel J. Jones, tasked by his boss to lead an investigation into the CIA’s post 9/11 Detention and Interrogation Program, uncovers shocking secrets.

 

FİLMDEN BİR MUHAVERE:

ÜÇLÜ SORGULAMA YÖNTEMİ (BİTKİNLİK, BAĞIMLILIK, KORKU)

 

CIA görevlisi bayan: Dr. Mitchell, tekniklerinizi açıklayabilir misiniz?

Psikolog Dr. Mitchell: Tabii.. ÜÇLÜ YÖNTEM: BİTKİNLİK, BAĞIMLILIK, KORKU. Dikkat çekme. … Stres pozisyonları. … Böcek kullanma. …

CIA görevlisi bayan: Bence çok etkili olabilir. …

Psikolog Dr. Mitchell: Bu yaklaşımlar Savunma Bakanlığı’nda tereddütlere yol açabilir.

CIA direktörü Rodriguez: Savunma Bakanlığı’nda değiliz, CIA’deyiz.

*

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (27) / DR. SEYFİ SAY

 

(https://tenbih.wordpress.com/2018/04/23/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-27-dr-seyfi-say/)

tuncay özkan barış terkoğlu zehir ile ilgili görsel sonucu

tuncay özkan barış terkoğlu zehir ile ilgili görsel sonucu

GASM’da (Gemi Adamları Sınav Merkezi) o tek başıma kaldığım ve damacanadaki su yüzünden zehirlendiğim odada karşılaşmış olduğum başka sorunlar da vardı, ve söz konusu zehirlenme olayı, benim için onların da, farklı bir anlam kazanmasını sağlayacaktı. Bir ara her sabah geldiğimde, odamın tavanının, duvarlarının, pencerelerin, büyük kara sineklerle kaplı olduğunu görüyordum. Evet, normal sinekler de değildi bunlar. İlk işim, odayı bunlardan temizlemek için uğraşmak oluyordu. Ki bir sabah yanıma gelen Denizcilik Müsteşarlığı uzmanlarından Tuğrul G. benim bu temizlik çabama şahit olmuş, o da bana yardıma koyulmuştu. Tuhaf olan, yan odada bu tür sineklerin hiç ortaya çıkmaması, salt benim kaldığım odayı mesken tutmalarıydı. Ben temizliği yaptıktan sonra herhangi bir şekilde gelen sinek de yoktu. Fakat her sabah geldiğimde bunların sürü halinde yeniden ortaya çıkmış olduklarını görüyordum. Tavanı incelemiştim, acaba geldikleri bir açıklık, delik vs. var mı diye, fakat birşey bulamamıştım. Bu böyle bir süre devam etmişti. Bir zaman da tam çalıştığım yerde, sanki bir fare ölüsü varmış gibi kötü bir koku ortaya çıkmış bulunuyordu. Beş altı metre kenara gittiğimde o kokuyu alamıyordum, masamın başına oturduğumda burnumun direği kırılıyordu. Masanın ve kenardaki dolabın altını üstünü, yanını yöresini, içini dışını gözden geçirmiş, birşey görememiştim. Sonra, yanı başımdaki dolabı diğer odaya götürmüş ve böylece kokudan kurtulmuştum. Fakat, o büyük kara sinekleri de, bu berbat kokuyu da, o zehirlenme olayına kadar, malum odakların bana bir iyiliği olarak değerlendirmek aklıma gelmemişti. Demek ki, insanın sağlığı bozulsun, günlük aktiviteleri aksasın diye masraf ve zahmet edip yiyecek ve içeceklerine “katkı maddeleri” eklemekle yetinmiyor, bir de, yaşadığı yerde rahat edemesin diye bu tür “kamu hizmetleri” de veriyorlardı.

Yıllar sonra Ankara‘da çalışırken de, tek başıma kaldığım eve bir akşam gittiğimde, kaldığım odanın pencere camında eşek arısı tabir edilen bir sarı arı görecektim. Ama bu, bildiğimiz türden sarı arılardan değildi, azman birşeydi. Bunun, özel olarak getirilmiş olduğunu anlamıştım. Gündüz ben yokken hemen her gün eve girmekte, kapalı kapıyı açmakta, açık olanı kapatmakta, bana böylece mesaj vermekteydiler. Bunun için kimi kullanıyor olabilirlerdi acaba, emekli memur olan apartman yöneticisini mi? Aylar sonra, bu işi, tam karşımdaki dairede oturan ve genç bir oğlu bulunan emekli memura yaptırıyor olduklarından kesin biçimde emin olmuş ve evin içine, kapının kenarına, “Karşımda oturan köpek, evime girenin sen olduğunu biliyorum” yazılı bir levha asmıştım. Bunun ardından, girmeye devam ediyor olsalar da, geride işaret bırakıp “nanik yapma” şımarıklığını terk etmişlerdi.

Evet, GASM’dayken yaşadıklarım sadece bu tür şeyler de değildi, yollarda birkaç kez taciz de edilmiştim. O da ayrı bir dertti.

O zehirlenme olayını yaşadıktan sonra çalıştığım odada su bulundurmadığım gibi, şüphelendiğim zaman, yer ve durumlarda birşey yiyip içmemeye dikkat etmeye başlamıştım. Bazen de, bana çay getirenleri test ediyordum. 2013 yılında Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi‘nde çalışmaya başladığımda, fakülte yönetimine ve benim gibi öğretim üyelerine çay getiren hizmetliyi bir gün böyle bir sınamadan geçirmiştim. Önüme çayı bıraktığında, sükunetle, “Bu çayda zehir var mı?” diye sormuştum. Çaycının halinde herhangi bir değişiklik, bir panikleme vs. olmamış, hafif gülümseyerek “Yok” demişti. “Hayır, var” demiştim, “bu çaylar birçok işlemden geçiyor, katkı maddeleriyle biraz zehire dönüşüyorlar, attığımız şeker de bir tür zehir” diyerek konuyu geçiştirmiştim. Çaycı, temizdi.

Ancak, öğrencilerin de yararlandığı kantin için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. 2009 yılından sonra İstanbul’da yiyip içtiğim şeylere dikkat ettiğim için iki yıl kadar sonra vücudumdaki yaralar ortadan kaybolmuş bulunuyordu. Kayseri‘ye yerleştiğimde sağlığım yerindeydi. Fakat öğretim yılı başladıktan birkaç ay sonra bir gün kantinde çay içip tost yiyecektim ve hemen ardından vücudumda tekrar yaralar çıkacaktı. O sırada gördüğüm rüya da, bunun, (hafif dozda, bir defada değil, yavaş yavaş, süründürerek öldürecek nitelikte olsa da) zehirli şeyler yemekten kaynaklandığını gösterecekti. Rüyamın tabiri, İmam Nablusî’nin tabir kitabına göre, zehirli şeyler yiyip içmekti. Evet, Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürlüğü’nde, 2007 yılı sonlarından itibaren bana hafif dozda, salt karaciğerime zarar verip yaralar açacak şekilde zehir vermiş olmalıydılar. Buna, GASM’da da, H. K.‘nın bıraktığı damacana sayesinde devam ettikleri kanaatine varmıştım. Yaşadığım o ağrılı ve sancılı zehirlenme olayı ise, artık benden sessiz sedasız tümden kurtulmak için attıkları, “yavaş yavaş öldürmek yerine bir defada kurtulma” adımıydı. Ama ölmemiştim. Bununla birlikte, etkisi tümden geçmiş değildi, vücudum yara bere içindeydi, elimin üstü bile yaralarla kaplıydı. O sıralarda merhum dayım bir gün evime uğramış, yüzüme dikkatlice bakmış, “Sen hasta mısın?” diye sormuş, “Yüzün çok sararmış, hasta görünüyorsun” demiş bulunuyordu.

O çay ve tost olayından sonra Kayseri‘de fakülte kantininden birşey yiyip içmemeye dikkat etmeye başlamıştım. Şayet nadiren de olsa çay içersem, çayın bardağa gözlerimin önünde konulmasına dikkat ediyordum. Kantinden odama çay istediğim zaman da bunu asla tek çay olarak istemiyor, en az üç çay olmasına, ve bunlardan rastgele birinin bana verilmiş bulunmasına özen gösteriyordum. Nedendir bilinmez, bir süre sonra, fakülte yönetimine çay servisi yapan çaycının bana çay servisi yapmasına engel olmuş bulunuyorlardı. Bu yüzden, yanımda içme suyu getirmeye başlamıştım. Daha çok da maden suyu getiriyordum. Evden okula yürüyerek geliyor, yolda bir bakkaldan maden suyu alıyordum. Bir gün, bakkalın dolaptaki şişeler içinden herhangi birini değil, kenara konulmuş birini verdiğini görmüştüm. Onu içmemiş, o günden sonra başka bir bakkaldan maden suyu almaya başlamıştım. Bir cuma günü bakkal beni lafa tutmuş, kim olduğumu, ne iş yaptığımı vs. sormuş, ve o hafta sonu sindirim yollarımda ciddi rahatsızlık yaşamıştım. Acaba içtiğim maden suyuyla ilgili olabilir miydi, bunu bilemezdim, fakat korkulu rüya görmektense uyanık durmak daha iyiydi. Bu yüzden, o günden sonra üçüncü bir bakkaldan alışveriş yapmaya başlamıştım. Ancak, bir gün bakkal dükkânına girdiğimde, önünde müşteri olarak bekleyen 14-15 yaşlarında birkaç kız öğrenci olduğu halde bakkal, beni görünce heyecanla “Hah” deyip yerinden hızla fırlamış, birşey söylememi beklemeden hemen dolaba yürüyüp bir maden suyu şişesi getirmişti. Evet, bir tuhaflık vardı. Yolda şişeyi bir çöp bidonuna atmıştım.

Türkiye’de bu tür şeyleri yaşayan tek kişi ben de değildim. Odatv.com yazarı Barış Terkoğlu, 20 Mayıs 2016 tarihli yazısında, Tuncay Özkan‘ın zehirlenmesi olayını gündeme getirmiş bulunuyordu. Terkoğlu, 2012 yılında Silivri 4 No’lu Cezaevi’nde birlikte altı ay geçirdiği Tuncay Özkan için, “Tuncay Özkan hastaydı. Teni sararıyordu. Vücudunda lekeler çıkmıştı” diye yazıyordu. “Bu sararma hali öyle dikkat çekiciydi ki” diyordu, “ziyaretçilerin gördükleri sayesinde konu bir süre sonra dışarıda da tartışıldı“. Terkoğlu’nun aktardığına göre, Tuncay Özkan’ın kendisi de, yazdığı kitabında durumunu şöyle anlatmıştı: “Aniden sararmaya, yaralar dökmeye başladım. Revire kaldırıldım, kimi zehirlendiğimi, kimi siroz olduğumu, kimi portakalı fazla kaçırdığımı o yüzden sarardığımı, kimi de psikolojik olduğunu söyledi. Hastaneye sevk edildim, tetkik üstüne tetkik; teşhis konulamadı.”

Evet, hastanede tetkik üstüne tetkik, inceleme üstüne inceleme, araştırma üstüne araştırma yapılmış, fakat Tuncay Özkan’ın sararmasının ve “yaralar dökme”sinin nedeni anlaşılamamıştı. Fakat bir akşam, Barış Terkoğlu’na bir sır verecekti: “Beni burada zehirlediler. O yüzden sararıyorum.” Terkoğlu “Nereden bildiğini, emin olup olmadığını” sormuştu. Özkan’ın ona anlattığına göre, “Ergenekon Davası’nın tutuksuz sanığı olan doktor dostu bir duruşma arasında onun kan örneğini almış, o örneği dışarıya incelemeye götürmüş, tahliller sonucunda vücudunda yüksek miktarda DDT D-6 olduğu anlaşılmıştı”. Bu yüzden, dışarıdan gizlice getirttiği ilaçlarla tedavi olmaya çalışıyordu. Bunu rağmen iyileşememiş, hastalığı hapisten çıktığı zaman da sürmüştü. Tedavi için Almanya’ya gitmiş, vücudunda zehir bulunduğu bir kez daha teyit edilmişti.

Terkoğlu, hapiste birlikte geçirdikleri altı aylık zamandan dört yıl sonra, 2016 yılının Mayıs ayı başında ziyaret ettiği Tuncay Özan’ın, önemli bölümü zarar görmüş olan karaciğerine kök hücre tedavisi yapılmış olduğunu, şimdi durumunun düzelmiş bulunduğunu öğrenmişti. Ona, Almanya’dan aldığı raporları da göstermişti. Vücudunda bir dizi zehirli madde vardı. Doktorlarından öğrendiğine göre, bunlardan üç tanesi vücudunun dengesini bozmuştuDDT D6‘dan daha büyük zararı veren iki radyoaktif madde vardı: Strontium carbonicum D8 ve caesium chioratum D8. Bu maddeler karaciğerinden başlayarak vücuduna yayılmıştı. Dişlerine kadar sirayet etmişti.

Terkoğlu’nun yazdığına göre, Tuncay Özkan Cemaat‘ten, yani FETÖ’den şüphelenmekteydi. Ancak, Terkoğlu’nun yazısından bir ay kadar sonra Sözcü gazetesinde yayınlanan bir haber, konuya başka bir boyut getiriyordu: İstihbarat teşkilatı (gizli servis) boyutu. Başak Kaya’nın 18 Haziran 2016 tarihli haberinde belirtildiğine göre, Tuncay Özkan’ın vücudunda bulunan radyoaktif maddeler “sadece istihbarat birimlerinin ulaşabileceği nitelikte” idi. Ayrıca Alman doktorlar, zehirlerin kapalı ayran kutusuna ve soğanın içine şırınga ile enjekte edilerek verilmiş olabileceğini söylemiş bulunuyorlardı.

Barış Terkoğlu’nun yazısını okuduğumda, FETÖ‘nün isminin burada, hazır bir günah keçisi ve “makul şüpheli” olarak “kullanılmış” olabileceğini düşünmüş bulunuyordum. MİT eski Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür‘ün istihbarat faaliyetleri için kullandığı “Oyun içinde oyun vardır” sözünü yabana atmamak gerekiyordu.

Birincisi, Tuncay Özkan’ın zehirlenmesi olayını gerçekten FETÖ tezgâhlamış olsaydı, bu kadar Cemaatçi tutuklanmış ve perişan edilmişken, onu zehirleyenlerin kendilerini kurtarmaları mümkün olmazdı. Mutlaka deşifre olur ve açığa çıkarlardı. Ve FETÖ’nün kirli çamaşırlarından “zehirleme faslı“na dair çarşaf çarşaf haberleri yandaş TV kanalı ve gazetelerden alırdık.

İkinci birşey daha vardı: Terkoğlu’nun yazdığına göre, sararıp yaralar döken Tuncay Özkan önce hapishanenin revirine kaldırılıyor, sonra hastaneye gönderiliyor, burada “tetkik üstüne tetkik” yapılıyor, ve hiçbir sonuca ulaşılamıyordu. Fakat bir başkası, Almanya’da da değil, ülke içinde “gayriresmî” tetkik yaptırınca, olayın bir zehirleme vakası olduğu anlaşılıyordu. Buradan çıkan sonuç, söz konusu zehirleme hadisesinin, sadece zehirleyenleri değil, hastane çalışanlarını da kapsayan “organize” bir faaliyet olduğuydu. Zehirleyen şahıslar meçhuldü, fakat hastanede sözde tetkik üstüne tetkik yapanların kimler olduğu malumdu. Bu durumda onların sorgulanması ve FETÖ’cü olup olmadıklarının araştırılması, meselenin içyüzünün anlaşılmasını sağlayabilirdi.

Bunun yapılmadığı anlaşılıyordu.

Bana göre, yapılmayacaktı da.. Hastanede sözde “tetkik üzerine tetkik” yapanlar sorgulanmayacak, masa başı bir senaryo ile FETÖ’ye lanet okunarak iş geçiştirilecek, “Canbaza bak, canbaza!” numarasıyla kamuoyu uyutulacaktı.

 

(Devamı için bakınız: 

https://tenbih.wordpress.com/2018/04/23/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-28-dr-seyfi-say/)

 

 

“ERDOĞAN’LA GİZLİ GÜNDEM” YA DA “SÖZDE DEĞİL ÖZDE LAİKLİK”

 

erdoğan dinin güncellenmesi ile ilgili görsel sonucu

erdoğan laiklik ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

erdoğan din şurası ile ilgili görsel sonucu

 

Hasan Cemal T24‘deki yazısına yukarıdaki başlığı uygun görmüş: “Erdoğan’la gizli gündem“.

Önce, Erdoğan’ın 6. Din Şûrası’nın kapanış konuşmasında yer alan bazı ifadeleri aktarıyor:

 

İslam, hayatımızın tüm alanlarını kuşatan, kucaklayan, kurallar, yasaklar manzumesidir. Yaşantımızın her safhasını düzenleyen bir dine inanıyoruz. Ömrümüzün sonuna kadar Müslümanca yaşamakla emrolunduk…

İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz.

 

Hasan Cemal, Erdoğan’ın bu sözlerinin, 1990’lı yıllardaki (Refah Partili zamanlardaki) söylemiyle örtüştüğünü belirtiyor.

Sonra da sözü AKPARTİ dönemine getiriyor:

 

2002 yılı sonunda Erdoğan ve partisi sandıktan çıkıp tek başına iktidara gelince, Erdoğan değiştiğini söylemeye başlıyor.

Erbakan Hoca’nın “Milli Görüş gömleği“ni sırtından çıkardığını açıklıyor.

AKP hükümeti, Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde, Refah Partisi’nin  küfür düzeni, Yunan yutturmacası diye nitelediği demokrasi yolunda somut demokratikleşme adımları atmaya başlıyor.

 

Hasan Cemal’e göre, Erdoğan’ın 6. Din Şûrası’nın kapanış konuşmasında yer alan cümleleri, değişmediğini, kökü 1990’lı yıllara dayanan bir “gizli gündem“inin bulunduğunu gösteriyor.

*

Erdoğan’ın söz konusu kapanış konuşmasındaki diğer ifadeleri hakkında bilgim yok, fakat Hasan Cemal‘in aktardığı cümleleri güzel..

Ancak, böylesi bir iki cümle ile Erdoğan’a “Şeriatçı” bir “gizli gündem” izafe etmek, buluttan nem kapma kabilinden bir alınganlık ya da aşırı hassasiyet anlamına gelir.

Aslında, Erdoğan’ın bir “gizli gündem”inin bulunmadığını söyleyemem, mutlaka vardır.

Vardır da, kendi şahsıyla, ailesiyle ve partisiyle ilgilidir diye düşünüyorum. Türkiye’nin “derin” boyutlu Atatürkçü-laik rejimiyle değil..

Mesela, seçimler konusunda bir gizli gündemi bulunuyor olabilir. Hasan Cemal’in aksine, Erdoğan’ın bu tür sözleri benim kendime, “Acaba yakında bir erken seçim mi var? Erdoğan bir buçuk yıl sonra, 2021 baharında yapmayı planladığı bir seçim için ‘start’ vermiş olabilir mi?” şeklinde sorular sormama yol açıyor.

Çünkü Erdoğan’ın geçmişteki konuşmalarının seyrine baktığımızda, seçim öncesi ile hemen sonrasındaki “gündem”leri arasında önemli (bazen birbirine 180 derece zıt) bir farklılık bulunduğunu görüyoruz.

Mesela, Nisan 2017’de, sistem değişikliği getiren referandumun arefesinde Bursa’da “Dünyanızı da ahiretinizi de tehlikeye atmayındiyerek, “peygamberî bir üslup“la, insanların referandumda hayır oyu vermekle ahiretlerini kaybedeceklerini, evet oyu vermelerinin ise ahiretteki kurtuluş için “olmazsa olmaz” bir amel işlemeleri anlamına geldiğini ileri sürebilmişti.

Hayrettin Karaman da, 13 Nisan 2017 tarihli yazısını şu “tarihî” cümle ile bitirmişti:

 

Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha “Evet” diyerek atmak, “farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır” kuralının çerçevesine dahildir.

 

Hayrettin Bey “hedef” konusunda bilgi vermiyordu, fakat, evet oyu vermenin farz olduğunu “söylemeye getiriyordu”.

Ancak, referandumdan sonra “gündem”ler aniden değişmiş, ahiret unutulmuş, söylemler, Erdoğan’ın “Aziz Atatürk”ünün hayatında gördüğümüz türden keskin bir viraj alarak “yerlileşmiş ve millileşmiş”lerdi..

Evet, Erdoğan, referandumun hemen ardından, 2 Mayıs 2017 günü şunları söylemiş bulunuyordu:

 

“İslamcı olanlar atılıyor, İslamcı olmayanlar getiriliyor” deniliyor. Bir siyasi partinin çalışmalarında, İslamcı olmak ya da olmamak şeklinde bir ayrım yapmak zaten yanlış. Biz tekkeye mürit aramıyoruz ki. Siyasi parti için esas olan, dürüst, ilkeli, vatanını, milletini seven, parti ilkelerine uyacak insan aramaktır. Ama bazıları işi tamamen şirazesinden çıkardı. İşi, kendi belirledikleri çerçevede kalan insanları ‘doğru’, onun dışındakileri de ‘yanlış’ addetme noktasına getirdiler. Onların da böyle bir hakları yok, benim de yok. Kaldı ki ebedi alemin ölçüsü hiçbirimizin elinde değil. Kimse bunu teraziye çıkarmasın. Hele hele çok ağır olacak ama uluhiyet [tanrılık] davasına da kimse girmesin…

 

Yani, Erdoğan’a göre, aslında siyasî arenada kimse kimseyi ahireti ile korkutamazdı.

Bu, tanrılık taslamak, tanrılık davası gütmek demekti.

*

Sözün özü, “gündem” meselesi biraz karışık.. Hasan Cemal’in zannettiği kadar basit değil.

Ancaak..

Erdoğan “Dünyanızı da ahiretinizi de tehlikeye atmayın” uyarısını yaparken “kısmen” haklıydı.

Onun her girişimini desteklemeyen, her söylemini onaylamayan, her lafını “Hikmet buyurdu efendimizzz, zaten büyük Türk büyüğü büyüklerimiz herşeyin en iyisini bilir” diyerek alkışlamayan, sözlerini bazen tenkit konusu yapan (herkesin değilse de) bazılarının, bu tutumlarıyla, (ahiretlerini değilse de) dünyalarını “tehlike”ye attıkları doğruydu.

Yaşayan bilir..

(Atatürk‘ü tenkit konusu yaparsan, dünyanı daha fazla tehlikeye atarsın, o ayrı konu.. Hem Atatürk’ü hem de Erdoğan’ı tenkit konusu yaparsan, sonu ne olur, onu ancak Allah Celle Celahuhû bilir.. Ne demişler, “anlamak için yaşamak lazım”.. Yaşamayan bilmez.

Öte yandan, her seçim öncesinde, Erdoğan’ın yukarıda aktarılan türden bir iki cümlesi yüzünden galeyana gelebilen, onun “yanar-döner gündem“inin eli değnekli takipçisi durumunda birer kör oldukları için siyaset dünyasını el yordamıyla anlamaya çalışan Hasan Cemal türünden “yobaz ve softa laik”lerin mevsimsel düşmanlıklarına, yani sözde muhalif fakat özde ise bilincini kaybetmiş gönüllü ve beleş “yandaş” PR’cılara Erdoğan’ın, hem ihtiyaç duyduğu, hem de medyun-u şükran olduğu bir gerçektir. Buna karşılık, Türkiye’nin “Ergenekonvari derin devlet“i, bir zamanlar Erbakan‘ın önünü kapatırken yollarına gül döküp iktidarına vize verdikleri Erdoğan’ın “Türkiye’deki müslümanların laikleştirilmesine” katkısının, Hasan Cemal türünden angutlarınkiyle kıyas kabul etmeyecek ölçüde büyük olduğunun farkındalar. Ona verdikleri desteğin nedeni de bu “sözde değil, özde laiklik”.)

*

Hasan Cemal, söz konusu yazısına, “Yazı yazmaya niyetim yoktu. Ama Aydın Engin‘in Tırmık‘ını okuyunca yazmadan olmaz dedim” diyerek başlamış bulunuyor.

Aynı yerde yazan Aydın Engin adlı şahsın yazısının konusu da aynı.. Erdoğan‘ın 6. Din Şûrası’nda dile getirdiği ifadeler..

Bu şahıs, yazısında Erdoğan’a şöyle seslenmiş:

 

Son bir soru daha Reis:

“Bana uymuyor, zamana uymuyor, hoşuma gitmiyor, aklım almıyor bahanesiyle kimse nasları inkar edemez”…

Biliyorsundur (biliyor musun?) Arapça “nas“ın Latince karşılığı “dogma“dır. Yani tartışılmadan kabullenilmesi gereken, itirazı mümkün olmayan, mutlak geçerlik taşıyan, sorgulanamaz hüküm demek.

Valla kusura kalma Reis, başkalarını bilemem ama, buna göre senin “biz“in içinde ben kesinlikle yokum.

Hiçbir nas benim için mutlaka geçerli olamaz. Aklım yatmadıysa, sorgulamamın sonunda beni ikna eden bir sonuca varmadıysam o hüküm benim için kabul edilemez; senin tayfanın çok sevdiği deyimle söyleyeyim “yok hükmündedir“…

 

İmdi, bu cahil şahıs gerçekte ne “nas“ın anlamını biliyor, ne de “dogma“nın..

“Nas”, sözlük anlamı itibariyle, “sözü sahibine kadar götürmek, bir şeyi açığa çıkarıp daha görünür hale getirmek için yukarı kaldırmak, bir şeyin son sınırına ulaşmak” demektir.

İslamî ilimlere ait bir terim olarak anlamı ise, en basit ve genel bir ifadeyle, âyet ve hadîslerin manasının açık olmasıdır. İmam Gazzalî’nin ifadesiyle, Nass, tevil ihtimali taşımayan lafız; zâhir ise tevil ihtimali taşıyan lafızdır”. (Mustasfâ, çev. Yunus Apaydın, İstanbul: Klasik, C. 2, s. 35.)

Yani, Aydın Engin cahilinin kafasındaki dogma tanımı çerçevesinde bütün âyet ve hadîsler dogmaya karşılık geliyor olabilir, fakat hepsi “nas” değildir.

*

Evet, Aydın Engin cahili, dogmanın ne demek olduğunu da aslında bilmiyor.

Bilgi ve bilim felsefelerine vakıf olmadan dogma kavramını doğru anlamak mümkün olmaz.

Ki bu tipler, bilgi felsefesi ile bilim felsefesi arasındaki farkı bile bilmezler.

İnsanlar, bilgi konusundaki anlayışları itibariyle son tahlilde iki gruba ayrılırlar: Dogmatikler ve septikler..

Dogmatikler, doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu kabul edenlerdir.

Septiklere (şüphecilere) göre ise, insanoğlu kesin doğru bilgiye asla ulaşamaz, ulaşıp ulaşamadığını da zaten bilemez.

Mesela Dekart, bir dogmatiktir. Ve onun yaklaşımı çerçevesinde “Düşünüyorum, o halde varım” önermesi bir dogmadır, mutlak doğrudur.

Aydın Engin cahili de, farkında olmadan, kendisi için birtakım dogmaların mevcut olduğunu, olabildiğini ortaya koymaktadır: “Aklım yatmadıysa, sorgulamamın sonunda beni ikna eden bir sonuca varmadıysam …”

Aklın yattıysa, sorgulamanın sonunda ikna olduysan, bu senin için artık bir dogmadır, angut!

*

Bu tür angutlar, böyle palavradan akılcılık, sorgulamacılık vs. taslarlar, fakat konu evrim teorisi gibi hurafelere ve Atatürk gibi putlaştırdıkları şahısların sözlerine gelince, dogmacının önde gideni haline gelirler.

Evet bunlar, evrim teorisini doğru kabul edebilmek için, bilgi felsefesi çerçevesinde daha baştan septikler değil, dogmatikler arasında yer almak, yani kesin doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğu kanaatine sahip bulunmak gerektiğini bile idrak edemiyorlar (ki bu kanaat de, bir dogma olarak ortaya çıkar).

Bununla birlikte, eğer bilgi ve bilim felsefesinden biraz anlıyorsanız, şunu kabul etmek durumunda kalırsınız: Evrim teorisi bilimsel araştırma yöntemi bakımından tümevarıma dayandığı için, daima, “yanlışlanmaya açık” bir iddia olarak kalmaya mahkumdur.

Ki aslında, bu teoriyi doğruladığı öne sürülen deliller, “kesin doğru bilgi verme” açısından delil kategorisine girmekten de uzaktırlar. (Aydın Engin tipi cahillerin bu cümlemizi de anlamayacaklarını biliyorum. Fakat izahı uzun sürer.)

PUTLAŞTIRMA

 

kabe örtüsü sergisi ile ilgili görsel sonucu

kabe örtüsü sergisi ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

 

Bir okur şöyle bir mesaj göndermiş:

 

Bir dost meclisinde İstanbul’da bir sergide sergilenen kabe örtülerinin öpülmesi konusu açıldı ve sert tartışmalara neden oldu. Kabe örtüsünün günümüzde putlaştırılma tehlikesinin bulunmadığını, örtüden bir medet umarak değil de bir saygı/hürmet göstergesi olarak öpüldüğü düşüncesindeyim. Ayrıca Allah’ı hatırlatan bir eylem olarak değerlendirmekteyim.
Topluluktaki esnaf bir arkadaşımız ise bunların çaput olduğunu, sakal-i şeriflerin, hırka-i şerif’lerin ve kandil gecelerinin bid’at olması sebebiyle bunları sıkıntılı davranışlar olarak niteledi. Putların bu şekilde ortaya çıktığını ve şimdi kabe örtüsü öpmenin, seneler sonrasının putlarını yaratmaya vesile olacağını söyledi.
Bize ilginç gelen kısım ise put konusunda bu kadar hassas olan esnaf arkadaşımızın 10 Kasım tarihinde ”Atamızı saygı ve sevgiyle anıyoruz” paylaşımı yapıyor olması. Kendisine bu konuyu hatırlattığımızda Atatürk büstünü gidip öpmediğini 30 milyonun taptığına kendilerinin saygı duyduğunu ve Atatürk’ü anma töreninde saygı duruşunda durmanın, kabe örtüsünü öpmekten daha iyi olduğunu söyledi. Bunun ticari bir malzemeden ibaret olduğunu aynı şekilde noel paylaşımı da yapacağının altını çizdi.

 

Hürmet için Kâbe örtüsünü öpmek, hepimizin bildiği gibi, yapılması tavsiye edilmiş ve övülmüş birşey değildir, fakat sıkıntılı bir davranış olarak nitelendirip bu konuda tartışma çıkarmaya da lüzum yoktur. Sevginin ifadesidir, mesela çocuğunuzu öpmeniz onu putlaştırmanız anlamına gelmez, ve buna yol açmaz.

Sonuçta öpülen, Mecusîlerin puthanelerinin kapısının halkası değil.

Sakal-ı Şerîf’e ve Hırka-i Şerîf’e hürmet ise bid’at olarak nitelendirilemez. Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), ashabın kendisinin sakal kıllarını alıp muhafaza etmelerine engel olmadığı bilinmektedir.

Ashab, Hırka-i Şerîf’e de değer vermiştir:

 

Ka’b bin Züheyr, Hz. Resûlullahın bu hediyesi [hırkası] ile her zaman, her yerde iftihâr ederdi. Ömrünün sonuna kadar onu yanında muhafaza etti.

Bir seferinde Hz. Muâviye, on bin dirhem vererek onu almak istemişti.

Ka’b, “Resûlullahın hırkasını giymek hususunda kimseyi nefsime tercih etmem.”  diye cevap vermişti.

Fakat Hz. Muaviye, Ka’b’ın vefatından sonra bu arzusuna nâil oldu. Mirasçılarına yirmi bin dirhem göndererek, Hz. Resûlullah’ın bu mübarek Hırka-i Saadetlerini kendilerinden aldı. (Mevahibü’l-Ledünniye, 2:222; İnsanü’l-Uyûn, 3:240)

Daha sonra bu mübârek hırka Emevilerden Abbasilere, onlardan da Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti. ( İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarih Kronolojisi, 2:43)

 

Hürmetle muhafaza edilen, ne Ebu Leheb‘in sakalı, ne de Ebu Cehil‘in hırkası..

Kandil gecelerinin de hepsinin durumu aynı değildir. Hakkında hadîs bulunanı da, bulunmayanı da vardır.

“Kandil gecelerinde illa da özel ve farklı birşeyler yapacaksınız, yapmak zorundasınız; Hırka-i Şerîf ve Sakal-ı Şerîf ziyaretlerini mutlaka yapacaksınız, ziyaret etmeye mecbursunuz; Kâbe örtüsü görünce mutlaka öpeceksiniz, öpmemeniz saygısızlıktır” gibi bir anlayış savunulmadıkça -ki savunulmuyor- ortada konuşulacak ve tartışılacak bir sorun yok demektir.

MİLLİYETÇİLİK: SOYUNA SOPUNA TAPMA İLKEL İDEOLOJİSİ

 

MİLLİYETÇİLİK ile ilgili görsel sonucu

MİLLİYETÇİLİK ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

şaban ali düzgün ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

şaban ali düzgün erdoğan ile ilgili görsel sonucu

şaban ali düzgün cinsiyet ile ilgili görsel sonucu

MİLLİYETÇİLİK ile ilgili görsel sonucu

ırkçılık hadisler ile ilgili görsel sonucu

ırkçılık hadisler ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

ırkçılıkla ilgili hadisler ile ilgili görsel sonucu

ırkçılık hadisler ile ilgili görsel sonucu

 

 

“… [Milliyetçilik] Daha [Hristiyanlık’taki] Reform sırasında Ökümenik [evrensel] Kilise‘ye karşı bir tepki olarak belirmiş, ve ayinlerinde zamanın bilim dili olan Latince yerine mahallî [yerel, ulusal] diyelekleri [dilleri], kozmopolit [farklı uluslardan] bir rahipler aristokrasisi yerine de millî bir hiyerarşiyi kullanan millî kiliselerin kurulmasiyle sonuçlanmıştı. [Türkiye’de ezanın Türkçe okunması, ibadet dilinin Türkçeleştirilmek istenmesi de aynı reformist/protestan anlayışın sonucudur ve hareket noktası milliyetçilik/ırkçılıktır. Bu proje fazla tutmadı, onun için şimdi Matüridîlik-Hanefîlik istismarı ve çarpıtması üzerinden “şapkalı-Kemalist” bir “Türk İslamı” icad etme projesi devrede.]

“… Geleneksel olarak krallar sadakat andı [bağlılık yemini, biat] ve cizye [vergi] ile yetiniyorlardı. Milliyetleri ne olursa olsun herkes, eşit olarak, kralın uyruğu idi. Onun içindir ki, Vico‘nun da, Mostesquieu‘nün de anlattıkları gibi genel olarak ‘kralî’ savaşların, millî savaşlara göre, başka türlü iyi bir yanları vardı. … Örneğin, … Roma tarafından fethedilen yerler halkının kaderi bir düşünülsün. Nitekim, Amerikan bağımsızlığı da Kızılderililer için zararlı olmuştur: Bunlar, İngiltere hükümdarının uyrukluğu durumundan -kendilerinin yok edilmesine imkân veren- belirsiz bir statüye geçmişlerdir. [Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki farklılıkları da hatırlayabiliriz.]

“… kendine hayranlık bütün milliyetçiliklerin benzer yönüdür. … kutsal olan kendi toprağının

“… Milliyetçiliğin bütün siyasî rejimler için ‘aşağılık, saldırganlık duygularını ve her türlü istekleri’ dışarıya [yabancı devlet ve toplumlara] doğru çevirmek gibi harikulade bir faydası vardır. Onun için bütün rejimler bununla çok iyi anlaşırlar.

Maurres‘ya göre milliyetçilik … ulusun ‘kutsal bencilliği‘ni [kutsallaştırılmış narsisizmini] daha iyi değerlendirecek durumdadır.

“… Gözlerini geçmişlerine çevirmiş olan bu milletler, bıkıp usanmadan eski takazalarını, modası geçmiş toprak isteklerini, ölmüş zaferlerin saldırgan anılarını sayıklayıp dururlar. Paul Valéry, “Tarihini unutamadığı için Avrupa, egemenliğini kaybedecek ve -tarihi bilmediği için onu bir kalemde silip atacak olan- bir Amerikan Komisyonuna benzer şey tarafından yönetilecek hale gelmiştir” der.

“… milliyetçilik doktrini –o zamana dek, sadece halkın değişik ve başka [farklı, yabancı] şeylere beslediği ilkel [içgüdüsel] düşmanlık duygusunun bir tepkisi olan– yabancı düşmanlığını, siyasî doktrin mertebesine yükseltmiştir. Böylece bu [farklı] azınlıklar millî birlik ve bütünlüğü tehdit edici birer unsur olarak daha kuvvetlilerin öç alma duygularına maruz bırakılmıştır. … sonucu, millî azınlıkların yok edilmesi ya da sürgüne gönderilmesi olmuştur. …

“… bütün milletlerin ve bütün siyasî rejimlerin aynı milliyetçi davranışı açığa vurdukları görülmektedir. Bu davranışlar ardı arkası gelmeyen kendine saygı, kendine hayranlık gösterilerine yol açmakta, bunların yanısıra öteki milletlere karşı gıpta, güvensizlik ya da küçümserlik duyguları bulunmaktadır.

“… Böyle bir hava içinde yabancı sözü, düşman ya da casus‘la aynı anlama gelmektedir. Böyle bir politik iklim … modern Devletlerin politik hayatında milliyetçiliğin, tıpkı bir içgüdü gibi kör bir kuvvete ve fark gütmezliğe sahip olduğunu gösterir mahiyettedir. Canlılar da içgüdüleri [akılla değil içgüdüleriyle hareket etmeleri] yüzünden yokolurlar zaten.”

 

(Gaston Bouthoul, “1914’ten Sonraki Siyasî Doktrinler”, Gaetano Mosca, Siyasî Doktrinler Tarihi içinde, çev. Semih Tiryakioğlu, 2. b., İstanbul: Varlık Y., 1968, s. 297-304.)

ELMALILI MEALİ, YUSUF, 12/40

 

مَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِهِ إِلاَّ أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَآؤُكُم مَّا أَنزَلَ اللّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ

 

Sizin O’ndan başka taptıklarınız bir takım kuru isimlerden ibarettir ki onları siz ve atalarınız takmışsınızdır, yoksa Allah, onlara öyle bir saltanat indirmemiştir, hüküm ancak Allah’ındır, O size kendisinden başkasına tapmamanızı emretti, doğru ve sabit din budur velâkin nâsın [insanların] ekserisi bilmezler.

MÜSLÜMAN MISIN, YOKSA KEMALİST Mİ (“AZİZ ATATÜRK”ÇÜ MÜ)?

(PEKİ, İKİSİNİ BİRDEN OLAMAZ MISIN?

OLABİLİRSİN DE, BUNUN ADI AYNI ZAMANDA MÜŞRİKLİK/ŞİRK OLUR..

YANİ ORTAK KOŞMA..

YANİ HEM ALLAHU TEALA’YI KABUL ETME, HEM DE YANINA PUT EKLEME..

İŞTE MEKKE’Lİ MÜŞRİKLER BUNU YAPIYORLARDI..

HZ. İBRAHİM İLE HZ. İSMAİL’DEN KALAN BİRTAKIM “AMEL”LERİ VARDI; HAC VE UMRE YAPIYOR, KÂBE’YE HÜRMET EDİYOR, KURBAN KESİYORLARDI..

HZ. İBRAHİM’İN PEYGAMBER OLDUĞUNU DA TASDİK EDİYORLARDI..

FAKAT, CANSIZ PUTLARINA DA ALLAHU TEALA’NIN KATINDA ŞEFAATÇİ OLMA GİBİ BİR “SÖZ HAKKI” TANIYORLARDI..

“HEM ALLAH’A İNANALIM, HAC İBADETİNİ VS. YAPALIM, HEM DE PUTLARIMIZA, TOTEMLERİMİZE SAYGI GÖSTERELİM” DİYORLARDI..

AYRICA ŞU TÜRDEN GÖRÜŞLERİ SAVUNUYORLARDI:

“BİZE KUR’AN‘LA ŞERİAT GETİRİLMESİNE GEREK YOK. BİZ KENDİ KENDİMİZİ YÖNETEBİLEN BİR TOPLUMUZ..

HAKİMİYET KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİMİZİNDİR. BİZ DE ONLARIN VEKİLLERİYİZ, VEKALETLERİNİ ÜSTLENDİK.

DARU’N-NEDVE ADINI VERDİĞİMİZ BİR MECLİSİMİZ/PARLAMENTOMUZ VAR.. KENDİ KANUNUMUZU KENDİMİZ YAPAR, KENDİ KURALIMIZI KENDİMİZ KOYARIZ.

KUR’AN‘IN AYETLERİNİN, PEYGAMBER OLDUĞUNU SÖYLEYEN HEMŞERİMİZ MUHAMMED’İN (S.A.S.) SÖZLERİNİN BİZİM YÖNETİM İŞLERİMİZE KARIŞMASINI KABUL EDEMEYİZ..

MUHAMMED’İN (S.A.S.) TARAFTARLARI, BİZİ ELEŞTİRMEMEK, DEVLETİMİZ ALEYHİNDE KONUŞMAMAK, PUTLARIMIZA LAF SÖYLEMEMEK KAYDIYLA DİN HÜRRİYETİNE SONUNA KADAR SAHİPTİRLER; NAMAZ DA KILABİLİRLER, ORUÇ DA TUTABİLİRLER, HAC DA YAPABİLİRLER..

ŞERİAT AYETLERİ HARİÇ OLMAK ÜZERE “KAMUSAL ALAN”DA KUR’AN BİLE OKUYABİLİRLER..

FAKAAAT, PUTLARIMIZA LAF SÖYLERLER, DEVLETİMİZİN DİN KURALLARINA GÖRE YÖNETİLMESİ GEREKTİĞİNİ İLERİ SÜRERLERSE, PUTLARIMIZIN ÖNÜNDE SAYGI DURUŞU YAPMAKTAN KAÇINIRLARSA, DEFTERLERİNİ DÜRMEK İÇİN GEREKENLERİ YAPARIZ.

PUTLARIMIZIN ÖNÜNDE SAYGI DURUŞU YAPILMASINI İSTEMEYENLER, SİTE/ŞEHİR DEVLETİMİZİ ŞERİAT KURALLARINA UYDURMAYA ÇALIŞANLARDIR..

PUTLARIMIZA SAYGI DURUŞU ŞEKLİNDE SAYGI ARZETMEK ZORUNLUDUR, ŞERİAT’E SAYGI ARZETMEK İSE YASAKTIR.

BUNU YAPMAK DEVLET DÜŞMANLIĞIDIR, BUNLARA ASLA NEFES ALDIRMAYIZ..

YASİR VE SÜMEYYE GİBİ KÖLEMİZ OLANLARINI ÖLDÜRÜR, AMMAR BİN YASİR, HABBAB BİN ERET, BİLAL-İ HABEŞÎ VE MİKDAD BİN ESVED GİBİLERE DE İŞKENCE YAPARIZ.

MEVZUBAHİS OLAN DEVLETİMİZİN, YANİ KURUMSALLAŞMIŞ PUTPERESTLİĞİMİZİN BEKASI İSE YASİRLER, SÜMEYYELER, HABBABLAR TEFERRUATTIR..

VATAN İÇİN GEREKİRSE SİLAH DA KULLANIRIZ, KANLA İRFANLA DEVLETİMİZİ YAŞATIRIZ”)

 

 

İlgili resim

CHP ALTI OK ile ilgili görsel sonucu

İMANIN ŞARTLARI ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

BU TOPLUMU MAHVEDERSE DEVLET-ÇİLİK ŞİRKİ/PUTPERESTLİĞİ MAHVEDER

renouvier ile ilgili görsel sonucu"

leon duguit ile ilgili görsel sonucu"

leon duguit ile ilgili görsel sonucu"

 

Propos sur le bonheur (1925) alain ile ilgili görsel sonucu"

 

[CHP’NİN MİLLETİN BAĞRINA SAPLANMIŞ OLAN “ALTI OK”UNDAN BİRİ DURUMUNDAKİ DEVLETÇİLİK, “DERİN FAŞİST İDEOLOJİ”YE KARŞILIK GELİYOR..

FIRSAT BULDUKÇA İSLAM-CILIK ELEŞTİRİSİ DE YAPAN BİRTAKIM “YERLİ MALI MİLLİ” TİPLERİN, İSLAM-CILIK KONUSUNDAKİ MÜNAFIKÇA HASSASİYETLERİNİN YÜZDE, HATTA BİNDE BİRİNİ BİLE DEVLETÇİLİK KONUSUNDA SERGİLEMEDİKLERİNİ GÖRÜYORUZ..

DEVLETÇİLİK, TEORİK OLARAK DEĞİLSE BİLE FİİLEN (HATTA BAZEN TEORİK OLARAK DA), DEVLETİ ALLAHU TEALA’NIN KONUMUNA YERLEŞTİRMEKTEN İBARETTİR..

VE DEVLET, PRATİKTE “YÖNETİMİ ELİNDE TUTAN SİYASETÇİ VE BÜROKRATLAR TOPLULUĞU” DEMEK OLDUĞU İÇİN DE, DEVLETÇİLİK ÖZÜ İTİBARİYLE, BU “YÖNETİCİYE TAPMA/KULLUK” REJİMİNİ, SOYUT DEVLET KAVRAMININ ARDINA SIĞINARAK “YUTTURMA” İDEOLOJİSİ/DİNİDİR..

YÖNETİCİ TAİFEYE GELİNCE, ONLAR, SON TAHLİLDE TOPLUMUN KENDİLERİNE TAPMASI İDEOLOJİSİ OLDUĞU İÇİN DEVLETÇİLİĞİ PEK SEVERLER..

AYNI ŞEKİLDE, ÖZELLİKLE DE LAİK ÜLKELERDE “ÇETELEŞMİŞ” BÜROKRASİNİN TEK BİR DİNİ/İDEOLOJİSİ VARDIR: DEVLETÇİLİK..

BU YÜZDEN, ONLARA GÖRE, “DEVLETİN (KENDİLERİNE TAPILMASI REJİMİNİN) BEKASI” İÇİN YERİ GELDİĞİNDE (GÖSTERMELİK DE OLSA YARGILAMADAN, “ÖRTÜLÜ ÖDENEK” KABİLİNDEN “ÖRTÜLÜ İCRAATLAR” ÇERÇEVESİNDE, “DERİN ÇETELER” ELİYLE) ADAM ÖLDÜR(T)MEK, ONLARIN HAKKI, HATTA GÖREVİDİR..

ÇÜNKÜ, BU TÜR “DEVLETÇİ” OLMAYAN İNSANLAR DEVLETÇİLİK DİNİ AÇISINDAN DİNSİZ HALE GELMİŞ, TANRI KONUMUNDAKİ YÖNETİCİ TAİFEYE TAPMADIKLARI, KULLUK ETMEDİKLERİ İÇİN ÖLÜMÜ HAK ETMİŞLERDİR]

 

“Filozof Renouvier, [Fransa’da] Üçüncü Cumhuriyet’in ilk idarecileri üzerinde büyük etki yaptı.

“… Renouvier, Toplum’u ya da Devlet‘i gerçek varlıklar saymak yolundaki eğilimi de tenkit eder. …

“[Kamu hukukçusu] Léon Duguit … Devlet’e metafizik bir cevher, bir öz niteliği vermek isteyen bütün doktrinleri reddeder ve şöyle der: “Netice itibariyle Devlet, iktidarla cihazlandırılmış fertlerden, idarecilerden başka birşey değildir.”

“… Devlet’in iktidarı bir hak değil, sadece bir görevdir.

“… Alain‘e göre de Devlet, iktidardaki fertlerden başka birşey değildir. Der ki:

 

İktidarın özü, onu yürütmekte olan fertleri [iktidarın sahip olduğu kendine özgü ayartıcı] tabiatiyle baştan çıkartmaktır. İktidar bunların [yönetici fertlerin] kusurlarını, kötü huylarını adeta belirginleştirip şişirir. Gurur, istibdat, açgözlülük son hadde vardırılır….

 

“… vatandaş iktidara karşı hiçbir tazim, hatta saygı göstermeyecektir, çünkü “gerekliğe tapınmak değil, onu kabul etmek” lazımdır. [Devlet gereklidir, fakat bu, ona tapınmayı, onu kutsal birşey olarak görmeyi gerektirmez. Yemek yemenin gerekli olduğunu kabul etmek yeterlidir, yemek yemeye tapmanın anlamı yoktur.] …

“Kısacası, Alain’in doktrini, Devlet’i “kutsallıktan çıkarmak” için çok ustaca bir çaba yapar. “Yaratıcı tanrı – Devlet” [yaratıcı tanrı konumunda devlet] … yolundaki hemen hemen dinsel ve metafizik kavramı [anlayışı] yalancılık olarak vasıflandırır. Alain’e göre, Devlet, bir sözden ibarettir [Devlet kavramı, içi boş bir laftır; gerçeklik âleminde salt, toplum üzerinde egemenlik kurmuş siyasetçi ve bürokratlar topluluğu vardır]; …, olayların zoruyla [dünya genelinde insanlar ve toplumlar arasındaki ilişkilerin zoruyla] kendilerine birtakım iktidarlar emanet edilen belirli sayıda fertlerin birleşmesinden meydana gelir; bunlar da bu iktidarları kötüye kullanmaya fazlasıyla can atarlar. Vatandaş bu yolsuzlukları önleme uyanıklığına fazla sahip değildir. … Kısacası, Alain’in tarif ettiği …, İncil‘den ilham alınarak şöyle bir sözle özetlenebilir: Devlet, İnsan için yapılmıştır, yoksa İnsan, Devlet için değil.”

 

(Gaston Bouthoul, “1914’ten Sonraki Siyasî Doktrinler”, Gaetano Mosca, Siyasî Doktrinler Tarihi içinde, çev. Semih Tiryakioğlu, 2. b., İstanbul: Varlık Y., 1968, s. 318-21.)

“GİZLİCE ZEHİRLEME, UYGULANAN YÖNTEMLERDEN BİRİ”

ZEHİRLEME GİZLİ SERVİS ile ilgili görsel sonucu

KANAL A GENEL YAYIN YÖNETMENİ’NE SORULAR:

BİR: BU 3 BİN 600 KİŞİDEN KAÇI ZEHİRLENMİŞ OLABİLİR?

İKİ: 2003’TEN SONRAKİ İNFAZLARDAN NE HABER?

İNFAZLAR BİRDEN BİRE KESİLDİ Mİ, DEVAM MI ETTİ?

ETTİYSE, DÖNEMİN İKTİDARININ (AKPARTİ) SUÇ ORTAKLIĞI VAR MI(YDI)?

VAR(DIY)SA, HANGİ BOYUTLARDA?

*

alper tan esad coşan ile ilgili görsel sonucu

ESAD COŞAN 24 SENE ÖNCE UYARMIŞ

Alper Tan / KANAL A Genel Yayın Yönetmeni (8 Mayıs 2014)

 

28 Şubat döneminde yasakçı sisteme uymayan, yasakçı düzenin değişmesi için gayret eden veyahut “şimdilik” bir şey yapmasa bile ilerde sistem açısından tehlikeli olabileceği varsayılan insanlarla ilgili infaz kararları veriliyordu. Anlatıldığına göre infaz kararı çıkanların sayısı 11.800 civarındaydı. Çok çeşitli yol ve yöntemlerle infazlara da başlanıyor. 2003 yılına kadar devam eden süreçte bu 11.800 infaz kararından yaklaşık 3.600’ünün uygulandığı anlaşılıyor. Faili meçhul kalan cinayet, kayıp, çatışmada öldürülme, trafik kazası, intihar, evinde veya işyerinde ölü olarak bulunma, gizlice zehirlenme uygulanan yöntemlerden sadece bazıları.

… Bunların bazıları “Kürtçü” bazıları “Bölücü” bazıları da “İslamcı” yaftalarıyla suçlandılar, fişlendiler ve infaz edildiler. Ama ortak yönleri, yasakçı, vesayetçi düzen açısından tehlikeli görülüyor olmalarıydı.

Bu infaz listelerinde adı bulunanların bazıları, durumdan haberdar oldukları için yurt dışına gittiler….

(http://www.haber7.com/medya/haber/1411209-esad-cosan-24-sene-once-uyarmis)

(https://groups.google.com/forum/#!topic/yeniurfa/QTgUap858JE)

(http://ekonomimizvesiyaset.blogspot.com/2014/05/?m=0)

KİRLETMİŞ BİLE!

 

mahmut toptaş ile ilgili görsel sonucu

 

Millî Gazete yazarı Mahmut Toptaş hoca, “İlahi havamızı, gâvur nefesleri kirletemez” başlıklı bir yazı kaleme almış..

Yazısının sonu şöyle:

 

İsraftan kaçınalım.

Nefes israfından kaçınalım. Her nefesimiz tarlada, bağda, bahçede, karakolda, kışlada, fabrikada, yolda, masa başında, evde her hâl ve harekette Allah için olmasına dikkat edelim.

Zamanı kurşunlamaktan sakınalım.

Sohbette sonra “Asr” süresi okuyup dağılacağız. Evinize varınca Ankara’dakileri övmek veya sövmek verine “Asr” süresinin anlamını okuyalım, en değerli sermayemiz olan ömrümüzün bir saniyesini boşa geçirmemeye dikkat edelim” …

 

“Ankara’dakileri övmek veya sövmek yerine…” diyor, fakat aynı yazının baş tarafında, Şeriat’e karşı olduğunu söyleyen “bazı” kişileri övüyor.

Okuyalım:

 

İstanbul’da on beş milyonun on dört buçuk milyonu Kur’an-ı Kerim’e iman eder ve onun için canından geçmeyi göze alır ama bazıları şeriata karşıdır.

Kabahati, şeriata karşı olanlarda aramayın.

Her Cuma namazı ve bayram namazları için gelen bu insanlara şeriatı tanıtamamışız.

Birileri kapkara bir karikatür çizmiş ve altına da “şeriat” yazmış ve o adamlar o karikatürdeki şeriata karşılar.

Ben de, o kâfirlerin tarif ettiği şeriata karşıyım.

“Şeriata karşıyım” diyenle ben beraberim.

Bu sözü söyleyenler, Kur’an’ın ve sünnetin tarif ettiği şeriata karşı değiller.

 

Mahmut Toptaş farkında olmayabilir, fakat bu sözler, itikaden tehlikeli..

“Şeriat’e karşıyım” diyenlere kefil oluyorsun, onlar adına konuşuyor, “Bu sözü söyleyenler, Kur’an’ın ve sünnetin tarif ettiği şeriata karşı değiller” diyorsun.

Nerden biliyorsun?

Hüküm zahire göre verilir, biz insanların kalplerini yarıp bakmakla mükellef değiliz.

“Sanıyorum, zannediyorum” şeklinde bir yanılma payı bile bırakmıyorsun.

Bunların içinde hiç mi Şeriat‘in gerçekte ne olduğunu bilen yok?

Bu konuda anket mi yaptırdın? “Şeriat’in Kur’an ve Sünnet kaynaklı emir ve yasaklar olduğunu biliyor musunuz?” diye bir soru yönelttin de, onların hepsi istisnasız, “Aaaa, öyle mi, hiç duymamıştım, ilk sizden duydum” mu dediler?

Gerçekte onların büyük çoğunluğu (belki de hepsi), Şeriat’in dinî emir ve yasaklar, cezalar” olduğunu bilirler.

Duymamış olmaları imkânsızdır.

*

Diyanet’in camilerinde okunan hutbelerde Şeriat mevzuuna girilmediğini biliyoruz.

Resmen Kur’an‘a sansür uygulanıyor. Ve kimse de çıkıp, “Din, böyle anlatılmaz!” demiyor.

Ondan sonra, “Neden Casiye Suresi’nin 18’inci ayeti başta olmak üzere Şeriat konulu ayetler hutbelerde hiç yer almıyor?” denildiği zaman birileri rahatsız oluyorlar..

Onların derdi Atatürk.. Atatürk’ün adı falanca hutbede niye geçmemişmiş..

Sanki, Şeriat değil de Atatürk, dinin bir rüknü.. Anlatılmazsa, günah işlenmiş oluyor..

*

Şu dönme dolaba, laik rejimin Ali Cengiz oyunundaki düzenbazlığa bakın..

Diyanet’e, adı konulmamış bir “yasak”la din eksik (dolayısıyla yanlış) anlattırılıyor.

Mahmut Toptaş gibi isimler de, Şeriat düşmanlığı sergileyenlerin aslında Şeriat düşmanı sayılmayacaklarını, onların karşı olduğu Şeriat’e kendisinin de karşı olduğunu yazıyor.

Onları aklıyor.

Sesi, o Şeriat düşmanlarına ulaşmıyor, fakat Şeriatçı kesimin kulağı onda..

Böylece, Millî Gazete okuyan koca bir camia, tam da laik düzenin istediği yönde “terbiye” edilmiş oluyor.

Muhteşem bir dönme dolap.. Temel Karamollaoğlu hadsizinin “Ben İslamcı değilim, müslümanım” zırvasıyla üretimi tamamlanmış, son cıvatayı da Mahmut Toptaş yerleştiriyor.

*

Psikoloji disiplininde “yansıtma” (projection) diye bir kavram vardır..

Daha doğrusu, psikologlar, kavramın sözlük anlamından hareketle ona bir terim anlamı yüklemiş durumdalar.

Bizim düşünce geleneğimizde kıyas bi’l-nefs diye bilinir.

Buna göre, kimi insanlar, kendi halet-i ruhiyelerinden hareketle genelleme yapar, herkesin kendisi gibi bir zihniyet ve ahlâka sahip olduklarını zanneder veya ileri sürerler.

Ve, kendilerindeki kötü hasletleri başkalarına izafe ederler.

Sık verilen bir örnek neme lazımcılık, cimrilik ve bencillik eksenli.. Başkalarına yardım etmek istemeyen insanlar genelde şöyle konuşurlar: “Herkes kendi menfaatini düşünüyor, kimse kimseye yardım etmiyor.”

Böylece, kendi vurdum duymazlık ve çıkarcılığını “makul” gösterir, rasyonalize eder.

Kur’an‘a baktığımızda, bu özelliği kâfirlerin akıl yürütüş biçimlerinde görüyoruz. Mesela Firavun ve yakın adamları, Hz. Musa ile Hz. Harun’un asıl gayesinin iktidarı ele geçirmek, Firavun yerine saltanat sürmek olduğunu iddia ediyorlardı.

Hz. Musa ile Hz. Harun‘u, hiç akıllarından geçmeyen şeylerle suçluyorlardı.

İmdi, o devirde bir müslüman çıkıp, “Firavun ile adamlarının tasvir ettiği Musa ile Harun’a ben de karşıyım. Musa ve Harun’a karşı olmakta onlarla beraberim” dediği zaman, onun için ne denilirdi?

Küfre düştüğü mü söylenirdi, yoksa tarihte eşi görülmemiş aptalca bir akıl yürütüşle zırvalama sanatında zirveyi yakalamış bir ebleh olduğu mu?

*

Mahmut Toptaş böylesi zırvalar yazacağına, kendi tavsiyesine uyup, Asr Suresi’nin meal ve tefsirini aktarmakla yetinseydi kendisi için daha iyi olurdu.

Bu tür yazılarının hesabını ahirette verebileceğini sanmıyorum.

SİYANÜR (ZEHİR) KONUSUNDA SADECE KİŞİLERE DEĞİL, KURUMLARA DA SINIRLAMA YOK

siyanür satış serbest ile ilgili görsel sonucu

siyanür satış serbest ile ilgili görsel sonucu

siyanür ile ilgili görsel sonucu

siyanür ile ilgili görsel sonucu

siyanür ile ilgili görsel sonucu

Uzmanlardan siyanür için hayati uyarılar

siyanür suikast ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

İlgili resim

siyanür suikast ile ilgili görsel sonucu

siyanür suikast ile ilgili görsel sonucu

16.11.2019 – 07:50 | | Cihat Aslan, Milliyet

15 günde 11 kişinin siyanürle ölmesinin ardından uzmanlar uyardı: Siyanür ‘Kontrole Tabi Kimyasallar Yönetmeliği’nde yer almalı ve gübre gibi kontrollü satılmalı. İnternetten satışın önlenmesi için de ruhsat kısıtlamasına gidilmeli

 

Türkiye’de son günlerde siyanürle ölüm olayları arttı. Siyanür satışı Türkiye’nin en büyük alışveriş sitelerinde bile yapılabiliyor. Bir damlası bile dakikalar içinde öldüren siyanüre kolay ulaşılması tartışma yarattı. Uzmanlar, Milliyet’e şu değerlendirmelerde bulundu:

Adli Bilimciler Derneği Başkanı Prof. Dr. Hamit Hancı:

“Siyanür, karbon ve azot atomlarından oluşan bir kimyasal. 26 derecede bile havaya karışabilir ve oda sıcaklığının üzerine çıkınca bir anda buharlaşabilir. Solunum yolu, ağız yolu ve deri yoluyla vücuda karışıyor. En tehlikelisi, solunum yoluyla olması. Çok hızlı öldürür. Yiyecek veya deri yoluyla vücuda girerse birkaç saatte öldürüyor. Onun için aynı zamanda kimyasal silah olarak da kullanılıyor. Siyanür kandaki oksijenin hücrelere girişini engelliyor. Maalesef ülkemizde siyanür, ‘Kullanımı Kontrole Tabi Kimyasal Maddeler Hakkında Yönetmelik’te yok. Yönetmeliğin özelliği, dağıtım kanallarının her birinin takip edilmesi. Üretim nerede, nerede satılıyor ve son kullanıcı kim? Yönetmelik hepsinin tespitini istiyor. O zaman daha sıkı kontrol oluyor. Bu yüzden siyanürün yönetmelik kapsamına alınması önemli. Eskiden insanlar gübre alabiliyorlardı. Gübreden bomba yapılabildiği için yönetmeliğe alındı ve şimdi başından sonuna kadar denetimli. Bunun siyanür için de gelmesi gerekiyor. Siyanür sanayide kullanılan bir madde. Sanayi dışı nedenle siyanürü alacak kişi üç nedenle alabilir; intihar, cinayet ve kimyasal silah yapımı. Ayrıca merdivenaltı satış yapan kimya depolarının ve internetin de denetlenmeye ihtiyacı var.”

‘Belgeyle alınabilmeli’

TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Başkanı Dr. Ali Uğurlu: “Siyanür zehirli bir madde. Alım-satımı konusunda sınırlama yok. Elbette sınırlama gerekiyor. ‘Kullanımı Kontrole Tabi Kimyasal Maddeler Hakkında Yönetmelik’te bazı tehlikeli maddeler sınırlandırılmış. Ama bu listede siyanür yok. 3-4 ay öncesine kadar bile internetten çok rahatça satılabiliyordu. Bugün siyanür almak isteyen biri, kimyasal madde satıcılarından bunu rahatlıkla temin edebiliyor. Bu yüzden alım ve satımına sınırlama getirmek gerekiyor. Ayrıca en önemlisi yönetmeliğin listesine almak lazım. Siyanürün belge ile alınması gerekiyor. Eğer bu maddeyi alacak kişi esnafsa, esnaf odasından, sanayici ise sanayi odasından ya da kimya mühendisleri odasından verilen belge ile alabilmeli. Kimyasal madde satan bir dükkana ‘Bu kadar siyanür lazım’ denildiğinde verilmemeli. Ama maalesef veriliyor.”

 

(http://www.milliyet.com.tr/gundem/uzmanlardan-siyanur-icin-hayati-uyarilar-6080512)