(BİR TEK, ÇALIŞAN BİR KOMİSYON, “HERKESTEN HESAP SORABİLEN, BİRİLERİNE İMTİYAZ TANIMAYAN” BİR YARGI YOK..
[OLUMLU YAKLAŞIMI SEVEN İYİMSERLER ŞÖYLE DÜŞÜNSÜN:]
OLSUN, BU KADARCIK KUSUR KADI KIZINDA DA OLUR..
ÖRNEK BİR ÜLKEYİZ..
HERKES BİZİ KISKANIYOR..)
“ABD SENATOSU İSTİHBARAT KOMİTESİ’NİN ‘CIA ALIKOYMA VE SORGULAMA PROGRAMI’ ARAŞTIRMASINA DAYALIDIR” İFADESİYLE BAŞLAYAN BİR FİLM..
(TÜRKİYE’NİN DE BİR TBMM GÜVENLİK VE İSTİHBARAT KOMİSYONU VAR..
NE İŞ YAPAR DERSENİZ..
SADECE TATİL..)
Filmin Konusu
Storyline
Idealistic Senate staffer Daniel J. Jones, tasked by his boss to lead an investigation into the CIA’s post 9/11 Detention and Interrogation Program, uncovers shocking secrets.
FİLMDEN BİR MUHAVERE:
ÜÇLÜ SORGULAMA YÖNTEMİ (BİTKİNLİK, BAĞIMLILIK, KORKU)
CIA görevlisi bayan: Dr. Mitchell, tekniklerinizi açıklayabilir misiniz?
Psikolog Dr. Mitchell: Tabii.. ÜÇLÜ YÖNTEM: BİTKİNLİK, BAĞIMLILIK, KORKU. Dikkat çekme. … Stres pozisyonları. … Böcek kullanma. …
CIA görevlisi bayan: Bence çok etkili olabilir. …
Psikolog Dr. Mitchell: Bu yaklaşımlar Savunma Bakanlığı’nda tereddütlere yol açabilir.
CIA direktörü Rodriguez: Savunma Bakanlığı’nda değiliz, CIA’deyiz.
*
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (27) / DR. SEYFİ SAY
(https://tenbih.wordpress.com/2018/04/23/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-27-dr-seyfi-say/)
…
GASM’da (Gemi Adamları Sınav Merkezi) o tek başıma kaldığım ve damacanadaki su yüzünden zehirlendiğim odada karşılaşmış olduğum başka sorunlar da vardı, ve söz konusu zehirlenme olayı, benim için onların da, farklı bir anlam kazanmasını sağlayacaktı. Bir ara her sabah geldiğimde, odamın tavanının, duvarlarının, pencerelerin, büyük kara sineklerle kaplı olduğunu görüyordum. Evet, normal sinekler de değildi bunlar. İlk işim, odayı bunlardan temizlemek için uğraşmak oluyordu. Ki bir sabah yanıma gelen Denizcilik Müsteşarlığı uzmanlarından Tuğrul G. benim bu temizlik çabama şahit olmuş, o da bana yardıma koyulmuştu. Tuhaf olan, yan odada bu tür sineklerin hiç ortaya çıkmaması, salt benim kaldığım odayı mesken tutmalarıydı. Ben temizliği yaptıktan sonra herhangi bir şekilde gelen sinek de yoktu. Fakat her sabah geldiğimde bunların sürü halinde yeniden ortaya çıkmış olduklarını görüyordum. Tavanı incelemiştim, acaba geldikleri bir açıklık, delik vs. var mı diye, fakat birşey bulamamıştım. Bu böyle bir süre devam etmişti. Bir zaman da tam çalıştığım yerde, sanki bir fare ölüsü varmış gibi kötü bir koku ortaya çıkmış bulunuyordu. Beş altı metre kenara gittiğimde o kokuyu alamıyordum, masamın başına oturduğumda burnumun direği kırılıyordu. Masanın ve kenardaki dolabın altını üstünü, yanını yöresini, içini dışını gözden geçirmiş, birşey görememiştim. Sonra, yanı başımdaki dolabı diğer odaya götürmüş ve böylece kokudan kurtulmuştum. Fakat, o büyük kara sinekleri de, bu berbat kokuyu da, o zehirlenme olayına kadar, malum odakların bana bir iyiliği olarak değerlendirmek aklıma gelmemişti. Demek ki, insanın sağlığı bozulsun, günlük aktiviteleri aksasın diye masraf ve zahmet edip yiyecek ve içeceklerine “katkı maddeleri” eklemekle yetinmiyor, bir de, yaşadığı yerde rahat edemesin diye bu tür “kamu hizmetleri” de veriyorlardı.
Yıllar sonra Ankara‘da çalışırken de, tek başıma kaldığım eve bir akşam gittiğimde, kaldığım odanın pencere camında eşek arısı tabir edilen bir sarı arı görecektim. Ama bu, bildiğimiz türden sarı arılardan değildi, azman birşeydi. Bunun, özel olarak getirilmiş olduğunu anlamıştım. Gündüz ben yokken hemen her gün eve girmekte, kapalı kapıyı açmakta, açık olanı kapatmakta, bana böylece mesaj vermekteydiler. Bunun için kimi kullanıyor olabilirlerdi acaba, emekli memur olan apartman yöneticisini mi? Aylar sonra, bu işi, tam karşımdaki dairede oturan ve genç bir oğlu bulunan emekli memura yaptırıyor olduklarından kesin biçimde emin olmuş ve evin içine, kapının kenarına, “Karşımda oturan köpek, evime girenin sen olduğunu biliyorum” yazılı bir levha asmıştım. Bunun ardından, girmeye devam ediyor olsalar da, geride işaret bırakıp “nanik yapma” şımarıklığını terk etmişlerdi.
Evet, GASM’dayken yaşadıklarım sadece bu tür şeyler de değildi, yollarda birkaç kez taciz de edilmiştim. O da ayrı bir dertti.
O zehirlenme olayını yaşadıktan sonra çalıştığım odada su bulundurmadığım gibi, şüphelendiğim zaman, yer ve durumlarda birşey yiyip içmemeye dikkat etmeye başlamıştım. Bazen de, bana çay getirenleri test ediyordum. 2013 yılında Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi‘nde çalışmaya başladığımda, fakülte yönetimine ve benim gibi öğretim üyelerine çay getiren hizmetliyi bir gün böyle bir sınamadan geçirmiştim. Önüme çayı bıraktığında, sükunetle, “Bu çayda zehir var mı?” diye sormuştum. Çaycının halinde herhangi bir değişiklik, bir panikleme vs. olmamış, hafif gülümseyerek “Yok” demişti. “Hayır, var” demiştim, “bu çaylar birçok işlemden geçiyor, katkı maddeleriyle biraz zehire dönüşüyorlar, attığımız şeker de bir tür zehir” diyerek konuyu geçiştirmiştim. Çaycı, temizdi.
Ancak, öğrencilerin de yararlandığı kantin için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. 2009 yılından sonra İstanbul’da yiyip içtiğim şeylere dikkat ettiğim için iki yıl kadar sonra vücudumdaki yaralar ortadan kaybolmuş bulunuyordu. Kayseri‘ye yerleştiğimde sağlığım yerindeydi. Fakat öğretim yılı başladıktan birkaç ay sonra bir gün kantinde çay içip tost yiyecektim ve hemen ardından vücudumda tekrar yaralar çıkacaktı. O sırada gördüğüm rüya da, bunun, (hafif dozda, bir defada değil, yavaş yavaş, süründürerek öldürecek nitelikte olsa da) zehirli şeyler yemekten kaynaklandığını gösterecekti. Rüyamın tabiri, İmam Nablusî’nin tabir kitabına göre, zehirli şeyler yiyip içmekti. Evet, Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürlüğü’nde, 2007 yılı sonlarından itibaren bana hafif dozda, salt karaciğerime zarar verip yaralar açacak şekilde zehir vermiş olmalıydılar. Buna, GASM’da da, H. K.‘nın bıraktığı damacana sayesinde devam ettikleri kanaatine varmıştım. Yaşadığım o ağrılı ve sancılı zehirlenme olayı ise, artık benden sessiz sedasız tümden kurtulmak için attıkları, “yavaş yavaş öldürmek yerine bir defada kurtulma” adımıydı. Ama ölmemiştim. Bununla birlikte, etkisi tümden geçmiş değildi, vücudum yara bere içindeydi, elimin üstü bile yaralarla kaplıydı. O sıralarda merhum dayım bir gün evime uğramış, yüzüme dikkatlice bakmış, “Sen hasta mısın?” diye sormuş, “Yüzün çok sararmış, hasta görünüyorsun” demiş bulunuyordu.
O çay ve tost olayından sonra Kayseri‘de fakülte kantininden birşey yiyip içmemeye dikkat etmeye başlamıştım. Şayet nadiren de olsa çay içersem, çayın bardağa gözlerimin önünde konulmasına dikkat ediyordum. Kantinden odama çay istediğim zaman da bunu asla tek çay olarak istemiyor, en az üç çay olmasına, ve bunlardan rastgele birinin bana verilmiş bulunmasına özen gösteriyordum. Nedendir bilinmez, bir süre sonra, fakülte yönetimine çay servisi yapan çaycının bana çay servisi yapmasına engel olmuş bulunuyorlardı. Bu yüzden, yanımda içme suyu getirmeye başlamıştım. Daha çok da maden suyu getiriyordum. Evden okula yürüyerek geliyor, yolda bir bakkaldan maden suyu alıyordum. Bir gün, bakkalın dolaptaki şişeler içinden herhangi birini değil, kenara konulmuş birini verdiğini görmüştüm. Onu içmemiş, o günden sonra başka bir bakkaldan maden suyu almaya başlamıştım. Bir cuma günü bakkal beni lafa tutmuş, kim olduğumu, ne iş yaptığımı vs. sormuş, ve o hafta sonu sindirim yollarımda ciddi rahatsızlık yaşamıştım. Acaba içtiğim maden suyuyla ilgili olabilir miydi, bunu bilemezdim, fakat korkulu rüya görmektense uyanık durmak daha iyiydi. Bu yüzden, o günden sonra üçüncü bir bakkaldan alışveriş yapmaya başlamıştım. Ancak, bir gün bakkal dükkânına girdiğimde, önünde müşteri olarak bekleyen 14-15 yaşlarında birkaç kız öğrenci olduğu halde bakkal, beni görünce heyecanla “Hah” deyip yerinden hızla fırlamış, birşey söylememi beklemeden hemen dolaba yürüyüp bir maden suyu şişesi getirmişti. Evet, bir tuhaflık vardı. Yolda şişeyi bir çöp bidonuna atmıştım.
Türkiye’de bu tür şeyleri yaşayan tek kişi ben de değildim. Odatv.com yazarı Barış Terkoğlu, 20 Mayıs 2016 tarihli yazısında, Tuncay Özkan‘ın zehirlenmesi olayını gündeme getirmiş bulunuyordu. Terkoğlu, 2012 yılında Silivri 4 No’lu Cezaevi’nde birlikte altı ay geçirdiği Tuncay Özkan için, “Tuncay Özkan hastaydı. Teni sararıyordu. Vücudunda lekeler çıkmıştı” diye yazıyordu. “Bu sararma hali öyle dikkat çekiciydi ki” diyordu, “ziyaretçilerin gördükleri sayesinde konu bir süre sonra dışarıda da tartışıldı“. Terkoğlu’nun aktardığına göre, Tuncay Özkan’ın kendisi de, yazdığı kitabında durumunu şöyle anlatmıştı: “Aniden sararmaya, yaralar dökmeye başladım. Revire kaldırıldım, kimi zehirlendiğimi, kimi siroz olduğumu, kimi portakalı fazla kaçırdığımı o yüzden sarardığımı, kimi de psikolojik olduğunu söyledi. Hastaneye sevk edildim, tetkik üstüne tetkik; teşhis konulamadı.”
Evet, hastanede tetkik üstüne tetkik, inceleme üstüne inceleme, araştırma üstüne araştırma yapılmış, fakat Tuncay Özkan’ın sararmasının ve “yaralar dökme”sinin nedeni anlaşılamamıştı. Fakat bir akşam, Barış Terkoğlu’na bir sır verecekti: “Beni burada zehirlediler. O yüzden sararıyorum.” Terkoğlu “Nereden bildiğini, emin olup olmadığını” sormuştu. Özkan’ın ona anlattığına göre, “Ergenekon Davası’nın tutuksuz sanığı olan doktor dostu bir duruşma arasında onun kan örneğini almış, o örneği dışarıya incelemeye götürmüş, tahliller sonucunda vücudunda yüksek miktarda DDT D-6 olduğu anlaşılmıştı”. Bu yüzden, dışarıdan gizlice getirttiği ilaçlarla tedavi olmaya çalışıyordu. Bunu rağmen iyileşememiş, hastalığı hapisten çıktığı zaman da sürmüştü. Tedavi için Almanya’ya gitmiş, vücudunda zehir bulunduğu bir kez daha teyit edilmişti.
Terkoğlu, hapiste birlikte geçirdikleri altı aylık zamandan dört yıl sonra, 2016 yılının Mayıs ayı başında ziyaret ettiği Tuncay Özan’ın, önemli bölümü zarar görmüş olan karaciğerine kök hücre tedavisi yapılmış olduğunu, şimdi durumunun düzelmiş bulunduğunu öğrenmişti. Ona, Almanya’dan aldığı raporları da göstermişti. Vücudunda bir dizi zehirli madde vardı. Doktorlarından öğrendiğine göre, bunlardan üç tanesi vücudunun dengesini bozmuştu. DDT D6‘dan daha büyük zararı veren iki radyoaktif madde vardı: Strontium carbonicum D8 ve caesium chioratum D8. Bu maddeler karaciğerinden başlayarak vücuduna yayılmıştı. Dişlerine kadar sirayet etmişti.
Terkoğlu’nun yazdığına göre, Tuncay Özkan Cemaat‘ten, yani FETÖ’den şüphelenmekteydi. Ancak, Terkoğlu’nun yazısından bir ay kadar sonra Sözcü gazetesinde yayınlanan bir haber, konuya başka bir boyut getiriyordu: İstihbarat teşkilatı (gizli servis) boyutu. Başak Kaya’nın 18 Haziran 2016 tarihli haberinde belirtildiğine göre, Tuncay Özkan’ın vücudunda bulunan radyoaktif maddeler “sadece istihbarat birimlerinin ulaşabileceği nitelikte” idi. Ayrıca Alman doktorlar, zehirlerin kapalı ayran kutusuna ve soğanın içine şırınga ile enjekte edilerek verilmiş olabileceğini söylemiş bulunuyorlardı.
Barış Terkoğlu’nun yazısını okuduğumda, FETÖ‘nün isminin burada, hazır bir günah keçisi ve “makul şüpheli” olarak “kullanılmış” olabileceğini düşünmüş bulunuyordum. MİT eski Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür‘ün istihbarat faaliyetleri için kullandığı “Oyun içinde oyun vardır” sözünü yabana atmamak gerekiyordu.
Birincisi, Tuncay Özkan’ın zehirlenmesi olayını gerçekten FETÖ tezgâhlamış olsaydı, bu kadar Cemaatçi tutuklanmış ve perişan edilmişken, onu zehirleyenlerin kendilerini kurtarmaları mümkün olmazdı. Mutlaka deşifre olur ve açığa çıkarlardı. Ve FETÖ’nün kirli çamaşırlarından “zehirleme faslı“na dair çarşaf çarşaf haberleri yandaş TV kanalı ve gazetelerden alırdık.
İkinci birşey daha vardı: Terkoğlu’nun yazdığına göre, sararıp yaralar döken Tuncay Özkan önce hapishanenin revirine kaldırılıyor, sonra hastaneye gönderiliyor, burada “tetkik üstüne tetkik” yapılıyor, ve hiçbir sonuca ulaşılamıyordu. Fakat bir başkası, Almanya’da da değil, ülke içinde “gayriresmî” tetkik yaptırınca, olayın bir zehirleme vakası olduğu anlaşılıyordu. Buradan çıkan sonuç, söz konusu zehirleme hadisesinin, sadece zehirleyenleri değil, hastane çalışanlarını da kapsayan “organize” bir faaliyet olduğuydu. Zehirleyen şahıslar meçhuldü, fakat hastanede sözde tetkik üstüne tetkik yapanların kimler olduğu malumdu. Bu durumda onların sorgulanması ve FETÖ’cü olup olmadıklarının araştırılması, meselenin içyüzünün anlaşılmasını sağlayabilirdi.
Bunun yapılmadığı anlaşılıyordu.
Bana göre, yapılmayacaktı da.. Hastanede sözde “tetkik üzerine tetkik” yapanlar sorgulanmayacak, masa başı bir senaryo ile FETÖ’ye lanet okunarak iş geçiştirilecek, “Canbaza bak, canbaza!” numarasıyla kamuoyu uyutulacaktı.
(Devamı için bakınız:
https://tenbih.wordpress.com/2018/04/23/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-28-dr-seyfi-say/)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.