FAKAT ASIL KÖTÜSÜ, ALLAH KORKUSU YOK..
KİMİ HAKİKATLERİ BİLE BİLE ÇARPITABİLİYOR..
*
HARAM, HELAL, SAHİH HADÎS, HABERİN SÜBUT VE DELALET BAKIMINDAN KAT’İYETİ
“[Münafıklar, o küfür sözü] söylemediklerine dâir Allah’a yemîn ediyorlar.
Hâlbuki, o küfür sözünü gerçekten söylediler de müslümanlıklarından sonra kâfir oldular ve muvaffak olamadıkları şeye [Tebük seferinden dönerken gece karanlığında uçurumlu bir yolda Resulullah s.a.s.’i öldürmeye] yeltendiler.
Sırf Allah ve Resûlü, fazlından kendilerini zengin etti diye [salt nankörlüklerinden dolayı] intikam almaya kalktılar.
Artık tevbe ederlerse, kendileri için hayırlı olur.
Eğer yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette elemli bir azâb ile cezâlandıracaktır!
Yeryüzünde onlar için [onları Allah’ın azabından kurtaracak] ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır!”
(Tevbe, 9/74)
Millî Gazete yazarı Mahmut Toptaş’ın kimi zaman (bilinçli ve sistematik bir biçimde) yanlış yorumlanmaya açık veya yanlış ifadeler kullandığını görüyoruz.
Mesela, iki gün önce şunları yazdı:
Müftülükten emekli olan bir tanıdığım anlatmıştı: “Vaiz iken Ramazan ayı boyunca “Elfazı küfr / insanı kafir yapan sözler”i anlattım.
Kendimce, bana göre hoş olmayanları da “Elfazı küfr” olarak anlattım. Son gün konu bittiğinde devamlı vaaza gelen şehrin saygın bir adamı: “Hocam Kelime-i şehadet getirelim de bayrama Müslüman olarak girelim” deyince ben, yanlış yaptığımı anladım ve ondan sonra ayet ve sahih hadislerden alarak bize helal ve haramları sunan İmam Ebu Hanife’nin yolundan ayrılmamaya dikkat ettim” dedi.
(http://www.milligazete.com.tr/makale/1461339/mahmut-toptas/helali-haram-harami-helal-yapmayalim)
Bazı küfür sözler vardır ki, zarurat-ı diniye (dinde bilinmesi zorunlu olan hususlar) kapsamındadır. Onları söyleyenlerin küfründen şüphe edilemez. Mesela, “Bu zamanda faizsiz ekonomi olmaz, faiz tabiî ki olacak” gibi.
Bazı küfür sözler de vardır ki, zarurat-ı diniye kapsamına girmez ve bilgisizlik bazen mazeret teşkil edebilir.
Bunlar, ancak kişinin küfür/inkâr kasdıyla söylemesi durumunda küfre düşürür.
O yüzden ulema, “Lazım-ı küfür değil, iltizam-ı küfür, küfürdür” (Kimi konularda bilgisizlik vs. durumunda sözün küfrü gerektiriyor olması değil, söyleyen kişinin küfrü murad etmiş olması küfür olur) demişlerdir.
Ancak, kişi küfrü/inkârı murad ederek önemli önemsiz ne söylerse söylesin, küfre düşer.
Ayrıca, bilgi sahibi olduktan sonra bile bile batılı savunur ve küfür olan sözde inat ederse, yine kâfir olur.
*
Mahmut Toptaş’ın sözünü ettiği “saygın kişi“ye gelince…
Din bahis konusu olduğunda saygın olup olmamak önem taşımaz.
“Saygın olmayan biri” itirazda bulunsaydı, önem taşımayacak mıydı?!
Ancak, o saygın kişinin “Hocam Kelime-i şehadet getirelim de bayrama müslüman olarak girelim” şeklindeki sözü, mahzurludur.
Birincisi, o sözüyle, önceden küfür lafızları söyleyip küfre düştüğünü kabul etmiş olmaktadır.
İkincisi, küfür sözlerin tevbesi, salt Kelime-i Şehadet’i getirmekle olmaz, o sözlerden rücu edip tevbe etmeli, şayet onları aşikâre söylüyorduysa, tevbesini aşikâre yapmalıdır.
Elfaz-ı küfrü anlatmamak, anlatmaktan vazgeçmek, küfür lafızların mevcut olmadığını veya halk arasında yayılmadığını göstermez.
Onları anlatıp, halkı aydınlatmak gerekir.
*
Tabiî burada İmam-ı Azam’ın isminin istismarı da söz konusu.. Sanki İmam-ı Azam, küfür sözleri söyleyenlerin avukatı.. (Kuzey Afrika gibi Malikîler’in, Suud gibi Hanbelîler’in yaşadığı yerlerde İmam-ı Azam’dan bahsedilse kimse “takmaz”. Türkiye’de çoğunluk Hanefî olduğu için bu şekilde istismar konusu yapılıyor.)
Ayrıca, küfür söz söylemekle insan “din”den (Allah’ın ve Resulü’nün yolundan) ayrılmış olur.
İnsan kâfir olunca artık ortada “Ebu Hanife’nin yolu” diye birşey de kalmaz.
Mahmut Toptaş’ın bu cahilce ve ahmakça laflarında, tam da Recep Tayyip Erdoğan ile şürekâsının vird-i zeban edindikleri “mezhebini din haline getirme” durumu var.
Ancak, burada aslında, “küfür söz söyleyerek küfre düşme“yi önemsemeyen sapıkça bir anlayışın haksız yere İmam-ı Azam’a atfedilmesi, daha doğrusu onun isminin “din konusundaki laubaliliğe” sahtekârca alet edilmesi söz konusu.
*
En başa aldığımız ayet-i kerîmede, münafıkların küfür bir söz söyledikleri, böylece müslümanlıklarından sonra kâfir oldukları belirtilmektedir.
Mahmut Toptaş ise, sanki Türkiye’de hiç münafık yokmuş, bulunmazmış, münafıklığın köküne kibrit suyu dökülmüş gibi yazıp çiziyor.
Sanki Peygamber Efendimiz s.a.s.’le birlikte cihada giden orduda münafıklar vardı da, Türk milleti arasında hiç yok.. Türk ordusunda hiç münafık bulunmaz, ölenlerinin hepsi şehittir; zaten Allah’ın sözü yüce olsun, Şeriat’i memleketimizde hâkim olmaya devam etsin diye savaşıp ölmektedirler (!).
Mahmut Toptaş’ın şu ağır uykusundan uyanması (daha doğrusu, milleti uyutmak için masal anlatma seansları düzenleme “misyon”unu bırakıp tevbe etmesi) ne zaman olacak, ölünce mi?
İçimizde, küfür sözleri söyleyen, söylemekle de yetinmeyip bunları yaymaya çalışan bir sürü münafık bulunduğunu, hatta bu tür faaliyetlerin açıkça ya da örtülü biçimde bazen devlet kurumları eliyle yapıldığını bilmiyor muyuz?!
*
Mahmut Toptaş’ın şu sözleri de hatalı:
Haramlar ya Kur’an’dan bir ayetle veya sahih hadisle yasaklanmış olacak.
Ayet veya Hadisin manasında ihtilaf olmadan o kelimelerden yalnız o mana anlaşılacak.
Eski ifadesiyle “Sübutu kat’i, delaleti de kat’i” olacak.
Delillerin sübutunun (varlığının) ve delaletinin (ortaya koyduğu anlamın) kat’i (kesin) olması, salt itikadî konularda şarttır.
Bunlar da sınırlı sayıda olduğu için, esas itibariyle itikadda bir mezhebi “taklit” diye birşey söz konusu olmaz.
Mutlaka, delilleri bilerek iman etmek gerekir. Taklid ile, delili bilip doğruluğuna kanaat getirerek ittiba etmek farklı şeylerdir.
İtikadî konularda taklid, Mutezile’ye göre küfür, Ehl-i Sünnet’e göre ise (araştırıp öğrenme terk edildiği için) büyük günahtır.
Abdullatif el-Harputî’nin Prof. Dr. Fikret Karaman tarafından tercüme edilip yayına hazırlanan Tenkîhu’l Kelâm fi Akâid-i Ehli’l- İslâm adlı kitabında belirttiği gibi, itikadda Matüridî veya Eş’arî olmak, onların delillerini bilerek itikadî görüşlerinin doğruluğuna kanaat getirmek demektir.
*
Evet, itikad, sübutu ve delaleti kat’î delillere dayanır.
Amelî hususlara, ve bu çerçevedeki helal ve haramlara gelince, bunlarda delilin sübutunun ve delaletinin kat’i olması şartı yoktur. Zannî olabilir.
Delillerin sübutunun ve delaletinin kat’i olduğu yerde, ictihad caiz olmaz, çünkü delalette bir kat’ilik vardır; ictihada, farklı sonuçlara varmaya yer yoktur. Bu durumda mezhep farklılığı da söz konusu olamaz.
Ancak, amelî hususlarda bazen, delilin sübutu da, delaleti de zannî olabilir. Mezhep farklılıkları da buradan neş’et eder.
Mesela sigaranın hükmünü ele alalım. Sigara ile ilgili ayet ve hadîs bulunmadığı için, onunla ilgili haramlık hükmünün sübutu aslında kat’î değildir, zannîdir.
Buna bakarak, “O halde sigara helaldir; ortada kat’i delil yok, hani delil?! Birileri helali haram yapıyor” diyemeyiz.
Ne yazık ki Mahmut Toptaş’ın ilminin yetersiz olduğu ve (hatta doğruyu bildiği halde) yanlış şeyler yazabildiği görülüyor. Maalesef bir Elmalılı Hamdi Yazır, bir Ömer Nasuhi Bilmen, bir Said Ramazan el-Butî değil..
*
Bir şey daha…
Yukarıya aldığımız ifadelerinden, Mahmut Toptaş’ın sahih hadîs ile sübutu kat’i olma arasındaki ilişkiyi de bilmediği ya da farkında olmaksızın gözden kaçırdığı anlaşılıyor.
Sübutu kat’î olan hadîsler, mütevatir hadîslerdir. Bunların sübutları kat’i olduğu için, sübutlarını reddeden, “Böyle hadîs yoktur, olamaz” diyen kişi kâfir olur.
Buna karşılık, “ahad” (mütevatir derecesine ulaşmayan) sahih hadîsler, sahih olmakla birlikte, yine de sübut bakımından tam bir kat’iyet taşımazlar.
O yüzden, bunları reddeden kişiler tekfir edilmezler, sadece, sahih hadîsi reddettikleri için bid’atçi oldukları ya da dalalete düştükleri, haktan bir ölçüde saptıkları söylenebilir.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.