KİTABI ÇOK.. İLMİNE GELİNCE, YOK SAYILIR..

FAKAT ASIL KÖTÜSÜ, ALLAH KORKUSU YOK..

KİMİ HAKİKATLERİ BİLE BİLE ÇARPITABİLİYOR..

*

 

MAHMUT TOPTAŞ ile ilgili görsel sonucu

 

HARAM, HELAL, SAHİH HADÎS, HABERİN SÜBUT VE DELALET BAKIMINDAN KAT’İYETİ

 

“[Münafıklar, o küfür sözü] söylemediklerine dâir Allah’a yemîn ediyorlar.

Hâlbuki, o küfür sözünü gerçekten söylediler de müslümanlıklarından sonra kâfir oldular ve muvaffak olamadıkları şeye [Tebük seferinden dönerken gece karanlığında uçurumlu bir yolda Resulullah s.a.s.’i öldürmeye] yeltendiler.

Sırf Allah ve Resûlü, fazlından kendilerini zengin etti diye [salt nankörlüklerinden dolayı] intikam almaya kalktılar.

Artık tevbe ederlerse, kendileri için hayırlı olur.

Eğer yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette elemli bir azâb ile cezâlandıracaktır!

Yeryüzünde onlar için [onları Allah’ın azabından kurtaracak] ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır!”

(Tevbe, 9/74)

 

Millî Gazete yazarı Mahmut Toptaş’ın kimi zaman (bilinçli ve sistematik bir biçimde) yanlış yorumlanmaya açık veya yanlış ifadeler kullandığını görüyoruz.

Mesela, iki gün önce şunları yazdı:

 

Müftülükten emekli olan bir tanıdığım anlatmıştı: “Vaiz iken Ramazan ayı boyunca “Elfazı küfr / insanı kafir yapan sözler”i anlattım.

Kendimce, bana göre hoş olmayanları da “Elfazı küfr” olarak anlattım. Son gün konu bittiğinde devamlı vaaza gelen şehrin saygın bir adamı: “Hocam Kelime-i şehadet getirelim de bayrama Müslüman olarak girelim” deyince ben, yanlış yaptığımı anladım ve ondan sonra ayet ve sahih hadislerden alarak bize helal ve haramları sunan İmam Ebu Hanife’nin yolundan ayrılmamaya dikkat ettim” dedi.

(http://www.milligazete.com.tr/makale/1461339/mahmut-toptas/helali-haram-harami-helal-yapmayalim)

 

Bazı küfür sözler vardır ki, zarurat-ı diniye (dinde bilinmesi zorunlu olan hususlar) kapsamındadır. Onları söyleyenlerin küfründen şüphe edilemez. Mesela, “Bu zamanda faizsiz ekonomi olmaz, faiz tabiî ki olacak” gibi.

Bazı küfür sözler de vardır ki, zarurat-ı diniye kapsamına girmez ve bilgisizlik bazen mazeret teşkil edebilir.

Bunlar, ancak kişinin küfür/inkâr kasdıyla söylemesi durumunda küfre düşürür.

O yüzden ulema, “Lazım-ı küfür değil, iltizam-ı küfür, küfürdür” (Kimi konularda bilgisizlik vs. durumunda sözün küfrü gerektiriyor olması değil, söyleyen kişinin küfrü murad etmiş olması küfür olur) demişlerdir.

Ancak, kişi küfrü/inkârı murad ederek önemli önemsiz ne söylerse söylesin, küfre düşer.

Ayrıca, bilgi sahibi olduktan sonra bile bile batılı savunur ve küfür olan sözde inat ederse, yine kâfir olur.

*

Mahmut Toptaş’ın sözünü ettiği “saygın kişi“ye gelince…

Din bahis konusu olduğunda saygın olup olmamak önem taşımaz.

“Saygın olmayan biri” itirazda bulunsaydı, önem taşımayacak mıydı?!

Ancak, o saygın kişinin “Hocam Kelime-i şehadet getirelim de bayrama müslüman olarak girelim” şeklindeki sözü, mahzurludur.

Birincisi, o sözüyle, önceden küfür lafızları söyleyip küfre düştüğünü kabul etmiş olmaktadır.

İkincisi, küfür sözlerin tevbesi, salt Kelime-i Şehadet’i getirmekle olmaz, o sözlerden rücu edip tevbe etmeli, şayet onları aşikâre söylüyorduysa, tevbesini aşikâre yapmalıdır.

Elfaz-ı küfrü anlatmamak, anlatmaktan vazgeçmek, küfür lafızların mevcut olmadığını veya halk arasında yayılmadığını göstermez.

Onları anlatıp, halkı aydınlatmak gerekir.

*

Tabiî burada İmam-ı Azam’ın isminin istismarı da söz konusu.. Sanki İmam-ı Azam, küfür sözleri söyleyenlerin avukatı.. (Kuzey Afrika gibi Malikîler’in, Suud gibi Hanbelîler’in yaşadığı yerlerde İmam-ı Azam’dan bahsedilse kimse “takmaz”. Türkiye’de çoğunluk Hanefî olduğu için bu şekilde istismar konusu yapılıyor.)

Ayrıca, küfür söz söylemekle insan “din”den (Allah’ın ve Resulü’nün yolundan) ayrılmış olur.

İnsan kâfir olunca artık ortada “Ebu Hanife’nin yolu” diye birşey de kalmaz.

Mahmut Toptaş’ın bu cahilce ve ahmakça laflarında, tam da Recep Tayyip Erdoğan ile şürekâsının vird-i zeban edindikleri “mezhebini din haline getirme” durumu var.

Ancak, burada aslında, “küfür söz söyleyerek küfre düşme“yi önemsemeyen sapıkça bir anlayışın haksız yere İmam-ı Azam’a atfedilmesi, daha doğrusu onun isminin “din konusundaki laubaliliğe” sahtekârca alet edilmesi söz konusu.

*

En başa aldığımız ayet-i kerîmede, münafıkların küfür bir söz söyledikleri, böylece müslümanlıklarından sonra kâfir oldukları belirtilmektedir.

Mahmut Toptaş ise, sanki Türkiye’de hiç münafık yokmuş, bulunmazmış, münafıklığın köküne kibrit suyu dökülmüş gibi yazıp çiziyor.

Sanki Peygamber Efendimiz s.a.s.’le birlikte cihada giden orduda münafıklar vardı da, Türk milleti arasında hiç yok.. Türk ordusunda hiç münafık bulunmaz, ölenlerinin hepsi şehittir; zaten Allah’ın sözü yüce olsun, Şeriat’i memleketimizde hâkim olmaya devam etsin diye savaşıp ölmektedirler (!).

Mahmut Toptaş’ın şu ağır uykusundan uyanması (daha doğrusu, milleti uyutmak için masal anlatma seansları düzenleme “misyon”unu bırakıp tevbe etmesi) ne zaman olacak, ölünce mi?

İçimizde, küfür sözleri söyleyen, söylemekle de yetinmeyip bunları yaymaya çalışan bir sürü münafık bulunduğunu, hatta bu tür faaliyetlerin açıkça ya da örtülü biçimde bazen devlet kurumları eliyle yapıldığını bilmiyor muyuz?!

*

Mahmut Toptaş’ın şu sözleri de hatalı:

 

Haramlar ya Kur’an’dan bir ayetle veya sahih hadisle yasaklanmış olacak.

Ayet veya Hadisin manasında ihtilaf olmadan o kelimelerden yalnız o mana anlaşılacak.

Eski ifadesiyle “Sübutu kat’i, delaleti de kat’i” olacak.

 

Delillerin sübutunun (varlığının) ve delaletinin (ortaya koyduğu anlamın) kat’i (kesin) olması, salt itikadî konularda şarttır.

Bunlar da sınırlı sayıda olduğu için, esas itibariyle itikadda bir mezhebi “taklit” diye birşey söz konusu olmaz.

Mutlaka, delilleri bilerek iman etmek gerekir. Taklid ile, delili bilip doğruluğuna kanaat getirerek ittiba etmek farklı şeylerdir.

İtikadî konularda taklid, Mutezile’ye göre küfür, Ehl-i Sünnet’e göre ise (araştırıp öğrenme terk edildiği için) büyük günahtır.

Abdullatif el-Harputî’nin Prof. Dr. Fikret Karaman tarafından tercüme edilip yayına hazırlanan Tenkîhu’l Kelâm fi Akâid-i Ehli’l- İslâm adlı kitabında belirttiği gibi, itikadda Matüridî veya Eş’arî olmak, onların delillerini bilerek itikadî görüşlerinin doğruluğuna kanaat getirmek demektir.

*

Evet, itikad, sübutu ve delaleti kat’î delillere dayanır.

Amelî hususlara, ve bu çerçevedeki helal ve haramlara gelince, bunlarda delilin sübutunun ve delaletinin kat’i olması şartı yoktur. Zannî olabilir.

Delillerin sübutunun ve delaletinin kat’i olduğu yerde, ictihad caiz olmaz, çünkü delalette bir kat’ilik vardır; ictihada, farklı sonuçlara varmaya yer yoktur. Bu durumda mezhep farklılığı da söz konusu olamaz.

Ancak, amelî hususlarda bazen, delilin sübutu da, delaleti de zannî olabilir. Mezhep farklılıkları da buradan neş’et eder.

Mesela sigaranın hükmünü ele alalım. Sigara ile ilgili ayet ve hadîs bulunmadığı için, onunla ilgili haramlık hükmünün sübutu aslında kat’î değildir, zannîdir.

Buna bakarak, “O halde sigara helaldir; ortada kat’i delil yok, hani delil?! Birileri helali haram yapıyor” diyemeyiz.

Ne yazık ki Mahmut Toptaş’ın ilminin yetersiz olduğu ve (hatta doğruyu bildiği halde) yanlış şeyler yazabildiği görülüyor. Maalesef bir Elmalılı Hamdi Yazır, bir Ömer Nasuhi Bilmen, bir Said Ramazan el-Butî değil..

*

Bir şey daha…

Yukarıya aldığımız ifadelerinden, Mahmut Toptaş’ın sahih hadîs ile sübutu kat’i olma arasındaki ilişkiyi de bilmediği ya da farkında olmaksızın gözden kaçırdığı anlaşılıyor.

Sübutu kat’î olan hadîsler, mütevatir hadîslerdir. Bunların sübutları kat’i olduğu için, sübutlarını reddeden, “Böyle hadîs yoktur, olamaz” diyen kişi kâfir olur.

Buna karşılık, “ahad” (mütevatir derecesine ulaşmayan) sahih hadîsler, sahih olmakla birlikte, yine de sübut bakımından tam bir kat’iyet taşımazlar.

O yüzden, bunları reddeden kişiler tekfir edilmezler, sadece, sahih hadîsi reddettikleri için bid’atçi oldukları ya da dalalete düştükleri, haktan bir ölçüde saptıkları söylenebilir.

GÖREVİNİ USTACA YAPAN, SAMAN ALTINDAN SU YÜRÜTEN, KARDA YÜRÜYÜP İZ BIRAKMAYAN BİR HİNOĞLU HİN..

MAHMUT TOPTAŞ: SAFLIK MI, KURNAZLIK MI?

 

MAHMUT TOPTAŞ ile ilgili görsel sonucu"

 

Millî Gazete yazarı Mahmut Toptaş bugünkü yazısında şöyle diyor:

 

Kâfir münafık gibi kelimeler, birine söylendiğinde söylenen kişiyi rahatsız eder.

Onun için kötü değil iyi, rahatsız edici değil huzur verici, iğrendirici değil imrendirici kelimeleri çok kullanarak güçlendirelim.

Tenimizi hareket ettirerek güçlendirdiğimiz gibi, faydalı, güzel, mutluluk saçan kelimeleri çok kullanarak öne geçirmeli ve bunların karşıtı, zıddı olan kelimeleri, kelime kutumuzun en karanlık dibine yerleştirmeli.

Gönlünüzün lekesi pişmanlıkla temizlenir.

Alnınıza veya ailenize sürdüğünüz leke bir nesil devam edebilir.

Sülale lekeleri daha fazla sürer.

Devletlerin tarihine yazılan lekeler, tarihçiler ve siyasetçilere göre ibret olsun diye devam eder.

Kelimelerin lekelenmesi en tehlikelisidir.

Kirli kelime üretmeyelim, kendi kirimizi gizlemek için, arkasına sığındığımız tertemiz kelimelerin alnına leke sürmeyelim.

 

Yani demek istediği şu: Gâvura gâvur, münafığa münafık demeyelim..

Kâfire kâfir dersek, küfür kelimesi kirlenmiş oluyormuş.

Şu anda “küresel küfür sistemi”nin Müslümanlar’dan istediği de bu..

Kendilerini rahatsız edecek hiçbir kelime kullanılmasın, Kur’an‘ın müşrik, Yahudi ve Hristiyanlar aleyhindeki ifadeleri asla söylenmesin, Batılılar’ın kendileri için istediği “temiz dil” kullanılsın.

Bu Mahmut Toptaş ya çok saf, saflığın dibini bulmuş, ya da çok fazla kurnaz..

*

Gerçek ise şu: Hak eden kâfir için iyi kelimeler kullanırsan, işte o zaman, o iyi kelimeleri kirletmiş olursun.

Ebu Cehil’e Ebu Cehil diyeceksin. Bu, cehalet kelimesini kirletmen anlamına gelmez.

Münafığa “Efendim” dersen, “efendi” kelimesini kirletmiş olursun.

Yazılarına bakıldığında, Mahmut Toptaş‘ın bu kirletme ameliyesini fevkalade başarı ile sürdürdüğü görülüyor.

Lağıma lağım değil de “gül bahçesi” dediğin zaman, “gül” ve “bahçe” kelimelerini kirletmekten başka ne yapmış olursun?

Sende hiç mi zevk-i selim yok?

Şuna lağım de gitsin be adam!

*

Küfüre küfür demek gerekir ki, insanlar ondan sakınsınlar..

Ancak, küfür sözleri makam mevki şöhret sahibi kişiler söylediği zaman birilerinin ayarı hemen bozuluyor.

Sözde, kelimeleri kirletmeme sevdası başlıyor.

Mekke‘de yoksul bir adamın kızı hırsızlık yapınca hemen satırı baltayı alıp seğirtiyorlar, fakat itibarlı bir kişinin kızı yapınca devreye “şefaatçiler” sokulmaya çalışılıyor.

Küfür söz, kimden gelirse gelsin, küfür sözdür.

Evet, bazı kibirli, müslüman olduğunu söylemekle İslam’a iyilik yaptığını zanneden kendini beğenmiş tipler, hataları söylendiğinde burunlarından kıl aldırmıyorlar.

Dalkavuk ruhlu kişiler de, “Be adam, şu sözünü geri al, düzelt” diyecekleri yerde, böylelerini uyaran kişilere saldırıyorlar: “Kelimeleri kirletmeyelim.”

Kibirliler (ki kibir, hakkı kabul etmemektir; insanları küçümsemek, hakkı söyleyene karşı “Senden mi öğreneceğim, sen kimsin!” şeklinde tavır sergilemektir), “kendisini dev aynasında gören” birtakım kalbi kararmış tipler, uyarıları kaale almayabilirler. Fakat, umulur ki, böylelerinin uyarılması sayesinde, aynı hataya düşmesi muhtemel bazı “üçüncü kişiler” laflarına sözlerine dikkat etmeye başlar.

Öylelerini uyandırmak için o burnu havada kendini beğenmiş tiplerin çirkin suratlarına ayna tutmak gerekiyor.

*

Mahmut Toptaş, üç hafta önce de şunu yazmıştı:

 

Sevgili Peygamberimiz, Müslüman birinin, İslam’ın dışında bir dinin yeminini ederse onun yalancı olduğunu ama kâfir olmadığını ifade etmek için:

“Kim, İslam’ın dışında kalan din üzerine yalandan yemin ederse, o söylediği gibidir.” Yani yalan söylemiştir. (Buhari, Sahih, K. Edeb, bab 73 Men keffera ehahü)

Yalan da büyük günahlardandır. Ama kâfir olmaz.

 

Burada Mahmut beyin kafası kısa devre mi yapmış, yoksa kasten tek gözünü mü kapatıyor, bilemiyorum.

İbarenin aslı şöyle: “Men halefe bi-milletin ğayri’l-İslami kâziben fe-hüve ke-mâ kâle.”

Söz konusu ibareyi Mehmed Sofuoğlu şu şekilde tercüme etmiş: “Her kim İslam’dan başka bir milletin adıyle yalancı olarak yemin ederse, o, söylediği millet gibidir.” (Sahîh-i Buharî ve Tercemesi, C. 13, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1989, s. 6076)

Hadîsi Eyyub, Ebu Kılabe’den, o da Sabit ibnu’d-Dahhak’tan (r. a.) rivayet etmiş.

Ancak hadîsin “kâziben” (yalancı olarak) kaydı bulunmayan bir başka versiyonu daha var: “Men halefe alâ milletin ğayri’l-İslami fe-hüve ke-mâ kâle.”

Arapça olan millet kelimesi aslında din anlamına geldiği için, Sofuoğlu bu defa şöyle çevirmiş: “İslam Milleti’nden yani İslam Dini’nden başkasıyla yemin eden kimse, söylediği o din sahibi gibidir.” (C. 14, s. 6533)

Diyanet’in yayınladığı tercümede ise şöyle anlam verilmiş: “Her kim İslam’dan başka bir millet adına and içerse, o andığı millet gibidir. (Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, C. 12, çev. Kâmil Miras, 5. b., Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 1980, s. 138)

*

Kâmil Miras ile Mehmed Sofuoğlu mu doğru tercüme etmiş, yoksa Mahmut Toptaş mı?

Gayet açık ki, Mahmut Toptaş manaya takla attırmış..

Bir defa, “mantık ve dil kuralları“na göre, söz konusu rivayetten, Mahmut Toptaş’ın anladığı mana çıkmaz.

Toptaş’a göre, Resulullah s.a.s., “Yalan yere yemin eden, yalan söylemiş olur” demiş oluyor.

Buna Mantık ilminde “devir/totoloji” denilir. Bu tür ifadeler malumu ilamdan ibarettir, yeni birşey öğretmez.

Ayrıca hadîsin “kâziben” kaydı bulunmayan rivayeti dikkate alındığında, Mahmut sahtekârının yorumu (çarpıtma ve tahrifi) buhar olup uçup gidiyor.

Bununla birlikte, bir hadîsin, “mantık ve dil kuralları” gereği “zahir”inden anlaşılan mananın, birtakım “usul kaideleri” ve “başka hadîsler” dikkate alınarak tevil edilmesi mümkün olabilir.

O takdirde tevil gerekçesinin makul bir şekilde izah edilip açıklanması gerekir. Hiç gerekçe göstermeden “Aslında hadîste şu deniliyor” diyerek “zahir”i tersine çevirmek, ifadeyi tahrif etmek demektir.

*

Ulemadan bir kısmının söz konusu hadîsi yorumlarken tevil yoluna gitmiş olduğunu görüyoruz.

Mahmut sahtekârı ise, bu ihtilaflardan hiç bahsetmiyor. Sanki bu konularda son sözü söyleme makamında bulunan bir fıkıh otoritesi..

Söz konusu hadîsle ilgili olarak TDV İslâm Ansiklopedisi‘nin “Yemin” maddesinde şu bilgi veriliyor:

 

“Şöyle yaparsam kâfir olayım, yahudi olayım, hıristiyan olayım” gibi ifadeler Hanefîler’le Hanbelîler’in çoğunluğuna göre yemin kabul edilirken Mâlikî ve Şâfiîler’le Hanbelîler’in bir kısmına göre yemin kabul edilmez. Küfür amacı taşımadığı sürece kişi bu sözlerle dinden çıkmış sayılmasa da çoğunluğa göre günah işlemiş olur. Bazı fakihlere göre ise bu lafızlarla kasten yalan yere yemin edilmesi küfre yol açar. “İslâm’dan başka bir din üzerine kasten yalan yere yemin eden kimse o dediği gibi olur” hadisi (Buhârî, “Eymân”, 7) bu konuda delil gösterilmiştir.

 

İbrahim Koçaşlı tarafından hazırlanmış olan Sünen-i Ebî Dâvud ve Tercemesi‘nde ise şu bilgiler yer alıyor:

 

3257… Sabit b. Dahhâk (r.a)’ın Ebû Kılâbe’ye haber verdiğine göre;

O, (Sabit) [Hudeybiye’de] ağacın altında Hz. Peygamber (s.a)’e bi’at etmişti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

İslâm dininden başka bir din üzerine yalan yere yemin eden ki­şi, dediği gibidir. …”

1- “İslâm’dan başka bir din anarak yalan yere yemin eden kişi dediği gibidir.” Bu yeminden maksat; “Şöyle edersem kâfir olayım, yahudi ola­yım…” gibi yeminlerdir. Bir kimse bu şekilde yemin eder de sözünü yerine getirmezse dediği gibi, yahudi ya da hıristiyan olur.

Kâ’dî İyaz, bu konuda şöyle der: Bu hadisin zahirine göre bu tür ye­minlerle, İslâm gider ve dediği gibi olur. Bu söylenilenin, yemini bozmaya bağlanması da muhtemeldir. (Yani dediğini yerine getirmez, yemini bozarsa dediği gibi olur.) Büreyde’nin Rasûlullah (s.a)’den rivayet ettiği şu hadis bu ihtimale delildir: ‘Bir kimse ben İslâm’dan beriyim der de eğer yalancı ise, dediği gibidir. Doğru ise İslâm’a salim olarak dönmeyecektir.’ Her halde bundan maksat, tehdid ve azab bakımından mübalağaya işarettir. Onun, bu­nunla yahudi olacağı veya İslâm’dan beri olacağı değildir. Sanki, yahudi gi­bi cezaya müstehaktır demiş gibidir. Hz. Peygamber’in: ‘Namazı terkeden kâfir olmuştur’ sözü bunun benzeridir. Bu tür sözler şeriat örfünde yemin sayılır mı, sayılmaz mı? Bu sözlerini yerine getirilmemesi halinde de keffaret gerekir mi, gerekmez mi? Nehaî, Evzaî, Sevrî, Ebû Hanîfe’nin talebeleri, Ahmed ve İshak[a göre]; bun­lar yemin olup, bozulması halinde keffaretin gerekli olduğu görüşünde­dirler. Şafiî, Mâlik ve Ebû Ubeyd’e göre ise, bunlar yemin değildir, sözde durmamakla keffareti gerektirmezler. Ancak bunu söyleyenler, ister sözle­rinde sadık ister yalancı olsunlar, günahkârdırlar.”

Aynî [ise], hadisteki “yalan yere” kelimesinin, yalan yere yemin ma­nasına olmayıp yalan yere yemin ettiği dinleri ta’zim olduğunu söyler. Aynî’nin anlayışına göre; İslâm dininden başka dinleri ta’zim eden her zaman ve her halükârda yalancı olacağından dolayı, kişinin sözünde sadık veya ya­lancı olması arasında fark yoktur.

Aynî, İbnü’l-Cevzî‘nin; Yemin eden kişi, kendince büyük olan şeylere yemin eder. Küfür dinlerinden birini ta’zim eden kişi de kâfire benzer de­diğini naklettikten sonra, şunları söyler: “Gerçekten kâfir olmuştur. Kâfire benzemek bundan aşağıdır.”

İbn Hacer de hadisteki, “O dediği gibidir” sözünden muradın; tehdid ve [yine] azabda mübalağaya delâlet etmesinin veya kişinin o dinden olduğuna hüküm edilmemesinin muhtemel olduğunu söyler. Askalânî’nin beyanına gö­re; böyle diyen kişi, dediği dine inananın hak ettiği azabı hak etmiştir.

Münzirî’nin görüşü de bu tür sözlerle yemin etmenin sahibini yahudi veya kâfir kılmayacağı istikametindedir.

MAHMUT TOPTAŞ KİMLER İÇİN NEFES İSRAF EDİYOR?

(GÖRÜNÜŞTE GÂVURA KARŞI TOP KOŞTURUYOR, FAKAT GOL ATTIĞI KALE BİZİMKİ)

 

mahmut toptaş ile ilgili görsel sonucu

 

Millî Gazete yazarı Mahmut Toptaş, “İlahi havamızı, gâvur nefesleri kirletemez” başlıklı bir yazı kaleme almış..

Yazısının sonu şöyle:

 

İsraftan kaçınalım.

Nefes israfından kaçınalım. Her nefesimiz tarlada, bağda, bahçede, karakolda, kışlada, fabrikada, yolda, masa başında, evde her hâl ve harekette Allah için olmasına dikkat edelim.

Zamanı kurşunlamaktan sakınalım.

Sohbette sonra “Asr” süresi okuyup dağılacağız. Evinize varınca Ankara’dakileri övmek veya sövmek verine “Asr” süresinin anlamını okuyalım, en değerli sermayemiz olan ömrümüzün bir saniyesini boşa geçirmemeye dikkat edelim” …

 

“Ankara’dakileri övmek veya sövmek yerine…” diyor, fakat aynı yazının baş tarafında, Şeriat’e karşı olduğunu söyleyen “bazı” kişileri övüyor.

Okuyalım:

 

İstanbul’da on beş milyonun on dört buçuk milyonu Kur’an-ı Kerim’e iman eder ve onun için canından geçmeyi göze alır ama bazıları şeriata karşıdır.

Kabahati, şeriata karşı olanlarda aramayın.

Her Cuma namazı ve bayram namazları için gelen bu insanlara şeriatı tanıtamamışız.

Birileri kapkara bir karikatür çizmiş ve altına da “şeriat” yazmış ve o adamlar o karikatürdeki şeriata karşılar.

Ben de, o kâfirlerin tarif ettiği şeriata karşıyım.

“Şeriata karşıyım” diyenle ben beraberim.

Bu sözü söyleyenler, Kur’an’ın ve sünnetin tarif ettiği şeriata karşı değiller.

 

Mahmut Toptaş farkında olmayabilir, fakat bu sözler, itikaden tehlikeli..

“Şeriat’e karşıyım” diyenlere kefil oluyorsun, onlar adına konuşuyor, “Bu sözü söyleyenler, Kur’an’ın ve sünnetin tarif ettiği şeriata karşı değiller” diyorsun.

Nerden biliyorsun?

Hüküm zahire göre verilir, biz insanların kalplerini yarıp bakmakla mükellef değiliz.

“Sanıyorum, zannediyorum” şeklinde bir yanılma payı bile bırakmıyorsun.

Bunların içinde hiç mi Şeriat‘in gerçekte ne olduğunu bilen yok?

Bu konuda anket mi yaptırdın? “Şeriat’in Kur’an ve Sünnet kaynaklı emir ve yasaklar olduğunu biliyor musunuz?” diye bir soru yönelttin de, onların hepsi istisnasız, “Aaaa, öyle mi, hiç duymamıştım, ilk sizden duydum” mu dediler?

Gerçekte onların büyük çoğunluğu (belki de hepsi), Şeriat’in dinî emir ve yasaklar, cezalar” olduğunu bilirler.

Duymamış olmaları imkânsızdır.

*

Diyanet’in camilerinde okunan hutbelerde Şeriat mevzuuna girilmediğini biliyoruz.

Resmen Kur’an‘a sansür uygulanıyor.

Ve kimse de çıkıp, “Din, böyle anlatılmaz!” demiyor.

Ondan sonra, “Neden Casiye Suresi’nin 18’inci ayeti başta olmak üzere Şeriat konulu ayetler hutbelerde hiç yer almıyor?” denildiği zaman birileri rahatsız oluyorlar..

Onların derdi Atatürk.. Atatürk’ün adı falanca hutbede niye geçmemişmiş..

Sanki, Şeriat değil de Atatürk, dinin bir rüknü.. Anlatılmazsa, günah işlenmiş oluyor..

*

Şu dönme dolaba, laik rejimin Ali Cengiz oyunundaki düzenbazlığa bakın..

Diyanet’e, adı konulmamış bir “yasak”la din eksik (dolayısıyla yanlış) anlattırılıyor.

Mahmut Toptaş gibi isimler de, Şeriat düşmanlığı sergileyenlerin aslında Şeriat düşmanı sayılmayacaklarını, onların karşı olduğu Şeriat’e kendisinin de karşı olduğunu yazıyor.

Onları aklıyor.

Sesi, o Şeriat düşmanlarına ulaşmıyor, fakat Şeriatçı kesimin kulağı onda..

Böylece, Millî Gazete okuyan koca bir camia, tam da laik düzenin istediği yönde “terbiye” edilmiş oluyor.

Muhteşem bir dönme dolap.. Temel Karamollaoğlu hadsizinin “Ben İslamcı değilim, müslümanım” zırvasıyla üretimi tamamlanmış, son cıvatayı da Mahmut Toptaş yerleştiriyor.

*

Psikoloji disiplininde “yansıtma” (projection) diye bir kavram vardır..

Daha doğrusu, psikologlar, kavramın sözlük anlamından hareketle ona bir terim anlamı yüklemiş durumdalar.

Bizim düşünce geleneğimizde kıyas bi’l-nefs diye bilinir.

Buna göre, kimi insanlar, kendi halet-i ruhiyelerinden hareketle genelleme yapar, herkesin kendisi gibi bir zihniyet ve ahlâka sahip olduklarını zanneder veya ileri sürerler.

Ve, kendilerindeki kötü hasletleri başkalarına izafe ederler.

Sık verilen bir örnek neme lazımcılık, cimrilik ve bencillik eksenli.. Başkalarına yardım etmek istemeyen insanlar genelde şöyle konuşurlar: “Herkes kendi menfaatini düşünüyor, kimse kimseye yardım etmiyor.”

Böylece, kendi vurdum duymazlık ve çıkarcılığını “makul” gösterir, rasyonalize eder.

Kur’an‘a baktığımızda, bu özelliği kâfirlerin akıl yürütüş biçimlerinde görüyoruz. Mesela Firavun ve yakın adamları, Hz. Musa ile Hz. Harun’un asıl gayesinin iktidarı ele geçirmek, Firavun yerine saltanat sürmek olduğunu iddia ediyorlardı.

Hz. Musa ile Hz. Harun‘u, hiç akıllarından geçmeyen şeylerle suçluyorlardı.

İmdi, o devirde bir müslüman çıkıp, “Firavun ile adamlarının tasvir ettiği Musa ile Harun’a ben de karşıyım. Musa ve Harun’a karşı olmakta onlarla beraberim” dediği zaman, onun için ne denilirdi?

Küfre düştüğü mü söylenirdi, yoksa tarihte eşi görülmemiş aptalca bir akıl yürütüşle zırvalama sanatında zirveyi yakalamış bir ebleh olduğu mu?

[Tabiî bu Mahmut Toptaş soytarısının şeytanî mugalata, demagoji, safsata ve çarpıtmasına göre, Peygamber Efendimiz s.a.s.’e timsah şeklindeki karikatürlerle hakaret eden Avrupalı karikatüristler de aslında Peygamber Efendimiz s.a.s.’e hakaret etmiyorlar. Bu adi şerefsiz gâvur yalakasının mantığına göre, timsaha benzeyen bir başka Hz. Muhammed s.a.s. var da ona hakaret ediyorlar. Ve bu sahtekâr vaiz, o iyi niyetli Avrupalı karikatüristlerle birlikte bu bir başka Hz. Muhammed s.a.s.’e karşı olmaya hazır.. Vay utanmaz gâvur dalkavuğu vay!]

*

Mahmut Toptaş böylesi zırvalar yazacağına, kendi tavsiyesine uyup, Asr Suresi’nin meal ve tefsirini aktarmakla yetinseydi kendisi için daha iyi olurdu.

Bu tür yazılarının hesabını ahirette verebileceğini sanmıyorum.

RİYAKÂR VE SAHTEKÂR VAİZLİĞİ BIRAK,

BİR TİYATRO KUMPANYASINDA KOMİK ROLLERDE OYNA,

DAHA AZ VEBALLİ BİR İŞ YAPMIŞ OLURSUN!

 

Yazar Mahmut Toptaş: “İnsandan Değil, Allah'tan Korkalım”

 

Bir önceki yazıda Millî Gazete yazarı Mahmut Toptaş’ın “Biz, ne isek o’yuz” başlıklı yazısını konu edinmiştik.

Bu adamın iyi ya da zararsız yazıları da yok değil. Fakat, öylesi yazılarının, bir gramı bile öldürücü olan zehrini kustuğu yazılarını “yedirmek” için kâseye doldurulmuş koca bir kavanoz bal işlevi görmekte olduğunu görmezden gelemeyiz.

Yazılarında sistematik bir biçimde FETÖ tipi “hoşgörü” telkininde bulunuyor, “milli ve yerli” küfrü ve münafıklığı bir şekilde meşrulaştırma, sempatik ve şirin gösterme tavrı sergiliyor.

FETÖ’den farkı bunun “yerli ve milli” olması.

FETÖ, dinler arası diyalog vs. masallarıyla uluslararası “birlik beraberlik, kardeşlik” türküleri söylerken, bu, “yerli birlik beraberlik, milli kardeşlik” makamından şarkılar besteliyor.

*

Söz konusu yazısına tekrar dönelim.

Yazısının son cümleleri şöyle:

 

Tarihler boyunca adil bir toplumun başına zalim bir yönetici gelmemiştir.

Zalim bir toplumun başına da adil bir yönetici gelmemiştir.

Biz, ne isek o’yuz.

 

Bu ifadelerin Siz nasıl (kimseler) olursanız öyle yönetilirsiniz (كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ)” şeklindeki hadîsten hareketle söylendiği anlaşılıyor.

Ancak, Mahmut Toptaş’ın yaptığı çıkarım aslında mesnetsiz.

Çünkü, hadîste, “Siz nasıl kimseler olursanız başınıza öyle kimseler gelir denilmiyor.

Tarihler boyunca zalim bir toplumun başına adil bir yönetici gelmemiştir diye birşey yok. Bir sürü mucize görmüş olan İsrailoğulları, Hz. Musa a. s. aralarından kısa bir süre için ayrıldığında hemen buzağıya tapabilmişler, onlara Hz. Harun a.s. engel olamamıştı.

Bundan daha büyük bir zalimlik olabilir mi?!

Hz. Musa ile Hz. Harun’dan daha adil yöneticileri nereden bulacaksın?!

Demek ki, zalim bir toplumun başına da adil yöneticiler gelebiliyormuş.

*

Fetva.net‘te söz konusu hadîsle ilgili birtakım bilgiler yer alıyor:

Birincisi bu hadîs, temel hadîs kaynaklarında yer almıyor, tâlî kaynaklarda geçiyor.

İkincisi, Şevkânî, bu rivayetin senedinde hadis uyduran biri olduğunu ve ayrıca senette kopukluk olduğunu belirterek rivayetin zayıflığına işaret etmiş. (Şevkanî, Fevâidu’l-Mecmûa, s. 210, hadis no: 624)

Yine Beyhakî de Şuabu’l-İman adlı eserinde hadisin ravilerinden olan Yahya b. Hişâm’ın hadis uyduran kişiler arasında olduğunu zikretmiş.

Ayrıca İbn Tâhir de, hadisi Mübarek b. Fudâle’den rivayet eden kişinin “meçhul” olduğunu (kim ve nasıl biri olduğunun bilinmediğini) ve Münavî’nin de aynı değerlendirmede bulunduğunu ifade etmiş.

Bunlara ek olarak İbn Hacer el-Askalanî de el-Kâfi’ş-şâfî fî tahrîc-i ehâdîsi’l-Keşşâf adlı eserinde bu hadisin senedinde bulunan ravilerin Mübarek’e kadar olanlarının “meçhul” olduğunu söylemiş.

Fetva.net‘te şöyle deniliyor: “Sonuç olarak bu bilgiler ışığında hadise baktığımızda hadisin hem senet hem de metin açısından zayıf olduğu anlaşılmaktadır.”

Peygamber Efendimiz s.a.s.’in gerçekten böyle bir hadîsi/sözü varsa, bunu sanırım şöyle anlamak gerekiyor: Bir toplum iyi olursa, onlara yumuşak davranılır; sıkı bir şekilde takip edilmezler, tazir nevinden cezaları çoğaltılmaz, vergi gibi yükümlülükleri hafifletilir, mazeretleri ve özür beyanları dikkate alınır. Kötü bir topluma ise göz açtırılmaz, kusurları görmezden gelinmez.

*

Meselenin bir boyutu da şu: İhbarî olan (haber veren) ifadeler ile inşaî olan (hüküm bildiren) ifadeleri ayırmak gerekir.

“Siz nasıl (kimseler) olursanız öyle yönetilirsiniz (كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ)” şeklindeki rivayetten hareketle önce “Zalim kimselerseniz başınıza zalim yöneticiler gelir ve size zulmederler” şeklinde bir sonuca varmak, ardından da ifadeyi ters yüz edip ondan “Başınıza zalim yöneticiler geliyor ve size zulmediyorlarsa, bunun tek bir nedeni var, sizin zalim kimseler olmanız” anlamını çıkarmak, ve böylece zalimlerin zulmüne dolaylı biçimde meşruiyet ve yerindelik üretmek, zalimlerin zulmünün vebalini bile mazlumlara yüklemek, ancak zalimlerin yardakçılarının yapabileceği bir çarpıtmadır.

Sözkonusu hadîs/söz gerçekten Peygamber Efendimiz s.a.s.’e aitse, bunu, “Hem kendinizi, hem de yöneticilerinizi ıslah etmeye çalışın. Kendiniz zulmü terk edin, ve yöneticilerin zulmüne de engel olmaya gayret gösterin” diye anlamak gerekir.

*

Mahmut Toptaş sahtekâr vaizinin kötü niyetli olduğu, (bir önceki yazıda da konu edindiğimiz gibi) yaptığı benzetmeden de anlaşılıyor:

 

Her hangi bir spor dalında mağlup olduğumuzda galibe kızmanın, sövüp saymanın, bize hiçbir faydası yoktur.

Bize faydası olan çalışmak, kuvvetlenmek, direnci artırmak ve o sporun tekniklerini bilip, uygulayıp, refleks haline getirmek bize fayda verir.

Sövüp, hatalarını saymak bize fayda vermez.

Rabbimiz buyurur:

“İşte böyle yapmaları sebebi ile zalimlerin bir kısmını diğerinin üzerine musallat ederiz.” (En’am süresi ayet 6/129, Bak, Enfal 8/53).

 

Spor müsabakasında yenilen olmak ile zulmün mazlum ve mağduru olmanın ne alâkası var, ahmak adam? (Sadece ahmak olsa, kızmayacağız, bu, düpedüz sahtekâr.)

Eğer biraz kafası çalışsa (daha doğrusu dürüst olsa), böylesi bir “kıyas maa’l-fârık” madrabazlığı sergilemek yerine, düzgün bir mukayese yapar, spor müsabakasında şike, doping ve hakem sahtekârlığı yüzünden hakkı yenen (yani zulme uğrayan) yarışmacıyı örnek verirdi.

Bu şekilde hakkı yenen bir yarışmacı ne yapmalıdır?

Sadece çalışması, kuvvetlenmesi, direncini artırması ve yarıştığı sporun tekniklerini iyi öğrenip uygulaması, refleks haline getirmesi yeterli olur mu, sahtekâr vaiz?

*

Allahu Teala şöyle buyuruyor:

 

“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affetmektedir.” (Şura, 42/30)

 

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde şu açıklamayı yapıyor:

 

Başınıza ne musibet geldiyse kendi ellerinizin kazanması sebebiyledir. Bu hitap ve sesleniş günahkârlaradır. Çünkü sabır ile sevaba veya yüksek derecelere ulaştırılmak gibi diğer birtakım sebeplerle günahkâr olmayanların başlarına gelen musibetler de yok değildir. “Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele. (Bakara, 2/155) …

 

Korkutulup tehdit edilen, öldürülen ya da öldürülmeye çalışılan, birtakım haksızlıklara maruz kalan insanlara yardımcı olamıyorsa bile Asr Suresi’nde tavsiye edildiği şekilde “hakkı ve sabrı” tavsiye etmesi gereken kişiler eğer zalimlerin zulmünü meşrulaştırmak için ayet ve hadîsleri şeytanca çarpıtıyorlarsa, onların o zalimlerden hiçbir farkı kalmamış demektir.

Bunlar, haksızlık karşısında susandilsiz şeytan” bile değildir, zalimlerin vicdanlarını rahatlatan, yüreklerini serinletmeyi misyon edinmiş “haksızlık avukatı” “dilbaz şeytan“lardır.

Böylesi dalkavuk soytarılar yüzünden dünya zulümle doluyor.

MAHMUT TOPTAŞ, MÜNAFIKLIĞA HEVESLENME, ADAM OL!

AYETLERİ ŞEYTANCA YORUMLAMA, MANALARINI ÇARPITMA!

BEL’AMLIĞA ÖZENME, SIDK U SADAKAT YOLUNU SEÇ!

ZALİMİN AVUKATI, ZULMÜNÜN “MEŞRULAŞTIRICISI” OLMA! ŞEREFSİZLİK YAPMA!

 

Cevaplar.Org

Mahmut Toptaş Hoca Samsun'da konferans verecek

 

Millî Gazete‘nin tüccar (Kitap taciri; yazılarına bakılırsa “din tüccarı” da demek mümkün olabilir) köşe yazarı Mahmut Toptaş, “Biz, ne isek o’yuz” başlıklı bir yazı kaleme almış.

Herkes ne ise odur, fakat bu boşboğaz geveze, bunu ancak yaşı 80’lere dayanınca anlayabilmiş.

*

Şöyle yazmış:

 

Rabbimiz buyurur:

“İşte zulümleri sebebiyle harap (ve ıssız) kalan yurtları. Bilen kavim için bunda bir ibret vardır.” (Neml süresi ayet 27/52).

Onun için dilimizden attığımız kelimelere, elimizden attıklarımıza, ayaklarımızla vurduklarımıza dikkat edelim.

Bumerang gibi, lastik top gibi kendimize dönebilir. Sevgili Peygamberimiz, dilimizden çıkan sözün de bize dönebileceğini:

“Bir kişi, mümin kardeşine ‘kâfir’ dediğinde o ikisinden biri kâfir olur” haber verir. (Buhari, Sahih, K. Edeb, bab 73 Men keffera ehahü).

 

Bir aktardığı ayete bak, bir de ondan çıkardığı anlam çerçevesinde yorum babından naklettiği hadîse..

Sen “zulüm” olarak bula bula bu hadîste sözü edilen “tekfir“i mi buldun, şerefsiz soytarı!

Bir defa, sen daha okuduğunu bile anlamaktan aciz kart bir angut öküzsün!

“Men keffera ehahü”de “mümin” kaydı var mı, aptal!

Bir kimse mü’min kardeşine kâfir dediğinde o ikisinden biri kâfir olmaz, tekfirde bulunan kâfir olur, çünkü, bu söz çerçevesinde, küfürle itham ettiği kişi “mümin”dir.

Kişi, mümin kardeşine kâfir derse, o öyle dedi diye mümin kardeşi kâfir hale gelmez, kendisi kâfir olur.

Fakat, kişi herhangi bir “kardeş”ine (Ki, Hz. Adem’den dolayı bütün insanlar kardeştir) küfür ithamında bulunursa, şayet kardeşi kâfir ise, o söz yerini bulmuş olur (Nitekim hadîsin başka rivayetlerinde/varyantlarında böyle ifade ediliyor).

Yoksa, o kişi kardeşine küfür suçlamasında bulunduğu için o kardeş kâfir olacak değildir.

Kişinin kâfir ya da mümin olması başkasının onun hakkındaki değerlendirmelerinden etkilenmez.

*

Evet, bu angut öküz, daha bir hadîsi bile doğru aktaramıyor. Olduğu gibi de nakletmiyor, işkembesinden kelime ekliyor.

Anlamaya gelince..

O taraklarda hiç bezi yok.

Bu aptal, yukarıya aldığımız sözlerinin ardından şunları yazmış:

 

Her hangi bir spor dalında mağlup olduğumuzda galibe kızmanın, sövüp saymanın, bize hiçbir faydası yoktur.

Bize faydası olan çalışmak, kuvvetlenmek, direnci artırmak ve o sporun tekniklerini bilip, uygulayıp, refleks haline getirmek bize fayda verir.

Sövüp, hatalarını saymak bize fayda vermez.

Rabbimiz buyurur:

“İşte böyle yapmaları sebebi ile zalimlerin bir kısmını diğerinin üzerine musallat ederiz.” (En’am süresi ayet 6/129, Bak, Enfal 8/53).

Tarihler boyunca adil bir toplumun başına zalim bir yönetici gelmemiştir.

Zalim bir toplumun başına da adil bir yönetici gelmemiştir.

Biz, ne isek o’yuz.

 

Burada da yine şizofrence bir “zihin parçalanması”na şahit oluyoruz.

Verdiği örnek spor müsabakası, lafı getirdiği nokta ise zulüm..

Bir defa, spor müsabakalarında zulümden söz edilemez, çünkü kimse böylesi bir müsabakaya girmek için zorlanmaz.

Yenilenin yenene kızmaya hakkı olmadığı gibi, sövüp sayması da, yenene zulmetmesi anlamına gelir.

Yenilmek, haksızlığa uğramak, zulme maruz kalmak demek değildir.

Zulüm ancak, haksız yere, hile ve şike ile veya hakem iltiması ile müsabakayı kaybetme durumunda ortaya çıkar.

*

Bu geri zekâlı din tüccarı, daha bir spor müsabakası ile zulüm arasındaki farkı bile anlayamamış.. İkisini birbirine karıştırıyor.

Böylesinin tutup ayet ve hadîslerle ahkâm kesmesi edepsizlik, terbiyesizlik, kısaca ahlâksızlıktır.

İblisce bir şerefsizliktir.

Ayeti öyle bir bağlamda aktarıyor ki, bundan çıkan sonuç şu: Kim bir zulme uğramışsa, aslında hak yerini bulmuş, adalet gerçekleşmiştir. Çünkü, zulme uğrayan kişi zalimdir, zulmünün cezasını çekmektedir. Zaten bunu takdir edip yapan da Allahu Teala’dır. Dolayısıyla zalime sövüp saymanın, itiraz etmenin bir anlamı da yoktur. Hatta bu, Allahu Teala’nın takdirine itiraz anlamına gelir.

Tüccar iblis Mahmut soytarısının verdiği mesaj bu.

*

Evet, Allahu Teala, kimi zaman bir zalimi bir başka zalime musallat eder. Fakat bu, her zulüm olayının öznesi ile nesnesinin beraberce zalim olmaları anlamına gelmez.

Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:

 

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُواًّ مِنَ الْمُجْرِم۪ينَۜ وَكَفٰى بِرَبِّكَ هَادِياً وَنَص۪يراً

(Resulüm!) Ve işte biz böyle her peygamber için günahkârlardan bir düşman yapmışızdır. Bununla beraber hidayet verici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.” (Elmalılı Meali, Furkan, 25/31)

 

Başka ayet-i kerîmeler:

 

وَمَا نَقَمُوا مِنْهُمْ اِلَّٓا اَنْ يُؤْمِنُوا بِاللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَم۪يدِۙ

“[Hendek sahipleri] Onlardan [ateş yanan çukurlara atıp yaktıkları müminlerden], sırf, göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan, azîz ve hamîd olan Allah´a iman ettikleri için intikam aldılar.” (Diyanet Vakfı Meali, Buruc, 85/8)

وَمَا تَنقِمُ مِنَّا إِلاَّ أَنْ آمَنَّا بِآيَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَاءتْنَا رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ

“[İman eden sihirbazlar, kendilerini el ve ayaklarını kesip idam edeceğini söyleyen Firavun’a dediler ki:] Sen sâdece, bize geldiğinde Rabbimizin âyetlerine îmân ettik diye bizden intikam alıyorsun. Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman kimseler olarak vefât ettir!” (Arâf, 7/126)

 

Zalimlerin dalkavuğu, zulümlerinin meşrulaştırıcısı tüccar vaiz; zalim kâfir, müşrik ve münafıklar ile zulme uğrayan müslümanlar söz konusu olduğunda neden bu ayetleri hatırlamıyor da, hendek sahibi katiller ile onların ateşe attıkları müminleri aynı “zalimler” torbasına atıp “Oh olsun!” demek anlamına gelecek bir “şeytanî bakış”la ancak zalim küfür düzenlerinin müstekbirlerinin vicdanlarını rahat ettirmeye yarayacak çarpıtmalar yapıyor?

*

Burada ancak üç ihtimalden söz edilebilir:

Birincisi, bu tüccar vaizin geri zekâlı angut bir öküz olması, okuduklarını anlayamaması, sap ile samanı birbirine karıştıran bir bunak olmasıdır.

İkinci ihtimal, müslümanlara olan kinini, ve kâfirlere olan sevgisini, ustaca sakladığı münafıklığı çerçevesinde kurnazca dile getirerek bozguncuk yapıyor olmasıdır.

Üçüncü ihtimal ise, belki bir kasetlik işten kaynaklanan şantaj, belki bir tehdit (ekonomik bir yıkım veya öldürme, bir şekilde hapse atma vs.) veya belki dolaylı biçimde destekleyip finanse etme (çeşitli şekillerde ödüllendirme, tüccarlık yapıp para kazanma fırsatı verme vs.) gibi yöntemler çerçevesinde derin odakların istediği TSE damgalı din yorumunu üretip Müslümanlar arasında yaymakla görevli olmasıdır.

Bu adi ahlâksız için dördüncü bir ihtimal yok.

 

وَمِنَ ٱلنَّاسِ مَن يَقُولُ ءَامَنَّا بِٱللَّهِ فَإِذَآ أُوذِىَ فِى ٱللَّهِ جَعَلَ فِتْنَةَ ٱلنَّاسِ كَعَذَابِ ٱللَّهِ وَلَئِن جَآءَ نَصْرٌ مِّن رَّبِّكَ لَيَقُولُنَّ إِنَّا كُنَّا مَعَكُمْ ۚ أَوَلَيْسَ ٱللَّهُ بِأَعْلَمَ بِمَا فِى صُدُورِ ٱلْعَٰلَمِينَ

“İnsanlardan öyleleri [öyle münafıklar] vardır ki, “Allah’a inandık” [Müminiz] der. Ama [kendisi ve/veya başka müslüman bireyler] Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah’ın azabı gibi tutar [ve kâfirlere meyleder]. Andolsun, Rabbinden [kâfirlere direnen müminlere] bir yardım gelecek olsa [bu münafıklar, müminlere] mutlaka, “Biz de sizinle beraberdik” derler. Allah, herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir?” (Ankebut, 29/10)

HAYRETTİN KARAMAN, (FARKINDA OLMADAN) ZİHİNSEL METAMORFOZ YAŞAYIP KADİR MISIROĞLU’NA DÖNÜŞÜRKEN..

(BİRŞEY HADDİNİ AŞTIĞINDA ZIDDINA İNKILAB EDERMİŞ)

 

Üstadımız Şeyh Kadir Mısıroğlu Neden "Keşke Yunan Galip Gelseydi ...

Kadir Mısıroğlu'ndan Kurtuluş Savaşı yorumu: Uyduruk zafer - haberiniz

 

Hayrettin Karaman’ın “Dâru’l-harb konusu” başlıklı yazısını birkaç gün önce tartışma mevzuu yapmış bulunuyorduk.

Kaldığımız yerden devam edelim.

*

Karaman şunları da yazmış durumda:

 

Bir ülkenin ilk defa İslâm ülkesi vasfını kazanması Müslümanların veya İs­lâm düzeninin hâkim olması ile gerçekleştiğine göre bunları kısmen veya ta­mamen kaybeden İslâm ülkesi yeniden harb ve küfür ülkesine dönüşür mü?

Bu soruya cevap arayan müçtehitler ikiye ayrılmışlardır. Ebû Yûsuf, Muhammed gibi müçtehitlere göre bir İslâm ülkesinde İslâmî olmayan hüküm­ler (düzen) hâkim hale gelir, açıkça icra edilirse ülke yeniden küfür ve harb ül­kesi haline gelir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise, bir İslâm ülkesinin harb ve kü­für ülkesine dönüşebilmesi için üç şartın birden gerçekleşmesi gerekir:

a) Ül­kede İslâmî olmayan hüküm ve uygulamaların açıkça icrası (başka bir düze­nin hâkim olması),

b) Ülkenin, aralarında bir başka İslâm ülkesi bulunmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi,

c) Müslüman veya zimmî olduğu için İs­lâm’ın kendilerine can ve mal güvenliği verdiği kişilerin bu güvenliklerinin or­tadan kalkması.

 

İmameyn’e (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre) göre, küfür kanunlarının/düzeninin hakim hale gelmesi, bir memleketin daru’l-harbe dönüşmesi için yeterli.

Ancak İmam-ı Azam Ebu Hanife farklı kanaatte..

Ve, Karaman’ın (hakikat arayışının bir sonucu olarak mı, yoksa konformizmin risksiz ve asude iklimi heva ve hevesine hoş geldiği için mi, onu bilemem, Allah Celle Celalühû bilir) gönlünün Ebu Hanife’nin görüşünden yana olduğu açık.

*

Aslında, Ebu Hanife rh. a.’in sıraladığı şartlardan ne anlaşılması gerektiği sarih değil.

İlk şarttan başlayalım..

“Ül­kede İslâmî olmayan hüküm ve uygulamaların açıkça icrası (başka bir düze­nin hâkim olması)” tam olarak ne anlama gelmektedir?

Mesela, yöneticilerin bir yandan devletin hukuk sisteminin temel ilkesinin Kur’an ve Sünnet’e bağlılık olduğunu (sözlü olarak) deklare ettikleri..

Diğer yandan da (uygulamada) kimi konularda Şeriat‘le çelişen hükümler koyup faaliyetlerde bulundukları durum ile, aynı yöneticilerin, resmen artık Kur’an ve Sünnet’i tanımadıklarını, onları çağdışı (veya faydasız, zararlı, uygunsuz) bulduklarını, yönetim ilkelerinin (Cengiz Yasası ya da Atatürk ilke ve inkılapları gibi) başka yerlerden alınacağını beyan etmeleri durumu, evet bu iki durum bir olur mu?

İlk durum günah işlemek anlamına gelirken, ikinci durum küfürdür.

İmam Ebu Hanife, bu iki durum arasında mutlaka bir fark görüyordur.

Ve Karaman’ın anlatımında bunun karşılığı yok.

*

İkinci şarta gelelim..

Bu şart, “Ülkenin, aralarında bir başka İslâm ülkesi bulunmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi” olarak gösteriliyor.

Burada Karaman’ın kafasının kısa devre yapmış olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Buradaki harb ülkesinden (daru’l-harb) kasıt nedir? Savaşılan, harp edilen ülke midir?

Öyle olsaydı, İmam-ı Azam’ın daru’l-harbe dönüşme şartlarına fiilî savaşı da eklemesi, şartları dörde çıkarması gerekirdi.

Bunu yazmış olmamız sebepsiz değil, çünkü Karaman, aktardığımız ifadelerinden önce şunu da söylüyor:

 

Bir ülkenin gayr-i Müslim ülke olması aynı zamanda harb ülkesi olmasını gerektirmez. Eğer bu ülkenin karşısında bir İslâm ülkesi varsa aralarında ateşkes, antlaşma, barış, İslâm’a göre de hayırlı olan bir amaçla işbirliği… ilişkileri içinde olmak caizdir. Bu ilişkiler kurulunca da o ülkeye karşı fiili savaş kuralları uygulanamaz.

 

Buradan anlaşılıyor ki, Karaman, okuduklarını anlama bakımından sorunlu..

Çünkü, görüşlerini aktardığı imamlar, harb ülkesi kavramını gayrimüslim ülke anlamında kullanıyorlar, fiilen savaşılan ülke değil.

*

Üçüncü şarta gelelim..

Karaman, İmam-ı Azam’dan naklen, “Müslüman veya zimmî olduğu için İs­lâm’ın kendilerine can ve mal güvenliği verdiği kişilerin bu güvenliklerinin or­tadan kalkması”ndan söz ediyor.

Konunun uzmanı Prof. Ahmet Özel, bu şartı, TDV İslâm Ansiklopedisi için kaleme aldığı maddede şöyle ifade ediyor: “Ülkede ilk emanları üzere bulunan hiçbir müslüman veya zimmînin kalmaması.”

İkisi aynı şey değil..

İlk eman, Şeriat’in hakim olduğu zamanki emandır.

Eğer siz, Şeriatçı olduğunuzu beyan etmeniz durumunda cezalandırılıyorsanız (yani devletin/hükümetin zulmü ve tecavüzü ile karşılaşıyorsanız) böyle bir emandan söz edilemez (Mesela Türk Ceza Kanunu’nun, Özal’ın kaldırdığı 163. maddesini hatırlayalım).

“Önce bizim ilke ve inkılaplarımıza bağlı olduğunu, yani bizim tanrılaştırdığımız/putlaştırdığımız şahıs ya da topluluklara biat ettiğini açıklayacaksın, onlara bağlılık yemini edeceksin” deniliyorsa, yine önceki emanın izi ve tozu kalmamış olur.

*

Eman için tarihten de örnek verelim.

Resulullah s.a.s. Taif‘e gidip oradan eza ve cefa ile kovulduğunda, Mekke’ye Mut’im bin Adiyy’in emanı ile girebilmişti.

Bu emanda, Resulullah s.a.s.’e, “Bizim putlarımız aleyhinde konuşmayacaksın, bizim inancımızı kabul etmek zorunda değilsin fakat saygı duyacaksın, saygısızlık etmeyeceksin, inancının propagandasını yapmayacaksın, düzenimizi/rejimimizi karalamayacaksın” vs. türünden şartlar koşulmamıştı.

Böylesi şartlar koşulduğunda, daha doğrusu, bir memlekette ancak böylesi dayatmalara boyun eğmeniz durumunda sizi bir nebze rahat bırakıyorlarsa, buna eman mı denir?

*

Tarihi bırakıp günümüze gelelim..

Günümüzde birçok ülkede (şayet Şeriatçı bir müslümansanız, İslamcı iseniz, ve de küfür “düzen”bazları ile açık ya da örtülü işbirliği yapmıyorsanız) gerçek bir can ve mal güvenliğine sahip olmanız mümkün değildir.

Çünkü, bu ülkelerin bir “deklare ettikleri hukuk sistemleri”, bir de perde arkasından yürüttükleri “gizli servis hizmetleri” ve hukuksuzluğu vardır.

Bu hukuksuzluk da, özel yasaları çerçevesinde hukukî kabul edilir.

İkincisi, bu ülkelerde “değişmeyen” Şeriat‘in aksine, “sabit bir kanunlar manzumesi” bulunmaz.

Güç sahiplerinin keyfine ve gündelik menfaat hesaplarına göre kanunlar yap boz tahtasına çevrilir.

Dolayısıyla, bugün bir emana sahip olsanız bile, aynı durumun yarın da devam edeceğinin garantisi yoktur.

Yani sizi, aciz ve zavallı bir serçe kabul edip dokunmayabilirler, fakat güçlendiğinizi düşünmeleri durumunda ümüğünüzü sıkar, nefes almanıza imkân vermezler, boğarlar.

(Üniversitede anayasa hukuku hocası Almanya’yı örnek vererek bize böyle anlatmıştı. Nazi eğilimli partilere yüzde 2-3 filan oranında oy aldıkları sürece siyaset yapma özgürlüğü tanındığını, palazlanmaları durumunda ise anayasa hukuku literatüründe “parti yasaklama rejimi” diye adlandırılan uygulamalara başvurularak kapılarına kilit vurulduğunu söylemişti.)

*

Karaman’ın yazısına dönelim..

Sözlerini şöyle sürdürüyor:

 

İlk müçtehitler zamanında nazarî olarak yürütülen bu münâkaşa, Moğol­ların İslâm ülkelerini istilâsı ile fiilî ve amelî bir saha bulmuş, o zamanda ya­şayan fıkıh bilginleri, istilâya uğrayan ülkelerin durumunu münakaşa etmiş­lerdir. Ebû Hanîfe’nin ileri sürdüğü şartlar açısından meseleye bakan Hanefî fukahâsının görüşlerini, 827/1424 yılında vefat eden Muhammed el-Bezzâz, meşhur Fetâvâ kitabında şöyle dile getirmiştir: Bugün kâfirlerin elinde bu­lunan (eski dâru’l-İslâm) ülkeler, şüphesiz İslâm ülkeleridir… Kâfir idarecile­rin idareleri altında bulunan memleketlerde cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir… Kabul edilmiştir ki illetin (hükmün dayanağı olan vasfın) bir parçası kaldıkça ona bağlı olan hüküm de kalır. Bu ülkelerin Moğol istilâsın­dan önce İslâm ülkeleri olduğuna ittifakla hükmetmiştik. Onların ülkelere hâ­kim olmalarından sonra da ezan, cuma ve cemaatle namazın açıkça îfâsı, şerîatin gerektirdiği şekilde fetva vermek, hüküm vermek ve öğretim yapmak, onların idarecilerinin itiraz ve engellemeleri olmadan yaygın bir şekilde yü­rütülmektedir. Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur.” Halvânî (v. 448/1056) şöyle demiştir: “İslâm ülkesi ancak küfür ah­kâmının (düzeninin) yürütülmesi, İslâm’ın hiçbir hükmü ile hükmolunmaması, yerin harb ülkesine bitişik olması, orada hiçbir Müslümanın ve zimmînin mal, can ve namus güvenliğinin kalmaması halinde harb ülkesine dönüşür; bu şartların hepsi birden bulunursa harb ülkesi olur. Delil ve şartlar birbirine karşı gelir, çelişirse ihtiyaten İslâm yönü ağır basar; yani ülke, İslâm ülkesi olarak kabul edilir…” (el-Bezzâz, el-Fetâvâ, Mısır, 13210, C. VI. s. 310 vd.)

 

Muhammed el-Bezzâz, “bugün” diye konuşuyor.

Onun “bugün”ünü dikkate almak gerekiyor.

Vefat ettiği tarih 1424..

1424 yılında İslam ülkelerindeki Moğollar artık müslümanlaşmış durumdaydılar.

İran’da İlhanlılar daha 1200’lerin sonlarında İslam’ı kabul etmeye başlamışlardı.

1300 sonları ve 1400 başlarında ise Timurlenk ortaya çıkmıştı. Müslümandı.

Bilindiği gibi Timur, kendisinin han ya da hakan olduğunu söylemiyordu. Cengiz neslinden gelen Moğol hanını yanında aksesuar kabilinden taşıyordu. Kendisi sadece “emir” unvanını kullanıyordu. O günkü Moğol hanları da müslümandı.

Ayrıca, Muhammed el-Bezzâz, “Şerîatin gerektirdiği şekilde fetva vermek, hüküm vermek ve öğretim yapmak, onların idarecilerinin itiraz ve engellemeleri olmadan yaygın bir şekilde yü­rütülmektedir” diyor.

Sadece fetva verme değil, hüküm verme..

Yani Şeriat’in “mer’î yasa” olması söz konusu..

Şimdi bir de bugünkü Türkiye‘ye bakalım..

Bugünkü Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı Şeriat konulu bir hutbe bile okutamaz.

Nerde kaldı ki mahkemeler “Şeriat’e göre böyle” deyip hüküm versinler.

Kurnaz Hayrettin efendi reklamlarda 1300’lü, 1400’lü yılları gösteriyor, teslimatta ise kaşla göz arasında el çabukluğu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin laikliğini yutturma derdinde..

Değilse, neden böyle lafı eğip büküyor, insanların gafletinden (sorgulamasız okumasından) istifade etmeye çalışıyor?

*

Karaman, günümüz hakkında da konuşmuş..

Tabiî yine meseleyi yanlı ve tek yönlü, yanlış anlaşılmaya müsait şekilde aktarmış.

Başvurduğu kişi Abdülkerim Zeydan..

Şöyle diyor:

 

Prof A. Zeydân yukarıdakine benzer görüşleri inceledikten sonra günü­müze gelerek yabancı hâkimiyetine girmiş İslâm ülkelerinde ezan, cemaatle namaz gibi bazı sembol hadiseler (İslâmî şiarlar), evlenme, boşanma gibi birtakım İslâmî hükümler cari oldukça bu ülkelerin İslâm ülkesi sayılması ge­rektiği kanaatini ileri sürmektedir. (Ahkâmu’z-zimmiyyîn ve’l-müste’minîn…, Bağdâd, 1963. s. 21)

 

Karaman efendinin kafası burada da kısa devre yapmış, bu yüzden baltayı taşa vurmuş, Kadir Mısıroğlu çizgisine savrulmuş.

Laik/dinsiz devlete bir helal kulp uydurabilir miyim diye saçını başını yolarken, kafasını olmadık kayalara vururken farkında olmadan aklını yitirmiş, görme yetisini de, sömürgeci/emperyalist işbirlikçisi” zihniyeti savunmaya başladığını fark edemeyecek kadar kaybetmiş.

Evlenme boşanma gibi İslamî hükümlerin yürürlükte olması şu demek oluyor: Erkek, maddî imkânı yerindeyse, ve birden fazla kadını (onların velîlerinin onayıyla) kendisiyle evlenmeye ikna edebiliyorsa, dörde kadar evlenebilir, dilerse “Boş ol!” demekle de onları boşayabilir. Yani Şeriat hükümleri geçerli olur. (Anadolu’da “Bekâra karı boşamak kolaydır” derler; “Boş ol!” demekle boşamanın mümkün olmasıyla iş bitmiyor, olayın bir de sosyolojik, ailevî, ekonomik vs. boyutları, mahalle baskısı gibi vecheleri var. Ancak böylesi bir kapıyı tümden kapattığınızda da, boşanacak hale gelmeleri durumunda tarafların birbirlerini mahkeme kapılarında suçlamalarının, ayıplarını ortaya dökmelerinin, rezil kepaze etmelerinin önünü açmış oluyorsunuz. Taraflar şerefli bir biçimde ve daha fazla örselenip yara bere almadan, büyük travmalar yaşamadan kendi yollarına gitme imkânlarını kaybediyorlar. Günümüzde boşanma oranlarının, o “Boş ol!” demekle boşanmanın mümkün olduğu Şeriatlı zamanlara göre çok daha fazla olduğu da bir sır değil.)

*

Böylece Hayrettin Karaman, dolaylı olarak, Şeriat’in aşağılandığı, tehlike olarak gösterildiği Türkiye gibi ülkelerin, kısmen de olsa uygulanabildiği sömürge ülkelerden daha kötü durumda olduğunu ileri sürmüş oluyor.

Kadir Mısıroğlu da buna benzer birşey demiş, “Keşke Yunan galip gelseydi, hiç olmazsa medreseler, şer’î mahkemeler vs. kapanmazdı” diye konuşmuştu.

KADİR MISIROĞLU YA DA YUNAN GALİP GELSEYDİ…

 

kadir mısıroğlu keşke yunan galip gelseydi ile ilgili görsel sonucu

 

“Beni tefe koyarlar ama, keşke Yunan galip gelseydi. Ne Hilafet yıkılırdı, ne Şeriat kaldırılırdı, ne medrese lağvedilirdi, ne hocalar asılırdı, hiçbiri olmazdı. Buna inanmayan, Yunanistan‘da bir şeriat mahkemesi var, orda Yunan’ın esiri olan müslümanlar için… Sizin içinizden birisi desin ki ‘Ahval-i şahsiyyeye (kişisel hallere) müteallik (ilişkin) mesail (sorunlar) için hiç olmazsa ihtiyarî (isteğe bağlı), talebe bağlı, isteyen şeriat mahkemesine gitsin’, diyebilir misin? ‘Anayasa’ya laiklik konmasın’ diyen adamı [TBMM eski Başkanı İsmail Kahraman’ı] nasıl boykot ettiler, nasıl hakaretlerde bulundular, görüyorsunuz. Bizim gâvur, elin gâvurundan daha şiddetli.”

İki yıl önce, Ekim 2016’da Kadir Mısıroğlu‘nun bu sözleri medyaya yansımıştı..

Tabiî laik kesim hemen üzerine atladı.

İçten içe memnundular, Mısıroğlu’nun Mustafa Kemal eleştirilerine cevap veremedikleri için akıllarınca bir açığını yakalamışlardı.

*

Mısıroğlu’nun abartılı konuştuğu açıktı..

Yunan galip gelip İstanbul’u da ele geçirseydi, hilafet kaldırılmazdı diye birşey yok.

Hilafetin ne izi ne tozu kalırdı.

Şeriat de sadece ahval-şahsiyyeden ibaret değildir. Onun siyaseti ve ekonomiyi de içeren bir toplumsal yanı vardır.

Şeriat sadece evlilik, boşanma, miras vs. konularını düzenlemiyor, onun ayrıca bir de ceza hukuku boyutu var.

Diyelim ki bir müslüman Türk ile hristiyan Rum arasında cinayetle biten bir kavga oldu, bunu hangi ceza hukukuna göre çözeceksiniz? Yine İslam Şeriati mi geçerli olacak?

Tabiî ki olmayacak.

Dolayısıyla, Mısıroğlu’nun “Yunanistan’da Şeriat mahkemesi var” sözü o kadar da doğru değil.

*

Yunan galip gelseydi, bugünkü İstiklal Marşı’n olmazdı.

Bayrağında hilal olmazdı.

Ezanlar bu kadar serbestçe okunmazdı.

Ancak bunlar, Mustafa Kemal’in bu millete beleşten bağışladığı, elde yokken kazandırdığı birer karşılıksız lütuf değildir.

Tam aksine, bu millet, Mustafa Kemal’in elinden ancak bu kadarını kurtarabildi.

Bununla birlikte, “Keşke Yunan galip gelseydi” demenin de bir anlamı yok.

Yunan galip gelseydi, ve bu arada Mustafa Kemal’i savaş esiri olarak alıp götürselerdi, şimdi onun için ağıt yakıyor olurdun.

Şöyle derdin: “Bakmayın siz Mustafa Kemal‘in namaz vs. kılmadığına.. O savaş gailesi içinde namazına abdestine çok dikkat edemedi, ama kalbi çok temizdi, yüreği imanla doluydu. Padişah onu boş yere seçmedi. Emri altındaki müslüman ordumuz galip gelseydi, Osmanlı yıkılmazdı, hilafet devam ederdi. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Said-i Nursî gibi basiretsiz hocalar da Paşa’yı anlayamadılar. Said-i Nursî tuttu önce bir namaz beyannamesi yayınladı, sonra da savaşın ortasında Ankara’yı terk edip gitti. Şimdi siz söyleyin, Padişah emrettiği için Yunan’a karşı cihat eden Mustafa Kemal mi daha dindardır, yoksa ‘Bunlardan bir cacık olmaz’ diyerek savaşın ortasında Ankara’dan çekip giden Said-i Nursî mi?”

*

Bu laikler, sözde vatanseverlik edebiyatı yapıyor olsalar da, çoğu, Yunan’ın galip gelmiş olmasını dert edecek adam değiller.

Tam aksine, yürekten, can u gönülden isterler.

Çünkü bunların hedefi batılılaşmak ve bu arada Avrupa Birliği‘nin bir parçası haline gelmekten ibaret.

Yunan galip gelseydi, bu hedef daha çabuk ve kolay yoldan gerçekleşmiş olurdu.

Bu yüzden, bana kalırsa, Yunan’ın galip gelmemiş olmasına Mısıroğlu‘ndan daha fazla üzülüyorlardır.

Ama, bunu yüksek sesle söylemeyecek kadar da işlerini bilirler.

*

Yunan galip gelseydi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “milli ve yerli” AB hedefi kolayca gerçekleşebilirdi.

Şimdi kalkıp Mısır ve Tunus‘a gidip “Şeriat yerine laiklik” tavsiye eden Tayyip Erdoğan, Yunan vatandaşı olduğu için Şeriatçı olmazdı.

Belki imam hatip lisesi yerine, eksik gedik bir medrese tahsili olur, fakat yine laikliği savunurdu.

Yunan devleti vatandaşı Mehmet Şevket Eygi“Müslümanım, İslamcı değilim. İslamcılık sapıklıktır; sapıtmış ve sapıttıran bir fırkadır” diye yazılar döşenir, Yunan makamlarından aferin alırdı.

İşbirlikçilik yaptığı İçişleri Bakanı’nın adı Faruk değil, Dimitri filan olurdu.

Canım Yunanistan“ı için “Ben devlet taraftarıyım. Düzen ya da rejim bozuk olabilir, rejim başka, devlet başkadır. Devletime bağlıyım. Devletimi en çok ben severim, bu konuda ikinci olmayı bile kabul etmem” şeklinde sevgi dolu yazılar kaleme alırdı.

VÜCUDU BALTALARLA PARÇALANAN FETÖ’NÜN RUHU NE YAZIK Kİ BAŞKA BEDENLERDE YAŞIYOR

 

Askerî Darbeler ve Gülen - FETÖ Gerçekleri

 

Genç kuşak bilmez, Ruşen Çakır’ın Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar adlı kitabı bundan 30 sene önce, 1990 yılında yayınlandığında büyük ilgi görmüştü.

Türkiye’deki dindar grupları konu edinen “laik” tandanslı isimlerin o güne kadar saldırgan bir dil kullanmaları ve “gericilik, irtica” vs. gibi basmakalıp yaftalardan oluşan bir kavramsal dizgenin esiri olmalarına karşılık, Çakır daha yansız ve nesnel bir bakış açısı yakalamaya çalışmış gibi görünüyordu.

Söylem ve içerik analizi anlamına gelecek bir çalışma ortaya koymuş durumdaydı.

Kitabın bir başka yeniliği, hemen hemen bütün İslamî oluşumları değerlendirme konusu yapmış olmasıydı.

Doğal olarak, Fethullah Gülen grubu da kitabın sayfalarında kendisine yer bulmuştu.

*

Çakır’ın Fethullaçılar’ı konu edindiği bölümün başlığı şöyleydi: “FETHULLAHCILAR: Gözyaşı, sabır, devlet ve millet”.

Kabul etmek gerekiyor ki, Çakır’ın seçtiği başlık, söz konusu hareketin zihniyet röntgenini ve davranış tarzını çok iyi yansıtıyordu.

Fethullah’da gözyaşı boldu, hemen her vaazında neredeyse bir teneke gözyaşı döküyordu.

Dilinden de devlet ve millet düşmüyordu. Hatta “Devlet-i Ebed Müddet” başlıklı bir şiirimsi bile yazmıştı.

Çakır’ın Fethullahcılar’la ilgili değerlendirmeleri şu satırlarla başlıyordu:

 

Küçük bir hücrede, elleri, ayakları bağlı bir genç adam illüstrasyonu.
Belli ki işkenceler görmüş ve ölmüş. Sızıntı dergisi 1989 Mayıs sayısında bu resimden kalkarak bir soru sormuş. Ama bu sorunun muhatabı işkenceciler değil. Sızıntı öldürülen gencin imanını sorguluyor: “Burada, böyle hicran ve gurbetle noktalanan hayat, bari ötelere açık olsaydı! Ya değilse…”

 

Evet, Çakır’ın isabetle ifade ettiği gibi, Fethullah‘ın müstear adla başyazarlığını yaptığı Sızıntı dergisi, “işkence olayında zalimin yaptıklarını değil de mazlumun vicdanını sorguluyordu”.

*

Fethullahçılığın bu “zalimlere meyleden” bakış açısını Türkiye’de halen sürdürmekte olanlar yok mu?

Yok diyebilmeyi isterdim. Fakat diyemiyoruz.

Bu tür adamların kimi yazıları insana Ali Şeriati’nin bir kitabının başlığını hatırlatıyor: “Dine Karşı Din“.

Evet, din (İslam), dine karşı cepheye sürülüyor.

Nasıl?

Ayet ve hadîsler çarpıtılarak, bağlamlarından koparılıp farklı anlamlar yüklenerek.

Nitekim Resulullah s.a.s.’in ahir zamanla ilgili bir hadîsi şöyle:

 

“Ümmetimden ehl-i kitaptan bir cemaat ve ehl-i liban helak olacaktır.” Denildi ki: Ehl-i kitap kimdir? Buyurdu ki: “Kitabullah’ı (Kur’an‘ı) öğrenip Müslümanlarla mücadele edecek bir kavimdir.” Denildi ki: Ehl-i liban kimdir? Buyurdu ki: “Şehvetlerine uyup namazı terk edecek bir kavimdir.”

(Ramuz el-Ehadîs, s. 304, 6. hadîs)

 

Bir başka hadîs ise şöyle:

 

Ümmetime yakında bir zaman gelir ki, Kur’an okuyucu çok, fakihler (dini iyi anlayanlar) az olur. İlim kabzolunur. Kargaşalık çoğalır. Ondan sonra bir zaman gelir ki, ümmetimden birtakım adamlar Kur’an okurlar ama, bu gırtlaklarını geçmez (kalplerine bir tesiri olmaz). Bundan sonra yine öyle bir zaman gelir ki, müşrik (tağutlara tabi olup Allahu Teala’ya onları denk tutan kişi) müminle aynı mevzuda söylediğinin mislinde mücadele eder.

(Ramuz el-Ehadîs, s. 301, 1. hadîs)

HAYRETTİN KARAMAN BUNU OKUSUN..

 

Islam Ansiklopedisi 44. Cilt (Yusuf - Zwemer): Komisyon ...

 

(KÖŞELİ PARANTEZ İÇİ İFADELER TARAFIMIZDAN EKLENMİŞTİR)

DÂRÜLİSLÂM

دار الإسلام

Müellif:

 

… dârülislâm, müslümanların hâkimiyeti altında bulunup İslâm hukuk sisteminin uygulandığı ülkedir. Bu durumda nüfusun müslüman veya gayri müslim, az veya çok olması önemli değildir. …

Dârülharp sayılan bir ülke, halkının müslüman olması veya fetihten sonra orada İslâm hükümlerinin uygulanmasıyla dârülislâma dönüşür. Bu hususta fıkıh âlimleri arasında görüş birliği vardır. Ancak bir ülke yalnız fethedilmiş olmakla dârülislâm haline gelmez. Dârülislâm sayılması için yurt edinilmesine karar verilmesi, başka bir ifadeyle yönetici tayin edilerek İslâm ahkâmının uygulamaya konulması gerekir. Ayrıca dârülharbin dârülislâma dönüşebilmesi için mutlaka İslâm ülkelerine bitişik olması da gerekmez. Etrafı dârülharp topraklarıyla çevrili bulunan bir yer, küçük de olsa zikredilen şartların gerçekleşmesi halinde dârülislâm olur.

Dârülislâmın hangi durumlarda dârülharbe dönüşeceği konusunda İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılıkları mevcuttur. Fıkıh kitaplarında dârülislâmın dârülharbe dönüşmesi şu üç durumda[n birinin gerçekleşmesi halinde] söz konusu edilmiştir: a) Gayri müslim bir devletin İslâm ülkesini istilâ etmesi. b) Dârülislâmda bir şehir veya bölge halkının irtidad ederek o yeri işgal etmesi. c) Zimmet akdiyle İslâm devletinin himaye ve hâkimiyetine geçerek İslâm tebaası olan gayri müslimlerin (zimmîler) bu anlaşmayı bozup bulundukları yerde hâkimiyetlerini ilân etmeleri. Bu üç durumda hangi şartların gerçekleşmesiyle istilâ edilen yerlerin dârülharbe dönüşmüş olacağı hususundaki görüşler de şöyledir:

1. Mâlikî ve Hanbelî fakihleriyle Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre dârülislâm, içinde küfür ahkâmının uygulanmasıyla dârülharbe dönüşür. …

2. Ebû Hanîfe’ye göre dârülislâmın dârülharbe dönüşmesi için şu üç şartın gerçekleşmesi gerekir: a) İstilâ edilen yerde küfür ahkâmının (İslâm dışı hukuk düzeninin) uygulanması. b) Ülkede ilk emanları [Şeriat’e göre yaşama hak ve hürriyetleri] üzere bulunan hiçbir müslüman veya zimmînin kalmaması. c) Ülkenin dârülharbe bitişik olması.

İlk şarta göre istilâya uğrayan dârülislâmda küfür hükümleriyle birlikte İslâm hükümleri de uygulanıyorsa bu şart gerçekleşmemiş demektir [Mesela bir müslüman devlet memuru ve/veya milletvekili vs. olduğunda falanca kâfirin ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmek zorunda kalmayıp, “İslam’a bağlılık” yemini edebiliyorsa].

İlk emandan maksat ise düşman istilâsından önce dârülislâmda müslüman ve zimmîlerin İslâm hukuku gereğince sahip oldukları can ve mal güvenliğidir. Bu güvenlik hiç kesintiye uğramadan devam ediyorsa o yer dârülharbe dönüşmez. Fakat can ve mal güvenliği bir defa bile tamamen ortadan kalksa, diğer şartların varlığı halinde ülke dârülharbe dönüşeceğinden, sonradan bu hakların tekrar tanınmasının bir değeri yoktur. Bu durum, herhangi bir dârülharbe emanla giren müslümana tanınan can ve mal güvenliğine benzer.

Üçüncü şarta göre ülke, diğer İslâm ülkeleriyle çevrili olup dârülharple sınırı bulunmazsa [mesela Yunanistan, Bulgaristan, Ermenistan ve Gürcistan ile komşu olan Türkiye gibi değil de Yemen gibi olursa] yine dârülharbe dönüşmez. …

… Ebû Hanîfe’nin görüşünü şöyle açıklamak mümkündür: İslâm hâkimiyeti altında bulunan bir yer İslâm dışı güçlerin eline geçtiğinde ülke hükmünün değişmesi için fiilî hâkimiyet yeterli değildir. Hâkimiyetin el değiştirmesiyle birlikte müslümanların daha önce sahip oldukları can ve mal güvenliğinin kesintisiz devam etmesi, müslümanların ibadetlerini yerine getirmede, dinî eğitim ve öğretim faaliyetlerini sürdürmede serbest olmaları [Mesela cuma namazında Şeriat’in üstünlüğü ve değeri konulu hutbe okuyabilmeleri], bunların o yerde mevcut yönetimin görmezlikten gelemeyeceği bir güce sahip bulunduklarını ve dolayısıyla fiilî de olsa gayri İslâmî hâkimiyetin tam gerçekleşmiş sayılamayacağını göstermektedir. Bu da İslâm hâkimiyeti altında bulunan bu yerin küfür hâkimiyetine geçmiş sayılmasına engeldir. Bu durumda ülkenin dârülislâm kalmaya devam ettiğini belirtmek, ülkedeki küfür hâkimiyetinin hukuken geçerli sayılmadığı anlamındadır. Ülkenin dârülharbe dönüştüğünü kabul etmek ise mevcut hâkimiyetin hukuken geçerli olduğunu onaylamaktır. Ancak ülkenin ister dârülislâm kalmaya devam ettiği, ister dârülharbe dönüşmüş bulunduğu kabul edilsin, mevcut gayri İslâmî yönetimin oradaki müslümanlar ve diğer İslâm devletleri tarafından siyasî bakımdan tanınması söz konusu değildir. [Siyasî bakımdan “tanır”, yani onaylar, “Şeriat şart değil, laiklik de olur” derlerse, böyle dedikleri için o ülke İslâm ülkesi haline gelmez, fakat bunu diyenler küfrü benimsemiş olurlar.]

3. Şâfiîler’e göre dârülislâm daha sonra istilâya uğramış olsa, hatta istilânın üzerinden uzun yıllar da geçse dârülharbe dönüşmez. Dârülislâmın dârülharbe kesinlikle dönüşmeyeceği şeklindeki bu görüş, mülkiyetin hukuken gayri müslimlere geçmeyeceği anlamındadır. Çünkü diğer üç mezhebin aksine Şâfiîler’e göre gayri müslimler istilâ ile müslümanların mal ve mülklerine hukuken sahip olamazlar. Ancak gerek bir İslâm ülkesini istilâ etmesi gerekse Şâfiîler’e göre savaşın sebebinin küfür olması (bk. CİHAD) göz önüne alındığında bu devletle savaş halinde bulunulacağı ve ülkenin siyasî ilişkiler açısından dârülharp sayılacağı da açıktır. Nitekim halkının irtidad ederek istilâ ettiği ülke, İmâm Şâfiî’ye göre küfür hükümlerinin uygulanmasıyla dârülharbe dönüşür. Zira malların ve arazilerin mülkiyeti esasen irtidad edenlere ait olup bir el değiştirme söz konusu değildir.

DÂRÜLHARP

TDV İslâm Ansiklopedisi - Home | Facebook

 

DÂRÜLHARP

دار الحرب

Müellif:

… İslâm siyasî hâkimiyetinin sınırları dışında kalan, yönetim ve hukuk düzeni İslâm esaslarına uymayan her ülke dârülharptir. İslâm hukukçuları devletin ülkesini tarif ve tesbit ederken dünyayı iki kısma ayırmışlar, devletin siyasî, iktisadî, idarî ve hukukî düzeninin İslâm esaslarına dayandığı, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin İslâmî otoritenin elinde bulunduğu ülkelere dârülislâm, İslâm düzeninin hâkim olmadığı ve bu yetkilerin müslüman otoritenin elinde bulunmadığı ülkelere de dârülharp adını vermişlerdir.

“Dârü’l-harp” terkibi her ne kadar ilk bakışta “kendisiyle dârülislâm arasında savaş halinin mevcut olduğu ülke” mânasını ifade ediyorsa da İslâm hukuku kaynaklarında “dârülislâm dışındaki ülkeler” anlamında ve bugünkü “yabancı ülke” tabirinin karşılığı olarak kullanılmıştır. İslâm hukukçularının ülkeleri bu şekilde ikiye ayırmaları ve yabancı ülkeleri dârülharp şeklinde adlandırmaları konusunda bazı Batılı müelliflerin ileri sürdüğü (Massignon, s. 80-81; Tyan, II, 302; Khadduri, War and Peace, s. 53, 170; a.mlf., Law in the Middle East, s. 351; EI2, II, 126), müslümanların gayri müslimlere karşı sürekli savaş hali içinde bulundukları ve dolayısıyla dârülislâmın diğer ülkelerle münasebetinin savaş esasına dayandığı, söz konusu ayırım ve adlandırmanın da bundan kaynaklandığı şeklindeki iddia gerçeği yansıtmamaktadır. …

… dârülharp kavramı müslümanlara savaş izninin verilmediği hicret öncesi için de kullanılmıştır. Bazı fıkıh âlimleri, çeşitli konularla ilgili görüşlerine delil getirirken hicretten önceki Mekke’ye atıfta bulunarak oranın İslâm otoritesinin hâkim bulunmadığı dârülharp olduğunu açıkça belirtmişlerdir (Sahnûn, II, 22; Serahsî, el-Mebsûṭ, XIV, 57). … Müslüman hukukçuların dârülharp kavramını savaşın henüz meşrû kılınmadığı Mekke dönemine kadar götürmeleri, Batılı müelliflerin yukarıda işaret edilen görüşlerinin gerçeği yansıtmadığı hususunda başka bir delil teşkil ettiği gibi, Medine döneminde müslümanların dine davet maksadıyla komşularına savaş ilân ettikleri ve buna bağlı olarak dârülharp kavramının da bu dönemde ortaya çıktığı şeklindeki iddialarının da (bk. EI2, II, 126) mesnetsiz olduğunu göstermektedir. …