BERLİN’DE HAKİMLER VAR.. YA TÜRKİYE’DE?..

Images about #alisirmen tag on instagram

 

“İSTİHBARATIN YURTDIŞI DİNLEMELERİ MAHKEMELİK OLDU”

(“HAK HUKUK ADALET, İNSAN HAKLARI…” DİYEN VATANDAŞ, HEMEN SEVİNME..

(“MEVZUBAHİS OLAN VATANSA YANİ MİT’SE GERİSİ TEFERRUATTIR” DİYEN “YERLİ-MİLLİ” BEKASEVER, EBED-MÜDDETÇİ VATANDAŞ, SEN DE HEMEN ÖFKELENİP ZIPLAMA..

MEVZUBAHİS OLAN TÜRKİYE DEĞİL, ALMANYA..)

 

 

Millî Gazete, 14 Ocak 2020

Almanya’da Anayasa Mahkemesi, dış istihbarat servisi BND’nin yurtdışındaki izleme faaliyetleri nedeniyle gazetecilerin ve hak örgütlerinin yaptığı dava başvurusunu gündemine alıyor. …

… BND yasasında 2017 yılında yapılan değişikliklerle Alman dış istihbaratına yurtdışındaki yabancı ülke vatandaşlarının telekomünikasyonunun da izlenmesi imkanı tanınmış, muhalefet partileri dayanak olmaksızın kitlesel izlemeye imkân tanıyacağı gerekçesiyle düzenlemeye karşı çıkmıştı.

… Anayasa Mahkemesi duruşmada, … BND’nin veri toplaması ve yabancı istihbarat servisleriyle işbirliği gibi detaya dair çok sayıda soruya da yanıt arayacak.

“TEMEL HAKLARA RİAYET ETMEK ZORUNDAYIZ”

GFF (Alman Özgürlük Hakları Cemiyeti) Başkanı Ulf Buermeyer … Anayasa ile güvence altına alınan iletişim gizliliğinin BND açısından fiiliyatta geçerli olmadığını belirtti.

… Buermeyer, Alman Anayasası’nın insan onurunun dokunulmazlığıyla ilgili 1’inci maddesinin hükümeti “ister yurtiçinde isterse de yurtdışında olsun” temel haklara riayet etmek zorunda bıraktığını söyledi.

“Yurtdışındaki insanlar da insandır ve özel alanlarıyla ilgili haklara sahiptirler” diyen Buermeyer, Alman istihbarat servisinin bu hakka riayet edip etmeyeceğine serbestçe karar veremeyeceğini belirtti. …

*

Alman Anayasa Mahkemesi, dış istihbarat servisi BND’nin iletişim araçlarını izlemesinin anayasaya aykırı olduğuna hükmetti.

©️ Deutsche Welle Türkçe, 19 Mayıs 2020

 

Alman Anayasa Mahkemesi, dış istihbarat servisi BND’nin yurt dışındaki izleme faaliyetleri nedeniyle gazeteciler ve hak örgütlerinin yaptığı başvuruyu karara bağladı.

Mahkeme, BND’nin yurt dışındaki yabancıların “ülke güvenliği gerekçesiyle” telefon ve elektronik posta gibi ileşitim araçlarını izlemesini anayasaya aykırı buldu. Anayasa Mahkemesi, düzenlenemenin 2021 sonuna kadar güncellenmesini istedi.

Başvuru 2016 yılı sonunda yeniden düzenlenen BND yasasının Alman Anayasası ile çeliştiği iddiası üzerine yapılmıştı. Çok sayıda yabancı araştırmacı gazeteci, Alman istihbaratının telefon görüşmeleri ve elektronik postalarını izlemesinden endişe ederek davacı olmuştu.

Mevcut uygulamaya göre Alman istihbaratı somut gerekçe aranmaksızın Almanya dışındaki yabancıların telefonlarını dinleyebiliyor, elektronik postalarını inceleyebiliyordu. Ancak izleme faaliyetleri kişilerin temel hakları gözetilmek suretiyle yapılabiliyordu.

Kararda uygulamanın bu haliyle geçerli olamayacağı vurgulandı. Anayasa Mahkemesi, BND’nin izleme faaliyetlerinin bağımsız ve özerk bir organ tarafından daha kapsamlı denetlenmesi gerektiğini de belirtti.

… Alman Gazeteciler Birliği (DJV) Başkanı Frank Überall, … “Demokrasiyi koruması gereken bir istihbarat servisi, demokrasinin temel değerlerini ayaklar altına alamaz” şeklinde konuştu.

YENİ ŞAFAK YAYIN YÖNETMENİ KARAGÜL’ÜN MANTIĞIYLA DÜŞÜNÜRSEK,

BAZI ŞEYLERİ (MESELA “SİYASETÇİ PORNOSU” KASET ÇEKİMİNİ) TÜRK İSTİHBARATI YAPIP BİR KISMININ ÜSTÜNÜ FETÖ İLE ÖRTMÜŞ OLABİLİR Mİ? (ALMAN İSTİHBARATI ŞUNU BUNU “KULLANMAYI”, MANİPÜLE ETMEYİ BİLİYOR DA, TÜRK İSTİHBARATININ BAŞI KEL Mİ?)

YURTDIŞINA KAÇMIŞ OLAN PEKÇOK FETÖ’CÜYÜ, ONLAR ARASINDAKİ AJANLARI SAYESİNDE DERDEST EDİP TÜRKİYE’YE GETİREN, YANİ FETÖCÜLERİN İÇİNDEKİ ADAMLARINA OPERASYONUN ALTYAPISINI HAZIRLATAN TÜRK İSTİHBARATI, İÇİNDE “KAÇIRMA” OLMAYAN BAŞKA TÜRDEN OPERASYONLARI AJAN FETÖCÜLERE (“ABİ” KONUMUNDAKİ AJANLARINA) YAPTIRAMAZ MI?

BU FETÖCÜ ABİLERİN (GERÇEKTE İSTİHBARATÇILARIN) FAALİYETLERİ, SONRADAN FETÖ’NÜN KÖTÜLÜK HANESİNE YAZILAMAZ MI?

BÖYLECE BİR TAŞLA İKİ KUŞ VURULAMAZ MI? (YANİ ALMAN İSTİHBARATI BÖYLESİ İŞLER YAPAR DA, TÜRK İSTİHBARATININ ELİ ARMUT MU TOPLAR?)

VE DE BUGÜN KENDİLERİNE “KIYAK GEÇİLEN” FETÖCÜLERDEN BAZILARI, GERÇEKTE İSTİHBARAT’IN ADAMI (AJANI YA DA TORPİLLİSİ) OLABİLİRLER Mİ?

YOKSA TÜRK İSTİHBARATI, BECERİKSİZ OLDUĞU İÇİN BUNLARI YAPAMAZ MI?

YA DA ONLARDA “ALLAH KORKUSU VE TAKVA” BULUNDUĞU VE “ÇALIŞMA İLKELERİ” FARKLI OLDUĞU  (KUR’AN VE SÜNNET’İ, ŞERİAT’İ REFERANS ALDIKLARI) İÇİN BÖYLE ŞEYLERİ (AHLÂKÎ GEREKÇELERLE VEYA AHİRET KORKUSUYLA) YAPMAZLAR MI?

ŞU BİR GERÇEK: TÜRK İSTİHBARATI, ALMAN İSTİHBARATINDAN DAHA AZ “LAİK” (DİNLER ARASINDA TARAFSIZ, KURUM OLARAK DİNSİZ) DEĞİLDİR!

VE DE, FAALİYETLERİNE (YANİ DEVLET İŞLERİNE) DİNİ KARIŞTIRMAMA KONUSUNDA (İSTİSMAR HARİÇ) KESİNLİKLE ONLARDAN DAHA KATIDIR.

İbrahim Karagül

 

İbrahim Karagül

Almanya… İstihbaratı yapıyor, ırkçılarla örtüyor!

Yeni Şafak, 21 Şub 2020, Cuma

İslamofobi’nin merkezine dönüşen Almanya’da, bir süredir suskunluk gösteren aşırı sağ terör yeniden patladı. Bu sefer yangın yerine katliam yöntemiyle döndüler. Hanau kentinde Türkler ve Müslümanlar bir kez daha terörün hedefi oldu. 5’i Türk 10 kişi hayatını kaybetti.

Ne gariptir ki bu saldırı, Alman istihbaratının bir aşırı sağ hücreyi çökertmesinden, camilere saldırıların tırmanmasından, dini kurumlara daha fazla güvenlik çağrılarından hemen sonra gerçekleşti.

ZAMANLAMA DİKKAT ÇEKİCİ: AŞIRI SAĞINI ALMANYA’NIN JOHN BASS’İ Mİ YÖNETİYOR?

Ne gariptir ki bu saldırı, Almanya’daki aşırı sağı yönettiği söylenen ABD’nin Berlin Büyükelçisi Richard Grenell’in ABD İstihbarat Direktörü olarak atanmasıyla aynı anda gerçekleşti.

Bu durum bana; Ankara’dan Afganistan’a atanan, gidişinden hemen önce “DEAŞ Türkiye’ye saldırmıyorsa bizim sayemizde” gibi korkunç bir açıklama yapan John Bass’in durumunu hatırlattı. Çünkü Bass, DEAŞ saldırıları ve 15 Temmuz işgal girişiminin arkasındaki kritik isimlerden biriydi.

MERKEL: BU BİR ZEHİR… AMA BU KADAR DEĞİL..

Yine bu durum bana, Türkiye’deki Ergenekon operasyonlarının başlatılması ile Almanya’da Türklere yönelik sistematik saldırıların başlamasının aynı tarihe denk gelmesini hatırlattı. Eğer bu saldırılar devam ederse, Türkiye’de de bir şeyler olacağını mı düşünmeliyiz?

(…)

Güç inşa etme, merkez iktidar alanlarını güçlendirme, savunma kalkanlarına güç verme küresel ölçekte en güçlü eğilimdir ve bütün ülkeler bu eğilimin etkisi altındadır. Çünkü her ülke, yaklaşan büyük fırtınadan sağ çıkmanın yollarını arıyor.

Bazı ülkeler bunu güçlü liderlerle yapıyor. Türkiye, Rusya, ABD (Trump bunu deniyor), Çin, Hindistan gibiGüçlü lider çıkaramayan ülkeler ise, özellikle bu Avrupa’da kendini gösteriyor, aşırı sağı besleyerek toplumsal gücü devlet gücüne dönüştürme yolunu kullanıyor.

Bunların tamamında “öteki” olanın dışlanması, ülkeden çıkarılması esastır. Çünkü “öteki” olan bir zaaf alanı, zayıflık alanı olarak görülüyor. Avrupa’nın demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi bir kaygısı öne çıkmıyor artık. Avrupa’nın “birlikte yaşama” gibi bir önceliği yok artıkOnlar 2. Dünya Savaşı sonrasının değerleriydi ve çoktan terk edildi.

YÜZDEN FAZLA KUNDAKLAMA: “YAKMAK” ALMANYA’YA BİR ETİKET GİBİ YAPIŞTI.

Yeniden Almanya’ya dönelim ve geçmişten bazı notları tekrarlayalım:

Stuttgart yakınlarında bulunan Backnang’da bir apartman… Gece çıkan yangında anne Nazlı Özkan (40), Hatice Oruç (17), Yılmaz Soykan (14), Abdülkadir Soykan (8), İzzet Soykan (7), Yasin Soykan (6), Ahmet Soykan (3) ile 6 aylık Murat Soykan hayatını kaybetti.

2 Şubat 2008: Ludwigshafen’da, Solingen faciasını geride bırakan bir trajedi yaşandı. Beşi çocuk dokuz kişinin can verdiği olayla ilgili elli uzman dört hafta çalıştı. Ulaşabildikleri tek bir sonuç vardı o da yangının kundaklama olduğu.

Solingen’den Ludwigshafen’a yakarak öldürme geçmişi var Almanya’nın. “Yakmak” Almanya’nın üzerine bir “etiket” gibi yapışıyor sanki.

ALMAN FEDERAL SAVCILIĞI DOSYALARI BİRER BİRER KAPATTI… KANIT YOKMUŞ!

Genelde Türklerin oturduğu apartmanlarda tuhaf yangınlar çıkar, çocuklar ölür, cenazeler Türkiye’ye getirilir, iki ülke teskin edici açıklamalar yapar, medya ve sivil toplum kuruluşları yangınları gerçek anlamda sorgulamaz, Alman polisinin araştırmaları hep sonuçsuz kalır ve Alman savcılığı dosyaları bir bir kapatır.

Bugüne kadar hep böyle oldu. Yüzlerce ev kundaklandı ya da yandı. Bizi şaşırtan, yüreğimizi ferahlatan, kafamızdaki soru işaretlerini gideren hiçbir sonuç göremedik. Yüzlerce evin kundaklanma görüntüsübinlerce sokak kamerasından hiçbiri kaydetmemişti!

Daha sonra Alman makamları “kundaklama” ihtimalini bile devre dışı bıraktı. Ludwigshafen’daki saldırıyı çözemedikleri gibi, ondan sonra seri şekilde devam eden saldırıların hiçbirisini çözemedi!

ALMAN DERİN DEVLETİ YAPIYOR, AŞIRI SAĞLA KAMUFLE EDİYOR…

2 Şubattan sonra kundaklama olayları daha da arttı. Almanya sınırlarını aşıp Avusturya’ya, Viyana’ya uzandı. 4 Şubatta, Türklerin oturduğu binada çıkan yangında 16 kişi yaralandı. Aynı gece bir başka yerdeki yangında ise beş kişi yaralandı. Baden-Württemberg’de bir Türk ailenin evinde yangın çıktı.

16 Şubatta, Kuzey Ren Vestfalye’nin Gelsenkirchen kentinde çıkan yangında yedi Türk vatandaşı yaralandı. Pforzheim kentinde altı katlı bina kundaklandı. Yirmi dört gün içerisinde Türklerin oturduğu on yedi ayrı bölgede yangınlar çıktı. Saldırılar devam etti. Bir yıl içinde neredeyse yüze yakın kundaklama olayı yaşandı.

Bir derin devlet yapılanması, sistemik bir odak, Alman iç ve dış politikası ekseninde örtülü operasyonlar yapıyor, bu operasyonları da aşırı sağ çetelerle kamufle ediyordu. Kanaatlerim öyleydi. Hâlâ da öyle.

YAKMAK YERİNİ KATLİAMA BIRAKIYOR. ANLAŞILAN YÖNTEM DEĞİŞTİRİYORLAR

Alman Federal Savcılığı’nın bu kadar olay hakkında yürüttüğü “derin” soruşturmalarda bir görgü tanığı, bir kamera görüntüsü bulamaması kanaatimi daha da güçlendiriyor. Nihayetinde savcı da, bir basın toplantısı düzenleyip; “Kanıt bulunamamıştır” dedi ve dosyalar kapatıldı.

Yangınlar şüpheli, sıradan olaylar değildi. Bugüne kadar yapılan soruşturmalar da sonuçları da ikna edici değildi. Dönerci cinayetleri, cinayetlerdeki Alman istihbaratı bağlantıları sıradan olaylar değildi.

BAZI ŞEYLERİ YAŞAMAK İÇİN CIA’İN ELİNE DÜŞMEK GEREKMİYOR, TÜRKİYE’DE HERŞEY VAR..

 

(BİR TEK, ÇALIŞAN BİR KOMİSYON, “HERKESTEN HESAP SORABİLEN, BİRİLERİNE İMTİYAZ TANIMAYAN” BİR YARGI YOK..

[OLUMLU YAKLAŞIMI SEVEN İYİMSERLER ŞÖYLE DÜŞÜNSÜN:]

OLSUN, BU KADARCIK KUSUR KADI KIZINDA DA OLUR..

ÖRNEK BİR ÜLKEYİZ..

HERKES BİZİ KISKANIYOR..)

 

the report film ile ilgili görsel sonucu

 

the report movie ile ilgili görsel sonucu

the report movie ile ilgili görsel sonucu

the report film ile ilgili görsel sonucu

the report movie ile ilgili görsel sonucu

the report movie ile ilgili görsel sonucu

 

“ABD SENATOSU İSTİHBARAT KOMİTESİ’NİN ‘CIA ALIKOYMA VE SORGULAMA PROGRAMI’ ARAŞTIRMASINA DAYALIDIR” İFADESİYLE BAŞLAYAN BİR FİLM..

(TÜRKİYE’NİN DE BİR TBMM GÜVENLİK VE İSTİHBARAT KOMİSYONU VAR..

NE İŞ YAPAR DERSENİZ..

SADECE TATİL..)

 

Filmin Konusu

FBI ajanı Daniel Jones, CIA’nin şüpheli teröristlere yönelik işkence kullanımı hakkında kapsamlı bir soruşturma yürütür ve 11 Eylül saldırılarının ardından, CIA yeni sorgulama tekniklerini benimser. The Report filmini Scott Z. Burns yönetiyor ve 15 Kasım 2019 tarihinde gösterime girdi.

Storyline

Idealistic Senate staffer Daniel J. Jones, tasked by his boss to lead an investigation into the CIA’s post 9/11 Detention and Interrogation Program, uncovers shocking secrets.

 

FİLMDEN BİR MUHAVERE:

ÜÇLÜ SORGULAMA YÖNTEMİ (BİTKİNLİK, BAĞIMLILIK, KORKU)

 

CIA görevlisi bayan: Dr. Mitchell, tekniklerinizi açıklayabilir misiniz?

Psikolog Dr. Mitchell: Tabii.. ÜÇLÜ YÖNTEM: BİTKİNLİK, BAĞIMLILIK, KORKU. Dikkat çekme. … Stres pozisyonları. … Böcek kullanma. …

CIA görevlisi bayan: Bence çok etkili olabilir. …

Psikolog Dr. Mitchell: Bu yaklaşımlar Savunma Bakanlığı’nda tereddütlere yol açabilir.

CIA direktörü Rodriguez: Savunma Bakanlığı’nda değiliz, CIA’deyiz.

*

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (27) / DR. SEYFİ SAY

 

(https://tenbih.wordpress.com/2018/04/23/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-27-dr-seyfi-say/)

tuncay özkan barış terkoğlu zehir ile ilgili görsel sonucu

tuncay özkan barış terkoğlu zehir ile ilgili görsel sonucu

GASM’da (Gemi Adamları Sınav Merkezi) o tek başıma kaldığım ve damacanadaki su yüzünden zehirlendiğim odada karşılaşmış olduğum başka sorunlar da vardı, ve söz konusu zehirlenme olayı, benim için onların da, farklı bir anlam kazanmasını sağlayacaktı. Bir ara her sabah geldiğimde, odamın tavanının, duvarlarının, pencerelerin, büyük kara sineklerle kaplı olduğunu görüyordum. Evet, normal sinekler de değildi bunlar. İlk işim, odayı bunlardan temizlemek için uğraşmak oluyordu. Ki bir sabah yanıma gelen Denizcilik Müsteşarlığı uzmanlarından Tuğrul G. benim bu temizlik çabama şahit olmuş, o da bana yardıma koyulmuştu. Tuhaf olan, yan odada bu tür sineklerin hiç ortaya çıkmaması, salt benim kaldığım odayı mesken tutmalarıydı. Ben temizliği yaptıktan sonra herhangi bir şekilde gelen sinek de yoktu. Fakat her sabah geldiğimde bunların sürü halinde yeniden ortaya çıkmış olduklarını görüyordum. Tavanı incelemiştim, acaba geldikleri bir açıklık, delik vs. var mı diye, fakat birşey bulamamıştım. Bu böyle bir süre devam etmişti. Bir zaman da tam çalıştığım yerde, sanki bir fare ölüsü varmış gibi kötü bir koku ortaya çıkmış bulunuyordu. Beş altı metre kenara gittiğimde o kokuyu alamıyordum, masamın başına oturduğumda burnumun direği kırılıyordu. Masanın ve kenardaki dolabın altını üstünü, yanını yöresini, içini dışını gözden geçirmiş, birşey görememiştim. Sonra, yanı başımdaki dolabı diğer odaya götürmüş ve böylece kokudan kurtulmuştum. Fakat, o büyük kara sinekleri de, bu berbat kokuyu da, o zehirlenme olayına kadar, malum odakların bana bir iyiliği olarak değerlendirmek aklıma gelmemişti. Demek ki, insanın sağlığı bozulsun, günlük aktiviteleri aksasın diye masraf ve zahmet edip yiyecek ve içeceklerine “katkı maddeleri” eklemekle yetinmiyor, bir de, yaşadığı yerde rahat edemesin diye bu tür “kamu hizmetleri” de veriyorlardı.

Yıllar sonra Ankara‘da çalışırken de, tek başıma kaldığım eve bir akşam gittiğimde, kaldığım odanın pencere camında eşek arısı tabir edilen bir sarı arı görecektim. Ama bu, bildiğimiz türden sarı arılardan değildi, azman birşeydi. Bunun, özel olarak getirilmiş olduğunu anlamıştım. Gündüz ben yokken hemen her gün eve girmekte, kapalı kapıyı açmakta, açık olanı kapatmakta, bana böylece mesaj vermekteydiler. Bunun için kimi kullanıyor olabilirlerdi acaba, emekli memur olan apartman yöneticisini mi? Aylar sonra, bu işi, tam karşımdaki dairede oturan ve genç bir oğlu bulunan emekli memura yaptırıyor olduklarından kesin biçimde emin olmuş ve evin içine, kapının kenarına, “Karşımda oturan köpek, evime girenin sen olduğunu biliyorum” yazılı bir levha asmıştım. Bunun ardından, girmeye devam ediyor olsalar da, geride işaret bırakıp “nanik yapma” şımarıklığını terk etmişlerdi.

Evet, GASM’dayken yaşadıklarım sadece bu tür şeyler de değildi, yollarda birkaç kez taciz de edilmiştim. O da ayrı bir dertti.

O zehirlenme olayını yaşadıktan sonra çalıştığım odada su bulundurmadığım gibi, şüphelendiğim zaman, yer ve durumlarda birşey yiyip içmemeye dikkat etmeye başlamıştım. Bazen de, bana çay getirenleri test ediyordum. 2013 yılında Erciyes Üniversitesi İletişim Fakültesi‘nde çalışmaya başladığımda, fakülte yönetimine ve benim gibi öğretim üyelerine çay getiren hizmetliyi bir gün böyle bir sınamadan geçirmiştim. Önüme çayı bıraktığında, sükunetle, “Bu çayda zehir var mı?” diye sormuştum. Çaycının halinde herhangi bir değişiklik, bir panikleme vs. olmamış, hafif gülümseyerek “Yok” demişti. “Hayır, var” demiştim, “bu çaylar birçok işlemden geçiyor, katkı maddeleriyle biraz zehire dönüşüyorlar, attığımız şeker de bir tür zehir” diyerek konuyu geçiştirmiştim. Çaycı, temizdi.

Ancak, öğrencilerin de yararlandığı kantin için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. 2009 yılından sonra İstanbul’da yiyip içtiğim şeylere dikkat ettiğim için iki yıl kadar sonra vücudumdaki yaralar ortadan kaybolmuş bulunuyordu. Kayseri‘ye yerleştiğimde sağlığım yerindeydi. Fakat öğretim yılı başladıktan birkaç ay sonra bir gün kantinde çay içip tost yiyecektim ve hemen ardından vücudumda tekrar yaralar çıkacaktı. O sırada gördüğüm rüya da, bunun, (hafif dozda, bir defada değil, yavaş yavaş, süründürerek öldürecek nitelikte olsa da) zehirli şeyler yemekten kaynaklandığını gösterecekti. Rüyamın tabiri, İmam Nablusî’nin tabir kitabına göre, zehirli şeyler yiyip içmekti. Evet, Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürlüğü’nde, 2007 yılı sonlarından itibaren bana hafif dozda, salt karaciğerime zarar verip yaralar açacak şekilde zehir vermiş olmalıydılar. Buna, GASM’da da, H. K.‘nın bıraktığı damacana sayesinde devam ettikleri kanaatine varmıştım. Yaşadığım o ağrılı ve sancılı zehirlenme olayı ise, artık benden sessiz sedasız tümden kurtulmak için attıkları, “yavaş yavaş öldürmek yerine bir defada kurtulma” adımıydı. Ama ölmemiştim. Bununla birlikte, etkisi tümden geçmiş değildi, vücudum yara bere içindeydi, elimin üstü bile yaralarla kaplıydı. O sıralarda merhum dayım bir gün evime uğramış, yüzüme dikkatlice bakmış, “Sen hasta mısın?” diye sormuş, “Yüzün çok sararmış, hasta görünüyorsun” demiş bulunuyordu.

O çay ve tost olayından sonra Kayseri‘de fakülte kantininden birşey yiyip içmemeye dikkat etmeye başlamıştım. Şayet nadiren de olsa çay içersem, çayın bardağa gözlerimin önünde konulmasına dikkat ediyordum. Kantinden odama çay istediğim zaman da bunu asla tek çay olarak istemiyor, en az üç çay olmasına, ve bunlardan rastgele birinin bana verilmiş bulunmasına özen gösteriyordum. Nedendir bilinmez, bir süre sonra, fakülte yönetimine çay servisi yapan çaycının bana çay servisi yapmasına engel olmuş bulunuyorlardı. Bu yüzden, yanımda içme suyu getirmeye başlamıştım. Daha çok da maden suyu getiriyordum. Evden okula yürüyerek geliyor, yolda bir bakkaldan maden suyu alıyordum. Bir gün, bakkalın dolaptaki şişeler içinden herhangi birini değil, kenara konulmuş birini verdiğini görmüştüm. Onu içmemiş, o günden sonra başka bir bakkaldan maden suyu almaya başlamıştım. Bir cuma günü bakkal beni lafa tutmuş, kim olduğumu, ne iş yaptığımı vs. sormuş, ve o hafta sonu sindirim yollarımda ciddi rahatsızlık yaşamıştım. Acaba içtiğim maden suyuyla ilgili olabilir miydi, bunu bilemezdim, fakat korkulu rüya görmektense uyanık durmak daha iyiydi. Bu yüzden, o günden sonra üçüncü bir bakkaldan alışveriş yapmaya başlamıştım. Ancak, bir gün bakkal dükkânına girdiğimde, önünde müşteri olarak bekleyen 14-15 yaşlarında birkaç kız öğrenci olduğu halde bakkal, beni görünce heyecanla “Hah” deyip yerinden hızla fırlamış, birşey söylememi beklemeden hemen dolaba yürüyüp bir maden suyu şişesi getirmişti. Evet, bir tuhaflık vardı. Yolda şişeyi bir çöp bidonuna atmıştım.

Türkiye’de bu tür şeyleri yaşayan tek kişi ben de değildim. Odatv.com yazarı Barış Terkoğlu, 20 Mayıs 2016 tarihli yazısında, Tuncay Özkan‘ın zehirlenmesi olayını gündeme getirmiş bulunuyordu. Terkoğlu, 2012 yılında Silivri 4 No’lu Cezaevi’nde birlikte altı ay geçirdiği Tuncay Özkan için, “Tuncay Özkan hastaydı. Teni sararıyordu. Vücudunda lekeler çıkmıştı” diye yazıyordu. “Bu sararma hali öyle dikkat çekiciydi ki” diyordu, “ziyaretçilerin gördükleri sayesinde konu bir süre sonra dışarıda da tartışıldı“. Terkoğlu’nun aktardığına göre, Tuncay Özkan’ın kendisi de, yazdığı kitabında durumunu şöyle anlatmıştı: “Aniden sararmaya, yaralar dökmeye başladım. Revire kaldırıldım, kimi zehirlendiğimi, kimi siroz olduğumu, kimi portakalı fazla kaçırdığımı o yüzden sarardığımı, kimi de psikolojik olduğunu söyledi. Hastaneye sevk edildim, tetkik üstüne tetkik; teşhis konulamadı.”

Evet, hastanede tetkik üstüne tetkik, inceleme üstüne inceleme, araştırma üstüne araştırma yapılmış, fakat Tuncay Özkan’ın sararmasının ve “yaralar dökme”sinin nedeni anlaşılamamıştı. Fakat bir akşam, Barış Terkoğlu’na bir sır verecekti: “Beni burada zehirlediler. O yüzden sararıyorum.” Terkoğlu “Nereden bildiğini, emin olup olmadığını” sormuştu. Özkan’ın ona anlattığına göre, “Ergenekon Davası’nın tutuksuz sanığı olan doktor dostu bir duruşma arasında onun kan örneğini almış, o örneği dışarıya incelemeye götürmüş, tahliller sonucunda vücudunda yüksek miktarda DDT D-6 olduğu anlaşılmıştı”. Bu yüzden, dışarıdan gizlice getirttiği ilaçlarla tedavi olmaya çalışıyordu. Bunu rağmen iyileşememiş, hastalığı hapisten çıktığı zaman da sürmüştü. Tedavi için Almanya’ya gitmiş, vücudunda zehir bulunduğu bir kez daha teyit edilmişti.

Terkoğlu, hapiste birlikte geçirdikleri altı aylık zamandan dört yıl sonra, 2016 yılının Mayıs ayı başında ziyaret ettiği Tuncay Özan’ın, önemli bölümü zarar görmüş olan karaciğerine kök hücre tedavisi yapılmış olduğunu, şimdi durumunun düzelmiş bulunduğunu öğrenmişti. Ona, Almanya’dan aldığı raporları da göstermişti. Vücudunda bir dizi zehirli madde vardı. Doktorlarından öğrendiğine göre, bunlardan üç tanesi vücudunun dengesini bozmuştuDDT D6‘dan daha büyük zararı veren iki radyoaktif madde vardı: Strontium carbonicum D8 ve caesium chioratum D8. Bu maddeler karaciğerinden başlayarak vücuduna yayılmıştı. Dişlerine kadar sirayet etmişti.

Terkoğlu’nun yazdığına göre, Tuncay Özkan Cemaat‘ten, yani FETÖ’den şüphelenmekteydi. Ancak, Terkoğlu’nun yazısından bir ay kadar sonra Sözcü gazetesinde yayınlanan bir haber, konuya başka bir boyut getiriyordu: İstihbarat teşkilatı (gizli servis) boyutu. Başak Kaya’nın 18 Haziran 2016 tarihli haberinde belirtildiğine göre, Tuncay Özkan’ın vücudunda bulunan radyoaktif maddeler “sadece istihbarat birimlerinin ulaşabileceği nitelikte” idi. Ayrıca Alman doktorlar, zehirlerin kapalı ayran kutusuna ve soğanın içine şırınga ile enjekte edilerek verilmiş olabileceğini söylemiş bulunuyorlardı.

Barış Terkoğlu’nun yazısını okuduğumda, FETÖ‘nün isminin burada, hazır bir günah keçisi ve “makul şüpheli” olarak “kullanılmış” olabileceğini düşünmüş bulunuyordum. MİT eski Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür‘ün istihbarat faaliyetleri için kullandığı “Oyun içinde oyun vardır” sözünü yabana atmamak gerekiyordu.

Birincisi, Tuncay Özkan’ın zehirlenmesi olayını gerçekten FETÖ tezgâhlamış olsaydı, bu kadar Cemaatçi tutuklanmış ve perişan edilmişken, onu zehirleyenlerin kendilerini kurtarmaları mümkün olmazdı. Mutlaka deşifre olur ve açığa çıkarlardı. Ve FETÖ’nün kirli çamaşırlarından “zehirleme faslı“na dair çarşaf çarşaf haberleri yandaş TV kanalı ve gazetelerden alırdık.

İkinci birşey daha vardı: Terkoğlu’nun yazdığına göre, sararıp yaralar döken Tuncay Özkan önce hapishanenin revirine kaldırılıyor, sonra hastaneye gönderiliyor, burada “tetkik üstüne tetkik” yapılıyor, ve hiçbir sonuca ulaşılamıyordu. Fakat bir başkası, Almanya’da da değil, ülke içinde “gayriresmî” tetkik yaptırınca, olayın bir zehirleme vakası olduğu anlaşılıyordu. Buradan çıkan sonuç, söz konusu zehirleme hadisesinin, sadece zehirleyenleri değil, hastane çalışanlarını da kapsayan “organize” bir faaliyet olduğuydu. Zehirleyen şahıslar meçhuldü, fakat hastanede sözde tetkik üstüne tetkik yapanların kimler olduğu malumdu. Bu durumda onların sorgulanması ve FETÖ’cü olup olmadıklarının araştırılması, meselenin içyüzünün anlaşılmasını sağlayabilirdi.

Bunun yapılmadığı anlaşılıyordu.

Bana göre, yapılmayacaktı da.. Hastanede sözde “tetkik üzerine tetkik” yapanlar sorgulanmayacak, masa başı bir senaryo ile FETÖ’ye lanet okunarak iş geçiştirilecek, “Canbaza bak, canbaza!” numarasıyla kamuoyu uyutulacaktı.

 

(Devamı için bakınız: 

https://tenbih.wordpress.com/2018/04/23/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-28-dr-seyfi-say/)

 

 

KILIÇDAROĞLU’NUN SÖYLEDİĞİNİ, “DAMDAN DÜŞMÜŞ” OLAN BEN, BEŞ YIL ÖNCE, YAŞADIKLARIM YÜZÜNDEN (KESİN BİÇİMDE, YÜZDE 100 EMİN OLARAK) ANLAMIŞTIM..

SÖYLEYİP YAZDIM DA..

KILIÇDAROĞLU BUNU YILLAR SONRA SÖYLÜYOR..

ANCAK O, BANA GÖRE AVANTAJLI..

AÇIKLAMIYOR OLSA DA, KONUMU, YAŞADIĞI YER VE ÇEVRESİ İTİBARİYLE, “İSTİHBARATIN BAŞKA BİR BÖLÜMÜ”NDEN BİLGİ ALMA AVANTAJINA SAHİP..

VE O BUNLARI SÖYLERKEN KİMSE ONA “PARANOYAK, VEHİMLİ” DİYEMİYOR..

BANA KARŞI İSE, KILIÇDAROĞLU’NUN SÖZÜNÜ ETTİĞİ “DEVLETİN İSTİHBARATININ BELLİ BİR BÖLÜMÜ” DAİMA, ADAMLARI VASITASIYLA “PARANOYA, VEHİM” VS. YAFTALARIYLA SALDIRDILAR..

HÂLÂ DA SALDIRIYORLAR..

BİR DE, BUNLARA ALDANAN, KUYRUKLARINA TAKILAN, BASİRET VE FİRASETTEN NASİPSİZ ANGUT VE GERİ ZEKÂLILAR TAİFESİ VAR..

 

 

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu devletin istihbaratı ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu devletin istihbaratı ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu istihbarat ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu istihbarat ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

kılıçdaroğlu MİT ile ilgili görsel sonucu

 

 

Kemal Kılıçdaroğlu Odatv’ye konuştu

Cumhuriyet Halk Partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdik…

“İSTİHBARAT ÖRGÜTÜNÜN İÇİNDEKİ BİR KOL…”

– Saray sosyetesi, dediniz. Biraz açar mısınız…

… Saray sosyetesinin bir başka özelliği, bunların sürekli kendilerini ve yandaşlarını koruyan bir politika izlemeleri. Örneğin; çok yakın birisi milletvekili olmamışsa, hemen onu büyükelçi atayabiliyorlar. Bir başkasını bakan yardımcısı olarak atayabiliyorlar. Bir başkasını devlette önemli bir göreve getirebiliyorlar. Dolayısıyla, Saray’ın ayrı bir dünyası var… Ve tümüyle halktan kopuk durumda. Saray’a yakın olan, yani Erdoğan’a yakın olanlar ödüllendiriliyorlar. Ve bunların kesinlikle Erdoğan aleyhinde hiçbir yerde konuşmamaları lazım. Çünkü konuştukları an bilgi derhal Erdoğan’a gidiyor. Devletin istihbarat örgütünün belli bir bölümü de sadece ve sadece Erdoğan’a ve Saray’a hizmet ediyor. Onların çıkarlarına uygun olarak üretilen politikaların paralelinde çalışma yapıyorlar. Bugün gazetelerde yer alan isimlerin kaynaklandığı yer de, devletin içinde yer alan ve devlete değil Saray’a hizmet eden örgütlerden kaynaklanıyor. Daha açık ifade edelim; istihbarat örgütünün içindeki Saray’a yakın bir kolun Saray’ın çıkarlarına hizmet etmesinden kaynaklanıyor….

HALBUKİ TÜRKİYE’DE BİR 15 TEMMUZ YAŞANDIĞINA GÖRE, MİT FESHEDİLMEYİ ANASININ AK SÜTÜ GİBİ SONUNA KADAR HAK ETMİŞTİ..

AMA ÖYLE OLMADI..

GALİBA İŞİN İÇİNDE (ERDOĞAN’IN BİLDİĞİ, BİZİM BİLMEDİĞİMİZ) BAŞKA İŞLER VAR..

İSTİHBARAT GİZLİ SERVİS ile ilgili görsel sonucu

İSLAMCILARI ELEŞTİRİYORUZ DİYEREK ‘EV ZENCİSİ’ ROLÜNÜ OYNAYAN,

SÜREKLİ İSLAM DÜNYASI İLE BATI’YI KIYASLAYAN UCUZ KAHRAMANLAR,

TASMANIZ ÇUKURLARIN ELİNDE DEĞİLSE,

YABANCI İSTİHBARAT SERVİSLERİYLE BİZİMKİNİ DE KIYASLAYIN

 

O ülke istihbarat servisini feshedecek

Arjantin Cumhurbaşkanı Cristina Fernandez de Kirchner, bir savcının gizemli ölümünün ardından, istihbarat teşkilatını feshedeceğini açıkladı.

27.01.2015 08:30
Cumhurbaşkanı Fernandez, yeni bir yasa taslağı hazırladığını ve istihbarat yapısını baştan kuracaklarını duyurdu.
Savcı Alberto Nisman, üst düzey devlet yetkilileri aleyhine tanıklık etmesine saatler kala Buenos Aires’teki dairesinde ölü bulunmuştu. Evden ayrıca bir silah çıkmıştı.
Savcının ölümü araştıran görevliler önce intihar ettiğine inandıklarını söylemiş, ardından cinayet ya da intihara zorlama ihtimallerinin de bulunduğunu belirtmişlerdi.
‘İran’ın rolünün üstü örtüldü’ suçlaması
Nisman, 1994 yılında başkentteki Yahudi merkezine düzenlenen bombalı saldırıyı soruşturuyordu. Söz konusu saldırıda 85 kişi hayatını kaybetmişti.
51 yaşındaki savcı, Cumhurbaşkanı Fernandez ve Dışişleri Bakanı Hector Timerman da dahil, üst düzey bazı hükümet yetkililerini olayla ilgili suçlamıştı.
Savcı, söz konusu hükümet yetkililerinin bombalı saldırıda İran’ın rolünün üstünü kapattıklarını öne sürüyordu.
‘Federal İstihbarat Ajansı’na geçilecek’
Fernandez televizyonda yaptığı konuşmada, istihbarat servisinin cunta yönetiminden bugüne aynı yapılanmaya sahip olduğunu söyledi.
Arjantin’de cunta yönetimi 1983’te sona ermişti.
Fernandez, istihbarat servisinde reform için bir yasa taslağı hazırladığını duyurdu ve Kongre’de acil bir toplantı ile söz konusu taslağın görüşüleceğini belirtti.
Cumhurbaşkanı planının istihbarat servisini feshetmek ve Federal İstihbarat Ajansı kurmak olduğunu söyledi ve “Suçsuzlukla mücadele hükümetimin önceliklerinden olmuştur” dedi.
Fernandez ayrıca Nisman’ın ölümünün intihar olduğuna inanmadığını da sözlerine ekledi.
Kaynak: BBC Türkçe

İSTİHBARATÇILAR VE BAĞIRSAKLARIN İFLASI..

Gazeteci Ataman: Cezaevinde bağırsaklarım iflas etti

Gazeteci Ataman: Cezaevinde bağırsaklarım iflas etti

 

İki yıldır tutuklu bulunan DİHA muhabiri Ziya Ataman mektup gönderdi.

11 Nisan 2016 tarihinde tutuklanan Ataman cezaevinde yaşadıklarını MA’ya gönderdiği mektupla anlattı.

Haber takibi sırasında gözaltına alınıp bir gün sonra tutuklandığını ifade eden Ataman, “Tutuklanmam çok acayip oldu. Savcı adli kontrol şartı ile beni bırakmak isterken kapıdan beliren istihbarattan 3 kişi mahkemeye sevk edip tutuklanmamı istedi. Adli kontrol şartı verdikten sonra birden karar değiştirmelerindeki sebebin ne olduğunu söylediğimde ise cevabı alamadım. Mahkemede ise hakime bu durumu izah etmeme rağmen duymazlıktan geldi. Ve sonuçta mahkeme heyeti ile karşı karşıya bıraktılar” dedi.

‘BAĞIRSAKLARIM BOZULDU’

Cezaevinde yaşanan birçok olumsuzluktan dolayı mide ve bağırsaklarında sıkıntılar oluşmaya başladığını söyleyen Ataman, “Elbet bunu sadece yaşadığım sıkıntılara bağlayamam. Bunda yemeklerin etkisi de var. Başvurumdan 2 buçuk ay sonra kaldırıldığım revirde doktor bağırsaklarımın iflas ettiğini söyledi. Ve basında haberim çıkana kadar da beni hastaneye sevk etmediler. Haberim çıktığı günün ertesi sabahında beni merkezdeki araştırma hastanesine götürdüler. Ama sadece kan örneğimi alıp gönderdiler. İlaç yazıp böylece üstünü kapatmak istediler. Ben de ilaçlara bağlı olarak yaşamımı idame ettiriyorum. Olumsuz başka yanları da oluşan sancıdan dolayı günlerce uykusuz kalmam ve sonucunda da uykusuzluğun yarattığı unutkanlık oluştu bende. Telefonuma çıkan yeğenimi tanımama rağmen ismi bir türlü aklıma gelmiyor. Bu yaşananlar beni çok etkiledi. Arkadaşlarımın desteğiyle şu an iyiyim” diye yazdı.

(https://www.artigercek.com/gazeteci-ataman-cezaevinde-bagirsaklarim-iflas-etti)

*

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (4) / DR. SEYFİ SAY

 

ANKARA’DA, “DERİN KURTLAR”IN SOFRASINDA

Akşam söz konusu yemeğe Mustafa ile birlikte gittiğimizde, tanımadığım dört-beş kişi ile karşılaşmış bulunuyordum. Ev sahibi de buna dâhildi.

İstanbul’da yaşıyordum.. Yazılarımın yayınlandığı gazete kapanmıştı.. İşsizdim.. Nureddin Coşan’ın aleyhimdeki sözleri ve Necmi Sarıyer’in bunları tüm Anadolu sathına yayma konusundaki büyük cehd ve gayretleri yüzünden Cemaat tarafından da kısmen dışlanmıştım.. Ve, böyle bir ortamda, Ankara’dan hiç tanımadığım birisi beni evine yemeğe davet ediyordu. Orada, yine hiç tanımadığım simalarla karşılaşıyordum. Bunlar, beni Sağduyu gazetesindeki yazılarımdan tanıyan ve “görüşlerimi paylaşan” insanlar olmalıydılar.. Ama hayır, durum bu da değildi.. İçlerinden en yaşlı olanları “abi” ya da “âmir” konumunda görünüyordu, ortama hâkimdi. Sohbet koyulaşınca bana yönelttikleri sorular, bu insanların, hiç de İslamcı sayılamayacaklarını göstermişti. Aslında bunlar, beni test ediyorlar, fark ettirmeden çapraz sorguya çekiyorlardı; fakat bunun tesadüfî bir olay değil, organize ve planlı bir faaliyet olduğunu sonradan düşünecektim..

Doğal olarak, benim gibi biriyle bu şekilde bir yemekte biraraya gelmek için kendilerince önemli sebepleri bulunan kişiler, Nureddin tarafından sürekli sırtımdan hançerlenmiş olduğumu biliyor olmalıydılar (Şimdi gayet iyi biliyorum ki, o arkadan hançerleme olayının planlayıcısı ve uygulayıcısı da onlardı, ya da onların bir parçası olduğu şebeke). Onun, babasıyla olan ilişkilerimi de sorunlu hale getirdiğinin farkında görünüyorlardı. Necmi’nin Van’dan Antalya’ya uzanan bir coğrafyada yaptığı “hizmet”ler yüzünden Cemaat’in bana karşı mesafeli hale geldiğinden de haberdar gibiydiler. Nureddin’in, Hakyol Vakfı’nda çalışmam için bana yapılan teklifi veto ettiğini de duymamış olamazlardı. BBP’lilerle onların günlük gazetesinde yazmam için yaptığım anlaşmayı Nureddin’in sabote ettiğini de herkesten iyi bildikleri düşünülebilirdi. Benim gibi, böylesi durumlarla karşılaşmış bir insanın, Mustafa Cantürk tarafından dile getirilen yeni arayış ve kuşkuları onaylaması, kendisine sunulan fırsatları değerlendirmesi, ve o gün akşam yemekten sonra “attıkları zarfları” geri çevirmemesi gerekirdi. Ancak ben, tam aksi yönde hareket etmiştim. Bu yüzden, sıcak başlayan ortam bir aşamadan sonra gerginleşmiş, soğumaya başlamıştı.

Ortama hâkim olduğu görülen “ağır abi”, o akşam, benden istediği cevapları alamamıştı.. Ve böylece, benimle ilgili düşünceleri artık değişmiş bulunuyordu. Oradan ayrılırken, söz konusu “ağır abi”nin gergin, biraz sinirli ve hayalkırıklığına uğramış vaziyette olduğunun farkındaydım. İlginç olan, Mustafa’nın, evine dönerken ve döndükten sonra, akşamki konuşmalara dair hiçbir yorum yapmamış, tek kelime bile etmemiş olmasıydı. Başka birşey yapmıştı Mustafa. Evine döndüğümüzde, hanımının da o akşam için bana yemek hazırlamış olduğunu söyleyerek önüme zorla sofra kuracak, ısrarla tekrar yemek yedirecekti. Oysa, önceki gün akşam beni İstanbul’a dönmekten o akşamki yemek davetini bahane ederek vazgeçirdiğine göre, hanımının benim için yemek hazırlamış olması imkânsızdı. Bu yemeğin etkisini, yaklaşık üç gün boyunca çok fena bir şekilde hissedecektim. (Bundan çok daha kötüsünü, on yıl sonra, Haziran 2009’da, Muhsin Yazıcıoğlu‘nun helikopter cinayetinde vefatından yaklaşık iki ay sonra yaşayacaktım. Cuma namazı öncesinde, yalnız benim kullanmakta bulunduğum damacanadan içtiğim sudan zehirlenecek, 22 saat boyunca rahatsızlık yaşayacak, bütün gece boyu ve ertesi sabah, Cumartesi günü saat 10:00’a dek acılar içinde kıvranacaktım. Sonra da üç gün boyunca kafam yerinde olmayacaktı.)

Ertesi sabah, Mustafa’nın beni İstanbul’a gitmek için otobüs terminaline bırakması gerekiyordu. Ona, doktora tezim için materyal topladığımı, İstanbul kütüphanelerinde bulamadığım üç tane kitabın Türk Tarih Kurumu kütüphanesinde mevcut bulunduğunu, önce oraya gideceğimi söylemiştim. Mustafa beni, Kurum’un yakınında bırakmıştı. Kütüphanede söz konusu kitaplardan not alırken, birden bire, Mehmed Zahid Efendi ile ilgili programa bile gelmemiş olan Efdal Orhan’ın başucumda belirdiğini görmüştüm. Efdal Orhan, daha önce sözünü ettiğim Ankara’da yaşayan, benim ABD konsolosluğundaki vize sorunumu çözmek için bayan milletvekili O. A.’i devreye koymayı teklif eden, daha sonra da İHA’da çalışırken bana, maaşımın ne kadar olduğunu sormak için telefon edecek kişiydi. Söylediğine göre, Mustafa’dan burada olduğumu öğrenip gelmişti. Evet, Mustafa, bu şahıs, ve akşamki yabancılar, aynı ekibin, koordineli hareket eden elemanlarıydılar, fakat bunu daha sonra anlayacaktım. O zamanlar henüz, malum odağın suret-i haktan görünen elemanları tarafından paranoyak ve evhamlı olarak suçlanmamı hak ettirecek bir “kritik/eleştirel ve analitik” bakışa sahip değildim. Malum odakların kâmil insan ve derviş ahlâkı olarak çok beğenip sürekli aşılamaya çalıştıkları, onlar için gayet rahat bir çalışma ortamı sağlayan sınırsız hüsn-ü zan ve hoşgörü tutumu içindeydim.

 

(https://tenbih.wordpress.com/2018/04/12/27096/)

ÖZAL’IN ZEHİRLENDİĞİNİ MÜŞAVİR BİLİR, MİT BİLMEZ..

ÇÜNKÜ MİT’İN İŞİ İSTİHBARAT..

ÖZAL ÖLDÜ ile ilgili görsel sonucu

MERHUM ÖZAL, “TÜRKİYE NİYE KALKINAMADI? ÇÜNKÜ … BİZDEKİ ÜST YÖNETİCİLERİ ÇOK KOLAY SATIN ALIYOR VE YÖNLENDİRİYORLAR” DEMİŞ..

PEKİ MİT’İ VE ÜST YÖNETİCİLERİNİ SATIN ALMIŞLAR MI?

HAYIR!

HAYIR, ÇÜNKÜ İNSAN “ZATEN SAHİP OLDUĞU MALI” SATIN ALAMAZ.

ZAMANIN MİT MÜSTEŞARI DÜRÜST ADAMMIŞ, “BEN MİT MÜSTEŞARLIĞI YAPMADIM, CIA’NIN ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜNÜ YAPTIM” DİYE KONUŞABİLMİŞ, PALAVRADAN BAĞIMSIZLIK EDEBİYATI YAPMAMIŞ, KENDİSİNİ VE BAŞKALARINI KANDIRMAYA ÇALIŞMAMIŞ.

O, CIA’NIN ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜNÜ YAPMIŞTIYSA, EMRİ ALTINDAKİLER CIA’NIN NESİ OLUYORDU PEKİ?

VE DE MİT, 28 ŞUBAT’TA CIA’NIN NESİ KONUMUNDAYDI?

TURGUT ÖZAL, CIA VE MİT..

VE ÖLÜM..

*

Dikkat çeken sözler… ‘Turgut Özal’ı limonatayla zehirlediler’

19.06.2018 – 15:36 | Son Güncelleme: 

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, memleketi Afyonkarahisar’da bir otelde muhtarlarla bir araya geldi….

Muhtarlarla düzenlenen toplantıda konuşan Bakan Eroğlu, merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yatırım ve hizmetlere çok destek verdiğini dile getirdi. Eroğlu, “Özal gerçekten çok büyük düşünen kapasiteye sahipti. Allah rahmet eylesin. Hatta onun sözünü daima hatırlıyorum. Kendisi şunu diyordu; Ya Türkiye niye kalkınamadı…. Aynen şöyle söylüyor; Türkiye niye kalkınamadı? Çünkü yabancılar Türkiye üzerinde çok dolaşıyor. Bizdeki üst yöneticileri çok kolay satın alıyor ve yönlendiriyorlar. Türkiye’nin bu derece kalkınmada geç kalmasındaki sebep budur. Ben Özal’a yakın bir başbakan müşavirinden dinledim. Onu aslında zehirlediler. Bir yerde limonata içmiş ve içine zehir katmışlar. Hayatını kaybetti. Turgut Özal da şehit oldu. Bana göre şehit oldu” dedi.

BU GAZETELERİ HANGİ İSTİHBARAT SERVİSİ KULLANIYORDU?

 Mahir Kaynak’tan 28 Şubat anıları

Mahir Kaynaktan 28 Şubat anıları

 

Post modern darbe olarak bilinen 28 Şubat sürecinin 14’üncü yılında, MİT eski daire Başkanı, Prof. Dr. Mahir Kaynak, Takvim‘e dikkati çeken açıklamalar yaptı. …

‘Hocam seni öldürecekler’
Kaynak, kendisini öldürme planını duyduğunu da vurguladı:
“2 istihbaratçı geldi ve ‘Hocam seni öldürecekler, seni yurtdışına kaçıralım’ dedi. ‘Pasaportum bile yok’ dedim, ‘Biz hazırladık bile’ dediler. Ertesi gün haberlerde ‘Mahir Kaynak, Berlin’de’ diye yazı gördüm. Bunun bir operasyon olduğunu anladım ve kaçmayı kabul etmedim. Ya beni yok edeceklerdi ya da yakalatıp, ‘Mahir Kaynak kaçtı, yakaladık’ diyeceklerdi”
açıklamasını yaptı. …
*

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (1) / DR. SEYFİ SAY

images

… Evet, 28 Şubat 1997 günü Türkiye’de korku dağları tutmuştu. Bu korku havasını dağıtmak için olsa gerek, Prof. Dr. M. Es’ad Coşan Hocaİslâm Dergisinin Mart 1997 tarihli sayısı için kaleme aldığı başyazısında oldukça sert tepki göstermiş, 28 Şubat olayının arkasında İsrail’in bulunduğunu açıkça yazmıştı. O ay başyazının geciktiğini, ayın hemen başında çıkması gereken derginin başyazısının 5 Mart günü veya daha sonra geldiğini hatırlıyorum. “Yayıncı’dan” imzasıyla daha önce kaleme almış bulunduğum editör sunumunda ben de benzer bir üslup ve içeriğe yer vermiş bulunuyordum. Bunun yanı sıra, M. Es’ad Coşan Hoca’nın son aylardaki gelişmelere ilişkin sert bir konuşmasının kaset çözümüne de sayfalarda yer ayırmıştım. Ayrıca resim olarak, Es’ad Coşan Hoca’yı elinde pompalı tüfek olduğu halde beyaz cübbe ve sarıkla gösteren bir fotoğrafa yer vermiştim. Genel Müdür K. Y. A. bundan hoşlanmamıştı, fakat gelen başyazı üzerine çıkarılması yönünde bir tavır da koy(a)mamıştı. Ancak, benim bu kaset çözümü için belirlediğim yazı başlığını, sert bulduğu için değiştirmiş bulunuyordu. Bundan benim haberim yoktu, değişikliği dergi basılmış halde elime gelince fark etmiştim. Ancak, Radikal Gazetesi’nin 21 Mart 1997 tarihli sayısında yer alan ve İslâm Dergisi’ni konu edinen bir haber, dergimizde, bu değişikliğin de ötesinde bazı “dolaplar” döndüğünü anlamamı sağlamıştı. Çünkü gazetedeki haberde, derginin basılmış halindeki söz konusu yazı başlığı değil, benim belirlediğim ve baskıya girmeyen başlık aktarılıyordu….(https://tebyin.wordpress.com/2013/08/18/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-1-dr-seyfi-say/)

.

GİZLİ SERVİSLERİN / İSTİHBARAT TEŞKİLATLARININ “İŞ AHLÂKI” YA DA “HİZMET TARZI” (BUNLAR, RİYA GİRER DİYE HAYIRLARINI “GİZLEYEN” İNSANLAR DEĞİL.. “GİZLİ” ÇALIŞMALARININ NEDENİ BAŞKA)

*

CIA ajanından çarpıcı Türkiye açıklaması

CIA ajanı Robert David Steele, katıldığı televizyon programında çok çarpıcı açıklamalarda bulundu.

08.01.2017 13:26

 

 

CIA ajanı Robert David Steele, Türkiye‘deki bir çok terör saldırı ve suikastın arkasında ABD ve NATO olabilir mi? sorusu üzerine, Bunun mümkün olduğunun altını çizerek, “Bir CIA ajanı olarak, CIA’in bu tür işler yaptığını söyleyebilirim. CIA para ve teknoloji sağlar ve sonrasında kirli işleri yapacak Suudi Arabistanlı, İsrailli, Belçikalı, Alman ve diğer ülkelerden insanlar var.” dedi.

“ÜLKE OLARAK SALDIRI ALTINDASINIZ”

Daha fazla sahte bayrak saldırısına, daha fazla suikasta, daha fazla enerji kesintisi gibi sonuçlara neden olan elektronik saldırılara maruz kalacaksınız. Çünkü istikrarın temeli güvenliktir. Avrupa, Orta Asya, Arap ülkeleri ve Afrika arasındaki konumuyla Türkiye dünyanın merkezindedir. Giderek daha fazla kendini gösteren bir ülke haline geldiğinizi ancak bunun sonucunda bir asimetrik savaşla karşı karşıya kaldığınızı düşünüyorum. Bu durumda hiç kimsenin sizinle dost olduğunu varsayamazsınız.”

“UTANIYORUM”

ABD Hükümeti ve ABD Büyükelçiliği düzenli şekilde yalan söyler. Bir ABD vatandaşı olarak bu durumdan büyük bir utanç duyuyorum. Ben bir savaşın ortasındayım burada ABD istihbaratının başındaki kişi ABD Başkanına Rusya‘ın ABD seçimlerini Hacklediği yönünde yalan söyledi. Amerika çok yalan söyler. Şunu anlamalısınız ki Kürtler bazıları tarafından terörist olarak değil özgürlük savaşçıları olarak görülmektedir.”

“Bana göre ekonomik yaptırımlar bir aktif savaş yöntemidir. Bir devlerin bağımsızlığını engelleyen bir durumdur. Bu konuda Ekvator örneğinden bahsedebilirim. Bir yılınızı planlama için geçirirsiniz sonrasında size yaptırım uygulayan devletlerin tümünü sınırdışı edersiniz. Bağımsız Türkiye olarak onlara ihtiyacınız yok.”

CIA TRUMP’I ADIM ADIM İZLİYOR

Donald Trump çok büyük bir potansiyeli sahip çünkü o beklenmedik bir şekilde seçildi. Büyün bahisçiler onun seçilmeyeceğini iddia ettiler. Seçilme şansının 1/20 ile 1/2000 arasında olduğu söyleniyordu. Sonuçta seçildi çünkü ulusal güvenlik Hillary Clinton’ın kullandığı elektronik oy sahteciliğini durdurdu.

Clinton bu yöntemle 13 eyalette Sanders’in önüne geçmişti. Trump aynı zamanda ulusal güvenlik ajansındaki iyi adamlar ve ulusal demokratik komitedeki bazı kişiler tarafından sızdırılan e-mailler sayesinde kazandı.

“TRUMP SUİKASTA UĞRAYABİLİR”

Ben de ulusal istihbarat teşkilatı liderinin yalancı olduğunu ilan eden sürecin içindeyim. Donald Trump’a yalan söylüyorlardı, bu durum sorunlara yok açtı. Donald Trump, Goldman Sachs tarafından esir alınmıştır. Kendisinin etrafı halihazırda düzenin adamları tarafından sarılmış durumda ve kendisine ulaşan bilgiler bu yolla filtreden geçiriliyor. ABD gizli servisi zaten şu anda onun nereye gideceğini ve kiminle buluşacağını kontrol ediyor. Donald Trump zannediyorum ki suikasta uğrayan John F. Kennedy’den sonra kontroletmekte en zorlanacakları başkan. Kendisi herhangi bir zaman suikasta uğrayabileceğini biliyor.

Trump’ın Avrupa’daki, Orta Doğu’daki üstlerimizi kapatmak ve NATO’yu bitirmek istediğini düşünüyorum. Ancak aynı zamanda Lynn Rothschild ve Evelyn Rothschild’in bu konu hakkında konuşmasını engellemek için ona 20 milyar dolar verebileceğini de biliyorum. Şu anda zar atılacak ve sonucunu bekleyeceğiz.

ABD bir demokrasi değil. ABD Rothschild’lerin kontrolündeki bankaların yönettiği iki partili Tiranlıkla yönetilen, Faşist ve kurumsal bir devlettir. Hal böyleyken bizim Türkiye’yi eleştirme hakkımız yok. Benim bakış açıma göre Türkiye kesinlikle merkezi bir ülke. Türkiye, Orta Doğu’da yeniden düzen sağlayıcı rolünü aldığı müddetçe işlediği her türlü günah affedilmeli diye düşünüyorum. Orta Doğu’da düzen sağlayıcı bir role bürünmek için de Rusya ve İran ile işbirliğini güçlendirirken Suudileri ve İsrail’i de yeniden dar bir alana sıkıştırması gerekiyor.

“OBAMA BİR KUKLA”

“O Wall Street’in bir uşağı. Ona ne söylenirse onu yapıyor. Ayrıca onu kandırdılar. Obama bütün dürüstlüğünü kaybetti. Rusya’ya karşı uygulanan bu yaptırımlar Obama’nın savaş tamtamları çalan Neocon’ların amaçlarına hizmet ettiğini gösteriyor. Bunlar General Wesley Clark’ın Amerikan hükümetini işgal ettiği belirttiği insanlar. Obama bu işi para için yapıyor. Bunu şahsi prensipleri çerçevesinde yapmıyor. Ben Başkan Putin’in bu olgun davranışını selamlıyorum. Artık onun da yapması gereken tek şey Trump’ın ofisini devralmasını beklemek. Trump görevi devraldığında bu yaptırımları geri alacak. Ancak bir sorunumuz var. Trump’ın ABD hükümetindeki en büyük düşmanları demokratlar değil, Cumhuriyetçiler.  Hem demokratlar hem de Cumhuriyetçiler bankalar tarafından bir iş modeli olarak uygulanan savaş pratiklerini destekliyor. Şu a itibariyle gerçekten uluslararası açık kaynaklı bir istihbarat ağına ihtiyacımız var. Bu istihbarat ağı ABD halkına sistemin ne derece çürümüş olduğunu ayna beyan anlatmalıdır. Bunu yaparken Goldman Sachs’tan başlayıp Cumhuriyetçi Ulusal Komite’ye kadar detaylı bir biçimde anlatmalıdır. Ben bir sonraki E-Posta sızıntılarının Cumhuriyetçilerle ilgili olacağını düşüyorum.”

DAEŞ’i ABD KURDU

“Şimdi bunu 3 parçaya bölelim. DAEŞ’i üç soruyla analiz edebilirsiniz; Onları kim kurdu? Onları kim kontrol ediyor? Ve onlardan kim fayda sağlıyor?”

Suudi Arabistan ve ABD DAEŞ’i kurdular. Bu gerçek hakkında aklınızda en ufak bir soru işareti olmasın. DAEŞ büyük çoğunlukla Suudi Arabistan ve İsrail tarafından kontrol ediliyor. İsrail bir takım memurlarını DAEŞ ile alakalı konularda özellikle görevlendirdi. DAEŞ aslında aynı zamanda bölünmüş bir çete. Dolasıyla tam anlamıyla kontrol edilebileceklerini düşünmüyorum. Rusya’nın gücünü göstermek konusunda harika bir iş çıkarttığını düşünüyorum ancak bizim Halep’te yaptıklarımız gerçekten çok üzücü.”

 

(http://www.haber7.com/guncel/haber/2242227-cia-ajanindan-carpici-turkiye-aciklamasi)

GİZLİ SERVİSİN CAZİBESİ VE SUÇ ORTAKLIĞI

Gizli örgütün cazibesi ve suç ortaklığı

Erol Göka

27 Ekim 2016

 

Soruşturmalar, yapısı ve işleyişiyle ilgili daha çok öğrenmemizi sağladıkça, mesela MUHBİRLER VE ELEMANLAR üzerinden haberleşmeyi ve hiyerarşik örgütlenmeyi tanıdıkça, GİZLİ SERVİS’İN, yöntemleri arasında terör de bulunan bir “gizli örgüt” olduğu aşikâr hale geliyor. Şüphesiz, bu örgütün uluslararası derin yapılarla ve çıkar şebekeleriyle bağlantısı, her şeyden önce de sözüm ona DÜNYEVÎ EGEMENLİĞİ amaçlayan sapkın ideali, gizliliği temellendiriyor. Spritüel bir cinnete, her türlü çılgınlığı göze alabilecek militan bir DEVLETÇİLİK İDEOLOJİSİNE VE KUTSALLAŞTIRILMIŞ LİDERLİK KÜLTÜNE dayalı PUTPERESTLİK-psikolojisi, elemanlarını daha İLK yıllarında sıkı bir aidiyetle kimliklendirmesi yapının gizli kalma niteliğini pekiştiriyor. Örgüt amacıyla kişisel çıkarı birleştiren, her gün yeni bir suçun ortaklığına dönüşen mafiyöz niteliği örtmek için gizlilik, YASAL VE RESMΠbir koza içine alınıyor. “Bu örgütün içinde yer alanlar, niye bugüne kadar ayrılmadılar, itirafçı olmadılar?” sorusunun cevabı, tüm bunlarla alakalı. Şu gizlilik meselesine biraz daha yakından bakmamız, bizi cevaba biraz daha yaklaştırabilir.

Gizliliği ve gizli toplumları bilimsel olarak ele almaya, düşünmeye cesaret edebilen ender akademisyenlerden birisi, bizim pek sevdiğimiz, her fırsatta kendisinden bahsettiğimiz Georg Simmel. 1906 tarihli “Gizliliğin ve Gizli Toplumların Sosyolojisi” adında bir makalesi, Türkçe’ye çevrilip kitap olarak yayınlandı. Öneririm.

Simmel, meşru bir mahremiyetin gizliliğe ihtiyaç gösterdiğini, gizliliğin kötülüğe doğrudan bağımlılığı olmadığını belirtiyor. Ama kötülüğün gizliliğe bağımlılığı vardır. “Gizlilik, diğer şeylerin yanı sıra, ahlaki, RESMÎ, SİYASAL VE DEVLETÇİ kötülüğün sosyolojik VE KAMUSAL ifadesidir” diye eklemeyi de ihmal etmiyor. Kötü ve ahlaksız bir şey yapıyorsanız, ilk yapacağınız onu gizlemek olacaktır. Çocukluktan beri “senin bilmediğin şeyi biliyorum” diyebilme imkânının insana haz verdiğini, “sırrın çekiciliği”ni, “sırra ihanet”in iyi olmadığını biliriz. “Gizlilik, insanlar arasına bariyerler yerleştirir ama aynı zamanda dedikodu ya da itiraf yoluyla bariyerleri yıkma cazibesi de sunar… Bu iki çıkarın, saklama ve açıklamanın, oyunundan, insan ilişkilerinin nüansı ve kaderi ortaya çıkar.”

Simmel, devleti ele geçirme amacıyla örgütlenen ilk gizli ezoterik topluluk olan Pisagorcuların üyelerine birkaç yıl boyunca sesiz kalma kuralı koymalarını çok önemsiyor. Bu kural sayesinde hem sır saklanıyor hem de üyelerin kendi kendilerini kontrol edebilmeleri sağlanıyordu. “Yıllarca sessiz kalmayı başaran kişi, diğer yönlerden gelen baştan çıkarmalara karşı da silahlanmış oluyordu.”

Özü ezoterik bir doktrin, mistik bir bilgi olanlar da dahil olmak üzere BÜTÜN gizli topluluklar VE GİZLİ SERVİSLER, “sır”rın birbirine bağımlı olmayan kişiler arasında çabucak kaybolacağını bildiklerinden hemen kendi aralarında sosyalleşme yoluna gidiyorlar. Bu sayede örgüt üyesinin tek başınalığı, zayıflığı ve korkusu yenilmiş olur. Üyeliğe aşamalı kabul, iş bölümü, üyelerin hiyerarşik derecelenmesi ve bunu düzenlemek için kullanılan arınma ve sistematikleşme, ritüeller ve PUTLAŞTIRILMIŞ LİDERLERE BAĞLILIK AMAÇLI yemin bu sosyolojik tekniğin gücünü pekiştirir. Grup baskısıyla, CEZAÎ YAPTIRIM TEHDİDİ VE KANUN BASKISIYLA çömezlere gözdağı verilirken itaatkâr bir insan grubu oluşturulur. Sırları onları bir esaret gibi çevreler. Her üye kendisini bir ruhun etrafında kenetlenmiş bedenlerden biri gibi hissetmeye başlar. Fantastik hiyerarşik bir işleyişin kendisinin bile diğer faydalarından ayrı olarak zevk verebileceğinden bahsediyor Simmel bazı Masonik yapıları örnekleyerek… Nasıl bir okuldaki birbirlerine yakın çocukların oluşturduğu küçük yoldaşlık gruplarında yer alanlar, örgütlenmemiş olanlara göre kendilerini daha üstün ve elit hissediyorlarsa, aynen ona benzer bir duygudur bu, gizli topluluk üyelerinin yaşadığı özel ve aristokratik olma hissi

İkili bir görünüm sergilerler, hep maskeyle dolaşırlar ama o kadar organizedirler ki, maskelerini çıkarsalar bile, gizli örgütün dışında kalan toplum, onları tam olarak algılayamaz. BU YÜZDEN, ONLARI TEŞHİS EDİP GERÇEK DURUMLARINI, YANİ İKİLİ OYNAYIP İKİYÜZLÜLÜK YAPTIKLARINI, MASKELERİNİN ARDINDA BAŞKA BİR YÜZ TAŞIDIKLARINI SÖYLEYENLERİ KOLAYLIKLA PARANOYAK DİYE SUÇLAMA İMKÂNINA SAHİPTİRLER. Haz verici bir grup egoizmi çıkar ortaya. BENCİL, ÇIKARCI VE EGOİSTTİRLER, FAKAT EN ÇOK VATANSEVERLİK, MİLLETE HİZMET EDEBİYATI YAPANLAR DA BUNLARDIR. Kalabalıklara göre ender-i nadirattan AZ BULUNUR kimseler olarak görürler kendilerini. YANİ NARSİSTTİRLER. BULUNMAZ HİNT KUMAŞI OLDUKLARINI ZANNEDERLER. Bu yapıyı lütfeden liderlerine VE AMİRLERİNE sınırsız ve körlemesine itaat örnekleri sunarlar. “Gizli toplumun amaçları ne kadar fazla suç özelliği taşırsa, liderlerinin gücü o kadar sınırsız ve uygulamaları da o kadar acımasız olur.” (MESELA, KENDİLERİNE SINIRSIZ VE KÖRLEMESİNE İTAAT ETMEYİ KABUL ETMEYENLERİN KALEMİNİ KOLAYCA KIRABİLİRLER. ONLARIN ZEHİRLENMELERİNE VEYA BİR KAZAYA KURBAN GİTMELERİNE, YAHUT BULUNDUKLARI KURUMLARDA SORUŞTURMAYA TABİ TUTULUP CEZALANDIRILMALARINA YOL AÇACAK GİRİŞİMLERDE BULUNABİLİRLER. YOLLARDA TAKİP EDİLEREK TACİZ EDİLMELERİ, EVLERİNE SİSTEMATİK BİR BİÇİMDE GİRİLMESİ VE GİRİLDİĞİNİN ANLAŞILMASI İÇİN ARKADA İZ BIRAKILMASI GİBİ “HİZMET”LERDE BULUNABİLİRLER.) Yapıya ve lidere bağlandıkça eşitleşirler, bireysellikleri, kişilikleri ve önceki kimlikleri silinir. BİREYSELLİKLERİNİN, KİŞİLİK VE KİMLİKLERİNİN KALMAMASI, İKİYÜZLÜ DAVRANMA, MÜNAFIKLIK YAPMA VE MASKE TAKMALARINI KOLAYLAŞTIRIR. Topluma karşı sorumluluk hissetmemeye başlarlar. TAM AKSİNE, EGOİST VE NARSİST BİR ANLAYIŞLA, BÜTÜN BİR TOPLUMUN KENDİLERİNE KARŞI SORUMLU VE BORÇLU OLDUĞUNU DÜŞÜNÜRLER. Artık her türlü suçun engin denizlerinde rahatça kulaç atabilir ve suç ortaklığı yapabilirler. Sırdaşlık merakıyla VE İYİ BİR MEMURİYET VE DÜNYEVÎ RAHATLIK TUTKUSUYLA başlayan yolculuk, onları suç ortaklığında buluşturur ve örgüte yapıştırır. Örgüt ne halde olursa olsun, ne yaparsa yapsın, varlığını ve eylemlerini meşrulaştıracak bir yol mutlaka bulurlar. ASLINDA KENDİLERİ İÇİN SUÇ DİYE BİR KAVRAMIN BULUNMADIĞINI KABUL EDERLER, HER NE YAPARLARSA VATANA HİZMETTİR. KANUN, BİZZAT KENDİLERİDİR. HER YAPTIKLARI MEŞRUDUR. ONLARIN MEŞRUİYET ANLAYIŞI, MEŞRU KELİMESİNİN KENDİSİNDEN TÜREDİĞİ ŞERİAT’E DAYANMAZ. TAM AKSİNE, ONLARA GÖRE, ŞERİAT TEHLİKEDİR. YANİ ALLAHU TEALA’NIN EMİR VE YASAKLARI TEHLİKELİDİR, KENDİLERİNİN EMİR VE YASAKLARI İSE VATANA HİZMETTİR VE DOLAYISIYLA KUTSALDIR. ONLAR, BÜTÜN BİR TOPLUMU KENDİLERİNE VE KENDİLERİNİN PUTLAŞTIRDIKLARI ŞAHIS, KURUM VE KURULUŞLARA TAPINMAYA ÇAĞIRIRLAR. BU AMAÇLARI İÇİN ZARARLI GÖRDÜKLERİ İNSANLARA KARŞI İSE GÜÇLERİNİ SINIRSIZ, KESİNTİSİZ, SİSTEMATİK VE ACIMASIZ BİR BİÇİMDE KULLANMAK İSTERLER. KULLANIRLAR.

NOT: EROL GÖKA’NIN YUKARIDAKİ YAZISINDA EKLEME VE ÇIKARMALAR YAPILMIŞ, BÜYÜK HARFLİ İFADELER TARAFIMIZDAN EKLENMİŞTİR. BOLD/KOYU İFADELER YAZARA AİTTİR FAKAT TARAFIMIZDAN KOYU YAPILMIŞTIR.
BKZ. http://www.yenisafak.com/yazarlar/erolgoka/gizli-orgutun-cazibesi-ve-suc-ortakligi-2033761