“DEVLET”LERİN “SATILMIŞ”LARI KARŞISINDA SESSİZ DURMAZSAN ÖLÜ BULUNABİLİRSİN

 

udo ulfkotte ölü ile ilgili görsel sonucu"

udo ulfkotte ölü ile ilgili görsel sonucu"

udo ulfkotte kalp krizi ile ilgili görsel sonucu"

udo ulfkotte ile ilgili görsel sonucu"

udo ulfkotte kalp krizi ile ilgili görsel sonucu"

 

KIZIM SANA SÖYLÜYORUM,

GELİNİM SEN ANLA!

CIA’nın Türk dostları

Yıllarca yayın yönetmenliği yapan Udo Ulfkotte, Türkiye’de birçok gazetecinin ABD’ye çalıştığını ileri sürdü. Alman gazeteci, “CIA yanlısı kuruluşlardan Atlantic Bridge’in yıllıklarını açın ve Türk gazetecilerin isimlerini arayın. Son on yılın yıllıklarında tekrar eden isimler görürseniz onların CIA’in dostları olduğunu anlayabilirsiniz!” dedi.

Yeni Şafak | 14 Kasım 2014, 0:10

CIA nın Türk dostları

ABD’ye casusluk yaptığını itiraf eden Alman gazeteci Udo Ulfkotte Yeni Şafak’a çarpıcı açıklamalarda bulundu

Satılmış Gazeteciler” adlı kitabında Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA’nın ‘örümcek ağı sistemiyle‘ satın aldığı gazetecileri deşifre eden Alman gazeteci Udo Ulfkotte, Amerikalıların kendisine Alman Dış İstihbarat Servisi BND ve German Marshall Fund Vakfı aracılığıyla yaklaştıklarını söylüyor. Sınama faslını geçtikten sonra CIA ile doğrudan temas dönemi başlıyor. Yani “paranın satın alamayacağı hediyeler, beş yıldızlı iş ağı, rüya seyahatler, inanılmaz kariyer fırsatları ve kadınlar” ile tanımlanan ve filmleri aratmayan aşama. Uzun yıllar Frankfurter Allgemeinzeitung’un yayın yönetmenliğini yapan Ulfkotte, Yeni Şafak’a öldürülme pahasına da olsa gerçekleri söylemeye devam edeceğinin altını çizdi.

 

[NOT: Demek ki paranın satın alamayacağı hediyeler alanlara, rüya seyahatler yapanlara, inanılmaz kariyer fırsatlarına kolayca erişenlere, ayarlanmış kaşar kızlar ya da kadınlarla kazasız belasız iş çevirenlere dikkat edecekmişiz.]

 

ÖNCE SINIYORLAR 

SORU: Yakın zamanda CIA için çalışan gazetecilerin arasında olduğunuz itirafında bulunmuştunuz. Size bu konuda iş mi teklif edildi yoksa hizmet etmek zorunda mı bırakıldınız? Pişman olduğunuzu söylüyorsunuz. Peki o zaman neden baştan reddetmediniz? Para, kariyer, iyi yaşam şartları gibi şeyler mi teklif edildi?

CEVAP: Gerçekte kimse bana bir gazeteci olarak yaklaşıp resmi olarak CIA için çalışmamı teklif etmedi. Böyle şeyler filmlerde olur. Gerçekte, ilk aşamada senden “iyilik” yapmanı isteyen insanların ABD istihbarat teşkilatından olduğunu anlayamıyorsun. Öncelikle sınanıyorsun. Onlar için çalıştığını anlamak ise biraz zaman alıyor. Bana CIA için Alman Dış İstihbarat Servisi BND ve German Marshall Fund aracılığıyla yaklaşıldı. O zamanlarda tanıştığım ABD’lilerin “arkadaş” olduğunu düşündüm. Ama daha sonra bu kişilerin CIA çalışanı olduğunu öğrendim. Bu “arkadaşlar” çok zengin insanlardı ve bana “hediyeler” almaya başladılar. Bir çeşit örümcek ağı gibi bir sistemin içine giriyorsun. Eğer onlara “HAYIR” dersen bu senin için iyi olmaz. Benim kabul etmemdeki sebep ise fakir bir aileden gelmemdi. Birden parasız bir çocuğun mükemmel şekerlerle dolu bir dükkana düşmesi gibi oldu ve herşey bedavaydı…

 

[NOT: Evet, sınanırsın.. Bu sınamadan geçemezsen, “hayatın kayabilir”. Sağlığın bozulur, sağlık sorunların ortaya çıkar, en yakın dostlarından bile “kazık” yiyebilirsin, kariyer kapıları yüzüne kapanır, çalıştığın yerlerde duruma göre tuhaf sorunlar yaşayabilirsin.]

 

BEŞ YILDIZLI İŞ AĞI 

SORU: Bahsi geçen bu rüşvet mekanizması nasıl çalışıyor? Gazeteciler hizmetleri karşılığında ücret mi alıyorlar? Bu ödemeler düzenli mi yapılıyor yoksa arada sırada mı oluyor?

CEVAP: Bana hiçbir zaman para ödenmedi. Bana para yerine parayla alınamayacak hediyeler sundular. Mesela ABD Oklahoma Eyaleti’nde onursal vatandaşlık ödülü, altın saatler, 5 yıldızlı seyahatler ve hatta kadınlar. Ama en önemlisi; 5 yıldızlı iş ağına dahil edilmekti. Herhangi bir durumla karşı karşıya kaldığımda yardım isteyebilirdim çünkü ağdaki en yüksek rütbeli insanları tanıyordum.  Şansölyelerle aynı diplomatik ortamlarda olmak üzere seçiliyorsunuz. Yabancı ülkelere seyahat ederken uçakta etkili kişilerin yanına oturtuluyorsunuz. Size güveniyorlar. Bu çok güzel bir duyguydu.

 

[NOT: Evet, yardım isteyebilmek.. Etkili kişilerden yardım isteyebilirsin, fakat bunun bir bedeli vardır. Faturayı önüne korlar.. Ya da daha baştan faturayı kabul ettiğin için etkili kişilerden yardım isteyebiliyorsundur.]

 

KONRAD MİSYONU 

SORU: CIA’in vakıflar üzerinde bir etkisi var mı? Mesela Freidrich Ebert Vakfı ve Konrad Adanauer Vakıfları gibi vakıfların Türkiye hakkındaki raporlarını biliyoruz. Bu vakıflar CIA ve BND’yle bağlantılı mı?

CEVAP: Tabii ki var. Mesela, ben Konrad-Adenauer-Stiftung’da planlama konseyindeydim ve aynı zamanda CIA için gayri resmi bir şekilde çalışıyordum. Bu vakıfta CIA’in “denizaltı” görevi gören üyelerinden biriydim ve yalnız da değildim. Friedrich-Ebert Vakfı ve diğer Alman kuruluşları için de aynısı geçerli.

 

(NOT: Birtakım vakıflara, derneklere, sivil toplum örgütlerine, kuruluşlara vs. dikkat.. Senin İHH bile, MİT tırlarıyla gündeme gelebilir.)

 

ATLANTIC BRIDGE KALEMLERİ  

SORU: Ayrıca Amerikalıların bazı Türk ve İngiliz gazetecileri okyanusaşırı etkinliklere davet edip gizli servis ağlarına üye yaptıkları iddiasında bulunmuştunuz. Bu konuyu biraz daha açar mısınız?

CIA yanlısı kuruluşlardan Atlantic Bridge’in yıllıklarından birini açın ve Türk gazetecilerin isimlerini arayın. Son on yılın yıllıklarında tekrar eden isimler görürseniz bu insanlara CIA tarafından yaklaşıldığını ve onların da “CIA’in Türk dostları” olduğunu anlayabilirsiniz.

 

[NOT: MİT’in cemaatlerden “dost”larını tanımak için de, MİT’in borazanı gazetecilerin yazılarının reklam ve propagandasını kimlerin yaptığına bakmak yeterlidir.]

 

ABD denetiminde kimyasal saldırı

SORU: Kitabınızda veya diğer bazı röportajlarınızda geçmeyen özel bir açıklamada bulunmak ister misiniz?

Haziran 1988’de İran’ın Zubaydat kasabasında ABD’nin denetiminde Iraklıların Alman hardal gazıyla kendi askerlerini zehirlediğine şahit oldum ve bundan hala utanç duyuyorum. Bu zalimce olayı o zaman fotoğrafladım ama haberini yapmama izin verilmedi. İran gazetelerinde haber yayımlandıktan ancak 25 yıl sonra kanıtları yayımlatabildim. ABD veya Alman istihbaratı beni öldürecek mi bilmiyorum ama gerçeklerin anlatılması gerekiyor.

 

[NOT: Evet, istihbarat örgütlerinin “doğal yollar”dan yargısız, mahkemesiz, gürültüsüz patırtısız öldürmek gibi bir huyu var.]

 

Ne yazacaklarını öğreniyorlar

SORU: Ebu Gureyb’teki işkenceleri ve Irak’ta ABD’nin katliamlarını iç sayfalara bile almayan yayın yönetmenlerini de “ABD veya CIA’in gazetecileri” listesine ekleyebilir miyiz?

Bu kişiler ABD destekçisi elit şebekenin ve Atlantic Bridge gibi ABD istihbarat topluluklarına çok yakın kuruluşların üyeleri. Aspen Enstitüsü, Trilateral Commission ve bunlar gibi kurumlarda ne yazacaklarını öğreniyorlar. Eğer isteklerine uymazlarsa işlerini kaybediyorlar. Kitleleri manipüle etmeyi öğreniyorlar.

 

[NOT: Evet, yılların gazetecisi bile olsanız, birilerinin manipülasyonlarına alet olmuyorsanız, gazetecilik ya da yazarlık yapmanız mümkün olmayabilir. Kariyer kapılarının yüzünüze kapandığını görürsünüz. Bir tuzak ya da yem olarak bir kapıyı açıp içeriye girmenize müsaade edebilirler, fakat ondan sonraki süreçte şayet sizden bekleneni yapmazsanız, burnunuzdan fitil fitil getirebilirler.]

 

Gazeteci  Foley ‘büroya’ bağlıydı 

Irak, İran, Afganistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Ürdün gibi ülkelerde çalışan ve yaşayan yabancı gazetecilere nasıl bakmalıyız? Bu kişiler Ortadoğu’da bulunmaları istenen “CIA’nın seçilmiş gazetecileri mi”?

Doğrusunu söylemek gerekirse, Irak, Afganistan ve İran’da bir istihbarat servisiyle bağlantısı olmayan yabancı bir gazeteci tanımıyorum. Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün’de ise durum farklıydı. Ama Irak ve Afganistan’a “gezi yazarı” olmak için gidilmiyor. Hayatını riske atarak ve bunu bilerek gidiyorsun. Yakın zamanda IŞİD tarafından infaz edilen James Foley de böyleydi. Foley, Libya’da CIA için çalışıyordu ve daha önce tutuklanmıştı. Bir daha Müslüman bir ülkede gizli iş yaparsa öldürüleceği söylenmişti. Ama o bunu tekrar yapmak için çıldırıyordu ve sonrasında da başı kesildi. Yani bazı ülkelerde kendini “gazeteci” gibi gösteren “satın alınmış” gazeteciler görüyorsunuz. Ama bu kişiler, aslında istihbarat servisleri için çalışıp, kendilerinden ne istenirse onu yazıyorlar. Ben ise kimse tarafından seçilmedim. Arap dilini ve kültürünü öğrendim. Bölgede kendime pek çok arkadaş buldum. Bu da bir istihbarat servisi için oldukça yeterli bir özgeçmişti.

SEVDE HAKSAL / YENİ ŞAFAK

http://www.yenisafak.com.tr/hayat/cianin-turk-dostlari-2025466

 

[NOT: Evet, belirli bir ülke ya da bölge hakkında uzmanlaşan, ömrünü o ülke ya da bölgeden insanlar ve kurumlarla irtibat geliştirmek için harcayan, belirli bir yabancı dile hayatını adayan gazetecilere dikkat edin.. Ne kadar masum ya da takıntılı idealist görünürlerse görünsünler, gizli servisler için çalışıyor olmaları ihtimali yüzde 99 gibi birşeydir. Yüzde birlik istisnalar ise, sonradan gizli servislerin ağına takılır, bir şekilde işbirliği yapmak zorunda kalırlar, ya da tasfiye edilirler. Aynı şekilde, ulusal gazete ve televizyonların yabancı ülkelerdeki eski-yeni muhabir ve temsilcilerinin de bilmediğiniz bağlantılarının bulunuyor olması ihtimali çok yüksektir.]

YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ’NDEKİ SOYTARILARI AÇIKÇA DESTEKLEYEN YA DA SUSARAK ZIMNEN ONAYLAYANLAR OKUSUN DİYE..

4 BİN YIL ÖNCESİNİN, HZ. LUT DÖNEMİNİN “İBNELİK” GERİCİLİĞİ, NURSUZLUĞU, ONURSUZLUĞU VE SAPIKLIĞI KARŞISINDA KİBARLIKTAN KIRILIYORSUNUZ..

HOŞGÖRÜ VE ÖZGÜRLÜKÇÜLÜĞÜN DİBİNİ BULUYORSUNUZ..

BU SAPIKLIĞIN AVUKATLIĞINI BİLE YAPIYOR, ONLAR İÇİN DERTLENİYORSUNUZ..

TAMAM, ANLADIK..

FAKAAAT…

BİN 400 YIL ÖNCE GELMİŞ OLAN AYDINLIĞA, İNSANLIK ŞEREF VE HAYSİYETİNE HAKARET ETME HAKKINIZ YOKTUR!

 

 

erdoğan eşcinsel ile ilgili görsel sonucu"

erdoğan eşcinsel ile ilgili görsel sonucu"

erdoğan eşcinsel ile ilgili görsel sonucu"

Türkiye günlerdir Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde görevli Prof. Dr. Bedri Gencer‘in, Elazığ depreminin ardından sosyal medya hesabı üzerinden afetleri çocuk evliliklerinin yasaklanmasına bağlayan paylaşımını konuşuyor. ile ilgili görsel sonucu"

Türkiye günlerdir Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde görevli Prof. Dr. Bedri Gencer‘in, Elazığ depreminin ardından sosyal medya hesabı üzerinden afetleri çocuk evliliklerinin yasaklanmasına bağlayan paylaşımını konuşuyor. ile ilgili görsel sonucu"

 

 

Hasbelkader Yıldız T. Üniversitesi yöneticisi olma şansını yakalamış olan “soytarılar kumpanyası”, Bedri Gencer için inceleme başlatmış..

Fakat, bu soytarılar “selefî” oldukları için, İstiklal Mahkemeleri’nde önce asıp sonra yargılayan seleflerinin izinden gidiyorlar.

Bunlar da önce hükmü vermişler, Bedri’nin sözlerini “kabul edilemez” ve “haddini aşan” nitelikte bulmuşlar.

Nesini inceleyeceksiniz adi şerefsizler, zaten hükmü vermişsiniz..

Bu acul şerefsizler bir de “konunun takipçisi” olacaklarının “altını çiziyorlar“.

Şunu unutuyorlar, kendilerinin de hiç vazgeçmeyecek bir takipçileri var, gün sayıyor: Azrail.

Allahu Teala’nın ölüm meleği..

Ecelleri.

Ölümün takibinden kurtulmaları mümkün değil.

Mezar onları bekliyor.

Ki o mezar, hak edenler için; ıssız karanlığı, bitimsiz yalnızlığı, ürpertici sessizliği ve keskin soğuğu akla getiren bir hapishanedir.

*

Hanefi Avcı’nın şu satırları önemli:

 

“Yine bu ara kitabım [Haliç’te Yaşayan Simonlar] hakkında soruşturma yapan müfettişler, … Türkiye Cumhuriyeti kurumlarını ve Emniyet Teşkilatı’nı basın yolu ile aşağılamak suçunu işlediğim iddiasıyla Türk Ceza Kanunu’nun 321. maddesi ve devamındaki maddelere göre yargılanmam için suç duyurusunda bulunmuşlardı. Bunun üzerine Ankara Savcılığı dava açmış, fakat bu iddia ile ilgili dava açabilmek için Adalet Bakanlığı’ndan için izin alınması gerekmişti. Ankara Savcılığı Bakanlığa müracaat ederek izin talebinde bulunduğunda, olayı inceleyen Adalet Bakanlığı yargı mensupları, … ülkedeki hukuk sistemi adına evrensel manada bir yorumda bulunmuştu. Orijinal kararda yer aldığı şekli ile:

“Anayasanın 25 ve 26. maddeleri AİHS [Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi] 9 ve 10. maddeleri ile fikir ve düşünce açıklamaları güvence altına alınmış, fikir, düşünce açıklamalarından dolayı kimsenin cezalandırılamayacağı, benzer olaylarda sözleşmenin 10/2 maddesine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince yapılan yorumlarda “düşünce ve ifade özgürlüğünün, sadece toplumda beğenilen, kabul gören, zararsız veya kayıtsızlık içeren bilgiler veya fikirler için değil, aynı zamanda kırıcı, şok edici, veya rahatsız edici olanlar için de geçerli sayıldığı” ve bunun demokratik bir toplumun olmazsa olmaz unsurlarından olan çok seslilik, tolerans ve hoşgörüyle olduğunun vurgulandığı, ayrıca yönetime karşı yapılan eleştirilerin kabul edilebilirliğinin herhangi bir kişiye yapılandan daha geniş olduğu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesinde yer alan ifadeyi açıklama özgürlüğünün ‘sınır tanımayan’ bir değere sahip olduğu, böyle bir özgürlüğün halkın büyük kesimini rahatsız etse bile koruma kapsamında kalacağı” [dolayısıyla] sanığın eyleminin … Ceza Kanunu’nun 301. maddesi kapsamında değerlendirilemeyeceği kanaatine varılmıştır.”

(Hanefi Avcı, Erken Uyarı: Devlet Bilgisi, İstanbul: Tekin Yayınevi, 2017, s. 92-3)

 

Demek ki, düşünceyi açıklama özgürlüğü “sınır tanımayan” bir değere sahipmiş..

Ancak, bu özgürlük, Y. T. Üniversitesi yöneticilerinin henüz tanımadığı bir özgürlük.

Onlar için sınır tanımayan değer, Allahu Teala’nın Şeriati’nin aşağılanması özgürlüğüne ait..

Şeriat’in savunulması ise “haddini aşmak” oluyor.

Hem de “kabul edilemez” nitelikte..

*

Ha, bir de “yönetime (yani devlete) karşı yapılan eleştirilerin kabul edilebilirliğinin herhangi bir kişiye yapılandan daha geniş olması” durumu var.

Yani yönetilme durumundaki sıradan bireylerin, yönetilenlerden daha fazla korunması gerekiyor.

Çünkü, sıradan bireylerin birbirleri üzerinde otoriteleri bulunmadığı gibi, birbirlerine karşı bir sorumlulukları da yok.

Fakat yöneticiler, yönetilenlere karşı yetki ve sorumluluk ile donatılmış durumda.

Bu yüzden, yönetilenlerin eleştirilerine açık olmaları gerekiyor.

Fakat, Türkiye’nin “emir kulu” (zer)zevatı bu konuda da farklı “düşünüyor”. Düşünce hürriyetlerini farklı kullanıyorlar.

Onlara göre, “büyük Türk büyükleri“nin asla eleştirilmemesi gerekiyor.

Madem ki “büyük Türk büyükleri” Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını geçersiz kabul edip kendi sivri zekâlarıyla “beşerî” kanunlar yapmışlar, bu durumda Bedri gibilerin “hadlerini bilip” susmaları, yüce efendilerine “kulluk” görevlerini yapmaları gerekiyor.

Şerefsizlerin çağdaş zihniyeti bu..

*

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin 10. maddesi şöyle:

 

Madde 10 – İfade Özgürlüğü

1. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.

2. Görev ve sorumluluklar da yükleyen bu özgürlüklerin kullanılması,
yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak
bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin
sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın,
başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının
önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.

 

(Dominika Bychawska-Siniarska, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Kapsamında İfade Özgürlüğünün Korunması – Uygulamacılar İçin El Kitabı, çev. Tuğçe Duygu Köksal, Avrupa Konseyi, 2018, s. 9; https://rm.coe.int/aihs-kapsam-nda-ifade-ozgurlugu/16808db5d5)

 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nde görülen bir davada Handyside kararına atıf yapan yargıçlar Costa, Cabral Barreto ve Jungwiert, 10. Madde’nin, “Devleti veya nüfusun herhangi bir kesimini şoke eden, inciten veya rahatsız eden bilgileri ve fikirleri korumakta olduğunu savunmuş durumdalar. (A.g.e., s. 67-8.)

Söz konusu kitapta şu ifadeler de yer alıyor:

 

10. maddenin sağladığı koruma, bu ifadeler çoğunluğu şoke etse de, küçük gruplar veya bir kişi tarafından ifade edilen bilgi ve görüşleri de kapsar. Bireysel görüşlerin hoşgörü ile karşılanması demokratik siyasi sistemin önemli bir bileşenidir. Çoğunluğun zulmünü duyuran John Stuart Mill, “eğer bütün insanlık, bir kişi hariç, bir düşünceyi savunsaydı ve sadece bir kişi bunun aksini düşünseydi; bütün insanlığın o bir kişiyi susturması, o bir kişinin, eğer güç elinde olsa, bütün insanlığı susturması kadar haklı çıkarılamaz [haksız] olurdu” demiştir.

(A.g.e., s. 85)

 

Anlaşılan o ki, bütün bu haklar ve hukuk, şoke etme imtiyazı vs. sadece “ibnelik” vs. taraftarları için..

Müslümana, Allahu Teala’nın Şeriat’ine bağlı olanlara bu hak yok..

Ve bu konuda, “derin güdümlü” münafıklar da üstlerine düşeni bihakkın yerine getiriyorlar.

Bunlardan olduğunu göstermek istercesine içindeki “nifak”ı ortaya döken bir Yeni Şafak yazarı son yazısında şöyle “fetva” vermişti:

 

Allah’ı “sürekli ve kesintisiz bir cezalandırıcı” olarak değerlendirmenin kimseye, özellikle de biz Müslümanlara bir faydası yoktur kanaatimce. Katolik bir bakış açısıyla “şöyle şöyle oldu da bu deprem bundan oldu” diyerek moral bozmanın, Allah adına parmak sallamanın âlemi yoktur. Bunun yerine bolca dua, bolca yardımlaşma çağrısı, bolca dayanışma daha iyi olacaktır.

 

Görüyor musunuz kurnaz sapığı, bir yandan İslamî bir hakikati Katoliklik diye nitelendirerek müslümandaki “gâvura benzememe, batılı taklit etmeme” hassasiyetini istismar ediyor, diğer yandan da “fayda” (ya da istismar) meraklısı “laik efendileri”nin onay verdiği türden “dua, yardımlaşma ve dayanışma” istiyor.

İslamî hakikatler söylenince beyefendilerin morali bozuluyormuş.. Keyifleri kaçıyormuş..

Hayır, Allahu Teala hem “sürekli ve kesintisiz bir cezalandırıcı”, hem de “sürekli ve kesintisiz bir mükâfatlandırıcı”dır.

Kâfirler ve münafıklar elbette ahirette “sürekli ve kesintisiz, ebedî ceza” görecekler.

*

وَمَٓا اَصَابَكُمْ مِنْ مُص۪يبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ اَيْد۪يكُمْ وَيَعْفُوا عَنْ كَث۪يرٍۜ

“Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla beraber Allah yine de çoğunu affeder.”

(Şûrâ, 42/30)

 

وَلَوْ اَنَّ قُرْاٰناً سُيِّرَتْ بِهِ الْجِبَالُ اَوْ قُطِّعَتْ بِهِ الْاَرْضُ اَوْ كُلِّمَ بِهِ الْمَوْتٰىۜ بَلْ لِلّٰهِ الْاَمْرُ جَم۪يعاًۜ اَفَلَمْ يَايْـَٔسِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَنْ لَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ لَهَدَى النَّاسَ جَم۪يعاًۜ وَلَا يَزَالُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا تُص۪يبُهُمْ بِمَا صَنَعُوا قَارِعَةٌ اَوْ تَحُلُّ قَر۪يباً مِنْ دَارِهِمْ حَتّٰى يَأْتِيَ وَعْدُ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُخْلِفُ الْم۪يعَادَ۟

 

“Eğer okunan bir kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o kitap yine bu Kur’an olacaktı). Fakat bütün işler Allah’a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi. Allah’ın vaadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vaadinden asla dönmez. “

(Ra’d, 13/31)

DEPREM, TESLİMİYET, İMTİHAN VE DE ERDOĞAN

 

ERDOĞAN ELAZIĞ CENAZE DEPREM ile ilgili görsel sonucu

 

Habere göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan, birkaç gün önce Elazığ’da, depremde ölen Ayşegül Civelek ile oğlu Muhammet Salih’in cenaze namazına katılmış.

Namazdan sonra tabutların başında konuşma yapıp şunları söylemiş:

 

“Geçmişten bu yana birçok depremler yaşadık ama bu millet bütün bu depremlerde sabırla bunları aşmasını bildi, başardı. Şimdi yine bir imtihandayız. Elaziz, malum Erzincan’la komşu ve Erzincan’da da ne tür depremler yaşadığımızı hep biliyorsunuz. Şunu özellikle ifade etmek isterim; biz hakkında surenin de bulunduğu bu deprem olayları hakkında teslimiyetin en güzelini hep verdik, veriyoruz. Şimdi de böyle bir imtihanla karşı karşıyayız. … Bu kardeşlerimiz, inanıyorum ki Rabbimin cennet müjdesine kavuşanlardan. Sabi, zaten o günahsız. Anne hakeza öyle.”

 

Erdoğan’ın şunu anlaması gerekiyor: İmtihan, sadece deprem gibi afetlerle ilgili değildir.

Hayat, bütünüyle imtihandır.

Hastalık imtihan da, sağlık imtihan değil mi?!

Fakirlik imtihan da, zenginlik değil mi?!

Musibet ve belalar imtihan da, esenlik ve rahat imtihan değil mi?!

*

Deprem gibi afetlerden sonra teslimiyet edebiyatı yapmanın bir anlamı yok.

Eskiler, “Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi?!” demişlerdir.

Deprem olmuşsa, olmuştur.. İster teslim ol, ister olma! İster sabret, ister sabretme! Yapabileceğin birşey yok.

Diyelim teslim olmadın, teslimiyet göstermedin, ne yapacaksın?

“Filmi geriye sarıp” depremi mi önleyeceksin?!

Allahu Teala’nın takdiri ve kazası karşısında herkesin boynu büküktür, herkes, isteyerek veya istemeyerek teslim olma, hayatını ona göre ayarlama durumundadır.

Mesela, Kuzey Kutbu’nun karanlık soğuğunda Allahu Teala’nın kazasına/hükmüne teslim olup, çok iyi giyinmek ve soğuktan kendini korumak zorundasın.

“Hayır, ben teslim olmuyorum, Antalya plajındaymış gibi hareket edeceğim” deme şansın ya da lüksün var mı?!

*

Deprem konusunda Allahu Teala’ya teslim olmak, binaları depreme göre inşa etmekten, buna göre yasa çıkarıp takibini yapmaktan ibarettir.

Kuzey Kutbu’ndaysan, oraya göre giyinmek zorunda olman gibi..

Yoksa, tabutların başında teslimiyet edebiyatı yapmak değildir teslim olmak.

İstersen teslim olma, ölüyü geri mi getireceksin?!

Evet, insan, Allahu Teala’nın bu tür hükmü/kazası karşısında ister istemez teslim olmak durumundadır.

O yüzden, Kur’an‘da Allahu Teala’nın şu türden emirleri yer almaz: “Soğuk zamanlarda iyi giyinin, zatürree olur ölürsünüz! Kızgın ateşin içine girmeyin, cayır cayır yanar kül olursunuz! Kendinizi uçurumlardan atmayın, kemikleriniz un ufak olur! Yüzme bilmiyorsanız, hele de dalgalı zamanda gemiden denize atlamayın!”

*

Allahu Teala, bu tür “teslimiyetsiz” hareketlerin cezasını hemen vermektedir.

Bu yüzden insanlar, Allahu Teala’nın böylesi “ateşin yakması” gibi hükümlerine kendiliğinden teslim olur, bunu dikkate alarak hareket ederler.

Çünkü ceza ya da mükâfat, fiili takip eder; ve insanlar “neden-sonuç” ilişkisi kurarlar. Yüzme bilmeden denize atlarsanız boğulursunuz, atlamazsanız sağ salim sahil-i selamette kalırsınız.

Fakat Allahu Teala’nın bir de emir ve yasak konusu olan “hüküm”leri vardır ki, bunlarda ceza ve mükâfat ile fiil arasına bir “zaman aralığı” girer.

İşte asıl “imtihan” ve “teslimiyet” kendisini burada gösterir.

*

Bundan dolayı Allahu Teala, “Şirk koşmayın, insanları Allah’ın yolundan alıkoymaya çalışmayın, haksız yere (Şeriat’e aykırı olarak) cana kıymayın, faiz yemeyin, zina yapmayın, sarhoşluk veren içecekleri içmeyin, kumar oynamayın, tağuta saygı göstermeyin, putlara/heykellere kutsallık atfetmeyin, hırsızlık yapmayın, insanların mallarını haksız yere yemeyin” diye emirler vermiş, hükümler indirmiştir.

Çünkü, “imtihan” olarak, bu tür suçların cezasını hemen vermemekte, ertelemektedir.

Mesela, faiz yiyenlerin ahirette şeytan çarpmış gibi diriltileceklerini haber vermiştir. Şayet bu dünyada faiz alır almaz şeytan/cin çarpmış duruma düşüp perişan olsalardı, kim faiz almaya cesaret edebilirdi?!

Evet, asıl imtihan ve teslimiyet bu tür emir ve yasak konusu olan (Şeriat’le hükme bağlanmış) fiillerde söz konusudur.

Bireyler, Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını öğrenip ona göre hareket etme, Şeriat‘e tabi olma durumundadırlar.

Devlet yöneticilerinin de Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını anayasa ve yasa kabul etmeleri, teslimiyet anlamına gelir.

Onların imtihanı işte budur.

Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını görmezden gelip (ister imtiyazlı bir azınlık isterse çoğunluk olsunlar) başkalarının keyfî arzularına göre kanun yapmaları durumunda Allahu Teala’ya isyan etmiş, teslimiyet göstermemiş ve imtihanı da kaybetmişler demektir.

*

Mısır ve Tunus’a gidip Şeriat yerine laiklik tavsiye eden Erdoğan aynaya bir baksın bakalım, kendisinde ne kadar teslimiyet var?

Sabi (çocuk) günahsız, bu tamam.. Fakat, annesinin günahsız olduğunu nerden biliyorsun?

Vahiy mi alıyorsun, sana gaybden haber mi geliyor?

Laflarına bakılırsa, dünyada anayasa ve yasalar bahsinde Allahu Teala’nın hükmünü önemsediğin yok.

Allahu Teala’yıtek devletinin dünyası”na karışma konusunda “yetkisiz” kabul ettiğin anlaşılıyor.

Anayasa ve yasalarınıza göre, Allahu Teala, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının “dünyası” hakkında hüküm verici konumda değil.

O “konum” size ait..

Konumunuzdan da pek memnunsunuz, öyle ki, işi, insanların ahireti hakkında hüküm vermeye kadar bile vardırabiliyorsunuz.

Dilediğinizi, günahsız ilan edebiliyorsunuz.

*

Tabiî, söz buraya gelince, cübbeli ve cübbesiz soytarıları da hatırlamak gerekiyor.

Mustafa Öztürk, Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan ve benzeri züppeler, neden Erdoğan söz konusu olduğunda dut yemiş bülbül oluyorlar?

Neden Erdoğan’a Kur’an‘ı hatırlatmıyorlar?

NEYİN NE OLDUĞUNU TAM OLARAK BİLİM (YANİ BİLİM ADAMI DİYE ADLANDIRDIĞIN ÖNEMLİ BİR BÖLÜMÜ PESPAYE KAFASIZ KULLAR) DEĞİL,

YERLERİN VE GÖKLERİN YARATICISI, SONSUZ GÜÇ VE KUDRET SAHİBİ ALLAHU TEALA BİLİR..

 

48. De ki: “Şüphesiz Rabbim gerçeği ortaya koyar. O, gaybleri hakkıyla bilendir.”

49. De ki: “Hak geldi. Artık batıl yeni bir şey ortaya çıkaramaz, eskiyi de geri getiremez.”

50. De ki: “Ben eğer sapmışsam, ancak kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer hidayete ermişsem, bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, kuluna çok yakındır.”

51. Sen onları, dehşetli bir korkuya kapılıp da kaçıp kurtulamayacakları ve yakın bir yerden yakalanacakları zaman bir görsen!

52. “Ona inandık” derler ama onlar için, artık uzak bir yerden iman elde etmek nasıl mümkün olur?

53. Oysa daha önce onu inkâr etmişlerdi ve uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.

54. Tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzuladıkları arasına bir engel konmuştur. Çünkü onlar derin bir şüphe içindeydiler.

 

(SEBE’ SURESİ, 34/48-54)

YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ’NİN “DİNSİZ İMANSIZ” ATEİST ZORBALIĞA ÖZENEN “HADDİNİ BİLMEZ” SOYTARI YÖNETİCİLERİ OKUSUN DİYE

 

“İLÂHÎ İKAZ”

 

Namık Doruklu

(İlk kez 2002 yılında Beyan Dergisi‘nde yayınlandı. Güncellenmiştir.)

 

Yeni Asya Gazetesi yazarı Sami Cebeci’ye, 17 Ağustos depremi için yazdığı iki yazısında deprem için “ilahî ikaz” nitelendirmesi yapması yüzünden, 2006 yılı içinde, 1 yıl 3 ay hapis cezası verilmişti.

Suçu, “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesim aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” imiş. Bu ceza verilirken, “suçun işleniş biçimi, işlendiği zaman ve yer, konusunun önem ve değeri, meydana gelen tehlikenin ağırlığı, sanığın kastı” da göz önüne alınmış.

Türkiye çok ilginç bir ülke.. “Bu ülkede din düşmanları ve din düşmanlığı var” derseniz, halkın bir kesimini diğeri aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmiş olabiliyorsunuz. Buna karşılık, “Türkiye’de laiklik düşmanları ve laiklik düşmanlığı var” diye konuşursanız, bu, barış meşalesini yakmak anlamına geliyor. Böylesi laflar asla halkın bir kesimini diğeri aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik kapsamına girmiyor.

Evet, “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesim aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçu öyle bir suç ki, bunu ancak “halkın farklı özelliklere sahip bir kesimi” işleyebiliyor.

Mesela ‘laikçi’ bir adam, “İrticaın başı ezilmelidir, gericilerle mücadele edilmelidir” gibi laflar ederse, bu asla, bir kesimi diğeri aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik anlamına gelmez. Buna karşılık, “İslam düşmanlığıyla mücadele edilmelidir” derseniz, yandı gülüm keten helva.

*

Siz hiç, halkın bir kesimini, ‘dindar’ olarak nitelendirilen kesimine karşı alenen kin ve düşmanlığa tahrik etme suçundan ceza almış birini gördünüz mü?!.. Hayır, bu ülkede alenen kin ve düşmanlığa hedef gösterilme imtiyazı “halkın farklı özelliklere sahip bir kesimi”ne aittir. ‘Müslümanlığına’ vurgu yapan ‘daha farklı’ kesim ise, ancak birilerini kin ve düşmanlığa tahrik edebilir veya kendileri edilebilir, onların kin ve düşmanlığa maruz kalma imkan ve ihtimalleri asla ve kat’a mevcut değildir.

Türkiye’de, başı açık genç kızlar başörtülülerin tehdidi altındadır, ama başörtülülere yönelik olarak kin ve düşmanlığa tahrik suçunun işlenmesi mümkün ve muhtemel değildir. Hayatım boyunca, gericilerle mücadele edilmesi, onların kökünün kazınması yönünde konuşup duran pekçok insana şahit oldum, fakat böyleleri içinden bir kişinin bile, değil “halkın farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer bir kesim aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik etmek” suçundan ceza almak, yargılandığına bile şahit olmadım.

Buna karşılık, “Deprem ilahî ikazdır” diyen kişilerin ceza aldıklarını görüyoruz. “Deprem ilahî ikaz değildir” diyen kişiye gelince, o, halkın bir kesimini diğeri aleyhine kışkırtmış olmuyor. Oysa, her iki ifade arasında, halk kesimleri üzerindeki etkisi açısında hiçbir fark bulunmuyor.

Yeni Asya yazarı şöyle deseydi acaba ne olurdu: “Deprem, din istismarcısı yobazlara ilahî bir ikazdır.” Böyle konuşsaydı, olay kin ve düşmanlığa tahrik etmekten kendiliğinden çıkar, sevgi ve dostluğun cûş u hurûşa gelmiş biçimi halini alırdı. Ne yargılanır ne de hüküm giyerdi.

Benim cennet vatanım böyle bir yer işte…

*

Olivier Roy, “İslami aydın” kavramı ile, “düşüncesini bilinçli olarak İslam’ın kavramsal çerçevesi içinde düzenleyen aydını” kast ettiğini belirtir. (1) Gerçekten de, İslam’ı benimsemiş olmak, İslam’ın kavramsal çerçevesini kullanmayı zorunlu kılar. Bu kavramsal çerçeve, doğal olarak, “ilahî ikaz” kavramını da içerir. Nitekim Elmalılı M. Hamdi Yazır hoca, Atatürk’ün yazdırdığı söylenen “Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsirinde şöyle der:

 

“… Kendilerinde böyle bir duygu bulamadıkları, özellikle tevhid inancını tanımadıkları için kör bir tabiatçı kafayla düşündüklerinden, beşerin işlediği günahlarla birtakım semavi afetler arasında bir ilişki olabileceğine ihtimal vermiyorlardı. Allah’ı bırakıp, şuna buna tapmakla, ölçüyü, teraziyi eksik yapmakla, fitne fesat çıkarmakla dünyadaki düzenin bozulacağını, tufanlar ve zelzeleler olacağını anlamıyorlardı.…” (2)

“ ‘Ve Rabbinin yakalaması işte böyledir. O memleketleri zulme dalmış gitmiş bir halde yakaladığı vakit, gerçekten O’nun yakalaması acı ve çetin bir yakalama olur. Muhakkak ki onda’, yani o yakalamada veya anlatılan her kıssada, ‘ahiret hayatından korkan herkes için elbette bir ayet vardır.’ Yani ibret alacak, ders alacak açık seçik noktalar vardır. Adam sen de, ben bugünümü geçireyim de sonra ne olursa olsun diye, ilerisini düşünmeyen, ahireti hatırına getirmeyen saygısızlar, bu gibi olayları kulların işlediği günahlarla ilişkili görmezler, tesadüflere ve tabiata yükleyip geçerlerse de cidden aklı ve izanı olan ve ahiret korkusu bulunan kimseler bunda ahirete bir delil bulacaklar ve bu dünyada yapılan zulüm ve haksızlıkların oradaki sonucunun korkunç olduğunu anlayacaklar. İşte bu düşüncelerle Allah Teâlâ’nın hazırladığı ahiret azabının ne kadar çetin, ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edeceklerdir.” (3)

 

İlahî olan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir ilah (tanrı) anlayışı dinlerde yok. Bu ancak, ateizm için geçerli olabilir. Bir ateistin kuruntusuna göre ‘İlah’ mevcut olmadığı için, ilahî ikaz vs. de düşünülemez. Ateistçe bir kavramsal çerçeveyi insanlara dayattığınız zaman bu halkın bir kesimini diğeri aleyhine kışkırtmak olmuyor, ama dinî bir söylemi benimsediğiniz zaman, kin ve düşmanlık ‘türkü’sü söylemiş oluyorsunuz.

Halbuki, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük hukukçulardan biri olan Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil şöyle der:

 

“Esasen dikkat edilirse, ilim de neticelerinde, din gibi, bir inanç sistemidir. Şu farkla ki, ilmî inanç tecrübe, müşahede ve muhakemeden neş’et ettiği halde, dinî inanç sezilerden, hislerimizin akışından ve içimizin yalvarışından teşekkil etmekte; ilim, zekadan; din ve iman, his ve iradeden doğmaktadır.” (4)

 

İlim denilen inanç sistemine göre konuşursanız ‘dinî inanç sistemi’ne inananlar aleyhine kin ve düşmanlık sergilemiş olmuyorsunuz, ama dinî kavramları kullanırsanız, ilme göre konuştuğunu söyleyenler sizin cezalandırılmanızı isteyebiliyorlar.

*

Oysa, bilimsel kanaatler de, gerçekte kesin doğruluklarından söz edilemeyecek ‘inanç’lardan ibarettir. Şerif Mardin’in ifadesiyle, “bugünkü bilim anlayışımız artık bilimsel kuramların ‘mutlak’ bir geçerliliği olmadığını, zamanla bunların değiştiğini” kabul etmektedir. (5)

Alain Chalmers, bu konuda oldukça kesin konuşur:

 

Bilimsel teorilerin isbatlanmış doğru veya muhtemelen doğru olmalarını mümkün kılacak doğru hiçbir yöntem yoktur…. Bilimsel teorilerin kesinkes doğrulanmış veya yanlışlanmış olamayacakları tezini destekleyecek argümanların bazıları, büyük ölçüde felsefi ve mantıki düşüncelere dayanır. Diğer argümanlar bilim tarihinin ve modern bilim teorilerinin detaylı bir analizine dayanmaktadır.” (6)

 

Michel Foucault’ya göre, 19 .yüzyıl sonrasında, geniş insan kitleleri üzerinde kurulmak istenen bürokratik kontrolün sonucu olarak tıp, psikiyatri, kriminoloji ve ceza hukuku daha sistematik hale getirilmiştir. Çünkü, iktidarın otoritesini, buna karşı tehdit oluşturanların bir bilimsel söylemle tanımlanması güçlendiriyordu. Böylesi bir söylem; sınıflama, ayrımlama ve karşılaştırma yoluyla farklılıkları ortaya çıkarmaktaydı. (7)

Foucault’nun tespiti aşırı bir genelleme kabul edilse bile, tümüyle yanlış olduğu söylenemez. Kriminoloji ve ceza hukukunun bürokratik kontrol ile olan ilişkisi açıktır. Psikiyatri için de aynı şey bir ölçüde söylenebilir; bürokratik kontrolü haksız biçimde elinde bulunduranların, ceza hukukunun yetmediği yerde, muhaliflerini psikiyatriye ait kavramlarla mahkum etmeye çalıştıklarını tarih göstermektedir. Mesela, Kur’an’da belirtildiği gibi, peygamberler sıkça “mecnun” (deli) ithamına maruz kalmışlardır.

Brown, dilimize “Beyin Yıkama” adıyla çevrilen kitabında şöyle der:

 

“… tek gerçek, ‘Kilise’nin veya devletin ifade ettiği gerçektir. Dolayısiyle; bunun dışında başka ‘gerçek’ arayan ‘sapık düşünceli’, ya tehlikeli bir mücrimdir, ya da akıl hastası.” (8)

 

Bernstein’ın ifadesiyle, kullanılan dil, diğer insanlar üzerinde kontrol sağlama isteğini de yansıtır. (9) Kavramları gerçeği bulmak için değil de, hakimiyet oluşturmak ve kontrol sağlamak için üretenler, kendi paradigmalarına karşıt paradigmaların yüksek sesle söylenmesini, cezalandırılmayı gerektiren bir suç olarak değerlendirebilirler. Pozitif bilimlerin paradigması tanımı gereği ‘bilimsel’ olsa da, Thomas Kuhn’un (aynı zamanda Başgil’in) işaret ettiği gibi, “belirli varsayım ve inançları” içerir. Kuhn’a göre, paradigması hakim konuma gelen galip ekol, “kendine özgü inançları ve önyargıları nedeniyle”, bilgi birikiminin “belli kısımlarına ağırlık vermek” durumundadır. (10)

*

Adına bilim denilen inanç sistemine ‘inançla bağlananlar’ın paradigması hakim konumuna geldiğinde, sadece kendilerine özgü inançları ve önyargıları nedeniyle bilgi birikiminin belli kısımlarına ağırlık vermiş olsalar, bu çok önemli bir sorun olarak kabul edilmeyebilir belki.

Fakat onlar, paradigmalarına inanmayanları cezalandırılmaları gereken ‘suçlu’lar olarak da görebilmektedirler.

Oysa, bilimsel paradigmalara sahip olanların bilim dışı paradigmaları benimseyenleri cezalandırabileceklerini düşünmek bilimin zorunlu sonucu değildir, bu tamamen ideolojik bir tavırdır.

Duverger’nin ifadesiyle, “Her toplum iyilikle kötülüğün, adaletle haksızlığın tarifleri, yani değer sistemleri üzerine kuruludur. Bu tarifler de inançların ta kendisidirler; çünkü iyilikle kötülük, adaletle haksızlık tecrübeyle değil, inançla ve bunları isteyerek benimseyişle ilgilidir. Demek ki bizzat nitelikleri dolayısiyle ideolojiktirler. Aslında bütün ideolojiler, hatta objektif olduklarını ileri sürenler dahi, şu veya bu şekilde değer sistemleridirler.” (11)

*

Düşünce, fikir ve inanç özgürlüğü, insanların paradigmalarını seçme özgürlüğünden ibarettir.

Farklı bakan, farklı görecektir. Deprem olayına İslamî paradigma ile bakan kimse bunu, Allah’ın bir ihtarı/ikazı, cezası ya da imtihanı olarak yorumlayabilir.

Pozitif bilimlerin paradigması ile bakan kimse ise bunu doğal (gayet normal, kendiliğinden olan) bir afet olarak değerlendirecektir.

İslamî paradigma sahipleri, pozitif bilimlerin paradigmasını katı biçimde savunanları inançsızlıkla, yani İslam’a inanmamakla itham edebilirler (ve öyledir de), ama, İslamî paradigmanın “Dinde zorlama yoktur” hükmü gereği, İslamî açıklama biçimini zorla benimsetmeye çalışmazlar.

Bunun anlamı şudur: İslamî kuralların, yani İslam hukukunun, Şeriat’in hakim olduğu bir ülkede hiç kimse, depremi doğal bir afet olarak değerlendirdiği, ilahî ikaz olarak görmediği için hapis cezasına (veya başka bir cezaya) çarptırılmaz.

Bu sadece, kendisini özgürlükçü zanneden ve öyle tanıtan zorba küfür rejimlerine ait bir özelliktir.

 

Notlar:

  1. Olivier Roy, Siyasal İslam’ın İflası, çev. C. Akalın, İstanbul 1994, s. 10.
  2. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, sad. İ. Karaçam ve diğerleri, C. 4, İstanbul, t.y., s. 563.
  3. A.g.e., C. 5, ss. 9-10.
  4. Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları, 4. b., İstanbul 1979, s. 63.
  5. Şerif Mardin, İdeoloji, 3. b., İstanbul 1995, s. 17.
  6. Alain Chalmers, Bilim Dedikleri, çev. Hüsamettin Arslan, Ankara 1990, s. 27.
  7. Mark Philip, “Michel Foucault”, Çağdaş Temel Kuramlar, ed. Quentin Skinner, çev. Ahmet Demirhan, 2. b., Ankara 1997, s. 91; Michel Foucault, “Power, Sovereignty and Discipline”, States and Societies, ed. David Hald ve diğerleri, Oxford: Basil Blackwell, 1988, s. 306.
  8. J. A. C. Brown, Beyin Yıkama, çev. Behzat Tanç, 6. b., İstanbul 1994, s. 33.
  9. B. Bernstein, Class, Codes and Control, Vol. 1, London, 1971’den aktaran Ali Yaşar Sarıbay, Siyasal Sosyoloji, 2. b., İstanbul 1994, s. 89.
  10. Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, 3. b., İstanbul 1991, s. 50.
  11. Maurice Duverger, Politikaya Giriş, çev. Samih Tiryakioğlu, 3. b., İstanbul 1978, s. 90.

28 ŞUBAT “BİN YIL” DEVAM ETMEYECEK,

FAKAT 23 YIL SONRA BİLE YERLİ YERİNDE..

 

(YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ YÖNETİMİNİ HASBELKADER İŞGAL ETMİŞ/ETTİRİLMİŞ BULUNAN “SOYTARILAR KUMPANYASI”, İSLAM HUKUKUNUN BİR HÜKMÜNÜ [YANİ YERLERİN VE GÖKLERİN, BÜTÜN CANLI MAHLUKATIN VE İNSANLARIN YARATICISI ALLAHU TEALA’NIN HÜKMÜNÜ] “PEDOFİLİ” DİYEREK AŞAĞILAYINCA “HADDİNİ AŞMIŞ” OLMUYOR MU?

SADECE “İNCELEME BAŞLATTIKLARINI” SÖYLEMEKLE YETİNSELER, DİNSİZLİK VE İMANSIZLIK SERGİLEYEMEMİŞ OLMANIN ÜZÜNTÜSÜYLE HELAK MI OLACAKLARDI?

BU SORU SANA, REKTÖR ATAMA İŞLERİNİN BAŞI TAYYİP EFENDİ..

VE DE EMİN SARAÇ HOCA’NIN OĞLU YÖK BAŞKANI’NA..

BU SORU, YARIN AHİRETTE DE ÖNÜNÜZE GELECEK..

ŞİMDİ SİZ, TEPKİ GÖSTERMEYİP “SÜKUT İKRARDAN GELİR” FEHVASINCA ONAYLAYABİLİRSİNİZ, FAKAT BU ÖKÜZLERE, ALLAHU TEALA’NIN HÜKMÜNÜ “KABUL EDİLEMEZ” BULMALARININ HESABI AHİRET’TE SORULMAYACAK MI?)

 

 

İnceleme başlatıldı

Yıldız Teknik Üniversitesi konuyla ilgili açıklamada bulundu.

 
29.01.2020 10:19

Türkiye günlerdir Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’nde görevli Prof. Dr. Bedri Gencer‘in, Elazığ depreminin ardından sosyal medya hesabı üzerinden afetleri çocuk evliliklerinin yasaklanmasına bağlayan paylaşımını konuşuyor.

Gencer yaptığı paylaşımda “Allah’ın helal kıldığı yaşta evliliği tecavüz sayarak, mutlu yuvaları bozarak, gayretullaha dokunmayalım. Az kaldı” dedi. Gerici profesör, Twitter üzerinden yaptığı paylaşımı, gelen tepkiler üzerine kaldırmak zorunda kaldı. …

Yıldız Teknik Üniversitesi konuyla ilgili açıklamada bulundu.

Yıldız Teknik Üniversitesi’nin açıklamasında Bedri Gencer’in mesajına ilişkin “haddini aşan” ve “kabul edilmesi mümkün olmayan” denilerek inceleme başlatılacağı şöyle duyuruldu:

“Elazığ’daki depremin ardından afetleri ‘zinanın yasal olmasına’ ve pedofilinin yasaklanmasına bağlayan Profesör Gencer hakkında inceleme başlatılmıştır.”

İşte açıklamanın tam metni:

“MEVZUBAHİS OLAN VATANSA HERŞEY TEFERRUATTIR”

NE DİYORDU ABDURRAHMAN DİLİPAK: “KADROLARINDA ŞEYH DE VAR, FAHİŞE DE”

(AYILANA GAZOZ, BAYILANA LİMON!.

KİMİNİ SARIKLI SAKALLI CÜBBELİ ŞEYH’İN “TEATRAL VATANSEVER-YERLİ-MİLLİ VAAZ SEANSI”YLA KOYUN GİBİ GÜDERSİN,

KİMİNİ DE HER KILIĞA GİREBİLEN, GEREKTİĞİNDE BAŞÖRTÜLÜ HATTA ÇARŞAFLI OLABİLEN “FAHİŞE”LER SAYESİNDE ZENGİNLEŞTİRDİĞİN “KASET KOLEKSİYONU”YLA)

 

İlgili resim

KADIN AJANLAR ile ilgili görsel sonucu

KADIN AJANLAR ile ilgili görsel sonucu

KADIN AJANLAR ile ilgili görsel sonucu

KADIN AJANLAR ile ilgili görsel sonucu

KADIN AJANLAR ile ilgili görsel sonucu

KADIN AJANLAR ile ilgili görsel sonucu

KADIN AJANLAR ile ilgili görsel sonucu

KADIN CASUS ile ilgili görsel sonucu

KADIN CASUS ile ilgili görsel sonucu

KADIN AJANLAR ile ilgili görsel sonucu

ADALET PEE ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

KARA KAKÜLLÜ ile ilgili görsel sonucu

*

 

Gazeteci-yazar Şaziye Karlıklı’nın kaleme aldığı “Emine Adalet-Kara Kaküllü Kız” Doğan Kitap tarafından yayımlandı.

Şaziye Karlıklı, İşgal altındaki İstanbul’da dans tutkunu genç bir kızın Türkiye’den Almanya’ya ardından casusluğa geçen hayatını anlattı. Avrupa’nın en ünlü gece kulüplerinde “İstanbul’un Gülü” olarak tanıtılan Emine Adalet’in kurduğu ilişkileri casusluk için nasıl kullandığı da okuyucuya aktarıldı.

“Türk Mata Hari” diye anılan Emine Adalet’in Konya’da Atatürk’ün karşısında zeybek oynadığı, Kahire’de Ümmü Gülsüm’le sahneye çıktığı anlar kurgu şeklinde Karlıklı tarafından kaleme alındı.

Kitabın “Berlin’den Viyana’ya dönen trende…” başlıklı bölümünde ise, Emine Adalet’in dans eğitimi için gittiği Almanya’da Nazi lider Adolf Hitler’in karşısına çıkışı anlatıldı. Bu bölümde Emine Adalet’in Hitler ile arasında geçenler ve Hitler’in karşısında dans edişi yer aldı.

İşte “Berlin’den Viyana’ya dönen trende…” başlıklı bölümde Emine Adalet’in Hitler’le yaşadıklarının kurgulanarak anlatıldığı o kısım:

“Hitler’in Binicilik Okulu’ndaki ikametgâhına geldiklerinde, Emine Adalet dinlenmesi ve hazırlanması için kendisine tahsis edilen odanın penceresinden etrafı seyretti. Buradan yarım saat uzaklıktaki apartmanında kocası ve babaannesi birazdan akşam yemeğine oturacaklardı. Hitler’le aynı çatı altında olduğundan habersizlerdi, onu Viyana’da sanıyorlardı. Bilseler amma da şaşırırlardı. …

… Gülümsedi, babaannesine kalsa herhalde şimdi bir yazıhanede sabahtan akşama çalışan bir daktilo kızdı. … Babaannesini dinlemediğine memnundu. Hangi memlekete giderse gitsin, insanların sadece uzaktan gördüğü güçlü adamlar onun etrafında pervaneydi. Tehlikelerle dolu olsa da bu hayatını sevdiğine karar verdi. İşte Goebbels’in ardından Hitler’den davet almıştı. Bu, bir Emine Adalet zaferi değildi de neydi? Topraklar zapt eden dünyanın bu en güçlü adamlarını fethetmişti işte. Bir daktilo kız bunu yapamazdı.

Saat 19.00’da oda kapısı çalındığında Emine Adalet hazırdı. Meydanlarda ‘Heil Hitler’ diye selamladığı, radyoda neredeyse her gün sesini duyduğu, bütün dünyaya meydan okuyan adam karşısındaydı işte. …

… Ayakkabılarını çıkardı, bunu yaptıktan sonra Hitler’i başıyla selamladı. Vücudunun kalça, göbek ve omuz kısımlarını ritmik hareketlerle titretmeye başladı. Pembe elbisesinin masumiyeti tümüyle uçup gitmişti. Mimiklerinin cinsel cazibesiyle birleşen vücudunun her hareketiyle salona hükmetmeye başlamıştı. Buna zaten alışkındı. Hitler istisna olmayacaktı. Ertesi gün yine trenle Viyana’ya dönerken Binbaşı Fegelein’la özel vagonda baş başa kalmıştı…

O gün neler olduğunu Emine Adalet ömrü boyunca unutmadı. O vagonda yaşananları Behçet Bey dışında, o sıralar hiç kimseye anlatmadı. Çok yıllar sonra, artık kendisi için tehlike çoktan geçtiğinde, röportajında o eski hatırayı dile getirdi: Binbaşı Fegelein’ın bir iki kadeh votka içtikten sonra, bakışları değişmiş, bir başka türlü bakmaya başlamıştı. Viyana’ya gidiyorduk. Kadınlığımı, dişiliğimi kullanıp binbaşının ağzından bilgi almaya çalıştım, … Kendisine savaşın sonunun ne olacağını sorduğumda, içkinin ve benim dişiliğimin etkisinde kalan binbaşı, Fransa’yı işgal edeceklerini, Magino hattı kuvvetli olduğu için Manş kıyısındaki Abbeville’den vuracaklarını söyledi… Sevinçten, heyecandan ölüyordum. Tren Viyana’ya gelince binbaşı ile vedalaşıp ayrıldım. Hemen Behçet Özdoğancı’yı arayıp, kendisiyle görüşmek istediğimi, çok önemli olduğunu söyledim. Kısa bir süre sonra konsolosun odasında binbaşıdan öğrendiğim her şeyi anlattım Behçet Bey’e. Beni dinledikten sonra konsolos, ‘Adalet, binbaşı seni kandırmış, anlattıklarına çocuklar bile inanmaz’ dedi. Sonra birlikte içki içtik, ben durumu Ankara’ya iletmesi için Behçet Bey’i ikna ettim. Sonunda itibarını kaybetme pahasına da olsa anlattıklarımı şifreli telgrafla dışişlerine bildireceğini söyledi. Ertesi gün yine konsolosluğa gittim, Behçet Bey Ankara’ya bilgi vermişti, ama yaptığına pişman bir hali vardı. ‘Sana inanmamalıydım Adalet, rezil oldum’ dedi.

Bu heyecanlı macerayı [kocası] Harry’ye de anlatmayacaktı. İyisi mi kocasından sakladığı sırlardan biri daha olsundu.

DAVUTOĞLU ÖNCE YAT YAT UYU, SONRA BUNU OKU!

MAHMUT EROL SEN DE “İRFAN” VE “HİKMET”LE İP ATLA!

 

AHMET DAVUTOĞLU LAİKLİK ile ilgili görsel sonucu"

AHMET DAVUTOĞLU LAİKLİK ile ilgili görsel sonucu"

AHMET DAVUTOĞLU ATATÜRK ile ilgili görsel sonucu"

AHMET DAVUTOĞLU ATATÜRK ile ilgili görsel sonucu

 

ÖZDENÖREN NEYİ SAVUNUYOR?

Dr. Seyfi Say

(Temmuz 2012)

 

Rasim Özdenören’in 22 Temmuz 2012 tarihli Yeni Şafak’ta şöyle bir yazısı yer alıyor:

 

Bana o ümmeti Muhammedi göster…

Öyle anlatılır: Adamın biri, Allah dostlarından birinin önüne çıkmış: – Efendim, dua buyurun şu ümmeti Muhammed kurtulsun! Demiş.

O zatın cevabı anlamlı:

– Sen bana o ümmeti Muhammed’i göster, ben sana onun kurtulmuş olduğunu hemen müjdeleyeyim!

***

Geçtiğimiz günlerde internet adresime Şevket Eygi üstadımızın bir yazısını göndermişler. Yazının altında 13.07.2012 tarihi yer alıyor, fakat mehaz gösterilmiyordu. Muhtemelen Milli Gazete olabilir. Yazı “On Üç Yaşındaki Kız” başlığını taşıyor.

Üstadın esef ettiği bir olay vuku bulmuş: “On üç yaşındaki kız ile dost hayatı yaşayan genç, kızı öldürme sebebi olarak, çocuğumu kürtajla aldırmış, ben de onu boğarak öldürdüm demiş.”

Üstat, bu üzücü olayı: “Ülkemizde korkunç bir cinsellik patlaması vardır. Bunun birinci sebebi medyanın müstehcen yayınlar yapmasıdır” diyor. Ve arkasından şu “sosyolojik” açıklamayı da getiriyor: “Bugünkü Avrupa medeniyeti ile İslam’ın ahlak, namus ve iffet anlayışı asla bağdaşmaz.(…) Müslüman bir toplum iffet konusunda yoldan çıkarsa dejenere olur ve çöker. Bugünkü iffetsizlikte, seks patlamasında rejimin de büyük rolü olmuştur. Zinayı suç olmaktan çıkarttılar.”

İmdi, bu ülkede müstehcen yayın yapılması yeni bir olay değil. Yıllardır bu tür yayınlar yapılır. 1980’li yıllarda bu tür yayınların poşette sunulması öngörülmüştü. Şu anda durum nedir, bilmiyorum. Aynı usul hâlâ geçerli mi, yoksa bir faydası olmadığı görülerek kaldırıldı mı? Sonuçta, bu tür önlemler palyatiftir, hastalığın kökünü ortadan kaldırmadan belirtilerini örtmeye matuf işlemler… Hastalık yerinde durduğu için, bu tür önlemlerle bir yere varılmayacağı bellidir.

Öte yandan Avrupa uygarlığı ile İslam’ın ahlak anlayışının bağdaşmazlığı da doğrudur. Ancak “Müslüman bir toplum iffet konusunda yoldan çıkarsa dejenere olur ve çöker” cümlesini yalnızca Müslüman toplumla sınırlı tutmamalıyız. İffetini yitirmiş olan başka toplumların çöktüğünü de biliyoruz. Eski Roma, eski Yunan uygarlıkları en bilinen örnekler arasındadır… Ayrıca Kur’an’da anılan Ad, Semud, Lut kavimlerini de zikredebiliriz…

Üstadın o yazıdaki en can alıcı cümlelerinden birisi şudur: “Zinayı suç olmaktan çıkarttılar. AB norm ve standartlarına göre Bursa Kültür Parkı’nda geceleri çalıların altında sevişmek serbesttir ve kolluk kuvvetleri bu konuda hiçbir önlem alamaz.”

İşte, bizim çoğu aydınımızı çileden çıkarttığını gözlemlediğimiz yanlış teşhis ve tespit bu cümlenin içinde barınıyor. Zina yasak olmaktan çıkartıldı ve bu kötülükler başımıza gelmeye başladı, öyle mi? Oysa aynı olaylar zinanın yasak sayıldığı dönemlerde de varitti. Ben, 1950’li yılların ikinci yarısında liseye devam ederken, bir park bekçisinin parkta öpüşüyor diye derdest edip karakola götürdüğü, oradan mahkemeye sevk edilen ve mahkemece cezalandırılan bir genç çiftin bu hazin dramını hatırlıyorum. Gerçi gerek Eygi’nin bahsettiği, gerek benim şimdi değindiğim olayın zina ile bir ilişkisi yok, her ikisi de olsa olsa genel ahlaka aykırı suçlardan sayılır.

Üzerinde durulacak olan husus şudur: zinanın suç olmaktan çıkartılmasıyla zina olaylarının veya genel ahlaka aykırı suçların çoğalması arasında, göründüğü kadarıyla bir bağlantı kurmak zordur. Kaldı ki, zinanın veya fuhşun ve genel olarak genel ahlaka aykırı suçların işlenmesi belli ölçülerde her zaman varittir. Önemli olan bu suçların işlenmesine zemin teşkil eden toplumsal yapılanmanın ıslahıdır. Hırsızlık suçunun zeminini yerinde bırakarak o suça ilişkin cezanın arttırılması belki kısa sürelerde işe yarayabilir, fakat uzun vadede köklü bir çare olmaz. Nitekim hacca gitmiş olanlar, Mekke’de, Medine’de sokakların bileği kesik insanlarla dolu olduğunu görür. Hırsızlık akla gelebilecek en şiddetli ceza ile müeyyidelendirilmiş, buna rağmen bu suçun işlenmesi önlenememiş. Niye? Gelir dağılımındaki adaletsizlik önlenmeyince, başka bir deyişle hakça paylaşım düzeni gerçekleştirilmedikçe en ağır yaptırımın bile işe yaramadığı meydanda…

Hâlihazırdaki toplumsal düzen dile getirilen ve yakınılan suçların işlenmesine hazır bir zeminken, cezaların arttırılmasıyla mesafe kat edileceğini düşünmek sadece bir çaresizlik işareti olur. En iyisi o Allah dostunun cümlesini tekrarlayalım biz de: Sen bana o ümmeti Muhammed’i göster, ben sana onun kurtulmuş olduğunu hemen müjdeleyeyim!

 

Böyle bir yazıya “Bana o ümmeti Muhammed’i göster” başlığının atılmış ve yazının aynı ifadelerle bitirilmiş olması, bilinçli bir kurnazlıktan ibaret gibi görünüyor. Laik ve liberal dünya görüşünden oluşan acı hap böylece tatlı bir kaplamayla “yut(tur)ulabilir” hale getiriliyor.

Hâlihazırdaki toplumsal düzen dile getirilen ve yakınılan suçların işlenmesine hazır bir zeminken, cezaların arttırılmasıyla mesafe kat edileceğini düşünmek sadece bir çaresizlik işareti olur” diyen yazarın, aradığı toplumsal düzenin ne olduğu belirsiz. “Toplumsal düzen” kaydının, içi boş ve aldatıcı bir retorikten ibaret olduğu görülüyor.

Gerçekte yazar, “toplumsal düzen” ne olursa olsun, “cezaların arttırılması”na karşı..

Ancak, “cezaların arttırılması” göreceli bir durumdur. Önemli olan cezaların adil olmasıdır. Adaleti sağlamayacak ölçüde yetersiz ya da düşük cezaların arttırılması, buna karşılık, adaletsizlik (zulüm) anlamına gelen ağır cezaların da hafifletilmesi gerekir.

*

Bir müslümana göre adil yasa, Şeriat’tir, yani Allahu Teala’nın Kur’an’la ve Resulü’nün sünneti ile koyduğu yasalar.

Özdenören’in, görüldüğü kadarıyla “adil yasa” ve “Şeriat” gibi bir derdi yok.. Ona göre, “bu suçların işlenmesine zemin teşkil eden toplumsal yapılanmanın ıslahı”nı bekleyeceğiz.

Bu, son tahlilde, Şeriat’in hükümlerinin gereksiz olması anlamına geliyor. Çünkü, İslâm’ın söz konusu hükümlerinin uygulanması, o suçların işlenmiş olmasına bağlı. Özdenören’in verdiği örnek, hırsızın elinin kesilmesi.. Şeriat’in gereği olarak hırsızın eli kesildiğinde, “toplumsal düzenin ıslah” edilmemiş bulunduğu, dolayısıyla Şeriat’in uygulanmasının yersiz olduğu anlaşılmış oluyor. Toplumsal düzen ıslah edilince de bu suçlar işlenmiyor, böylece Şeriat’in hükümleri kendiliğinden gereksiz hale geliyor. Yani her halükârda Şeriat’in uygulanmaması gerekiyor.

Asr-ı saadete bir daha dönemeyeceğimize, örnek İslâm toplumu tekrar kurulamayacağına göre de, pratikte Özdenören’in öğüdü, “Boş verin Şeriat’i, Batı’dan alınmış laik yasalar neyinize yetmiyor” demek oluyor.

*

Tabiî tecrübeli ve laf ebeliğini bilen bir yazar olarak, bunu okurlarına nasıl “yutturacağını” biliyor.

Gerçekte yazarın akıl yürütüş biçimi tamamen sakat.. İleri sürdüğü argümanlar tek tek kolaylıkla çürütülebilir. Ancak, böylesi bir tartışmanın bir gayrimüslimle yapılması gerekir. Bir müslümanla bu konuda tartışılırken söylenecek söz şundan ibarettir: “Şayet müslümansan, Allahu Teala’nın emri böyle.”

Yani bir müslüman, bir başka deyişle ümmet-i Muhammed’den (s.a.s.) olan bir kimse, böylesi bir durumda, mesela hırsızın elinin kesilmesi gerektiğini söyleyen birine ancak şunu sorabilir: “Kur’an ve Sünnet’ten açık delilin var mı?”

Varsa, müslüman artık itiraz etmez, edemez. Şayet bu, bir içtihat sonucu varılmış hüküm ise, itirazda bulunan kişinin bir başka içtihadı benimseme hakkı vardır. Ancak, “Mevrid-i nassta içtihada mesağ yoktur”. Burada ise nass söz konusu.

*

Özdenören’in tutumu müslümana yakışan bir tavır olmadığı için (Evet, üzerine basarak söylüyorum, müslümana yakışan bir tutum değil), ortada bir ümmet-i Muhammed (s.a.s.) bulunmadığı yönündeki iddiası, kendi şahsı için tutarlı bir hüküm oluyor. Fakat, başkaları adına konuşmaması gerektiğini unutuyor.

Üstelik o, bütün bir müslüman kitleyi “ümmet” olmaktan çıkarırken, bir yandan da dolaylı olarak kendisini aklama kurnazlığından geri kalmıyor. Halbuki, ümmete giydirmeye çalıştığı elbise tam da kendi üstüne uyuyor.

Şimdi gelelim Özdenören’in akıl yürütüşündeki diğer sakatlıklara..

Diyor ki:

 

Zina yasak olmaktan çıkartıldı ve bu kötülükler başımıza gelmeye başladı, öyle mi? Oysa aynı olaylar zinanın yasak sayıldığı dönemlerde de varitti.”

 

Yazara sormak gerekiyor: Türkiye’de adam dövmek yasak.. Ama yine de dövülen pekçok insan var.. Öyleyse, adam dövmek serbest mi olmalı?!.. Serbest olsun, birileri gidip mesela Özdenören’i serbestçe hırpalayabilsin.. Bunu ister mi?..

Özdenören’in lafının mantıksızlığı başka örneklerle de gösterilebilir, ancak daha büyük saçma ifadeleri bulunduğu için bunu geçelim..

*

Diyor ki:

 

“Üzerinde durulacak olan husus şudur: zinanın suç olmaktan çıkartılmasıyla zina olaylarının veya genel ahlaka aykırı suçların çoğalması arasında, göründüğü kadarıyla bir bağlantı kurmak zordur.”

 

Buna da şöyle bir soruyla cevap verelim: Adam dövmenin suç olmaktan çıkarılması durumunda, darp olaylarının çoğalmayacağını mı düşünüyor yazar? Kimsenin gelip kendisini dövmeyeceğinden emin mi? Adam dövmek suçken bile pekçok kişi niçin korumalarla dolaşıyor ki? Bir de adam dövmenin serbest olduğunu düşünelim.. Bu durumda isteyen biraz kalabalık bir grupla gider, korumaları da döver, işi bitirir.

Devam ediyor yazar:

 

“Kaldı ki, zinanın veya fuhşun ve genel olarak genel ahlaka aykırı suçların işlenmesi belli ölçülerde her zaman varittir. Önemli olan bu suçların işlenmesine zemin teşkil eden toplumsal yapılanmanın ıslahıdır.”

 

Peki bu ıslah ne zaman ve nasıl olacak?.. Birtakım cezaî müeyyideler koymadan bu ıslahı nasıl gerçekleştireceksiniz?..

Gerçekte hukukî yaptırımlar ıslahın bir parçasıdır. Toplumsal yapının hiç suç işlenmeyecek şekilde ıslahı ise hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.

Bu, bir ütopyadır.

*

Üstelik, toplumsal yapı dediğimiz kavramdan ne anlamak gerektiği de açık değildir. Toplumsal yapının olumsuzluğu söylemi, genelde kötü insanların mazeret kaynağı ve kendi sorumluluklarını başkalarına yükleme kurnazlığının aracıdır. Böylece herkes, kendisi dışındakileri “toplumsal yapı” adı altında suçlar, kendi sorumluluğunu kabul etmekten de kaçınır.

Bu mantık aslında, eskilerin devr-i batıl (kısır döngü) dedikleri akıl yürütüşe dayalı bir mugalatadan ibarettir. Hiçbir zaman, “Toplumsal yapı iyi ama bu adam yine de suç işledi” deme şansınız yok, çünkü bizzat o suçun varlığı, toplumsal yapının elverişsizliğinin kanıtı..

Devam ediyor yazar:

 

“Hırsızlık suçunun zeminini yerinde bırakarak o suça ilişkin cezanın arttırılması belki kısa sürelerde işe yarayabilir, fakat uzun vadede köklü bir çare olmaz.”

 

Bunlar da boş laftan ibaret. Hırsızlık suçunun zeminini yerinde bırakmak ne demektir?.. Hırsızlık suçunun zemini denilen şey, insanları hırsızlığa sevkeden etkenlerse eğer, bunun kişiden kişiye değişeceğini herkes bilir. Standart bir zemin yoktur. Bununla birlikte genelde hırsızlığın “zemin”i, insanlardaki kolay yoldan servet edinme hırsıdır. Hayatî zaruretler yüzünden hırsızlık yapmak zorunda kalınması durumu çok seyrek yaşanır.

*

Yazar, yukarıdaki ifadelerini şöyle sürdürüyor:

 

“Nitekim hacca gitmiş olanlar, Mekke’de, Medine’de sokakların bileği kesik insanlarla dolu olduğunu görür. Hırsızlık akla gelebilecek en şiddetli ceza ile müeyyidelendirilmiş, buna rağmen bu suçun işlenmesi önlenememiş. Niye? Gelir dağılımındaki adaletsizlik önlenmeyince, başka bir deyişle hakça paylaşım düzeni gerçekleştirilmedikçe en ağır yaptırımın bile işe yaramadığı meydanda…”

 

Allahu Teala nasip etti, biz de hacca gittik, ama Mekke ve Medine’de bir tane bile bileği kesik adam göremedik. Elbette bileği kesik olanlar da vardır, ama bu, söz konusu cezanın haksız ya da yersiz mahiyette olduğunu göstermez. Hz. Peygamber s.a.s. zamanında da, hırsızlık yüzünden eli kesilen insan vardı. Bu, o eli kesilen kişinin, “hakça paylaşım düzeni”nin gerçekleşmemesinden dolayı mağdur olmuş bir kurban olduğunu mu gösterir?!..

Gelir dağılımındaki adaletsizlik ifadesinin de göreceli olduğunu belirtmek gerekir. Mesela açgözlü bir sosyaliste göre, (bir villası, altında iyi bir arabası, bankada yüklü bir hesabı vs. bulunsa bile,) kendisinden daha zengin insanlar var oldukça ülkede gelir dağılımı bozuk demektir. Çoğu hırsız için de durum budur. Çağlar boyunca türlü dalaverelerle ülkelerinin kaynaklarını yağmalayıp servet biriktirenler, “hakça olmayan paylaşım düzeni”nin mağdurları oldukları için bunu yapmadılar. 28 Şubat döneminin hırsızları; bankaları ve birtakım hesapları vs., adaletsiz gelir dağılımının kurbanları oldukları için boşaltmadılar.

Faili meçhul cinayetleri işleyenler, cezalara rağmen değil, cezalandırılmadıkları için bütün bunları yaptılar.

*

Gerçekte, “toplumsal yapı” edebiyatı, belirli bir toplumda hüküm süren “düzen”in mağdurlarını değil, gadr edenlerini, gaddarlarını ve zalimlerini aklayan hileli bir söylemdir. Bu edebiyat, hırsızın mağdur ettiği insanlara bir fayda sağlamaz, fakat hırsızın “sosyolojik” avukatı olarak arz-ı endam eder.

Şeriat, toplumsal bağlamı zaten hesaba katar. Hırsızın elinin kesilebilmesi için en az iki şartın gerçekleşmesi gerekir: Birincisi, çalınan nesnenin değeri, bir dinara (altın), bugünün parasıyla sanıyorum 600-650 [2000] liraya ulaşıyor olmalıdır. İkincisi, çalınan nesnenin tam bir koruma altında bulunuyor olması şarttır. Hz. Ömer’in kıtlık senesinde hırsızlık cezasını uygulamadığı da bilinmektedir. Bir hâkim (kadı), bir hırsız için ceza takdir ederken, onun mevcut malî durumunu, hayatî zaruretlerini, onu hırsızlığa yönelten etkenleri ve ülke gerçeklerini de gözönünde bulundurur. Hırsızlığı zaruret saikiyle yapanla, bunu bir meslek edinmiş, bir zenginleşme yolu haline getirmiş bulunan, araştırma sonucunda anlaşılır. Yiyecek ekmeği olmayan aç bir insanın bir dükkândan ekmek ya da bir manavdan meyve çalması anlayışla karşılanabilir, ama böyle biri, “Acıktım, tabancamı belime koyup elmas yüzük çalmaya gittim”  diyemez.

*

Burada yazar açısından sorun, salt bir muhakeme hatası yapıyor olması değil. Beğenmeyip eleştirdiği uygulama, Kur’an’ın, yani Allahu Teala’nın hükmü..

Ve bu şahıs, 1980’li yıllarda, “Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler” diye bir kitap yazmış, “müslümanca düşünme” satmış, “müslüman düşünür” olmanın rantını yemiş bir adam..

Ancak, Mehmet Şevket Eygi’nin tavsiye ettiği şekilde, “İslâmcı” değil, “müslüman” olduğu için olsa gerek, Şeriat kanununa ve Vehhabîler’in uygulamasına karşı..

Evet, Özdenören’in bunları yazabilmiş olmasının ayrı bir önemi var.. 1980’li yıllarda, İsmet Özel ve Ali Bulaç ile birlikte “üç önemli müslüman düşünür” olarak kabul edilmekteydi. Ne kadar düşünür olduğunu ve “Müslümanlık”tan ne anladığını görmek için yazdıklarına bakmak yeterli.

Ancak, bu salt Özdenören’in şahsı ile ilgili bir “hazin dram” değil.. Türkiye’deki “İslâmî kesim”in büyük gruplarının hazin dramının şahıs bazındaki yansıması..

*

Bundan bir asır önce Türkiye’de sorun, Darwinizm, pozitivizm ve Marksizm gibi akımların etkisiyle dinsizlik cereyanının özellikle “okumuş cahiller” arasında yayılmakta oluşuydu. Bugünse sorun, bazı gruplar için, bir ölçüde, Mekke müşriklerinin durumunu akla getiren bir hale evrilmiş bulunuyor. “Allahu Teala’nın varlığını ve birliğini kabul edelim ama, dünya görüşümüzü, yasalarımızı, ilkelerimizi kendimiz koyalım. Kendi kendimize ‘öğreti’ icat edelim.”

Özdenören böyle de, eleştirdiği Eygi çok mu iyi?.. Belli ölçüde daha olumlu noktada olduğu söylenebilirse de, şunları yazabilmiş bulunuyor:

 

Biz Müslümanlar anayasaya devlet teokratiktir maddesinin ilave edilmesini istemediğimiz gibi laikler de diretmesinler.

Anayasada ne teokrasi olsun, ne laiklik.

İnsan hakları olsun… Âdil hukukun üstünlüğü olsun… Din, inanç, fikir, vicdan hürriyeti olsun…

 

Bu zata Müslümanlar adına konuşma yetkisini kim vermişse?.. Ve sanki, bu ülkede anayasa kaleme alınırken Müslümanlar’ı adam yerine koyan var. Bir zamanlar anayasada “Milletin dini, din-i İslâm’dır” yazılıydı; kaldırıldı, yerine “değiştirilemez” laiklik ilkesi getirildi.

Allahu Teala’nın hükmü değiştirilebiliyor, ama laiklik “çağlar üstü”, değiştirilemiyor. Sanki ilki değil de, ikincisi vahiy..

Eygi’nin yazdıkları, Mekke müşriklerinin Peygamber Efendimiz s.a.s.’e yaptıkları teklifi akla getiriyor: “Sen putlarımızın aleyhinde konuşma, biz de senin dinin aleyhinde konuşmayalım, geçinip gidelim.”

Bir “müslüman” ancak şunu söyleyebilir: Gerçek insan hakları ancak İslâm’da vardır. Adil hukuk, bir müslümana göre, en azından Şeriat’le çelişmeyen hukuktur.

*

Bir müslümanın müslüman kimliğiyle siyaset yapamadığı bir ülkede inanç ve fikir hürriyetinden söz etmek de sadece bir aldatmacadan ibarettir. Batılılar’ın isminde “hristiyan” tabiri yer alan partilerin kurulmasına izin verdikleri gibi, Türkiye’de de “İslâmî” sıfatını taşıyan partiler kurulabilirse, belki bir din ve vicdan hürriyetinden söz edilebilir. Mevcut durumda ise, en azından, “Siyaset alanı dışında din ve vicdan hürriyeti bir ölçüde vardır, siyasette yoktur” demek gerekmektedir.

Bu “sınırlı sorumlu” din ve vicdan hürriyetini ise, düşüncesiz “müslüman” düşünürlerimiz, Suudî Arabistan örneği üzerinden Şeriat’i ve Sünnet’i tenkid edip yererek tepe tepe kullanmaktadırlar.

 

(http://beyanname.blogcu.com/ozdenoren-neyi-savunuyor/12785045)

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (15) / DR. SEYFİ SAY

Halil Necati Coşan, Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Recep Tayyip Erdoğan

ESAD COŞAN HOCA’DAKİ DEĞİŞİM

1990 yılında Erbakan’a karşı yürekten desteklemiş olduğum Esad Coşan Hoca’ya bakışımın 2000 yılında artık bir ölçüde değişmeye başlamasının tek nedeni, Nureddin ile onun Necmi gibi hempalarının ayak oyunları ve Esad Efendi’yi bana karşı yanlış bilgilendirerek kışkırtıyor olmaları değildi. Esad Efendi’nin de, artık, 1990’lı yılların başında Erbakan’a yönelttiği eleştiriler çerçevesinde ileri sürdüğü düşüncelerin tam zıddı nitelikte görüşler ortaya attığı görülüyordu.

Bir zamanlar Lütfen beni de sivriltmeyin. Beni de, şöyledir, böyledir demeyin!.. Her biriniz kendiniz hizmet edin…. Bir tek kişinin çalışmasına bağlı olan bir çalışma, çalışma değildir” demiş olan Esad Efendi gitmiş, yerine, “Holding merkezinden (yani Nureddin’den) habersiz ve izinsiz kimse birşey yapmasın” demiş olduğu rivayet edilen bir Esad Efendi gelmişti. Hür olun, hizmetleri kendiniz tespit edin, yapmaya çalışın; bir başkası engellerse itibar etmeyin demiş olan Esad Efendi gitmiş, “Nureddin benim sırdaşımdır, oğlumdur vs., ona danışmadan iş yapmayın” demiş olduğu söylenen bir Esad Efendi gelmişti. Müsaadeli, ağabeyli, bilmem neli şey yok. Tâbi olmayın kimseye. Bana da tâbi olmayın. Bana tâbi olursanız beni sıkıştırırlar. ‘Sen bu adamlarına şöyle yaptır’ derler. İslâm’a tâbi olun, Allah’ın emrine tâbi olun demiş olan Esad Efendi gitmiş, Nureddin karşısında “Tamam, bütün hizmet senin olsun” deyip köşesine çekilen benim gibi insanları bile suçlu kabul edebileceği düşünülen bir Esad Efendi gelmişti. İslâm, bir kimsenin hizmetiyle yürüyecek hale gelirse, emperyalizm tek hedef haline gelmiş o kimseyi yok eder diyen, “hizmeti yaygınlaştırıp herkesin lider olmasını sağlamak” gerektiğini savunan Esad Efendi gitmiş, Nureddin’in eleştirilmesine müsaade etmediği öne sürülen bir Esad Efendi gelmişti.

Aslında Esad Efendi’nin bu konularda o günlerde tam olarak neyi savunduğunu ve neleri söylediğini de doğru dürüst bilmiyorduk. Fakat, “Holding merkezi” tarafından etrafa empoze edilen yaklaşım bundan ibaretti. En azından şunun farkındaydık ki, Esad Efendi’nin mevcut gidişatı ve kendisiyle ilgili yeni algıyı değiştirme yönünde bir girişimi yoktu.

Evet, Esad Efendi artık, farklı şeyler söylüyordu, ya da bize öyle aktarılıyordu. Ancak, önceki söylemi bize hürriyet ve şahsiyet vaat ederken, yenisi sadece Nureddin’e tam teslimiyete çağırıyordu. Ve, Esad Efendi’nin evvelki sözlerini artık kimse hatırlamak istemiyor, o günkü sözleri birileri tarafından, Nureddincilik propagandası için tekrarlanıp duruyordu. Böylece, Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” sözünü hatırlatan bir durum ortaya çıkmış bulunuyordu. Buna paralel olarak, benim Esad Coşan Hoca’ya bakışım ve onunla ilgili algı ve kanaatlerim de yavaş yavaş değişmeye başlamıştı.

Kanaatlerimdeki bu değişmeyi, ilk kez, 2000 yılı Ekim ayı başlarında açıkça dile getirmiş bulunuyordum. İHA’da çalışmaya başladığım ve ABD’ye gitme meselemin gündeme geldiği o günlerde, bir akşam biraraya geldiğimiz Şaban Özmen, Bahadır Celepoğlu ve H. M. Y.’ye, düşüncelerimdeki değişimden bahsetmiştim. Bu görüşme, hatırladığım kadarıyla, “Ali Abi” diye hitap ettiğimiz, Sağduyu Gazetesi’ndeki servis şoförümüzün evinde gerçekleşmişti. O akşam, gerek kişisel yaşamım, gerek Cemaat, gerek Türkiye, gerekse o sıralarda yaşamakta olduğum fikrî dönüşümümle ilgili açıklamalarda bulunmuştum. Türkiye’deki İslâmî hareketin bir tükeniş yaşadığını, çünkü temel ilke ve iddialarından vazgeçmeye başladığını, “İslâmî bir düzen” idealinin, yerini artık, “mevcut düzende insan hak ve hürriyetlerini elde ederek varlığını sürdürme” hedefine bıraktığını ifade etmiştim. Batılılar’ın, bundan sonraki süreçte, bu “ehlileştirilmiş” müslümanları tekrar radikalleştirmemek için, askerleri desteklemeyi bırakacaklarını tahmin ettiğimi dile getirmiştim.

Bana göre, Türkiye’de askerlerin sahip olduğu ayrıcalıklı konum, Batılılar’ın, kendisini Osmanlı döneminde olduğu gibi İslâm Dünyası’nın lideri, temsilcisi, hâmisi ve koruyucusu gören bir nizamın bu topraklarda tekrar kurulmasını istememelerinden kaynaklanıyordu. Batılılar, siyasî dehasıyla tanınan Bismarck’ın politikasını uyguluyor gibi görünüyorlardı. Bugünkü Almanya’nın mimarı olan Alman Şansölyesi Bismarck, 1864 yılında Avusturya’yı yanına alıp Danimarka’ya savaş açmış, ondan kopardığı Schleswig’i topraklarına katmış, Holstein’ı ise Avusturya’ya bırakmıştı. Ancak, Avusturya’nın yardımıyla Danimarka’yı ezmiş olan Bismarck’ın önündeki hedef şimdi bizzat Avusturya’ydı. Bir yıl sonra, önce Fransa ve Rusya’nın tarafsızlığını sağlamış, sonra da Avusturya’nın elindeki Holstein’ı işgal etmişti. Ertesi yıl, yani 1866’da Sadowa’da Avusturya ordusunu yenilgiye uğrattığı zaman, hiçbir direnci kalmayan Avusturya’nın başkenti Viyana’yı işgal etmesini isteyen generallerinin talebini geri çevirmiş, gelecekle ilgili planları için bu devletle anlaşma yolunu seçmişti. Nitekim, 1870’te Avusturya ve Rusya’nın tarafsızlığını sağlayarak Fransa üzerine yürümüş, 1871’de bu devletin elinden hem Alsace ve Lorraine bölgelerini almış, hem de ona savaş tazminatı ödettirmişti. Bana öyle geliyordu ki, Bismarck politikası izleyen Batılılar, Türkiye’de askerler eliyle İslâmî kesimi “terbiye” ettikten sonra, bu defa onların yardımıyla askerlere ders vermeye başlayacaklardı.

O akşam arkadaşlara mafya örneğini de vermiştim. Bazen mafya, alttan alta işbölümü yaptığı farklı bir grubun birisini tehdit etmesini sağlar, sonra da onu koruma görevini üstlenirdi. Böylece, başka bir gruba haraç vermekten kurtulduğunu sanan hedef şahıs, gönüllü olarak berikine haraç vermeye başlardı. Batılılar’ın, askerlere karşı dindar kesimi koruma numarası yaptıklarını gösteren yeni söylemleri, o sıralarda yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunun sonucu olarak, halkta AB yanlılığı bir salgın hastalık gibi yayılmaya başlamış bulunuyordu. İnanıyordum ki, askerler Türkiye’deki İslâmî hareketi ezmekle ve onları “İslâmî nizam” idealini bırakıp “AB yanlısı” hale getirmekle, gerçekte kendi “sigorta”larını yok etmiş, bindikleri dalı kesmiş durumdaydılar. Teşbihte hata olmaz derler, şayet hırsız varsa, bekçi istihdam eder, onu beslerdiniz; hırsızların ortadan kalkması, aynı zamanda bekçinin varlık gerekçesinin de ortadan kalkması anlamına gelirdi. Gerçekte, Türkiye’de İslâmcı hareketin bitmesi, onu denetim altında tutmasından dolayı Batılılar’ın yüz verdikleri militarist kesimin Batı nezdinde kredisinin tükenmesi anlamına geliyordu.

Söz konusu arkadaşlara, o akşam, Özal hakkındaki düşüncelerimi de söylemiştim. Bana göre Özal, bazı bakımlardan, Erbakan’dan daha olumlu bir noktada duruyordu (Evet, bazı bakımlardan.. Yoksa, Erbakan gibi ümmetin birliğini savunmak dururken, pragmatik bir yaklaşımla kısa vadeli kazanımlar için Avrupa Birliği projesini desteklemek doğru değildi). 1993 yılı Ocak ayında Uğur Mumcu bir suikaste kurban gidip, bunu bahane edenler Ankara’da “Kahrolsun Şeriat!” diye höykürerek yürüdüklerinde, o sırada ABD’de bulunan Özal, “ ‘Kahrolsun Şeriat’ diyenler, Şeriat’in ne olduğunu bilmeyenlerdir demiş bulunuyordu. O zaman, Vefa Yayıncılık’taki arkadaşlarıma, bu sözün bir cumhurbaşkanı tarafından söylenmesinin çok önemli olduğunu söylemiştim. Mesela Erbakan, hiçbir zaman böylesi açık ve net bir tavır ortaya koyamamış, daima, “Millî Görüş” gibi tevil edilebilir ifadelerin arkasına saklanmıştı (Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bunu bile yapamamıştı. İkide bir Gazi Mustafa Kemal’e referansta bulunan, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasına Samsun’dan başlayan Recep Tayyip Erdoğan ise, Abdullah Gül kadar da olamamıştı). Aynı şekilde, vefatından önce Orta Asya’ya yaptığı ziyaret sırasında Özal, Şah-ı Nakşibend’in (k. s.) kabrini ziyaret etmiş, “Ben de Nakşibendîyim” diye konuşmuştu. Bunu söyleyen, devletin en tepesindeki şahıstı. Daha önce de, Balkan seyahati sırasında, üst düzey bir subayla bir tekkeyi ziyaret etmiş bulunuyordu. Yine, bir dış gezisi sırasında, “Atatürk tabu değildir!” diyerek bir tartışma başlatan da oydu. Bir zamanlar pekçok insanın zulüm görmesine neden olmuş bulunan Ceza Kanunu’nun meşhur 163. maddesini kaldırmış olan da yine oydu. Bana göre, Özal’ın 1993 yılında vefat etmiş olması, 28 Şubat Süreci’nin önünü açmıştı. Şayet yaşasaydı, 1996 yılına kadar Çankaya’da kalacak ve 1996 yılındaki parlamento tablosu içinden yeni bir cumhurbaşkanı çıkacaktı. Oysa onun bizim açımızdan zamansız vefatı, yerini alan Demirel’in 2000 yılına kadar devletin zirvesini işgal etmesine ve 28 Şubat Süreci’nde katalizör rolü oynamasına yol açmıştı. Yerine de, onu aratmayan biri, Ahmet Necdet Sezer seçilmişti.

Evet, o akşam, söz konusu kişilere, tasavvuf ve tarikat kurumlarına ilişkin kanaatlerimde yaşanan değişimden ana hatlarıyla söz etmiştim. Genelde tasavvufa meyledenlerin keramet öykülerinin çok fazla etkisi altında kaldıklarını, bunun da, tasavvufî terbiye ve ahlâkî olgunlaşma bakımından bir faydası olmamasına karşılık, insanların İslâm anlayışlarında ve itikatlarında tahribata yol açmakta olduğunu gördüğümü söylemiştim. Bazen de, keramet olarak değil, menkıbe kabilinden akla ve mantığa aykırı rivayetler aktarılıyordu. Bu menkıbeleri anlatanlar, bunun imkânı ve olabilirliği konusunu asla gözönünde bulundurmuyorlardı. Mesela, Tezkiretü’l-Evliya’da menakıbı yer alan İmam-ı Azam’ın 40 yıl boyunca yatsı abdestiyle sabah namazını kıldığı rahatlıkla söylenebiliyordu. Bu zat hiç mi hasta olmazdı, hiç mi uyumazdı, hiç mi evlenmemişti, abdest bozmasını gerektiren durumlar sadece gündüze mi mahsustu?! Diyelim ki öyleydi, sabah için bir kez daha abdest alsa ne olurdu, ölür müydü?! Abdest üstüne abdest nûrun alâ nûr değil miydi?! Üstelik, Hz. Peygamber s.a.s.’in sünnetine uymak, abdestini sabaha kadar tutmaktan kesinlikle daha faziletliydi. Tasavvuf kitapları ve menakıbnameler, ne yazık ki, bazen bu tür saçma rivayetleri de ihtiva ediyorlardı. Bir başka sorun da, bu zatların sadece kerametlerinin yazılmış olması dolayısıyla, mesela onlarla ilgili bir kitapta 50 tane keramet öyküsünü bir arada gördüğünüzde, söz konusu kişinin “dakika başı” keramet gösterdiği zannına kapılıyordunuz. Oysa, belki bütün hayatı boyunca gösterdiği kerametler bunlardan ibaretti ve onları zamansal olarak bütün ömrüne yaydığınızda, seneye bir, bilemediniz iki keramet düşüyordu. Ancak, bu kitapları okuyan insanlarda, bu tür zatların sanki bütün günleri kerametle geçiyormuş gibi bir izlenim uyanıyordu. Oysa, İsmail Nacar’ın bir zamanlar, içerdiği keramet öyküleri yüzünden diline dolamış olduğu el-İbrîz’de bile, Abdülaziz ed-Debbağ’ın (rh. a.), “Bu keramet kitaplarının her ne kadar faydası varsa da, zararı daha çoktur. Çünkü bunları okuyup keramet üstüne keramet görenler, velîliğin gerçek mahiyetini anlamaktan mahrum kalıyorlar. Zannediyorlar ki, velî olmak keramet göstermektir” anlamında ifadeler kullanmış olduğunu okumuş bulunuyordum.

Mezkur arkadaşlarıma, o akşam, bütün bunlardan dolayı, tasavvuf kitaplarını ancak sağlam bir İslâmî bilgi altyapısı bulunanların ve Kur’an ve Sünnet kültürüne sahip olanların okumasının doğru olacağını düşünmeye başlamış olduğumu söylemiştim. Sadece böylesi bir altyapıya sahip olanlar, söz konusu kitaplardan uygun ve gerekli şekilde istifade edebilirlerdi. Bu altyapıya sahip olmayanlar ise, ya itikad bakımından, ya da amel bakımından dengesizlik ve savruluş yaşayabilirlerdi. Bu, benim açımdan, bi’t-tecrübe sabit olan bir husustu. Abdülhakîm el-Hüseynî’nin lisenin birinci sınıfındayken toy ve bilgisiz bir genç olarak okuduğum Sohbetler kitabı, benim hayatımın akışını altüst etmişti. Orhan Pamuk’un ifadesiyle, bir gün bir kitap okumuştum ve hayatım değişmişti. Hayatıma, tasavvufî bir pencereden, derûnî bir boyuttan bakmayı denemiş, Menzil Şeyhi’nin tavsiyesi doğrultusunda nefs muhasebesi yapmaya başlamıştım. İç dünyama baktığımda, başarılı bir öğrenci olmayı, başkalarından daha yüksek not almayı, beğenilip alkışlanmayı hedeflediğimi görüyordum. Bunlar ise, ihlâssızlık ve riyakârlıktan başka birşey değildi. Bu yüzden, okulda, bile bile düşük not alma yoluna bile gitmiştim. Artık notları umursamıyordum. Dönmez ailesinden bir öğretmen, okulda beni bir kenara çekip, “Seyfi, ne yapıyorsun, dersleri sıkı tut, okul birincisi olmaya çalış” dediğinde de, aldırış etmemiştim. Üniversite yıllarımda da aynı umursamazlığım devam etmiş, birincilikle girdiğim fakültede, benim puanımla ikincilikle giren öğrencininkinin arasındaki fark 60 olduğu, ikinci ile 300’üncü arasındaki puan farkı ise 38’den ibaret bulunduğu halde, dört yılın sonunda üç dersten kalmıştım. Her ne kadar birincilikle kazansam da, İstanbul Siyasal’a amaçsız bir biçimde girmiş bulunuyordum. Ben lise son sınıftayken müftümüz Kayserili Mehmet Göktaş hoca hangi fakülteye gitmek istediğimi sormuş, ilahiyata gitmeyi planladığımı öğrenince, “Sen İslâmî ilimleri kendi kendine öğrenirsin, siyasal’a git” demişti. 1997 yılında Vefa Yayıncılık’ta çalışmaya başlayınca ise, yaptığım tahsilin, o anki meşguliyetim açısından elverişli bir temel hazırlamış olduğunu görmüştüm. Sosyal bilimlere karşı bende gerçek ve ciddî bir alâka da ancak o zaman başlamıştı.

Evet, bir gün bir kitap okumuştum ve o kitap, benim hayatımı bazı açılardan olumlu, kimi bakımlardan da olumsuz etkilemişti. O akşam bütün bunları anlattığım söz konusu kişilere, “Bir gün bir kitap okudum, hayatım kaydı” demiştim. Çünkü, benim yapmam gereken, bir yandan niyetimi düzeltmeye çalışırken, diğer yandan başarılı olmaya gayret etmek olmalıydı. Doğru bir ilacı, galiba yanlış bir zamanda ve yanlış bir dozda içmiştim. Elimde olmayan nedenlerle okulda başarısız olmam durumunda bunu dert etmemeli, sabırla karşılamalı, fakat nefisle mücadele adına bu tür şeyler yapmamalıydım. Ancak, lise yıllarımda, bunu anlamamı sağlayacak bir bilgi altyapısına sahip değildim.

Bu yüzden, genellikle sadece belirli konulara odaklanan ve pekçok parametrenin birarada değerlendirilmesiyle doğru anlaşılabilecek konuları tek bir bakış açısına hapseden tasavvufî kitapların, İslâmî bilgi altyapısı zayıf ve Kur’an ve Sünnet kültürü yetersiz insanlarda pekçok tahribata yol açabileceğini biliyordum. Zamanla anlamıştım ki, en doğrusu, başlangıçta tefsirleri ve hadîs şerhlerini okumaktı. Böylece, dengeli bir İslâmî bilgi birikimine sahip olmak mümkündü. Tasavvufla ilgili kitaplar ise, genelde ancak, İslâm’da neyin delil olup olamayacağını ayırabilecek durumda olanlara ve yaşça da olgunlaşmış bulunanlara fayda sağlayabilirdi.

Bu yüzden, Esad Coşan Hoca’nın, bazıları tarafından tarikatın holdingleşmesi olarak değerlendirilen çalışmaları ve Gümüşhanevî Dergâhı şeyhlerinin gençleri akademik kariyere teşvik etme tutumları bana, hiçbir zaman, itici ve tasavvufun temel mantığına aykırı bir tavır olarak görünmemişti. Tasavvuf, hayattan kopmak değildi, hayatı farklı bir duyarlılıkla yaşamaktı. Bu nedenle, söz konusu faaliyetleri İslâm’ın protestanlaştırılması çabaları olarak yaftalayanlara tepki duyuyordum. İslâm Dergisi’nde, 1994 veya 1995 yılında, E. Sadettin Doruklu müstearıyla, Ali Bulaç’ın bu konudaki iddialarını eleştiren bir yazı da yayınlamıştım. O sıralarda, halen ABD’de üniversitede hocalık yapan Prof. Dr. Hakan Yavuz doktora tezinin çalışmalarını sürdürüyordu ve Vefa Yayıncılığa da sıkça uğruyordu. Beni onunla, Genel Müdür K. Y. A. tanıştırmış, ona yardımcı olmamı söylemiş bulunuyordu. Hakan Yavuz, söz konusu yazıdan Ali Bulaç’la arkadaşlarına söz ettiğini, onların kendisine, “Yok yok, bunu sen yazmışsın, onlardan böyle yazı yazabilen çıkmaz” dediklerini aktarmıştı. Protestanlaşma konusunu, ayrıntılı biçimde, Sağduyu Gazetesi’ndeki yazılarımda da ele almıştım. Ancak, esas itibariyle Ali Bulaç’ın haklı olduğunu, benimse yanıldığımı, 2000’li yıllarda İskenderpaşa Cemaati’nde yaşanan değişim ve dönüşüm, bana, elem verici bir biçimde gösterecekti.

O akşam söz konusu arkadaşlara, Esad Efendi’nin bir zamanlar Halil Necatioğlu adıyla Mavera Dergisi’nden Akif İnan’a vermiş olduğu röportajında yer alan bir ifadeyi de doğru bulmadığımı söylemiştim. Esad Coşan Hoca, “Hıristiyanlık’ta, Yahudilik’te, Hint dinlerinde yahut Çin’de tasavvuf; bunlar hakkında ihtisas sahibi değilim. Kasten, suret-i mahsusada bilmek de istemem; kendi tasavvuf anlayışımı herhangi bir şekilde karıştırıp etkilemesin diye. Hassaten, öncelikle kendi düşünce sistemime sahip olmak duygusuyla diğerlerini bilmek istemem” demiş bulunuyordu. Bana göre, bu tutum, belki kendisinin etkilenmemesini sağlayabilirdi, fakat kendisinin devralmış olduğu mirasa daha önce bu tür sızmalar olmamış bulunmasını garanti edemezdi. Tam aksine, eldeki mevcut mirasın daha önce böylesi bir etkiye maruz kalmış olup olmadığını bilmek, ancak o diğer kültürler hakkında bilgi sahibi olmakla mümkün olabilirdi. Mesela, lise yıllarımda Said Havva’nın tasavvufla ilgili “Ruh Terbiyemiz” adlı kitabını okumuş ve rabıtanın değişik yapılış biçimleriyle ilgili olarak orada verilen bilgilere muttali olmuştum. Ayrıca, değişik kitaplarda farklı rabıta tariflerinin bulunduğunu sonradan öğrenmiştim. Bu çerçevede, rabıta sırasında, şeyhin iki kaşının arasından kendi gönlüne feyz aktığını düşünmenin de birçok tekkede müritlere tavsiye edilmekte olduğunu biliyordum. 1996-1997 öğretim yılında doçent unvanıyla doktora derslerimize giren Ahmet Davutoğlu, bir dersinde, kültürler arası etkilenme konusu çerçevesinde rabıtayla ilgili bu hususu örnek vermiş bulunuyordu. Davutoğlu, Hindistan ziyareti sırasında, bir kadının birtakım olağanüstülükler gösterdiğinin söylendiğini, kendisinin de denemek istediğini, kendisinden iki kaşının arasına odaklanarak düşünmesini isteyen kadının karşısındayken içinden sürekli Felak ve Nas surelerini okuduğunu, epeyce bir zaman uğraşan kadının sonunda sinirlenerek, “Sen direniyorsun” deyip onu başından savdığını anlatmıştı.

O akşam söz konusu arkadaşlarla sohbet ederken değindiğim birkaç başka konu daha vardı ki, onlar, daha sonra, bu arkadaşlardan birinin, H. M. Y.’in, orada anlattıklarımı bir muhbir sıfatıyla Nureddin’e rapor etmiş ve onun da bunları Esad Efendi’ye aktarmış olduğunu anlamama yol açacaktı.

(Devamı için bkz. 

https://tenbih.wordpress.com/2018/04/17/gecmis-zaman-olur-ki-melali-cihan-tutar-16-dr-seyfi-say/)