LAİK DEVLETTE ŞEHİTLİK:

ÇİFTE STANDART KURNAZLIĞI VE İSTİSMAR MI,

ÇELİŞKİYİ FARKEDEMEME CEHALETİ Mİ?

 

Arap Baharı ile birlikte Mısır ve Tunus’a laiklik götürmek için yollara düşen,Şeriat‘i boş verin, laiklik çok lezzetli, tadından yenmiyor” şarkısı söyleyen Erdoğan, Suriye’de ölen askerler için, “Arkadaşlar, şehitlik İslamî-şer’î bir kavram, bunun yerine laik bir tabir kullanmalıyız, mesela ‘kutsal ölü‘ olabilir” filan gibi birşey demiyor.

Diyanet de, Erdoğan gibi isimler “halay başı” olduğu için, onlara ayak uyduruyor, aynı “hava”da eğiliyor, zıplıyor, naralar atıyor.

İşin ilginç tarafı, başka konularda çıngar çıkarıp ortalığı velveleye verme şirretliği sergileyen hızlı Kemalist-laikler de, ölen askerlere şehit denilmesine, “dinci” bir kavramın kullanılmasına itiraz etmiyorlar.

Mesela Odatv..

*

Anayasa‘ya göre, Türkiye laik bir devlet..

Ve bu, bazılarının tanrısı olan Atatürk tarafından konulmuş “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez“, kıyamete kadar geçerli (yani tarihsel olmayan; zaman ve mekân, tarih ve coğrafya üstü, evrensel) bir ilke.

Anayasa’da devlet için söylenen şu: “Türkiye Cumhuriyeti, … Atatürk milliyetçiliğine bağlı, … demokratiklaik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” (Madde 2)

Yani Türkiye, “din milliyetçisi” (İskilipli Atıf Hoca’nın tabiriyle İslam milliyetçisi) değil, Atatürk milliyetçisi bir devletmiş.

Dolayısıyla, “kutsal ölü“lerini de “resmen” (yani “dil ile ikrar” çerçevesinde), İslam’ın değil, Atatürk’ün hanesine yazmak gerekiyor.

Ortada, İslam açısından, şehitlik diye birşey (anayasal ve yasal bakımdan, hukuk ve de yasalar çerçevesinde) kalmıyor.

“Resmen” (resmî olarak) böyle.. Yani Anayasa‘ya ve yürürlükteki yasalara göre.

Aksini iddia etmek, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal düzenini değiştirme, devleti din kurallarına uydurma özlemi taşıma anlamına geliyor.

Savcılar, konu bu noktaya geldiğinde “tecahül-i arifane” sanatının eşsiz örneklerini sergileseler de, durum bu.

*

Evet, yukarıya aldığımız Anayasa maddesinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel nitelikleri olarak demokrasi, laiklik ve sosyallik sayılıyor.

Üçü de Avrupa kökenli kelime..

Mesela laiklik, Latince laicus sözcüğünden geliyor.

Evet, Türkiye laik bir devlet.. İslam devleti değil..

Aslında, laik kelimesinin tam karşılığı ya da ondan anlaşılan veya ona yüklenen mana çerçevesinde Türkçe bir kelime kullanılabilirdi. Mesela, basitçe (dinler arasında tarafsız, herhangi bir dini benimsemeyen anlamında) “dinsiz” kelimesi kullanılabilir, Anayasa’da “Türkiye Cumhuriyeti … dinsiz bir hukuk devletidir” diye yazılabilirdi.

Ancak, bu noktada öz Türkçe merakı, milletin laik efendilerinin işine gelmemiş.

*

O yüzden, Türkiye Cumhuriyeti’nin ölen askerlerinin “şehit” olarak adlandırılması, anayasal düzen açısından bir suça ya da cehalete karşılık gelmektedir.

Ancak, bu noktada herkesin işlenen suç ya da sergilenen cehaletten gayet memnun oldukları görülüyor.

Oysa ki, bunun yerine “anayasal” ya da “yasal” ve de “bilgilice” ifadeler kullanabilirler.

Mesela, devletin düzenini ifade için Latince kökenli laiklik kelimesine “gökten inmiş ayet” gibi yapışanlar, devletin “kutsal ölü”leri için de bu dilin kelime dağarcığından yararlanabilirler.

Laik devletin “kutsal ölü”süne de, aynı geleneği izleyerek yine Latince çerçevesinde “martyr” (martır) demeleri uygun düşebilir (İngilizce ve Fransızca martyr, Almanca Märtyrer).

Mesela Erdoğan, “Mısır ve Tunus’un aksine Şeriat’i bir tarafa bırakıp laiklik çağdaşlığını yakalamış, hatta bu noktada çağdaş uygarlık düzeyinin ilerisine geçme hedefini benimsemiş devletimizin Suriye’de 36 martırı mevcuttur” şeklinde konuşabilir.

Odatv de, “Martır askerin duygulandıran paylaşımları” başlıklı haberler yapabilir.

 

28.02.2020 21:03

İdlib’te hava ve topçu saldırıları sonucunda 33 askerin şehit olduğu haberi Türkiye’yi yasa boğdu. Şehitlerin isimleri de açıklandı.

İsimler açıklandıkça şehit askerlerin sosyal medya paylaşımları da ortaya çıktı. O paylaşımların sahiplerinden biri Şehit Piyade Uzman Çavuş Tolga Can Yılmaz oldu.

Şehit Yılmaz için annesi, “Benim kokusuna hasret kaldığım canım oğlum” diye yazmıştı.

Şehit Yılmaz ise iki yıl önceki paylaşımında Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafını paylaşarak, “Açtığın yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içenlerdeniz PAŞAM” ifadelerini yazmıştı.

İşte şehit Yılmaz’ın o paylaşım ve fotoğrafları:

DİYANET’İN İDLİB HUTBESİ

 

diyanet idlib ile ilgili görsel sonucu

 

Camilerde bugünkü (28 Şubat 2020) cuma namazında irad edilen hutbeyi okuyalım:

 

Muhterem Müslümanlar!

Okuduğum ayet-i kerimede Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

“Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiş, şehit olmuştur. Bir kısmı da şehit olmayı beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33/23)

Okuduğum hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (s.a.s) şöyle buyuruyor:

“Kim Allah’ın sözü yücelip hâkim olsun diye savaşırsa o, Allah yolundadır.” (Buhârî, Tevhîd, 28)

Kıymetli Müminler!

Millet olarak dün olduğu gibi bugün de büyük badirelerden geçiyoruz, ağır imtihanlar veriyoruz. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşında olduğu gibi bugün de vicdanı körelmiş, insafını ve insanlığını kaybetmiş güçlere, bizi tarih sahnesinden silmek isteyenlere karşı amansız bir mücadele veriyoruz. Yine dün olduğu gibi bugün de kadını erkeği, genci yaşlısı, hâsılı milletimizin her bir ferdiyle bayrağımızı indirtmeyecek, ezanlarımızı dindirtmeyecek, vatanımızı çiğnetmeyeceğiz. Bizleri başarılı kılacak olan, Allah’a karşı
sarsılmaz imanımızdır. Vatana, ezana, bayrağa ve bağımsızlığa sevdamızdır. Yüreğimizdeki şehitlik ve gazilik arzusudur. Bu öyle bir iman ve vatan aşkıdır ki, Cenâb-ı Hak, bu aşkla toprağa düşenleri şöyle müjdelemektedir:

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. (Âl-i İmrân, 3/169-170)

Değerli Müminler!

Mehmetçiğimiz, daima mazlumun yanında zalimin karşısındadır. Dünyanın iyiliği için cephede, insanlık adına siperdedir. Hakları ellerinden alınanların imdadına koşmak için seferdedir.

Mehmetçiğimiz, “De ki: Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtılyıkılmaya mahkûmdur.” (İsrâ, 17/81) ayetine iman ederek, hakkın yanında batılın karşısında dimdik ayaktadır.

Mehmetçiğimiz, “Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer iman etmişseniz
üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmrân, 3/139) ayetine gönülden bağlanarak
zaferden zafere koşmaktadır.

Mehmetçiğimiz Peygamber Efendimizin, “Ellerinizle, dillerinizle ve mallarınızla cihad edin” (Nesâî, Cihâd, 48) nebevi çağrısına uyarak düşmanın hayasızca akınına dur demektedir.

Aziz Müminler! Terörden bunalan coğrafyalara barış, umudu tüketilmek istenen masumlara umut, huzuru kaçırılan mahzunlara huzur dağıtmak üzere sefere çıkan Mehmetçiğimiz, dün hain bir saldırıya uğradı. Acımız büyük, yüreğimiz buruktur. Şehitlerimizin ruhu şâd olsun. Milletimizin başı sağ olsun. Yüce Rabbim yaralılarımıza şifalar ihsan etsin. Bizlere bir daha böyle acılar yaşatmasın.

Şu hususu unutmayalım ki bizi biz yapan, bizi millet yapan değerlerimizin etrafında kenetlendikçe kazanamayacağımız hiçbir mücadele yoktur. Birlik, beraberlik ve kardeşlik şuurunu diri tuttukça, karşı koyamayacağımız hiçbir hain saldırı, elde edemeyeceğimiz hiçbir zafer yoktur. Hiç şüphemiz yok ki Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla hainlerin oyunları bozulacak, zalimlerin tuzakları ayaklarına, hileleri başlarına dolanacaktır. Dün olduğu gibi bugün de zafer, hakkın ve hakikatin yanında yer alan aziz milletimizin olacaktır. Kur’an’ın ifadesiyle, “Yakında o topluluk da yenilecek ve arkalarını dönüp kaçacaklar.” (Kamer, 54/45)

Muhterem Müslümanlar!

Geliniz, şu icabet vaktinde ellerimizi semaya gönüllerimizi Rabbimize açalım. Hep birlikte Yüce Mevla’mıza niyaz edelim.

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Allah’ım! Kahraman ordumuza nusretini ve zaferini, cennet yurdumuza lütuf ve bereketini ikram eyle!

Allah’ım! Şehitlerimize merhametini, gazilerimize inayetini, milletimize şefkatini esirgeme!

Ya Rabbi! Ezanımızı dindirtme! Vatanımızı böldürtme! Bayrağımızı indirtme! Başımızı eğdirtme! Mehmetçiğimizin ayağına taş değdirtme!

Ya Rabbi! Birlik ve beraberliğimizi, sabır ve metanetimizi artır! Acılarımızı dindir, umudumuzu zafere eriştir! Âmin!

 

Şu sözlerin baştan sona doğru olmasını, vakıaya tetabuk etmesini ne kadar isterdim!

İnsan bazen doğru bir söz söyler, fakat yalancı olabilir:

 

“Sana geldikleri vakıt o münafıklar dediler ki: Şehadet ederiz hakikaten sen şübhesiz Allah’ın Resulüsün. Allah da biliyor ki, hakikaten sen şübhesiz onun Resulüsün; bununla beraber Allah şehadet ediyor ki, doğrusu, münafıklar kat’iyyen yalancıdırlar.” (Elmalılı Meali, Münafikûn Suresi, 63/1)

 

Şimdi buradan soruyorum: Diyanet’in hutbesinin başında yer alan ayet-i kerime ile bugünkü askerliğin bir alâkası var mı?

Askerlere nasıl yemin ettiriliyor?

Onlar, bu yeminleri esnasında, İslam uğrunda savaşacaklarına, “Allah’ın sözünün yüce olması için” ellerinden geleni yapacaklarına, gerekirse şehit olacaklarına dair Allahu Teala’ya söz mü veriyorlar?

Böyle birşey olmadığını biliyoruz.

Böyle birşey olsa ne olur?

Diyelim ki İkinci Ordu komutanı böyle birşey yaptı, devleti din kurallarına uydurmaya çalışmak, laik anayasal düzeni yıkmakla suçlanıp derhal derdest edilmez mi, hapse atılmaz mı?

Diyanet, millete yalan söylemeye utanmıyor mu?

Davul İslam’ın sırtında, tokmak ise Atatürk ilke ve inkılaplarının elinde.

Din istismarının daniskası..

*

Türk ordusu Suriye’de “Allah’ın sözünün yüce olması için” savaşıyorsa, neden bu, Suriye’den önce Ankara‘da yapılmıyor?

Hayır, “Ankara’da savaşılsın” demiyoruz. Neden mesela TBMM‘de, Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında, bu toplantılar sonrasında yapılan açıklamalarda “Hedefimiz Allah’ın sözünün yüce olmasıdır” şeklinde sözlü (silahlı değil, sözlü) bir açıklama duyamıyoruz.

Mehmetçik, Suriye’de, Allah’ın sözünün yüce olması için savaşıyormuş.. Diyanet’in hutbesi böyle diyor.

Yalanın da, palavranın da bir sınırı vardır.

*

Hutbede yer alan bir başka ifade:

 

Millet olarak dün olduğu gibi bugün de büyük badirelerden geçiyoruz, ağır imtihanlar veriyoruz. Çanakkale ve Kurtuluş Savaşında olduğu gibi bugün de vicdanı körelmiş, insafını ve insanlığını kaybetmiş güçlere, bizi tarih sahnesinden silmek isteyenlere karşı amansız bir mücadele veriyoruz.

 

Kime karşı amansız bir mücadele?

Suriye‘ye karşı ise, onun topraklarında, onunla yaptığınız Adana Mutabakatı‘na dayanarak bulunuyorsunuz.

Yani adamlar sizin, “kendi güvenliğiniz için” onların topraklarına girmenize müsaade etmişler.

Daha ne yapsınlar?

Tamam Esed ailesi ve Nusayri rejimi zalim..

Çok zalim..

Ülkelerindeki muhaliflerine kan kusturdular.

Fakat sana yaptıkları hiçbir şey yoktu.. PKK’yı desteklemekten de vazgeçmiş, Öcalan’ı topraklarından kovmuşlar, bu yüzden eşkıya çetesi Kandil’e taşınmak zorunda kalmıştı.

Evet, kime karşı amansız bir mücadele?

Rusya‘ya karşı ise, daha birkaç ay önce can ciğer kuzu sarması formatındaydınız.

Yoksa ABD ve AB’ye karşı mı?

Ki onlarla aynı NATO‘nun çatısı altında birlikte yer alıyorsunuz.

İsrail‘e karşı mı?

Öyleyse, neden onunla (hâlâ yürürlükte olan) gizli anlaşmalar yaptınız?

Neden İsrail’le ticaretinizde bir gerileme olmadı?

Neden Gazze‘ye gitmek istemiş olan Mavi Marmaracılar’a Cumhurbaşkanı, “Giderken bana mı sordular?” diyerek tavır koydu?

Gerçekten, kime karşı amansız mücadele?

*

Ve hutbedeki bir başka iddia:

 

Mehmetçiğimiz, daima mazlumun yanında zalimin karşısındadır. Dünyanın iyiliği için cephede, insanlık adına siperdedir. Hakları ellerinden alınanların imdadına koşmak için seferdedir.

 

Mehmetçik (yani TSK) daima mazlumun yanında zalimin karşısındaydı da, 28 Şubat dayatmasını ve zulmünü kim yapmıştı?

Yunan Silahlı Kuvvetleri mi? Ya da Suriye ordusu mu?

28 Şubat dönemindeki “hainlerin oyunları, zalimlerin tuzakları, hileleri” nerede kotarılmıştı? Ankara’da mı, Şam’da mı?

*

Evet, neden Ankara’da “Allah’ın sözü” yüceltilmiyor?

Mesela, Allah’ın sözünü, dinini, İslam’ı yüceltmek için neden Anayasa‘ya “Devletin dini, İslam dinidir” kaydını koyma yönünde hiçbir girişim yok?

Olmamasını geçtik, aksi yönde kesin kararlılık sergileniyor.

Böyle birşeyin kuru kuruya konuşulup tartışılmasına bile izin vermiyorlar. “Yalandan fikir özgürlüğü olsun, dostlar alışverişte görsün” bile demiyorlar.

Ve de laik derin devletçiler, ülke içinde, “laikliğin ve ‘utangaç Atatürkçülüğün’ emrine girmeyenler”e karşı neden en ağır ve şiddetli psikolojik savaşı yürütüyor, ve neden onları soruşturmalar, algı operasyonları ve sosyal medya trol kampanyaları ile baskı altına alıp konuşamaz hale getiriyorlar? (Bkz. Nurettin Yıldız, Alparslan Kuytul, Bedri Gencer vs.)

Evet, neden?

Kimin sözünü yüceltmek için?

 

erdoğan anayasa islam ile ilgili görsel sonucu

erdoğan anayasa islam ile ilgili görsel sonucu

EBU CEHİL GİBİ DUA ETMEK

(ALLAHU TEALA, SALT BAŞIN SIKIŞINCA DUA EDİYORSUN DİYE SANA DEĞER VERMEZ.

ÖNCE, HAKİMİYETİN, HÜKÜM KOYMA HAKKININ KAYITSIZ ŞARTSIZ O’NA AİT OLDUĞUNU KABUL EDECEK, ŞİRK VE KÜFRÜ BIRAKACAKSIN)

 

BEDİR SAVAŞI ÇAĞRI ile ilgili görsel sonucu

 

“… şunu rivayet eder: [Bedir Savaşı’nda] düşmanla karşılaşarak birbirimize yaklaştıktan sonra Ebu Cehil, “Ey Rabbim, kardeşlik bağını en çok kesenimizi [birlik ve beraberliğimizi en çok bozanımızı, Kureyçilik-milliyetçilik yapmayanımızı, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” demeyip vatanını terk edeni] ve bize [Şeriat diye] belirsiz şeylerle gelenimizi helak eyle!” diye beddua etti. Fakat bu sözleriyle kendisine beddua etmiş oldu.”

(Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, C. 4, çev. Zakir Kadirî Ugan – Ahmet Temir, İstanbul: MEB, 1992, s. 296.)

 

“Zührî, Atıyye, Abdullah b. Sa’lebe, İbn-i İshak, Yezid b. Rurhan ve benzerlerinden rivâyet edildiğine göre Ebû Cehil, Bedir savaşında şöyle demiştir: “Ey Allah’ım, o, akrabalık bağını kopardı [birlik ve beraberliği bozdu, vatancılık yapmayıp vatanını terk etti, vatanına ihanet etti; milliyetçilik, Mekkecilik, Kureyşçilik yapmadı]. Bizlere [Şeriat diye] bilmediğimiz şeyleri getirdi. Yarın sen onu helak et.”

(Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 55, S: 431; Taberî Tefsiri, Enfal Suresi, http://islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/008/Tefsir/Turkce/10/000.htm)

KORONAVİRÜS

(ALLAH AZZE VE CELLE, RASULÜ’NÜ YALANCI ÇIKARMAZ)

TAM LAİK (DİNLER ARASINDA TARAFSIZ, DİNSİZ, FAKAT DİN İSTİSMARCISI) DERİN DEVLETİN,

BİR TARAFTAN ODATV GİBİ KEMALİST/ULUSALCI CENAH, DİĞER TARAFTAN “UTANGAÇ KEMALİST” MÜNAFIK YANDAŞ MEDYA ELİYLE YÜRÜTTÜĞÜ

PSİKOLOJİK SAVAŞIN VE ALGI OPERASYONLARININ BİR SONUCU OLARAK,

KİMSE BÖYLESİ HADÎS-İ ŞERÎFLERİ YAZAMAZ VE SÖYLEYEMEZ HALE GELDİ..

NERDE KALDI Kİ GEREĞİYLE AMEL EDİLSİN..

 

koronavirüs ile ilgili görsel sonucu

 

(( أَقْبَلَ عَلَيْنَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَقَالَ : يَا مَعْشَرَ الْمُهَاجِرِينَ! خَمْسٌ إِذَا ابْتُلِيتُمْ بِهِنَّ وَأَعُوذُ بِاللَّهِ أَنْ تُدْرِكُوهُنَّ:

لَمْ تَظْهَرِ الْفَاحِشَةُ فِي قَوْمٍ قَطُّ حَتَّى يُعْلِنُوا بِهَا إِلاَّ فَشَا فِيهِمُ الطَّاعُونُ، وَالأَوْجَاعُ الَّتِي لَمْ تَكُنْ مَضَتْ فِي أَسْلاَفِهِمُ الَّذِينَ مَضَوْا، وَلَمْ يَنْقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِلاَّ أُخِذُوا بِالسِّنِينَ وَشِدَّةِ الْمَؤُنَةِ وَجَوْرِ السُّلْطَانِ عَلَيْهِمْ، وَلَمْ يَمْنَعُوا زَكَاةَ أَمْوَالِهِمْ إِلاَّ مُنِعُوا الْقَطْرَ مِنَ السَّمَاءِ، وَلَوْلاَ الْبَهَائِمُ لَمْ يُمْطَرُوا، وَلَمْ يَنْقُضُوا عَهْدَ اللَّهِ وَعَهْدَ رَسُولِهِ إِلاَّ سَلَّطَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ عَدُوًّا مِنْ غَيْرِهِمْ فَأَخَذُوا بَعْضَ مَا فِي أَيْدِيهِمْ، وَمَا لَمْ تَحْكُمْ أَئِمَّتُهُمْ بِكِتَابِ اللَّهِ وَيَتَخَيَّرُوا مِمَّا أَنْزَلَ اللَّهُ إِلاَّ جَعَلَ اللَّهُ بَأْسَهُمْ بَيْنَهُمْ.)) رواه ابن ماجه ]

 

Abdullah b. Ömer’den (rh. a.) rivâyet olunduğuna göre, Resulullah s.a.s. şöyle buyurmuştur:

 

“Ey Muhâcirler topluluğu! Beş şey vardır ki, onlarla imtihan olunduğunuzda (o toplumda hiçbir hayır kalmamış demektir.) Siz hayatta iken onların ortaya çıkmasından Allah’a sığınırım. (Bu beş şey şunlardır:)

Bir toplumda zina ortaya çıkar ve açıktan işlenecek bir hale gelirse, o toplumda mutlaka vebâ ve onlardan önce gelmiş-geçmiş hiçbir millette görülmeyen hastalıklar yayılır.

Bir toplum, ölçü ve tartı(teslimatı, işi, ödemeyi) eksik yaparsa (malzemeden vs. çalarsa), o toplum mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve sultanın (devlet başkanının, yöneticinin) zulmüne uğrar.

Bir toplum, mallarının zekâtını vermezse, mutlaka gökten yağmur kesilir. Şayet hayvanlar da olmasaydı, tek damla yağmur bile yağmazdı.

Bir toplum, Allah ve Rasülü’nün ahdini bozarsa (zimmîlere zulmederlerse) Allah Teâlâ, kendilerinden olmayan bir düşmanı o topluma musallat eder ve (bu düşmanlar) ellerindekilerin bir kısmını onlardan alırlar.

Bir toplumun liderleri (reisleri), Allah’ın kitabı Kur’an ile hükmetmeyi terk edip (Şeriat‘i bırakıp) Allah’ın indirdiği hükümlerden (sadece) işlerine gelenleri seçerlerse, Allah Teâlâ onları kendi aralarında savaştırır (ayrılıkçı ve bölücü gruplar ortaya çıkar, çatışmaya varan kutuplaşmalar yaşanır).”

 

(İbn-i Mâce; hadis no: 4155.)

ASİYE’DEN AL HABERİ!

(“YENİ DARBECİLER”, ERDOĞAN, KEMALİSTLER/ULUSALCILAR, HAKAN FİDAN, FETÖ…)

 

Ergenekon kumpasları yeniden devreye girecek mi

 

Odatv.com‘un nasıl bir internet sitesi olduğu malum..

Kimlerin borazanı olduğu gayet açık..

Ve orada yazan isimlerden biri, Asiye Güldoğan ismini taşıyor.

Gerçek isim mi?

Değil!

Fotoğrafı gerçek mi?

Gerçek, fakat Asiye diye birine ait değil.. İnternette satışa çıkarılmış bir fotoğraf. (Foto-arşiv sitesi 123rf.com‘da “Beatufil muslim woman wearing red scarf” [Kırmızı başörtüsü takan güzel Müslüman kadın] başlığı altında satışa sunulmuş.)

İşte bu Asiye’nin son yazısının başlığı şöyle: “Ergenekon kumpasları yeniden devreye girecek mi… FETÖ’nün yeni Erdoğan stratejisi ne”.

*

Malum, dört ayrı köşe yazarı aynı gün dört ayrı gazetede yeni bir darbe hazırlığından söz etmişlerdi.

Sabah‘tan Melih Altınok..

Türkiye‘den Cem Küçük..

Hürriyet‘ten Abdülkadir Selvi..

Yeni Şafak‘tan Yusuf Kaplan..

Diyelim ki bugün Suriye‘de bir darbe oldu.. Yarın pekçok köşe yazarının aynı konuyu işlemiş olduklarının görülmesi gayet normaldir..

Fakat, “Türkiye’de darbe” gibi somut/müşahhas hiçbir bilgi ve belgeye dayanmayan, bir iki gün içinde de gerçekleşmesi beklenmeyen bir olayı aynı gün dört ayrı yazarın işlemiş olması, hukukçuların çok önemsediği tabirle, “hayatın olağan/normal akışı“na aykırıdır.

Böylesi bir “çakışma” ceffel kalem tesadüfle açıklanamaz.

Matematiksel açıdan olasılık/ihtimaliyet hesapları çerçevesinde tesadüf kabul edilemeyecek bir “uyum” demektir.

Burada şu ihtimal akla geliyor: Acaba “etkili” birisi veya birileri, bu konuyu gündeme getirip “Kemalist/ulusalcı darbe korkusundan nemalanmak” veya (böyle bir niyetin emareleri varsa) bu yönde bir “teyakkuz“a zemin hazırlamak istemiş olabilirler mi?

Bunu bilemiyoruz.

Ancak, böyle bir durum varsa, “algı operasyoncuları“nın “ilacın yan etkisini“, yani ulusalcıların/Kemalistlerin tepkisini yeterince hesaba katmamış oldukları anlaşılıyor.

*

Evet, Kemalistler/ulusalcılar tepki gösterdiler.

Öyle ki, Star yazarı Ardan Zentürk, “yandaş kalemlere” (ve bu arada dolaylı olarak Akparti’ye ve Erdoğan’a) ayar veren satırlar yazdı:

 

Amerikan emperyalizmi, RAND raporuna iliştirdiği ‘darbe’ paragrafının hükümete yakın medya ve düşünce alanında ‘darbe hezeyanına’ dönüşmesiyle maksadına ulaştı.

Kim, ‘darbe tartışmaları AK Parti tabanını derler-toparlar, dağılmayı önler’ diye düşünürse, söyleyeyim, sonu hayal kırıklığıdır.

Sokaktaki insan, henüz 3 yıl önce büyük darbe travması atlatmış bir ülkenin kapısına yeniden ‘darbeciler’ dayanırsa, bu kez, darbeciden çok, onlara bu manevra alanını bırakan sivil-asker otoriteyi hedef alır, bilin.

15 Temmuz’da 251 şehit, 2 bin 194 de gazi vermiş milletin, devlete karşı yeni bir kalkışma olduğunda bu kalkışma ortamına vize vermiş siyasi otoriteyi de sorgulamayacağını sanmak, en hafif deyimle, ‘siyasi saflıktır…’

Millet, şereflidir.

Vergileriyle ayakta tuttuğu ordusunun silahını kendisine çevirmesi durumunda tabii ki sessiz kalmaz, evine çekilip bakmaz, ama, o silahla yeniden karşılaşmasının hesabını da herkesten sorar, işin sonunda tüm siyasi kadrolar gider, memleket yeni bir paradigmaya yönelir.

“Kamuoyuna korku pompalanarak yapılan siyaset sürdürülebilir kimlik taşımaz. (…)

Zat-ı muhterem çıkıyor, ‘Laikçi-Atatürkçüler darbe yapacak’ diye yazılar döşeniyor, kim bunlar, nerede toplaşmışlar, planları ne? Bu memlekette böyle bir cunta var ve bir köşe yazarı bunu tespit etmiş, ey Hakan Fidan, senin çocuklar uyuyor mu?

Ne bu?

‘Korku’ üzerinden çevreye adam toplama telaşı!..

 

Ancak, aynı Ardan Zentürk, tam bir yıl önce, 25 Şubat 1919 günü kalemini, Erdoğan’a “korku” vermek için kullanmıştı.

Fakat, yazısında Kemalistler/ulusalcılar diye bir tabir geçmiyordu.

Onun yerine 31 Mart‘a atıfta bulunmuştu.

Hayır, “gericiler, irtica” filan demiyordu.. Orasını, milletin çağrışım kabiliyetine ve hafıza gücüne bırakıyordu:

 

Başkan, seni ‘soft-Saddam’ yapacaklar…

Belli ki, Erdoğan’ı Chavezleştirme programı bir tık yukarı alındı, artık ‘soft-Saddam’ yapma dönemidir. Neo-con/Siyonist lobi, içten dıştan yeni bir silahlı müdahaleyi planlıyor.

ABD Başkan Yardımcısı Pence’in, S-400 meselesinde, ‘müttefiklerimizin doğudan silah almasına hareketsiz kalmayız’ lafı önemli işarettir.

Kati Piri hukuktaki FETÖ’cü temizliğini, ‘4 binden fazla hakim ve savcının işten atılması hukukun bağımsızlığı ve tarafsızlığına tehdit oluşturuyor’ diye yorumluyor, pes!..

31 Mart’a dönük bir beklentileri var, eğer olmazsa, çok yönlü bir saldırıyla karşılaşacağımız, sonuçta ortaya çıkacak NATO’cu darbenin de ‘demokrasi adına alkışlanacağı’ bellidir.

*

Ve Asiye (denilen kişi ya da odak), tartışmayı bir adım daha ileriye taşımış durumda..

Yazısında önce, Ergenekon davalarından bahsediyor.

Ve, hem Akparti’nin hem de diğer “İslamî” cemaatlerin, Kemalistlerden/ulusalcılardan hesap sordukları için FETÖ‘cülere saygı duyduklarını ileri sürüyor.

Sonra da, “AK PARTİ-CEMAAT İTTİFAKINI HAKAN FİDAN BOZDU” diyerek lafı Fidan’a getiriyor.

Hayır, zekâ ve de hafıza küpü Asiye!

Akparti-Cemaat ittifakını Hakan Fidan bozmadı.. Ulusalcılar/Kemalistler bozdu.

Ve aslında FETÖ‘yü FETÖ yapan da ne Akparti’ydi, ne de (alenî ya da örtük rekabet içindeki) diğer cemaatler.

Ulusalcılar/Kemalistlerdi..

Evet, FETÖ’yü FETÖ yapanlar, Erbakan‘ın önünü kesmek ve rejim/sistem muhalifi Nurculuğu dönüştürmek ve kontrol altına alıp kullanmak isteyen ulusalcılar/kemalistlerdi.

Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı Em. Korg. İsmail Hakkı Pekin’in ifşaatını hatırlayalım:

 

Fetullah Gülen, Mehmet Şevket Eygi gibi isimler 1959’da Özel Harp Dairesi içinde görevlendirildi. Görevleri, Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde komünizmle mücadele faaliyetleriydi. 12 Eylül’den sonra yakalanan Fetullah Gülen’in serbest bırakılması için Genelkurmay Başkanı aradı ve serbest bırakıldı.

 

Fethullah için tavassutta/aracılıkta/şefaatte bulunan, kim?

Erbakan mı?

Diğer cemaatler, “Nasıl böyle muhterem bir hocaefendiyi tutuklarsınız?” diye protesto gösterilerinde bulunmuş da, rejimin sahipleri geri adım mı atmış?

Hayır!

Arayan, zamanın Genel Kurmay Başkanı..

Kemalist/Atatürkçü/laik TSK‘nın en tepesindeki isim, gözde adamlarına sahip çıkmış..

Fakat, (“ABD ve İsrail için hep beraber eller havaya, tekmeler Erbakan‘a!” dedikleri) 28 Şubat döneminde aynı beceriyi gösterememişler, uşaklığını yapmaktan utanmadıkları ABD’nin kendilerine “kelek atacağı” akıllarına gelmediği için, Fethullah’ın 1999 yılı başlarında ABD’ye gidip “Özel Harp”in kontrolünden çıkmasına ve CIA’in emri altına girmesine kayıtsız kalmışlar.

Fethullah’ın artık emirleri kendilerinden değil CIA’den aldığını anlayıp tedbir almaya yönelmeleri, Milli Güvenlik Kurulu‘nda bu yönde adım atmaları için aradan beş yıl geçmesi gerekmiş.

Ve, Erbakan’a karşı 28 Şubat sürecinin lokomotifi ve dinamosu olarak iş gören MİT de bu süreçte, “müttefik”lerine duyduğu güvenle mışıl mışıl uyumuş, sonunda kâbusa dönüşecek olan tatlı rüyalar görmüş.

*

Asiye hanımefendi bunları söylemiyor tabiî.. “Akparti ve diğer cemaatler tarafından FETÖ’ye verilen destek” hikâyeleri anlatıyor.

Ve de ona göre, Akparti ile The Cemaat’in arasını Hakan Fidan açmışmış..

Hayır, açma yönünde adım atan isim, Fethullah’ı tutukluluktan kurtaran isim gibi yine bir genel kurmay başkanıydı: Yaşar Büyükanıt.

Nerede?

Dolmabahçe‘de..

Ne zaman?

13 yıl önce.. 4 Mayıs 2007 tarihinde..

Daha bir hafta önce, Türkiye gazetesi yazarı Yücel Koç, “FETÖ’yü kim besledi, büyüttü?” başlıklı yazısında, Dolmabahçe görüşmesinde FETÖ dosyasının konuşulmuş olduğunu yazdı.

Yücel Koç, yazısında, dönemin Başbakan Danışmanı Abdülkadir Özkan’ın şu sözlerini aktarıyordu:

 

2007’de Erdoğan bu örgütün devlet içerisinden tasfiye edilme operasyonunu başlatacaktı.

Ama bir ay sonra orduya ait mühimmatların bulunduğu, darbe günlüklerinin ele geçirildiği haberleri üzerinden bir kamuoyu oluşturdular.

Ordunun darbe hazırlığı içerisinde olduğunu ve kendilerinin bu darbeyi deşifre ettiğini söylediler, süreci manipüle ettiler.

Böylece Ergenekon sürecine toplumsal bir destek kazandılar.

Fakat kuvvet komutanları yavaş yavaş içeri alınmaya başlayınca ve İlker Başbuğ hapse atılınca Sayın Erdoğan bir şeylerin yanlış gittiğini fark etti.

Ergenekon süreci ve Taraf gazetesi aleyhine konuşmalar yapmaya başladı.

2011 sonrasında da dershaneler tartışmasını açarak örgütün tasfiye sürecini başlattı.

 

Evet, Akparti ile The Cemaat’in arasını açan Hakan Fidan değildi.. Ulusalcılar/Kemalistlerdi..

Asiye’nin masalına göre ise, olaylar şöyle gelişmişti:

 

Gücü daha da perçinleşen, AK Partililerin desteğiyle daha da yaygınlaşan cemaat, devletin bütün kademelerinde etkin olmayı yeterli bulmuyor, “AK Parti milletvekilliğinin çoğunun kendilerinden olması gerektiğini” ve “bunu hak ettiklerini” düşünüyorlardı. 2011 seçimlerinde 120 veya 150 milletvekilliği talep ettiler bu düşünceyle. Başbakan Erdoğan başlangıçta bu isteği olumlu karşılamıştı,

Ancak tam o günlerde başka bir gelişme oldu…

MİT Başkanı Hakan Fidan iki kez ABD’de Fethullah Gülen ile görüşerek, “MİT’deki cemaat mensuplarının” listesini “tanıyalım bilelim ki daha sağlıklı iş birliği yapalım” gerekçesiyle istemiş ama Fethullah Gülen isim vermekten kaçınmıştı. Üstelik, Gülen’in daha sonra, “Bunlar bizi saf sanıyorlar, listeyi bizden alıp yıllarca yetiştirdiğimiz elemanları harcamak istiyorlar” dediği Hakan Fidan’ın kulağına gelmişti. Erdoğan ve Fidan “bu gizlilikten” hoşlanmadılar. Bunun üzerine cemaat, Hakan Fidan’ı şikayet edip, görevden alınmasını isteyince, Erdoğan cemaatin istediği milletvekilliği sayısını vermekten vazgeçti ve 12 kişilik bir kontenjan vermekle yetindi.

Yüz elli kadar milletvekilliği alıp “ileride partiyi tamamen ele geçirmeyi hedefleyen” cemaatin üst yönetimi, sadece 12 milletvekilliği önerilince büyük bir şok yaşadı. Pensilvanya’daki kampın salonu Fethullah Gülen’in öfkeli sözleriyle çınladı. Öfke daha çok, “Erdoğan’ı-kararından vazgeçirdiği” düşünülen, “pişmiş aşa su katan” Hakan Fidan’a yönelikti. Nitekim ilk hamleleri Hakan Fidan’a yönelik oldu. Önce Oslo görüşmeleri basına sızdırıldı, ardından cemaat mensubu savcı Sadrettin Sarıkaya vasıtasıyla 7 Şubat 2012’de MİT’e operasyon girişiminde bulundu. Savcı Sarıkaya, Hakan Fidan’ı ve MİT mensuplarını “vatana ihanetle” suçluyordu. Hakan Fidan içeri alınacak, aynı saatlerde hastaneye ameliyat olmak için yatacak olan Erdoğan da, ameliyattan elleri kelepçeli olarak uyanacak, cemaat böylece Türkiye’de ilk defa “ilginç bir darbe” gerçekleştirmiş olacaktı.

Fakat Erdoğan’ın bir vatandaş ziyareti nedeniyle, (FETÖ’cü) doktorların ısrarlarına rağmen hastaneye yatmayı geciktirmesi ve Hakan Fidan’ın bu sırada ona telefonla ulaşması, bu ilginç darbeyi suya düşürdü. Erdoğan, Fethullahçıların “dini bir cemaat” değil, “organize bir güç” olduğunu görmüştü. Buna rağmen tabanlar “aile gibi” iç içe olduğu için açıkça onları hedefe almadı. Ama o zamana kadar büyük bir referans kabul edilen cemaat listeleri, artık kabul görmedi.

7 Şubat MİT operasyonu suya düşen Cemaat büyük bir paniğe kapıldı. Artık mimlenmişlerdi, hükümet üzerlerine gelebilir ve hakim oldukları çok şeyi kaybedebilirlerdi. Sonucundan emin oldukları operasyonun başarısızlığı sonlarını getirebilirdi. “Her şey elimizdeyken, her şeye hakimken, neredeyse ülkeyi biz yönetiyorken keşke böyle bir şeye girişmeseydik” pişmanlığı duyanlar da vardı. Ancak Erdoğan’ın kendilerini açıktan hedef göstermemesi, onun korkaklığına yoruldu. Erdoğan, “Abartılacak bir mesele değil” demişti. Cemaate göre Erdoğan, “Ergenekoncuları/Kemalistleri dize getiren” cemaati karşısına almaktan çekiniyordu. Yargı, Emniyet ellerindeyken Erdoğan herhalde cemaate karşı savaş açmayı göze alamazdı.

Fakat 2013 Eylül ayında Erdoğan, “Dershaneleri kapatacağını” ilan ederek, “cemaatin başlattığı gizli savaşı” açık savaşa dönüştürdü. Aile gibi iç içe geçmiş taban kadar, bakanlar ve milletvekilleri de büyük şaşkınlık yaşadılar.

 

Her masalda bazı gerçek öğeler de bulunur.

Mesela “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler“i alalım..

Gerçek hayatta “prenses”ler var mıdır?.. Vardır.

Bazı insanlar cüce midir?.. Cücedir..

Ama “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” anlatısı bir masaldır.

Asiye muhtereminin anlatısının da “öz“ü hurafe.

Ve bu, Erdoğan‘ın (daha dört gün önce sarfettiği) kendi ifadeleriyle sabit:

 

Vesayet tüm gücüyle üzerimize gelirken hem bu işin arkasındaki FETÖ gölgesini hem de örgütün bürokratik ve toplumsal işgal projesini fark edip gereken tedbirleri 10 yıl öncesinden almaya başladık. Sene 2010. Zaten süreç 2010’da başladı. (…)

FETÖ’nün devlet ve toplum hayatımızın kılcal damarlarına kadar sızmasının tarihi eskidir ve müsebbipleri çoktur. Ama FETÖ ile gerçek anlamda amansız bir savaşa tutuşan tektir; 2010 itibarıyla o da biziz.

 

Evet, Erdoğan’ın birbiriyle çelişen beyanlarının sayısı az değil.

Fakat, bu konuda tutarlı.

Yaklaşık üç buçuk yıl önce, 4 Ağustos 2016 günü TRT‘de şunları söylemişti:

 

2010’dan beri bu Fetullahçı Terör Örgütü’nün bu ülkede örgütlenme ağının ne denli geniş olduğunu anlatıyorum. Ve bunu ben, en yakın mesai arkadaşlarıma anlatmakta zorlanıyorum. Silahlı kuvvetlerde, emniyette, yargıda, bunları hep işledik, anlattık. Bakanlıklarda… Çoğu zaman şu ifade kullanılıyordu, ‘Acaba delil var mı?’ Neyin delili olacak, her şey ortada işte. Adamlar kendilerinden başka kimseyi, hiçbir yere yaklaştırmıyorlar. (…)

Tam menşeine inersek bizim iktidara geldiğimizden kısa süre sonra, ben o zamanki Milli Eğitim Bakanımıza şunu söyledim, dedim ki ‘Bu dershaneleri kapatalım.‘ ‘Niye’ falan deyince, ‘Kardeşim’ dedim ‘Bu dershaneler varsa, bu okullar niye var? Bu okullar varsa, bu dershaneler niye var? Biz bir şeyi gidermek istiyorsak, bunu hafta sonlarında telafi kursları veririz, yine öğretmenlerimiz verir, hem 3-5 kuruş daha fazla para almış olur, hem de bu çocuklarımız bu telafi kurslarıyla bu açığını kapamış olur.’ Maalesef bunu anlatamadık. Nabi Avcı Bey’in dönemine kadar biz dershaneler konusunda adım atamadık. Bunlar bizim kayıp yıllarımızdır. Tabii şimdi siz de başbakansınız ama bir yere kadar arkadaşlarınıza bir şeyi anlatıyorsunuz. Israr, ısrar, ısrar… Tabii daha fazla ileri gidemiyorsunuz ve en ciddi, en büyük parayı bu adamlar bu dershanelerden kazandı. Ben diyeyim 1, siz deyin 2 milyar. Bunu kaybedince, bunların ilk tepkileri başladı. (…)

Dedik ki ‘Arkadaşlar kusura bakmayın, bundan sonra geri adım yok, üzerine üzerine gideceğiz‘.

 

Asiye hanım, kusura bakma, işin aslı böyle.

*

Hakan Fidan‘ın Fethullah ile görüşmesine gelince..

Herhalde bu, kendi inisiyatifiyle olabilecek birşey değildir..

Erdoğan talimat vermeden, en azından onay ve izin verip teşvik etmeden, böyle birşeyi kendiliğinden yapmış olamaz.

Ki Erdoğan’ın, Hakan Fidan’ın girişimlerinden sonuç alınamayınca Ahmet Davutoğlu‘nu da devreye koyduğu biliniyor.

Nitekim Davutoğlu, üç yıl önce, 15 Temmuz darbe girişimiyle ilgili TBMM Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’na şu açıklamayı yapmıştı:

 

2013 BM Genel Kurulu toplantısına seyahatim öncesinde Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığımız değerlendirmede, bu yapının gittikçe artan bir şekilde Türkiye karşıtı çevrelerce kullanılmaya müsait hale gelmesi hasebiyle, Gülen’in daha önce yapılan çağrılar çerçevesinde Türkiye’ye getirilerek kontrol altına alınmasının gerekli olduğu kanaatine vardık.

*

Tabiî işin püf noktası, Asiye(ler)in lafı getirip bağlamak istedikleri nokta başka..

İfadeleri, sanki gerçek bir Kemalist/ulusalcı darbe hazırlığı var da suçüstü yakalanmışlarmış gibi bir paniği yansıtıyor denilebilir.

Gülüp geçemiyorlar.

O panikle, darbe ihtimalinden bahseden kişilere “paranoyak, evhamlı” vs. gibi suçlamalar yöneltmek yerine, “herkesi FETÖ’cü ilan etme kumpası” anlamına gelen bir tavır sergiliyorlar.

Paranoyak rolünü kendileri üstleniyor, her taşın altından bir FETÖ’cü bulup çıkarmaya çalışıyorlar.

Oysa, ortada bir darbe hazırlığı olmadığına göre, herkesi alelacele FETÖ’cü ilan etme ucuzluğu ve kolaycılığı yerine şöyle bir meydan okumada bulunmalıdırlar: “Buyurun, bir darbe hazırlığı bulunduğunu gösteren tek bir emare ya da delil gösterin!.. Gösteremezsiniz, çünkü yok!”

Bunu demiyorlar, onun yerine Hakan Fidan eksenli (aba altından sopa gösterme amaçlı mı, yoksa FETÖ’yle mücadelenin kahramanı ve sorumlusu ilan ederek “gaza getirme” düşüncesiyle mi olduğu belirsiz) cümleler kuruyorlar.

Asiye’den okuyalım:

 

Ergenekoncu diyerek hapse attıkları ise, delillerin sahteliği ortaya çıkınca beraat etmiş, kimi subaylar görevlerine dönmüştü. FETÖ’nün en çok zoruna giden de buydu. Yurt dışında bir mücrim gibi yaşayan, zamanla artık açıkça Türkiye düşmanlığı yapan FETÖ mensupları, bir süre, “Darbeyi aslında Erdoğan’ın yaptığını” iddia ederlerken, daha sonra, “Erdoğan’ın Ergenekoncuların oyuna geldiğini”, söylemeye başladılar, şimdilerde ise “FETÖ diye bir örgüt yok ama ETÖ diye bir örgüt var” iddiasındalar. Hatta, “Kemalist bir darbenin” gelme ihtimalinden bahsediyorlar.

Son günlerde, “kendi aralarında baş gösteren iç savaş, cemaat içinde gün yüzüne çıkan yolsuzluklar, abilere yönelik gün gün büyüyen öfke, tabandan üst yönetime yöneltilen ağır eleştiriler” gibi dertlerle uğraşan FETÖ, “zaten birbirlerini hiç sevmeyen Erdoğan ile Ulusalcıları” birbirlerine kırdırmaya çalışarak çıkış yolu arıyor da, Erdoğan ve Ulusalcıların bu konudaki tutumları ne?

Erdoğan-Ulusalcılar savaşı gizliden var da, açık savaşa mı dönüşecek?

 

Bu sorunun cevabını bilmiyorum..

Bildiğim şu: Nasıl uluslararası ilişkilerde dostluk ve düşmanlıklar baki değilse, iç politikada da (hele de bu coğrafyada) dostluk ve düşmanlıklar konjonktüre göre değişir.

Ve de siyasette vefa diye birşeye rastlamak, zümrüdüanka ile tanışma şerefine nail olmaktan daha zordur.

YENİ ŞAFAK YAYIN YÖNETMENİ KARAGÜL’ÜN MANTIĞIYLA DÜŞÜNÜRSEK,

BAZI ŞEYLERİ (MESELA “SİYASETÇİ PORNOSU” KASET ÇEKİMİNİ) TÜRK İSTİHBARATI YAPIP BİR KISMININ ÜSTÜNÜ FETÖ İLE ÖRTMÜŞ OLABİLİR Mİ? (ALMAN İSTİHBARATI ŞUNU BUNU “KULLANMAYI”, MANİPÜLE ETMEYİ BİLİYOR DA, TÜRK İSTİHBARATININ BAŞI KEL Mİ?)

YURTDIŞINA KAÇMIŞ OLAN PEKÇOK FETÖ’CÜYÜ, ONLAR ARASINDAKİ AJANLARI SAYESİNDE DERDEST EDİP TÜRKİYE’YE GETİREN, YANİ FETÖCÜLERİN İÇİNDEKİ ADAMLARINA OPERASYONUN ALTYAPISINI HAZIRLATAN TÜRK İSTİHBARATI, İÇİNDE “KAÇIRMA” OLMAYAN BAŞKA TÜRDEN OPERASYONLARI AJAN FETÖCÜLERE (“ABİ” KONUMUNDAKİ AJANLARINA) YAPTIRAMAZ MI?

BU FETÖCÜ ABİLERİN (GERÇEKTE İSTİHBARATÇILARIN) FAALİYETLERİ, SONRADAN FETÖ’NÜN KÖTÜLÜK HANESİNE YAZILAMAZ MI?

BÖYLECE BİR TAŞLA İKİ KUŞ VURULAMAZ MI? (YANİ ALMAN İSTİHBARATI BÖYLESİ İŞLER YAPAR DA, TÜRK İSTİHBARATININ ELİ ARMUT MU TOPLAR?)

VE DE BUGÜN KENDİLERİNE “KIYAK GEÇİLEN” FETÖCÜLERDEN BAZILARI, GERÇEKTE İSTİHBARAT’IN ADAMI (AJANI YA DA TORPİLLİSİ) OLABİLİRLER Mİ?

YOKSA TÜRK İSTİHBARATI, BECERİKSİZ OLDUĞU İÇİN BUNLARI YAPAMAZ MI?

YA DA ONLARDA “ALLAH KORKUSU VE TAKVA” BULUNDUĞU VE “ÇALIŞMA İLKELERİ” FARKLI OLDUĞU  (KUR’AN VE SÜNNET’İ, ŞERİAT’İ REFERANS ALDIKLARI) İÇİN BÖYLE ŞEYLERİ (AHLÂKÎ GEREKÇELERLE VEYA AHİRET KORKUSUYLA) YAPMAZLAR MI?

ŞU BİR GERÇEK: TÜRK İSTİHBARATI, ALMAN İSTİHBARATINDAN DAHA AZ “LAİK” (DİNLER ARASINDA TARAFSIZ, KURUM OLARAK DİNSİZ) DEĞİLDİR!

VE DE, FAALİYETLERİNE (YANİ DEVLET İŞLERİNE) DİNİ KARIŞTIRMAMA KONUSUNDA (İSTİSMAR HARİÇ) KESİNLİKLE ONLARDAN DAHA KATIDIR.

İbrahim Karagül

 

İbrahim Karagül

Almanya… İstihbaratı yapıyor, ırkçılarla örtüyor!

Yeni Şafak, 21 Şub 2020, Cuma

İslamofobi’nin merkezine dönüşen Almanya’da, bir süredir suskunluk gösteren aşırı sağ terör yeniden patladı. Bu sefer yangın yerine katliam yöntemiyle döndüler. Hanau kentinde Türkler ve Müslümanlar bir kez daha terörün hedefi oldu. 5’i Türk 10 kişi hayatını kaybetti.

Ne gariptir ki bu saldırı, Alman istihbaratının bir aşırı sağ hücreyi çökertmesinden, camilere saldırıların tırmanmasından, dini kurumlara daha fazla güvenlik çağrılarından hemen sonra gerçekleşti.

ZAMANLAMA DİKKAT ÇEKİCİ: AŞIRI SAĞINI ALMANYA’NIN JOHN BASS’İ Mİ YÖNETİYOR?

Ne gariptir ki bu saldırı, Almanya’daki aşırı sağı yönettiği söylenen ABD’nin Berlin Büyükelçisi Richard Grenell’in ABD İstihbarat Direktörü olarak atanmasıyla aynı anda gerçekleşti.

Bu durum bana; Ankara’dan Afganistan’a atanan, gidişinden hemen önce “DEAŞ Türkiye’ye saldırmıyorsa bizim sayemizde” gibi korkunç bir açıklama yapan John Bass’in durumunu hatırlattı. Çünkü Bass, DEAŞ saldırıları ve 15 Temmuz işgal girişiminin arkasındaki kritik isimlerden biriydi.

MERKEL: BU BİR ZEHİR… AMA BU KADAR DEĞİL..

Yine bu durum bana, Türkiye’deki Ergenekon operasyonlarının başlatılması ile Almanya’da Türklere yönelik sistematik saldırıların başlamasının aynı tarihe denk gelmesini hatırlattı. Eğer bu saldırılar devam ederse, Türkiye’de de bir şeyler olacağını mı düşünmeliyiz?

(…)

Güç inşa etme, merkez iktidar alanlarını güçlendirme, savunma kalkanlarına güç verme küresel ölçekte en güçlü eğilimdir ve bütün ülkeler bu eğilimin etkisi altındadır. Çünkü her ülke, yaklaşan büyük fırtınadan sağ çıkmanın yollarını arıyor.

Bazı ülkeler bunu güçlü liderlerle yapıyor. Türkiye, Rusya, ABD (Trump bunu deniyor), Çin, Hindistan gibiGüçlü lider çıkaramayan ülkeler ise, özellikle bu Avrupa’da kendini gösteriyor, aşırı sağı besleyerek toplumsal gücü devlet gücüne dönüştürme yolunu kullanıyor.

Bunların tamamında “öteki” olanın dışlanması, ülkeden çıkarılması esastır. Çünkü “öteki” olan bir zaaf alanı, zayıflık alanı olarak görülüyor. Avrupa’nın demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi bir kaygısı öne çıkmıyor artık. Avrupa’nın “birlikte yaşama” gibi bir önceliği yok artıkOnlar 2. Dünya Savaşı sonrasının değerleriydi ve çoktan terk edildi.

YÜZDEN FAZLA KUNDAKLAMA: “YAKMAK” ALMANYA’YA BİR ETİKET GİBİ YAPIŞTI.

Yeniden Almanya’ya dönelim ve geçmişten bazı notları tekrarlayalım:

Stuttgart yakınlarında bulunan Backnang’da bir apartman… Gece çıkan yangında anne Nazlı Özkan (40), Hatice Oruç (17), Yılmaz Soykan (14), Abdülkadir Soykan (8), İzzet Soykan (7), Yasin Soykan (6), Ahmet Soykan (3) ile 6 aylık Murat Soykan hayatını kaybetti.

2 Şubat 2008: Ludwigshafen’da, Solingen faciasını geride bırakan bir trajedi yaşandı. Beşi çocuk dokuz kişinin can verdiği olayla ilgili elli uzman dört hafta çalıştı. Ulaşabildikleri tek bir sonuç vardı o da yangının kundaklama olduğu.

Solingen’den Ludwigshafen’a yakarak öldürme geçmişi var Almanya’nın. “Yakmak” Almanya’nın üzerine bir “etiket” gibi yapışıyor sanki.

ALMAN FEDERAL SAVCILIĞI DOSYALARI BİRER BİRER KAPATTI… KANIT YOKMUŞ!

Genelde Türklerin oturduğu apartmanlarda tuhaf yangınlar çıkar, çocuklar ölür, cenazeler Türkiye’ye getirilir, iki ülke teskin edici açıklamalar yapar, medya ve sivil toplum kuruluşları yangınları gerçek anlamda sorgulamaz, Alman polisinin araştırmaları hep sonuçsuz kalır ve Alman savcılığı dosyaları bir bir kapatır.

Bugüne kadar hep böyle oldu. Yüzlerce ev kundaklandı ya da yandı. Bizi şaşırtan, yüreğimizi ferahlatan, kafamızdaki soru işaretlerini gideren hiçbir sonuç göremedik. Yüzlerce evin kundaklanma görüntüsübinlerce sokak kamerasından hiçbiri kaydetmemişti!

Daha sonra Alman makamları “kundaklama” ihtimalini bile devre dışı bıraktı. Ludwigshafen’daki saldırıyı çözemedikleri gibi, ondan sonra seri şekilde devam eden saldırıların hiçbirisini çözemedi!

ALMAN DERİN DEVLETİ YAPIYOR, AŞIRI SAĞLA KAMUFLE EDİYOR…

2 Şubattan sonra kundaklama olayları daha da arttı. Almanya sınırlarını aşıp Avusturya’ya, Viyana’ya uzandı. 4 Şubatta, Türklerin oturduğu binada çıkan yangında 16 kişi yaralandı. Aynı gece bir başka yerdeki yangında ise beş kişi yaralandı. Baden-Württemberg’de bir Türk ailenin evinde yangın çıktı.

16 Şubatta, Kuzey Ren Vestfalye’nin Gelsenkirchen kentinde çıkan yangında yedi Türk vatandaşı yaralandı. Pforzheim kentinde altı katlı bina kundaklandı. Yirmi dört gün içerisinde Türklerin oturduğu on yedi ayrı bölgede yangınlar çıktı. Saldırılar devam etti. Bir yıl içinde neredeyse yüze yakın kundaklama olayı yaşandı.

Bir derin devlet yapılanması, sistemik bir odak, Alman iç ve dış politikası ekseninde örtülü operasyonlar yapıyor, bu operasyonları da aşırı sağ çetelerle kamufle ediyordu. Kanaatlerim öyleydi. Hâlâ da öyle.

YAKMAK YERİNİ KATLİAMA BIRAKIYOR. ANLAŞILAN YÖNTEM DEĞİŞTİRİYORLAR

Alman Federal Savcılığı’nın bu kadar olay hakkında yürüttüğü “derin” soruşturmalarda bir görgü tanığı, bir kamera görüntüsü bulamaması kanaatimi daha da güçlendiriyor. Nihayetinde savcı da, bir basın toplantısı düzenleyip; “Kanıt bulunamamıştır” dedi ve dosyalar kapatıldı.

Yangınlar şüpheli, sıradan olaylar değildi. Bugüne kadar yapılan soruşturmalar da sonuçları da ikna edici değildi. Dönerci cinayetleri, cinayetlerdeki Alman istihbaratı bağlantıları sıradan olaylar değildi.

PROF. ESAD COŞAN HOCA KAZASI/SUİKASTİ DOSYASI – 6

erdoğan mit ile ilgili görsel sonucu

erdoğan mit ile ilgili görsel sonucu

erdoğan mit ile ilgili görsel sonucu

erdoğan mit ile ilgili görsel sonucu

erdoğan istihbarat ile ilgili görsel sonucu

erdoğan mit ile ilgili görsel sonucu

erdoğan istihbarat ile ilgili görsel sonucu

 

ESAD COŞAN SUİKASTİ,

TAYYİP ERDOĞAN,

DEVLET BAHÇELİ

VE “TÜRK İSTİHBARAT KAYNAKLARI”

 

Posted on 19 Haziran 2013

 

Mehmet Çevik

 

Google’da Muhsin Yazıcıoğlu suikasti yazdığımızda, 3 milyon 100 bin sayfa görüntüleniyor. Buna karşılık Esad/Esat Coşan suikasti ifadesi için görünen belge sayısı 63 bin 300.

Aradaki fark, 49 kat.. Düz hesapla 50 kat..

Üstelik, Coşan’ın vefatı ile Yazıcıoğlu’nun ölümü arasında, sekiz yılı aşkın bir zaman farkı bulunuyor. Yazıcıoğlu suikasti konulu sayfaların sayısı, bir sekiz yıl sonra, muhtemelen çok daha büyük rakamlara ulaşacak. Esad Coşan suikasti ifadesi ise, giderek unutulacak.

Bunun nedenlerinden biri, geçmişte, Esad Coşan’ın ölümünün sıradan bir kaza olmadığını, bunun bir suikast olabileceğini dile getirenlerin sayısının çok az olması. Şimdilerde ise, bu netameli meseleye hiç kimse “doğrudan” bulaşmak istemiyor. Muhtemelen sağlığa zararlı bir konu olduğunu düşünüyorlar.

*

Bu konudaki şüphelerini dile getiren sayılı isimlerden biri, kendisi de 8 Eylül 2003 tarihinde bir kazaya kurban giden efsane vali Recep Yazıcıoğlu idi (Bakınız: http://yenisafak.com.tr/arsiv/2001/subat/05/gundem.html). Konuyla ilgili kuşkularını seslendiren bir başka isim ise İlhan Kesici‘ydi (Bakınız: http://arsiv.zaman.com.tr/2001/02/05/haberler/haberlerdevam.htm).

Daha sonra, iki yıllık bir “dinlenme”nin ardından, “saz”ı başka tip adamların ellerine aldıkları görülüyor.

Mesela, konuyu ilk kez 2003 yılında “inceleyen” Yeniçağ Gazetesi yazarı Arslan Bulut’un, 2005 yılı Aralık ayında, yine “Türk istihbarat kaynakları”na dayanarak şu ifadeleri yazdığını görüyoruz:

 

Neden Yeni Zelanda ve Avustralya?

 

Basında Başbakan Tayyip Erdoğan”ın 10 günlük Yeni Zelanda ve Avustralya gezisi eleştiriliyor. Eleştiriler, Rahmi Koç”un bu ülkelerle ticaret hacminin küçük oluşunu gündeme getirmesi ve “60 milyon dolar, 80 milyon dolara çıksa ne olur?” tarzındaki sözleri ile başladı ve Başbakan”ın çok gezmesi üzerinde yoğunlaştı. Bu arada, farklı bir değerlendirmeyi, Kanal Türk”te Tuncay Özkan”dan duydum. Özkan, Cüneyt Arcayürek ile birlikte yaptığı programda, “Avustralya”da ne var? Bir koloni var? Kimin kolonisi? Hani trafik kazasında ölen Esat Coşan”ın kolonisi. Peki bu koloniye kim bağlıydı? Korkut Özal” tarzında bir değerlendirmesi vardı.

Özkan, doğru yere nişan almış ama benim bilgilerim çok farklı!

 

* * *

 

Esasen bu meseleyi, 2003 yılında incelemiştim. Özetle şöyleydi:

“Nakşibendi cemaatinin lideri Prof. Dr. Esat Coşan”ın Avustralya”daCIA”nın daha sonraki Türkiye operasyonları için, İngiliz gizli servisi tarafından trafik kazası süsü verilerek öldürüldüğü tespit edildi

Coşan”ın, Sydney”e 600 kilometre uzaklıktaki Dubbo şehrine giderken bir kaza sonucu öldüğü bildirilmişti. Yapılan araştırmalar sonunda, Coşan”ın aracının önündeki araçta stop lambalarının yanmadığı, bu yüzden şoförün karşıdan gelen araca değil, stop lambaları sönük TIR kamyonuna çarptığı anlaşıldı.

İngiliz gizli servisi, kaza süsü vermek istediği olaylarda daha önce de stop lambası yöntemini kullanmıştı. Olaydan sonra, Coşan”ın cesedi, askeri bir uçakla ve İngiliz gizli servisi elemanları tarafından Türkiye”ye getirilmişti.

Coşan, eşinin babası olan Mehmet Zahit Kotku”nun vasiyeti üzerine 1980”de Nakşibendi cemaatinin başına geçmişti. Coşan, bütün eserlerinde ve konuşmalarında, Türk-İslam”cı bir felsefe ile hareket etmiş, ancak dış bağlantıları her zaman soru işareti uyandırmıştı. Coşan, Türkiye”de tutuklanacağını haber aldığı için Haziran 1997”de Avustralya”ya gitmişti…”

 

* * *

 

Meselenin daha önemli boyutu ise şöyleydi:

“Türkiye”deki tarikat ve cemaatler içinde, en önemli grubu oluşturan İskenderpaşa cemaati, Coşan”ın ölümünden sonra tam bir dağınıklık içine girdi. Zaten daha önce de cemaatin başka liderlerine yönelik saldırılar yapılmıştı.

Fethullah Gülen”in talimatıyla başlatılan Abant toplantıları, AKP iktidarının temelini atıyordu. Abant toplantıları, AKP iktidarına birkaç bakan da verecekti. Süleymancılar ise ikiye bölünüyor, bir grup ANAP”ı destekleme kararı alırken, diğerleri AKP”ye geçiyordu.

Strateji, merkez sağın parçalanması ve Genç Parti”ye milliyetçi söylem kullandırarak MHP ve DYP”nin zayıflatılmasına dayanıyordu. ANAP, zaten çökmüştü.
Nurcu cemaatlerden Zehra grubu da DEHAP ve AKP”ye dağılıyor; İsmail Ağa Cemaati, Menzilciler ve Yahyalı Grubu gibi irili ufaklı birçok grup, AKP”yi destekleme kararı alıyordu.

Nakşibendiler AKP”ye katılmaya başlayınca küçük gruplar da dışarda kalmamak için kitleler halinde AKP”ye aktı.

CIA”nın ilk operasyonu, Kemal Derviş”in katılacağı partiyi iktidar yapmaktı. Bu amaçla DSP”yi böldüler. Ecevit”i hastanede aşırı dozda verilen ilaçlarla öldürtmeye çalıştılar. Ecevit, Gülhane askeri hastanesinde kurtarılınca, İsmail Cem hareketi kısır kaldı. CIA, “Türk halkı İsmail Cem-Kemal Derviş”i kabul etmiyor. Radikal İslam”ı tamamen ele geçirerek bir taşla iki kuş vuralım” görüşünde karar kıldı.

Daha il başkanıyken görüşmeye başladıkları Tayyip Erdoğan”ı ABD”ye davet ederek, tek başına iktidar formüllerini sunmaya başladılar.

ABD”de bulunan Fethullah Gülen de devreye girdi ve bütün gücüyle AKP”yi desteklemeye başladı. Coşan, Türk-İslamcı”ydı ve Erbakan ile ayrılıkları, hem kaybolan bir çanta cemaat parası hem de Türlük vurgusu sebebiyle oluşmuştu. Coşan”ın Türk kimliğini dışlayan Tayyip Erdoğan”ın başında bulunduğu bir hareketi desteklemesi söz konusu bile olamazdı. Coşan”ın CIA”nın talebiyle İngiliz gizli servisi MI5 tarafından öldürülmesi, Tayyip Erdoğan”ın önünü açmıştı.”

Bu değerlendirmeler, bana değil,Türk istihbarat kaynaklarına aitti!

 

* * *

 

Coşan, Nakşibendi cemaatinin lideri olarak, kaynağını Ahmet Yesevi”ye kadar dayandırdığı, Türklük vurgusu yüksek bir İslam anlayışını savunuyordu. Diğer taraftan, Coşan, öldürülmeden kısa bir süre önce, 1998 yılında Sağduyu adlı bir gazete kurduruyor ve bu gazetede İslamcı, Milliyetçi ve solcu görüşlerin bir arada seslendirilmesini istiyordu. Sonradan öğrendiğime göre bu gazete, yeni bir partinin zeminini oluşturacaktı. Kısacası AKP olarak ortaya çıkan yapılanmayı, aslında Türk-İslamcı bir çizgide Esat Coşan kuracaktı. Ancak, 28 Şubat süreci, böyle bir yapılanmaya izin vermedi. AKP, yaratılan bu boşlukta tek başına iktidar oldu.

http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=4521

 

Görüldüğü gibi, Arslan Bulut, “Esasen bu meseleyi 2003 yılında incelemiştim diyor.

Esasen, 2003 yılında meseleyi bir başkası daha “incelemişti”: Muharrem Nureddin Coşan.

Şu ilginç tevafuka bakınız ki, internette yer alan İskenderpaşa adlı bir facebook sayfasında, hem Arslan Bulut’un, hem de Nurettin’in ilgili ifadeleri birlikte yer alıyor (Yukarıdaki resim bu facebook hesabından alınmıştır. “Ben Esad Coşan’ın şapkalı, sinekkaydı traşlı ve aynı zamanda rütbesiz er olanını severim” anlayışını yansıttığı görülüyor).

Söz konusu sayfada, 23 Nisan (2013) tarihli bir paylaşımda, önce Nurettin’in, sonra da (“devamı” linki içinde) Bulut’un ifadeleri şu şekilde aktarılmış:

 

“Sevgili liderim, lideriniz Mahmud Esad Coşan rahimehullah iki yıl önce 4 Şubat 2001 Pazar günü müphem bir çarpışma neticesi damadı Ali Yücel Uyarel’le birlikte şehid olmuştu…” (Muharrem Nureddin COŞAN-2003)

******************************************

 

“”Nakşibendi cemaatinin lideri Prof. Dr. Esat Coşan”ın Avustralya”da, CIA”nın daha sonraki Türkiye operasyonları için, İngiliz gizli servisi tarafından trafik kazası süsü verilerek öldürüldüğü tespit edildi

Coşan”ın, Sydney”e 600 kilometre uzaklıktaki Dubbo şehrine giderken bir kaza sonucu öldüğü bildirilmişti. Yapılan araştırmalar sonunda, Coşan”ın aracının önündeki araçta stop lambalarının yanmadığı, bu yüzden şoförün karşıdan gelen araca değil, stop lambaları sönük TIR kamyonuna çarptığı anlaşıldı.

İngiliz gizli servisi, kaza süsü vermek istediği olaylarda daha önce de stop lambası yöntemini kullanmıştı.” (Arslan BULUT- YENİÇAĞ / 2003)

(https://tr-tr.facebook.com/iskender.pasa.tr?hc_location=timeline)

 

İlginç tevafuklar bununla da bitmiyor.

Sözkonusu facebook sayfasında, yine 23 Nisan (2013) tarihinde, Esad Coşan’ın ölümüne ilişkin bir başka paylaşım daha yapılmış.

Bu defa konu, bir linke havale edilmiş: Emin Pazarcı tarafından Muhsin Yazıcıoğlu’nun da işin içine karıştırıldığı Barnabas İncili cinayetleri teorisi aktarılmış. Link şöyle: http://www.habername.com/haber-basbakani-da-oldurmeye-calisan-organizasyon-72313.htm

Her ne kadar mesele, bu rivayetlerin birinde, Tayyip Erdoğan’ın önünün açılması için Esad Coşan’ın dış güçler tarafından öldürülmesi şeklinde sunuluyor, diğerinde de Hristiyanlığın bekası için Coşan’ın yok edilmesi olarak anlatılıyorsa da, katil olarak gösterilen adres aynı.

Kısacası, “Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif”.

*

Tabiî ki, ikinci teori daha işlevsel: Bir taşla iki, pardon üç kuş birden vurulabiliyor; hem 1980’lerin başbakanı Özal’a Kartal Demirağ tarafından yapılan suikast teşebbüsünü, hem de Coşan ve Yazıcıoğlu “kaza”larını salt dış güçlerin hesabına yazarak kapatabiliyorsunuz.

Ancak, Arslan Bulut’un “Türk istihbarat kaynakları”na dayandırdığı ifadeleri, Esad Coşan’ı 1982 yılından beri tanıyan benim gibilerin kafasındaki soru işaretlerine cevap vermeye yetmiyor.

Öncelikle, “Bu değerlendirmeler, bana değil, Türk istihbarat kaynaklarına aitti” diyen Bulut’un, Türk istihbarat kaynaklarıyla olan bu samimi bilgi alışverişinin mahiyetine dair bizi bilgilendirmesi gerekiyor.

Nasıl oluyor da oluyor bu? Nasıl oluyor da, “Türk istihbarat kaynakları”, bu “değerlendirmeleri”ni gidip Arslan Bulut’la bu minvalde paylaşıyorlar?

Neden, şu değerlendirmelerinin daha inandırıcı ve ikna edici olması için, başka bilgiler de vermiyorlar?

Neden, tek sayfalık bir yazıda “Türk istihbarat kaynakları”nın değerlendirmeleri eşliğinde bu kadar çok bilgi yanlışı yer alıyor?

*

Birincisi, Sydney-Dubbo arası 600 km değil, çok daha yakın. Mesafe 400 km’yi bile bulmuyor.

İkincisi, Coşan’ın cenazesi Türkiye’ye “askerî” bir uçakla değil, Singapur Havayolları tarafından getirilmişti. İnternette hâlâ yer alan bir haberde şöyle deniliyor:

 

Coşan’ın cenazesi Eyüp’e defnedilecek

 

Avustralya’da geçirdiği trafik kazasında ölen Esad Coşan ve damadı Ali Yücel Uyarel’in cenazeleri, uçakla Türkiye’ye getirildi. Singapur Havayolları’na ait Boeing 777-200 tipi bir uçakla saat 07.35’de İstanbul’a getirilen cenazeler, 2 ambulansa konularak Yenibosna’daki Hayrünnisa Hastanesi’nin morguna kaldırıldı. Esad Coşan’ı karşılamaya gelen yaklaşık 150 kişiden oluşan grup, cenazelerin ambulansa alınması sırasında tekbir getirdi. Havalimanında basın mensuplarının sorularını cevaplandıran Esad Coşan’ın kardeşi Ragıp Coşan, cenazelerin, iç organlar çıkartılmadan Avusturalya’dan getirildiğini bildirdi.

(http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=-224108)

 

Üçüncüsü, cenazeyi Türkiye’ye getirenler, İstanbul’dan giden bazı cemaat mensupları ile (kalabalık bir grup), Avustralya’da yaşamakta olup da cenazenin defninde yer almak isteyen (çoğunu benim de tanıdığım) bazı şahıslardı. Yoksa, Coşan’ın cenazesinin İngiliz gizli servisi elemanları tarafından Türkiye’ye getirildiğini söyleyen Bulut’a göre, söz konusu servis elemanları bunlar mıydı? Bütün bunlar olurken, Bulut’un samimi olduğu “Türk istihbarat kaynakları” ne işle meşgullerdi? Ayrıca, şu İngiliz gizli servisi elemanları bu kadar açık ve alenî mi çalışıyorlardı? Ne iş yaptıkları, yaka kartlarında mı yazılıydı?

Dördüncüsü, Bulut’un iddiasının aksine, “Coşan, Türkiye’de tutuklanacağını haber aldığı için Haziran 1997’de Avustralya’ya gitmiş” değildi. Avrupa’ya gitmişti. Daha sonra onun peşinden Avustralya’ya gidip yerleşecek S. G. isimli şahsın Almanya’da misafiri olma bahtsızlığını yaşamaya başlamış bulunuyordu. Ayrıca Türkiye’yi Haziran’da değil, Nisan’da terk etmişti.

*

Beşincisi, Coşan’ın Erbakan’la olan ihtilafı, kaybolan bir çanta dolusu cemaat parası ve Türklük vurgusundan kaynaklanmıyordu. Asıl tartışma biat, intisap ve hilafet (cihad emirliği) kavramları etrafında dönüyordu. Türklük vurgusunun esamisi bile ortada yoktu. Çantalar dolusu para lafı da, paranın fazlalağını ifade etmek için kullanılmış bir ifadeydi. Ortada cemaate ait olup da kaybolan bir para yoktu. (Bu Türklük vurgusu meraklıları nedense Ahmed-i Yesevî‘den başka isim de bilmezler. Coşan’ın silsilesi Ahmed-i Yesevî’ye değil, Yusuf-u Hemedanî’nin diğer halifesi Abdülhalik-ı Gücdüvanî’ye rh. a. dayanır. Yusuf-u Hemedanî, İbnü’l-Esîr’in İslâm Tarihi‘nde geçtiği gibi, çok iyi Arapça konuşan ve Arapça vaaz eden biriydi. Arslan Bulut’a kötü haber, silsilenin ondan yukarısı Türk değil.)

Altıncısı, “Coşan’ın Türk kimliğini dışlayan Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu bir hareketi desteklemesi söz konusu bile olamazdı” şeklindeki ifade de gerçek dışıdır. Tam aksine, zamanında Tayyip Erdoğan’ı belediye başkanlığı adaylığı için cesaretlendiren ve Erbakan’a bu konuda emrivaki yapmasını sağlayan kişi, Esad Coşan hoca idi. Ayrıca, Türklük vurgusu yüzünden kendisiyle ters düştüğü ileri sürülen Erbakan’ın hükümet kurması için Yazıcıoğlu’nu ikna eden de oydu.

Yedincisi, “1998 yılında Sağduyu adlı bir gazete kurduruyor ve bu gazetede İslamcı, Milliyetçi ve solcu görüşlerin bir arada seslendirilmesini istiyordu” denilen Esad Coşan’ın, böyle bir düşüncesi hiçbir zaman olmamıştır. Bu, ona atılmış bir iftiradır. Böylesi eklektik yaklaşımlar Ekber Şah gibi sapıklara aittir. Esad Coşan, onunla mücadele etmiş bulunan İmam-ı Rabbanî çizgisinde yer almaktadır, silsilesi ona dayanır. Kısacası, benim tanıdığım Esad Coşan, İslam’ın yanı sıra milliyetçiliğin veya solculuğun sözcülüğünün ya da propagandasının yapılması için gazete çıkarmazdı. (“Milliyetçilik Kürt’te, Arap’ta, Arnavut’ta, Çerkez’de, Gürcü’de, Pakistanlı’da, Afganlı’da, Malezyalı’da, İranlı’da kötü, Türk’te iyidir” şeklindeki bir çifte standart, İslam’da yoktur.) Sağduyu Gazetesi’nin yayınlanması için önce genel yayın yönetmeni olarak Mehmet Ocaktan ile anlaşılmış bulunuluyordu. Bu şahıs, iki ay boyunca, oturup beklemekten başka birşey yapmamıştı. Bunun üzerine, muhtemelen “Türk istihbarat kaynakları”na yakın cemaat içi isimlerin Genel Müdür Zafer Şanlı’nın kulağına fısıldaması sonucunda, adı geçen Arslan Bulut ile anlaşmaya varılmıştı. O da, kısa zamanda çıkarmayı başardığı gazeteyi, o zamanlardan beri üzerinden atamadığı Doğu Perinçek hayranlığı çerçevesinde Türkçü ve Solcu isimlerle doldurmaya çalışmıştı. Çok kısa bir süre sonra da işine son verilmişti.

*

“Türk istihbarat kaynakları”nın “muhteşem” değerlendirmeleri, işte böylesi açık bilgi yanlışları ile birlikte kotarılıp servis ediliyor.

Şayet, “Türk istihbarat kaynakları” her meseleyi bu bilgi düzeyinde ve bu ciddiyette “değerlendiriyor” ve analiz ediyorlarsa, Türk hükümetinin acilen istihbarat işlerini de “özelleştirme“sinde yarar var.

Şu laubaliliğe bakın.. Esad Coşan hakkında ahkâm kesmek için çıka çıka Arslan Bulut ortaya çıkıyor ve “Türk istihbarat kaynakları”nı referans göstererek, onlar adına “değerlendirme” pazarlıyor.

Esad Coşan’ın ölümü hakkında konuşması için bula bula Arslan Bulut’u buluyorlar. (Bir de Emin Pazarcı‘mız var.. O, Bulut’sal değerlendirmeleri ciddiye almayanlar için, Türk istihbarat kaynaklarını işin içine katmadan, arkeolojik izah tarzları ve Dan Brown tarzı romanlara ilham verecek senaryolar geliştiriyor.)

“Sonradan öğrendiğime göre”, diyor Arslan Bulut, “bu gazete, yeni bir partinin zeminini oluşturacaktı”.

Yanlış öğrenmiş, yanlış öğretmişler.

Yeni bir partinin zeminini oluşturması mümkün değildi, çünkü gazete, bir yıl sonra kapanmıştı.

Olmayan bir zemine bina kurulamaz.

*

Ancak, gerçekten de, gazete kapandıktan üç-dört yıl sonra, aynı adla bir parti kurulmuştu (“Gazete kalmadı, parti verelim” hesabı).

Bu lüzumsuz tabela partisinin niçin kur(dur)ulduğuna, buna neden ihtiyaç duyulduğuna o sıralarda kimsenin aklı ermemişti. Ancak, Arslan Bulut’un “Türk istihbarat kaynakları”nın “değerlendirmeleri”ne dayanan yazısı, meselenin anlaşılması için işe yarar bir anahtar sunuyor: “Kısacası AKP olarak ortaya çıkan yapılanmayı, aslında Türk-İslamcı bir çizgide Esat Coşan kuracaktı. Ancak, 28 Şubat süreci, böyle bir yapılanmaya izin vermedi. AKP, yaratılan bu boşlukta tek başına iktidar oldu.

28 Şubat Süreci, böyle bir yapılanmaya nasıl izin vermedi?

Nedense, Arslan Bulut bu bahse girmiyor.

Şayet Esad Coşan’ın böylesi hesapları olsaydı, Erbakan hükümetini desteklemez, hatta onun devrilmesinden ve siyasî yasaklı hale gelmesinden, kendisine oyun kurma alanı açılıyor diye memnuniyet duyardı.

Bulut’un deyimiyle “yaratılan bu boşluk” için ellerini oğuştururdu.

*

Evet, bu laf, “yaratılan boşluk” ifadesi gerçekten çok ilginç..

Demek oluyor ki, “Türk istihbarat kaynakları”, Esad Coşan’ın ölümüyle “yaratılan bu boşluk”ta, yerini alan Nurettin’in, “Türk-İslamcı bir çizgide”, yani Esad Coşan’a izafe edilen Türklük vurgulu çizgide, AKP muhalifi bir hareket oluşturmaya kalkışabileceği “değerlendirmesi”ni yapmışlardı.

Önlerindeki koskoca uçağın askerî mi, sivil mi olduğunu öğrenemiyor, göremiyorlardı, fakat Esad Coşan’ın gelecekte ne yapacağını, ne yapması gerektiğini biliyorlardı.

“Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim / Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde” hesabı..

Esad Coşan’ı Haziran 1997‘de Avustralya’ya gönderecek kadar zaman ve zeminden habersizdiler, fakat onun cenazesini Türkiye’ye getiren İngiliz ajanlarını şıppadanak tespit ediyorlardı.

*

Böylesi muhteşem bir “değerlendirme” yeteneğinin, bizim anlayamadığımız şeyleri keşfetmesi, “Esat Coşan’ın Türk-İslamcı çizgide olduğu”nu ve bu yüzden Erbakan’la çatıştığını, Erdoğan’la da çatışacağını hemen anlaması gayet doğal.. (Erbakan’la çatışan Esad Coşan hoca, eğer ben onu birazcık tanıdıysam, gömlek değiştirip laiklik havariliğine soyunan, Gazi Mustafa Kemal edebiyatı yapan Erdoğan’la, Erbakan’la çatıştığının yüz misli daha şiddetle çatışırdı, fakat bu ayrı konu.)

Biz anlayamamıştık ama, bu olağanüstü “değerlendirme” kabiliyetinin, Esad Coşan’a biçilen misyonu Nurettin’in başarıyla gerçekleştireceğini yıllar öncesinden anlamış olması şaşırtıcı değil.

Değerlendirme yapmak, Nurettin gibi isimleri değerlendirmek önemli.. Arslan Bulut’un laflarından anlaşıldığı kadarıyla, “Türk istihbarat kaynakları” bu değerlendirmeyi çok iyi yapmış, yapıyor.

“Türk istihbarat kaynakları”, askerî uçak ile sivil uçağı ayıramıyorlar ama, varsın olsun.. Zararı yok.. Başka türden olağanüstü bir firaset, basiret ve öngörü yetenekleri var.. Kimin ne yapacağını, yapması gerektiğini, çok önceden değerlendirebiliyorlar..

Gelecekte kimin hangi rolü oynayacağını genellikle tam bir isabetle biliyorlar. Genelde kimse onları tahminlerinde, yani değerlendirmelerinde hatalı çıkarmıyor, çıkaramıyor. Çünkü değerlendirmelerinin sürekli doğru çıkması gibi bir meziyetleri var.

Ancak, değerlendirmelerindeki bunca isabete rağmen, biz faniler gibi onların da kafalarında bazen soru işaretlerinin oluştuğu anlaşılıyor. Değerlendirmelerindeki isabet konusunda bazen kaygıya kapılmaları onların da hakkı.

*

Bulut’un ifadeleri bu açıdan gerçekten ufuk açıcı.. Diyor ki: “Coşan bütün eserlerinde ve konuşmalarında, Türk-İslam’cı bir felsefe ile hareket etmiş, ancak dış bağlantıları her zaman soru işareti uyandırmıştı.

Dış bağlantılar..

Soru işareti..

Esad Coşan’ın dış bağlantıları, “her zaman soru işareti” uyandırmışmış.

Hele de, 1997 yılında yurtdışına çıkıp bir daha da geri dönmemesi, dış bağlantıları çerçevesinde Avustralya’ya yerleşmesi, bu soru işaretini kim bilir nasıl çılgına çevirmiştir..

28 Şubat Süreci’nde, Enver Ören gibi uyumlu bir “abi”mize bile, “Başörtüsü sokakta da yasaklanır, itiraz edilirse icabında on milyon insan öldürülür” diye birilerince ayar verildiği sırada, Esad Coşan’ın Enver Ören gibi azar işitmeye razı olmayıp dış bağlantılarını kullanması, kafalarda kim bilir ne tür soru işaretleri “uyandırmıştır”..

*

“Türk istihbarat kaynakları”nın o günlerde ne yapıp yapmadığı yeterince biliniyor. Başarıları cümlemizin malumu.

İşte bu “Türk istihbarat kaynakları”na göre, 28 Şubat Süreci’nde Batı’yı ve özellikle İsrail’i hedefe koyan Esad Coşan’a, Amerikan ve İngiliz gizli servisleri, Erbakan hükümetinin kuruluşunda ve varlığını sürdürmesinde oynadığı rolden dolayı ellerini bile sürmüyorlardı. Fakat, 2001 yılı başında nedense birden bire uyanıyor, gaipten haber gelmiş gibi, yaklaşık iki yıl sonra kurulacak AKPARTİ hükümetine Esad Coşan’ın Türklük vurgusu merakı, Türk kimliği düşkünlüğü ve Türk-İslamcı çizgisi nedeniyle cephe alacağını düşünüyorlardı. Böylece, 28 Şubat Süreci sayesinde iktidar olan Ecevit-Mesut Yılmaz-Devlet Bahçeli troykasının saltanatının sürmesi için Tayyip Erdoğan’a cephe alacağını düşündükleri Esad Coşan’ı bir trafik kazası ile öbür dünyaya uğurlamaya karar veriyorlardı.

Çok zekice bir açıklama, değil mi?..

*

Amerikan ve İngiliz ajanları, Erbakan düşmanlıkları yüzünden, onun iktidar olmasını sağlayan ümmetçi ve Şeriatçı, İsrail’e savaş açmaktan söz eden cihatçı Esad Coşan’a birşey yapmaya gerek görmüyorlardı (Şeriat kavramını yazılarına başlık yapan, Mehmed Zahid Efendi tarafından görevlendirilmiş olmasını Şeriatçılığına bağlayan biriydi o). Fakat onun, tıpkı Devlet Bahçeli gibi –ki bu Bahçeli, İsmail Durak Ünlü’nün şahitliğine göre, Türkeş’in cenazesine katılan Esad Coşan’a hakaret etmiş ve onu kovmuş bulunuyordu– ilerde Türklük vurgusu yapacağını ve Türk kimliğine düşkünlük göstereceğini, bu açılardan zayıf bulduğu geleceğin başbakanı Tayyip Erdoğan’a karşı ilerde bir gün mutlaka muhalif bir siyasal hareket başlatacağını paranoyalarıyla düşündükleri için, onu ortadan kaldırmak üzere harekete geçiyorlardı. İşi şansa bırakmak istemiyorlardı.

Doğrusu, “Türk istihbarat kaynakları”nın bu zekice değerlendirmesi karşısında insan duygularına hakim olmakta güçlük çekiyor; kalpteki bir takım duygular resmen tavan yapıyor.. “Vay be, analar neler doğuruyormuş da haberimiz yokmuş.. Kimlerle aynı memlekette yaşıyormuşuz” diye derin derin düşünmeden edemiyorsunuz..

Yani düşünün, “Türk istihbarat kaynakları” olmasa, Esad Coşan’ın ölümü olayını “kritik ve analitik” bir şekilde bu güzellikte değerlendirme konusu yapmayı kendimiz nasıl başarabilirdik ki!..

“Aklımızı nasıl kullanacağımız” konusunda aklımızı nasıl kullanacağımızı nerden öğrenecektik ki!..

*

Arslan Bulut’un açıklamalarına göre, ortada çok ilginç bir durum var: “Türk istihbarat kaynakları” öyle bir iz sürmüşler ki, Esad Coşan’a yönelik suikasti sadece İngiliz gizli servisi elemanlarının yaptığını tespit etmekle kalmamış, onları bu işte taşeron olarak kullananın CIA olduğunu da öğrenmişler. Yani, dünyanın herhangi bir ülkesine ait bir gizli servisin, mesela Avustralya’da suikast düzenlemek istediğinde, CIA gibi çok güçlü ve yaygın bir ağa sahip olsa bile, işi İngiliz gizli servisine havale etmesinin daha “temiz” iş çıkarmayı sağlayacağını keşfetmişler.

Az önemli, pratik ve yararlı bir bilgi değil yani..

Bu pratik bilgiyi Arslan Bulut aracılığıyla bizimle paylaşan “Türk istihbarat kaynakları” işi bu noktada bırakmamalı, bize acımalı, Esad Coşan’ın şu dış bağlantıları konusundaki soru işaretine de açıklık getirmeliler. (Bu noktada, eski MİT’çi Necdet Küçüktaşkıner’in 17 Mart 1997 tarihinde TBMM Susurluk Komisyonu‘na verdiği ifadesinde geçen şu muhavereyi hatırlamak yararlı olabilir: “NECDET KÜÇÜKTAŞKINER – MİT’tir demiyorum, MİT’i provoke eden CIA diyorum; çünkü, MİT’in CIA veya yabancı bir istihbarat teşkilatının MİT içindeki provokasyonunun faturasını maalesef MİT ödemek zorunda kalıyordu. HAYRETTİN DİLEKCAN (Karabük) – CIA suçlu diyorsunuz… NECDET KÜÇÜKTAŞKINER – Gayet tabii. HAYRETTİN DILEKCAN (Karabük) – CIA’nin görevi zaten o. YAŞAR TOPÇU (Sinop) – Yalnız, bir noksan bilgi var burada. Ben isterseniz bir soru sorayım, aydınlanalım. Müttefik ülkeler içerisinde, müttefik ülkelerin dış istihbaratları veya iç istihbaratları birbiriyle istihbarat alışverişi yaparlar mı? NECDET KÜÇÜKTAŞKINER – Yaparlar. YAŞAR TOPÇU (Sinop) – İşte odur mesele.” Bakınız: http://www.son.tv/Haber/detay/haber-170825)

*

Esad Coşan’ın dış bağlantıları konusundaki soru işareti, 28 Şubat Süreci’nde, “Türk istihbarat kaynakları”nda Esad Coşan hakkında ne tür beyin fırtınalarına ve operasyonel planlara yol açıyordu acaba?

Açmıyor muydu?

Bu konuda kafamızda oluşan “soru işaretleri”ne cevap olacak açıklamaları, Bulut’un yazılarında görmek isterdim.

Ama yok..

Nasıl Esad Coşan’ın dış bağlantıları birilerinin kafasında daima soru işareti uyandırmış idiyse, başkasının kafasında da, “CIA tarafından kolayca provoke edildiği açıklanan MİT‘in” dış bağlantıları konusunda soru işareti uyanamaz mı?.

Kafalarda uyanabilecek bu soru işaretiyle ilgili verebileceğim yeterince aydınlatıcı bir cevap yok.

Fakat çok iyi bildiğim birşey var..

Bulut’un Esad Coşan hoca için mahir bir terzi gibi biçip diktiği elbise aslında ona uymuyor, fakat Nurettin’in üzerinde fazlasıyla iyi durduğu söylenebilir.

*

“Türk istihbarat kaynakları”nın değerlendirmeleri çerçevesinde Esad Coşan’a yakıştırılan misyonun adamı aslında Nurettin.. (Hatta, “gaz”a gelip işi abarttığı, Bahçeli’den bile daha hevesli bir bozkurtçuluğa kendisini kaptırdığı görülüyor.)

Madem ki ortada Nurettin vardı, “Türk istihbarat kaynakları”, “CIA talimatı ve İngiliz gizli servisi eliyle Hoca’nın ortadan kaldırılması” hikâyesini, Necip Fazıl’a ait deyimle, “üzüntüden uzak bir alâka ile” “değerlendirmiş” olabilirler miydi?

Yoksa, olamazlar mıydı?

Onların, “Esad Coşan öldüyse ne gam! Nurettin sağolsun” diye düşünmek için yeterince nedenleri var mıydı, yok muydu?

Acaba, “Türk istihbarat kaynakları”na yakın Arslan Bulut gibi yazarların ve Emin Pazarcı gibi isimlerin, ikide bir, “Gettiii.. Gettiii. Civan gibi Esad hoca gettiii. CIA, MI5, Amerikan ajanları, İngiliz gizli servisi elemanları, askerî uçaklar, Barnabas İncili… Amaniin gettiii.. Höngürt” diye dertlenmeleri, timsah gözyaşlarına ilişkin bilgi dağarcığımıza katkıda bulunma amacı taşıyor olabilir mi?

*

Türk-İslamcı, Türklük vurgusu uğruna Erbakancılarla mücadele edecek, Sağduyu gazetesinde değilse bile Sağduyu Partisi’nde esas itibariyle milliyetçi ve solcu görüşleri savunacak, bu arada “temiz yürekli, temiz düşünceli” saf vatandaşları da “hikmet” gibi anlamını bile doğru dürüst bilmedikleri kavramlarla oyalayacak bulunmaz bir Hint kumaşı, “doğal lider” Nurettin kardeşimiz, Esad Coşan hocanın yerini almak ve AKPARTİ’nin gelecekteki iktidar günlerinde “bozkurtlara yol vermek üzere”, Türk kimliğini umursamayan Erdoğan‘a cephe almak için hazırda beklerken, hakkında “soru işareti” bulunan Esad Coşan’ın ölümünü acaba “Türk istihbarat kaynakları”ndan kim dert ederdi!..

Bozkurtlara yol vermek”..

Ne acayip bir “yol” bu!.. Kurtların gittiği bir yol.. Kurt yolu..

Arslan Bulut’un Türk istihbarat kaynaklarını referans göstererek dile getirdiği “değerlendirme“leri 2003 yılında okumuş olsaydım, Bulut’un cehaletine güler geçerdim. “Bu işin içinde bir iş var” diye düşünmek hiç aklıma gelmezdi.

Şimdi ise, yaşananlara bakınca, o zamanki saflığıma şaşırıyorum..

 

(NOT: Aslında, “Türk istihbarat kaynakları”na ait, “Esad Coşan’ın CIA tarafından İngiliz gizli servisi eliyle öldürülmüş” olması “tespit”i, herkesi mutlu ediyor.

“Türk istihbarat kaynakları”nı mutlu ediyor, çünkü hem kaza bilmecesini çözmüş, hem de sağlığı için “dertlendikleri” Esad Coşan’ın “katilleri”ni arayıp bulmuş ve muhteşem bir istihbarat başarısı sergilemiş oluyorlar. Her ne kadar bu “tespit”, masabaşı habercilik türünden bir “Atıyorum” senaryosundan daha ciddi bir bilgi parçacığı içermiyorsa da,  “Esad Coşan neden Türkiye’den kaçmak zorunda kalmıştı?.. Neden Türk yetkililerin değil de Avustralya gibi yabancı bir ülkenin yetkililerinin yönetimi altında kendisini daha güvende hissediyordu? Kimlerden çekiniyor, korkuyordu?” sorusunu unutturmaya yarıyor.

Evet, “Türk istihbarat kaynakları”, bu “tespit” ile, zımnen, “Yaa işte böyle.. Esad Coşan buradan kaçıp İngiliz’in Avustralya’sına sığınırsa işte böyle olur. Göz göre göre kendisini öldürtmüş oldu. Sakın başkası böyle bir hata yapmasın” mesajını da vermiş oluyorlar mı? Bu, aba altından sopa göstermek midir, yoksa öleni geri getirmeyen geç kalmış bir istihbarat başarısı mıdır?.

Esad Coşan’ın CIA ve İngiliz gizli servisi tarafından öldürülmüş olması “tespit”i, “İskenderpaşalı” olduklarını söyleyenleri de mutlu ediyor. Böylece, Ergenekoncular’ın da şu sıralarda atıp tuttukları “dış güçler” tarafından şehid edilmiş bir kahraman hocanın vatansever izleyicileri olmanın hazzına erişiyorlar. Bu arada, “Türk istihbarat kaynakları”nın “cemaat içi” uzantıları da bu fazlasıyla saf vatandaşlara, “Biz, koskoca CIA’in ve İngiliz gizli servisinin uğraştığı bir cemaatiz. Türkiye’de onların hedefi İskenderpaşa. Dış güçlerin, uluslararası odakların hedefinde İskenderpaşa var” diyerek/dedirterek “gaz” veriyor ve onları bu “tespit”e yürekten inandırıyor olabilirler mi?

Ya da, olamazlar mı?)

 

Devamı:

PROF. ESAD COŞAN HOCA KAZASI/SUİKASTİ DOSYASI – 7

ÇÖKEN SİYASAL İSLAM DEĞİL, SİZSİNİZ, SİZ (AYRILANI VE KALANIYLA) AKPARTİLİLER!

 

 

Habere göre, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “yıllar sonra ilk röportajını” vermiş.

Karar gazetesi yazarları Ahmet Taşgetiren, Elif Çakır ve Yıldıray Oğur’a konuşmuş.

Röportaj şöyle bitiyor:

 

Yıldıray Oğur: AK Parti tecrübesi dindar insanların, İslami hareketlerin demokrasiyle bir araya gelebileceği tecrübesi İslam dünyasındaki ülkelere ve İslami hareketlere de model olmuştu.

Abdullah Gül: Bu söylediğiniz çok doğru. Benim de en önem verdiğim konulardan biridir. Dindar insanların ve siyasi hareketlerin özgürlükçü olabilmesi olağanüstü önemi haiz bir konu. İslami kimlikli siyasi hareketler demokrat ve özgürlükçü olduklarında, temel insan haklarını evrensel anlamda benimsedikleri ve uyguladıkları takdirde, iktidara geldiklerinde de iyi yönetişimi gerçekleştirmiş olurlar. Bunun örneğini ilk dönemimizde verdik ve dindar insanların devlet yönetimini nasıl rasyonel esaslara göre yönetebildiklerini sergiledik. Bu başarı tüm İslam dünyasına ve hatta İslami hareketlere bir dönem ilham kaynağı oldu. Şimdi Siyasi İslam’ın çöküşü diye çok tartışmalar var.

Yıldıray OğurSiyasi İslam’ın çöktüğünü mü düşünüyorsunuz?

Abdullah Gül: Öyle, tüm dünyada. Biz bunu görüp, paradigmadan kopuşu gerçekleştirmiştik, ama sürdürülemedi.

 

Böylece Abdullah Gül, hem kendisinin hem de Akparti’nin ciğer röntgenini sergilemiş oluyor.

*

Siyasî İslam çökmedi, çökmez:

 

“Ümmetimden bir taife hak üzere (Allah’ın yolunda cihad ederek) savaşmaya devam edecektir. Onlara düşmanlık edenlere galip gelecekler! Hatta onların sonu, Mesih Deccal ile savaşırlar!”

(Ebu Davud, 2484)

*

Zeyd bin Eslem babasından şöyle rivayet ediyor: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Gökten yağmur yağdıkça cihad tatlı ve hoştur. İnsanlar üzerine, Kur’an’ı çokça okuyanların, ‘Bu zaman cihad zamanı değildir!’ dedikleri bir zaman gelecektir! Kim, bu zamana ulaşırsa, bilsin ki, bu ne güzel bir cihad zamanıdır.”

Sahabeler: −Ya Rasulallah! Bunu söyleyecek kimse var mıdır?

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

“Evet, bu kimse, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lanet ettiği kimsedir!”

(İmam Nevevî, Tağribu’l-Tezhib Şifa-i es-Sudur Meşariu’l-Eşvag ila Mesari el-Uşşağ; http://www.sahihhadisler.com/yazdir.asp?id=4144)

*

Seleme bin Nufeyl el-Kindi (Radiyallahu Anh) şöyle dedi: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yanında oturuyordum, bir adam şöyle dedi:

−Ey Allah’ın Rasulü! İnsanlar atlarını salıverdiler, silahlarını da bıraktılar ve şöyle diyorlar:

−(Artık) Cihad yoktur! Kuşkusuz ki harp ağırlıklarını bırakmıştır.

Bu söze müteakiben Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yüzünü o kimseye çevirdi ve şöyle buyurdu:

“- Yalan söylüyorlar! İşte şimdi savaş zamanı geldi. Ümmetim içinden öyle bir cemaat olacak ki onlar hak yolunda (cihad ederek) savaşacaklar. Allah da bir kısım insanların kalplerini onlara meylettirecek ve onlar yüzünden diğerlerine rızık verecektir. Kıyamet kopup Allah’ın vaadi yerine gelinceye kadar hatta Ye’cuc ve Me’cuc çıkıncaya dek bu böylece devam edecektir. Kıyamet gününe kadar atların alınlarında hayır vardır. Rabbim bana vahyederek bildirdi ki çok geçmeden ruhum kabzolunacaktır. Sizler benim yoluma uyacaksınız, bir kısmınız da bir kısmınızın boynunu vuracaktır ve mü’minlerin esas yurdu da Şam (Ürdün’ün kuzeyinde kalan bölgeler) olacaktır.”

(Neseî, 3544; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/104; İbni Hibban, 7307; Taberanî, Mu’cemu’l-Kebîr, 6357, 6358, 6359; İbnu Sa’d, Tabakat, 7/427)

 

Abdullah Gül ve Akpartililer Siyasal İslam’ın çöktüğünü görmüşlermiş ve “paradigma“larını (yani dünya görüşlerini) değiştirmişlermiş.

Abdullah efendi alengirli konuşmayı seviyor, Erdoğan olayı çok daha somut/müşahhas ve anlaşılır bir şekilde özetlemiş, “Millî Görüş gömleğini çıkardıklarını” söyleyerek herkesin anlayacağı biçimde konuşmuştu.

Paradigmalarının değişmesi, “savaş“tan vazgeçmeleri anlamına gelmiyor, cihattan (cihat yapmaktan değil, cihat kavramına saygı duymaktan) vazgeçmiş durumdalar.

Mısır ve Tunus‘a Şeriat yerine laiklik tavsiye edenler, Suriye’ye de Amerikan tipi “evrensel anlam“da “demokrasi” götürmeye karar vermişlerdi.

Bunun için savaşmaya her daim hazırlar.

*

Bazıları Abdullah Gül tipi “evrensel anlam” ve “demokrasi” vadisinde de durmadılar, işi ulusalcılığa kadar vardırdılar.

Bu, Abdullah Gül’ün sözlerine de yansımış durumda:

 

Yıldıray Oğur: Eskiden bu komplo teorilerini ulusalcılar dillendirirdi, şimdi muhafazakârlar dillendiriyor.

Abdullah GülEvet öyle, aslında muhafazakârlar ulusalcılaşıyorlar.

 

Bu nevzuhur ulusalcılığa “yerlilik ve millilik” diyorlar.

Evet bu adamlar, “Siyasal/siyasî İslam” paradigmasından kopmuşlardı.

Ancak bu, “siyaset“ten kopmaları anlamına gelmiyordu.

“Siyasal’ı alalım, İslam kalsın” demeye başlamışlardı.

*

Siyasal İslam’ın en zayıf olduğu dönem, şüphe yok ki, Resulullah s.a.s.’in İslam’ı ilk tebliğ etmeye başladığı zamanlardı.

Müslümanların Mekke‘de siyasal hiçbir ağırlığı yoktu.

Bu yüzden, henüz Medine seçeneği ortada yokken, birçok müslüman vatanını terk edip Habeşistan’a hicret etmişti.

Siyasallık varsın Mekkeli müşriklere kalsın, bize İslam yeter” diyorlardı.

“Müslüman olduğumuz için siyasal alandan sürüldük, dışlandık, öyleyse İslam’ın paradigmasını bırakalım, zamanın ruhunu anlayıp evrensel çizgiye gelelim” demiyorlardı.

Dünya hayatını ahirete tercih etmedikleri için, İslam’ın paradigmasını benimsedi, iman ettiler.

Dönemin “evrensel anlam“ına teslim olan ve (çağdaş ekonomi düşüncesinde rasyonelliğin, çıkarını maksimize etmek olarak görülmesine benzer şekilde) “rasyonel” düşünen ve siyasal-ekonomik menfaat hesabı yapanlar ise İslam’dan uzak durdular.

Aynı durum, Hz. İbrahim döneminde çok daha yalın ve keskin bir biçimde kendisini göstermişti.

Siyasal İslam‘ın gerçekten zayıf zamanlarıydı:

 

Ve (İbrâhîm onlara) dedi ki: “(Siz) ancak dünya hayâtında aranızdaki meveddetten (dayanışma, sevgi ve çıkar ortaklığından) dolayı, Allah’dan başka birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü bazılarınız bazınızı inkâr edecek ve birbirinizi lâ’netleyeceksiniz. Varacağınız yer ise ateştir; sizin için hiçbir yardımcı da yoktur!”

(Ankebut, 29/25)

 

 

Bugüne ve Türkiye’ye gelirsek..

Çöken Siyasal İslam değil, Erbakan’ın siyasal hareketidir.

Bu hareket, öyle sanıyorum ki iyi niyetle başladı. Fakat zamanla araçlar ile amaçlar yer değiştirecek şekilde bir ahlâkî dönüşüm yaşandı, birçokları için “demokratik” meveddet yoluyla dünyevî imkânlara (makam mevki, para pul, şöhret alkış) ulaşmak asıl hedef halini aldı.

Bu arada birileri baktılar ki, “eski söylemler” ya da “eski paradigma“, bu dünyevî hedeflere ulaşmalarına hizmet etmiyor, tam aksine ayak bağı oluyor.

Böylece, “paradigmadan kopuş” ya da amiyane tabirle gömlek çıkarma ve Amerikan tipi “altına hücumrasyonelliği kadar “evrensel anlam” taşıyan “dünyevî çıkarlara ve iktidar nimetlerine hücum” furyası başladı.

İlk başta işler fena gitmedi, vadide herkese yetecek kadar altın rezevi var gibi görünüyordu.. Fakat bir zaman sonra, çıkarılan altın madeni miktarı azalmaya başladı. Ayrıca gözünü hırs bürüyen birileri, mümkün olduğunca daha fazla altını ele geçirme hesapları yapmaya ve başkalarına zırnık koklatmamak için yoldaşlarına “kelek atmaya” başladı. Böylece altın arayıcıları arasında gruplaşmalar, rekabet ve menfaat kavgaları ortaya çıktı.

Evet, çöken Siyasal İslam değil, Erbakan hareketi ve uzantılarıdır.

Sadece gömlek çıkaranlar değil, eski gömleğe talim edenler de o gömleğin ruhunu yitirdiler.

“İslamcı değilim, müslümanım” diyen Temel Karamollaoğlu ile Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan arasında çok fazla bir fark kalmamış durumda.

ŞU MISIR’A TUNUS’A ŞERİAT YERİNE LAİKLİK TAVSİYE EDEN AKPARTİLİLER,

 

“MÜSLÜMANIM, İSLAMCI DEĞİLİM” DİYEN EHL-İ NİFAK,

TEK PARTİ CHP’SİNİN HASAN ALİ YÜCEL’İ KADAR “MÜSLÜMAN” OLABİLSELER,

ŞERİAT’İN DEĞERİNİ ONUN KADAR İDRAK EDEBİLSELER YETER..

 

HASAN ALİ YÜCEL ALLAH BİR ile ilgili görsel sonucu

HASAN ALİ YÜCEL ALLAH BİR ile ilgili görsel sonucu

 

Ünlü bir siyasinin tevbesi

 Mahmut Toptaş

Mahmut Toptaş

Millî Gazete, 17 Şubat 2020

 

 

17 Aralık 1897’de doğup 26 Şubat 1961’de ölen,

1938’den 1946 yılına kadar Milli Eğitim Bakanlığı (Maarif vekilliği) yapan,

Okullarda “Allah” diyenin canını yakan,

Şair Can Yücel’in babası olan Hasan Âli Yücel,

15 Mart 1948 yılında “Allah Bir” adıyla 57 sayfalık bir şiir yazar. Bu şiirinde, siyasi hayatında yapılan yanlışları bir bir dile getirir ve Allah’tan af diler. Eser, 1961 yılında Türk Tarih Kurumu Basımevi’nde basılır.

 

“Gezdim o zeminde ben de pek çok,

Baktım, bu gezişte bir durak yok.

Az uz gittim fakat dönünce,

Nerdeysem ben o yerdeyim önce.

Bir daire çizmişim habersiz,

Yıllarca emek çekip de yersiz.

Beyhude dolaşmışım demek ben,

Merkez kaçmış gönül gözümden.

 

Yıllar geçmiş akılla yoldaş,

Oldum sanarak zekâya sırdaş

Aslında akıl nedir, zekâ ne?

Aldanmak için birer bahâne.

 

 

Başlangıçtan haber veren yok,

Son merhale nerde, gösteren yok.

 

Aklım kalmış şuurda saklı,

Gönlüm coşmuş, bırakmış aklı.

 

Herkes seni başka başka anlar,

Bir gün inanır inanmayanlar.

 

Pek çokları şekte [şüphede] durdu kaldı,

İdrâke muhali [imkânsızı anlayışa] ayna sandı.

İrkildi fakat Senin önünde,

Yol bulmak için akıl yönünde.

Çırpındı da “Yok” deyip direndi

İdrâkini put yapıp beğendi.

Allahsıza hiçlik oldu Allah,

Varlıktan edince gönlü ikrah

 

İmansızlık bir ayrı îman,

İnkâr ile sarsılır mı Rahman?

 

Zâten yoksan nedir bu inkâr?

İnkâr edenin içinde ikrar.

 

Birken, şaşı, şaşmadan görür çift;

Zihnindeki gölgeler yürür çift.

 

Vahdet, fıtri bir anlayıştır;

Esmayı teker teker sayıştır.

Kayyum u Kadir, Hayy u Cebbar,

Hâdi vü Mudıl, Rahîm ü Kahhar

 

Saymakla tükenmez adların var,

Her ismin açar zekâya esrar.

Bir fani olur biriyle âli,

Rahmet gibidir, iner meali.

Bir ismin eder dehayı mecnun,

Rehber görünen zekâyı mel’un.

Din birdir asılda çünkü Hak bir,

Durmaz değişirse din değildir.

 

Bir ayrı nizam; odur şeriat.

Bilmez, aramaz yalın hakikat.

 

Ahkâmı [hükümleri, yasaları] kuran O’dur beşerde,

Mi’yarı [ölçüyü] koyan O’dur hayr u şerde [iyide kötüde].

 

Hak birdir, o kimde varsa haktır;

Çoktur deme yanlış anlamaktır.

 

Baskıyla, cebirle olmaz iman,

İkraha yasak deyince Kur’an.

Hürriyetsiz ibadet olmaz,

Hürriyetsiz diyanet olmaz.

Îmana yakışmıyor esaret,

Hür olmadadır bütün selâmet.

İslâmiyet bu kurtuluştur,

Hürriyeti dinde bir buluştur.

Feyz aldım onun hakikatinden,

Kurtuldum esirlik âfetinden.

 

Kurtuldum, evet, kesildi bağlar,

Daldım denize kopunca ağlar.

 

İkbâlimmiş [dünyevî saltanatımmış] gözümde perde,

Bir başka hava esince serde

Düştüm de uyandım uykulardan,

Sıyrıldım o sahte kaygulardan.

 

Bıktım kula kulluk eylemekten,

Her hırsı çıkarmışım yürekten.

 

Tûfan oldu arındı rûhum;

Hakkım, dersem, ikinci Nûh’um.

Dağ başlarını tutunca mesken,

Alçaktakiler çekildi benden.

 

Bir zelzele geçti menzilimden,

Tevhidindir çıkan dilimden.

 

Taptım Sana başka tanrı bilmem;

Fânîler önünde ben eğilmem.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE AİLE

 

ismail kılıçarslan ile ilgili görsel sonucu

ismail kılıçarslan ile ilgili görsel sonucu

 

Yeni Şafak‘ın şişkosu son yazısında yine soytarılık sanatının en seçkin örneklerinden birini vermiş.

Yazısının başlığı şöyle: “Sen eve uğrarsan aile elden gitmez“.

Köşesine boca ettiği ilk kusmuk parçaları şunlar:

 

Hastasıyım şu buluverdiğimiz kolay kolay çözümlerin. Siyasilere bilgisayar oyunu oynattığımızda gençlere ulaşmış, insanlara en basit politik düzlemden laf soktuğumuzda rahatlamış, youtubedan bir playlist dinleme kabiliyet ve becerimiz var diye dini konuların hepsinde uzman olmuş oluyoruz.

Bu kolaycılığın son zamanlarda beni sinirden deliye döndüren örneği ise “aile elden gidiyor” mızmızlanması. Ağzını açan, İstanbul Sözleşmesi, aile hukukunu düzenleyen yasalar falan üzerinden “aile elden gidiyor” diye sloganı patlatıyor. Çözümü de bulmuş durumdalar. Daha doğrusu ayılıp bayıldıkları Ehli Sünnet müdafileri, Sünniliğin yıkılmaz kaleleri bazı isimlerin son derece arkaik, hatta primitif bir takım önerilerini çözüm zannediyorlar.

 

Bu soytarının kendisi de bazı yazılarında İmam Matüridî‘ye atıfta bulunarak çarpıtılmış bir Ehl-i Sünnetçilik yapmıştı, fakat konumuz o değil.

Yazısında yer alan herzeler, İstanbul Sözleşmesi‘ni ve “aile hukukunu düzenleyen mevcut yasalar“ı savunduğunu ortaya koyuyor.

Ayrıca, bu şahsa göre, “Aile elden gidiyor” demek, mızmızlanma..

Anlaşılan, aile elden gitmiyormuş, herşey güllük gülistanlıkmış..

Ayrıca, eski köye yeni adetler getiren, yeni icatlar çıkaran şu İstanbul Sözleşmesi de, hiç de şikayet olunacak birşey değilmiş.

İslam hukukunun yerini alan şu Roma hukuku ve Katolik inancı kökenli İsviçre Medenî Kanunu taklidi “aile yasaları”mızdan da şikâyetçi olmamak gerekiyormuş.

*

Ancak, “Aile elden gidiyor” diyenler, bu Roma ve Katoliklik gibi, hatta 4 bin yıl öncesinin Lut kavmi gibi çağdaş bir anlayış sahibi olmayı başaramıyorlarmış.

Arkaik, hatta primitiflermiş.

Solcular ve dinsizler, böylesi yazılar kaleme aldıklarında arkaik ve primitif gibi yabancı kelimeler kullanmıyor, doğrudan Türkçe’nin kelime dağarcığından faydalanıyorlar.

Lafı eğip bükmeden “gericiler” diye hakaretler savuruyorlar.

Bu sinik soytarı ise, mertçe “yerli ve milli” kelime kullanmak yerine lafı dolandırıyor.

*

İmdi, “Aile elden gidiyor” tespitini yapanlar, bunu Sünnîlik’ten hareketle, Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Sünnet kabul edilmeyen İslam anlayışları arasındaki ihtilaflar bağlamında dile getirmiyorlar.

Yani konunun Ehl-i Sünnet ya da Sünnîlik anlayışını savunmakla bir ilgisi yok.

Aile meselesini, bir mezhepler arası tartışma bağlamında konuşmuyorlar.

Burada mesele, mezhep parantezini aşacak şekilde, doğrudan İslam‘la ilgili..

Bu sinik soytarı, burada da yine şeytancı (Ehl-i Sünnetçi değil) kurnazlık yapıyor, İslam’ı doğrudan değil, Ehl-i Sünnetçilik yaftası altında dolaylı biçimde hedef alıyor.

Kim hesabına?

İstanbul Sözleşmesi’ni ve de Türkiye’deki aile hukukuna ilişkin yasaları koyanlar (vaz’ edenler) hesabına..

Bu sinik soytarı, sözlerinin nereye gittiğinin farkında olmayabilir. Fakat mantıksal olarak varacağı yer, küfür ve şirkten ibarettir.

Çünkü, ifadeleri, beşerin icat ettiği kural ve yasaları (amel bile değil, doğrudan zihniyet düzeyinde) Allahu Teala’nın şeriatine tercih ettiğini, şer’î hükümleri primitif ve arkaik diyerek aşağıladığını gösteriyor.

*

Bu sinik ve kurnaz soytarının yazısındaki bir başka paragraf şöyle:

 

Bu Sünniliğin yıkılmaz kalelerini uyandırayım. O sizi destekleyen zengin işadamlarının ve benzerlerinin yarattığı korkunç kapitalist düzen var ya. Hah. O kapitalist düzen yüzünden insanlar tek maaşla geçinemiyor. Karı-koca çalışmak zorunda kalıyorlar. Hal böyle olunca “aile hukuku” baştan aşağı değişmek zorunda kalıyor. Eşit sorumluluk eşit hak demek çünkü… Sense buna hiç kafa yormadan, bu korkunç zulüm düzenini eleştirmeyi “çok riskli” bularak “aile elden gidiyor” sloganı atıyor ve görevini yapmış insanların huzuruyla siperinde mayışıyorsun. Sıkıştığımız ve sürekli yumruk yediğimiz köşe orası. Çıksana o köşeden.

 

Bu sinik soytarıya önce şunu hatırlatmak gerekiyor: Kendisini destekleyenler de, başta Yeni Şafak‘ın sahipleri olmak üzere “zengin işadamları“..

İkincisi, bu korkunç kapitalist düzen, bütün ailelerde karı-koca birlikte çalışma zorunluluğuna yol açmıyor.

Türkiye’de, çalışmayan kadın sayısı daha fazladır.

Ve çalışan kadınların hepsi de, ekonomik zorunluluk yüzünden çalışıyor değil.

Birçoğu da bankada para istifliyor.

Bu sinik soytarıya göre ise, “Hah. O kapitalist düzen yüzünden insanlar tek maaşla geçinemiyor. Karı-koca çalışmak zorunda kalıyorlarmış..

Sanki bütün memleket bu durumda..

*

Bu sinik palyaçonun “Eşit sorumluluk eşit hak demek” şeklindeki yaldızlı herzesi de içi boş bir “slogan”dan ibaret.

Eşit sorumluluk, her zaman eşit hak demek değildir.

Mesela, cephede savaşan askerleri düşünelim..

Canlarını ortaya koyma ve savaşma bakımından aralarında bir fark yoktur.

Hatta bazen komutanlar, kendileri arkada durur ve astlarına savaşma emri verirler.

Böyle olduğu halde onlar için “Eşit sorumluluk, eşit hak” şeklinde çözümler üreten İstanbul Sözleşmeleri icat edilmez.

Burada, “Ama komutanların daha fazla hak sahibi olmalarını gerektiren başka vasıfları var” da denilemez.

Ailede de, erkeğin, “yaratılış”tan gelen (kadınınkinden farklı) vasıfları vardır.

Bu yüzden, sorumluluk (bazı zorunluluklar yüzünden) bazen eşit hale gelse bile, haklar aynı olmaz.

Bununla birlikte İslam hukuku, kural olarak, zaruretleri dikkate alır.

Fakat o zaruretler, sürekli ve kalıcı hükümler halini almazlar.

Zaruret ortadan kalktığında, asıl hüküm geçerli olur.

Mesela yiyecek hiçbir şey bulamayan, bu yüzden ölüm tehlikesiyle karşılaşan bir insan, o etten, haddi aşmamak kaydıyla yiyebilir. Hatta, yemek zorundadır.

Fakat bundan hareketle, “Domuz eti helaldir, herkese serbesttir” diye bir hüküm konulamaz, yasa yapılamaz.

Eğer müslümansanız, meselenin içyüzü böyle.

Yok müslüman değilseniz, sinik laga lugaları bırakın, şerefsizlik yapmayın, küfrünüzü açıkça ortaya koyun.

*

Bu sinik, kolay çözümü de bulmuş:

Korkunç dediği kapitalist düzene tümüyle teslim olmak, bütün insanları karı-koca çalışmak zorunda kabul etmek, ve buna göre de aile hukukunu getirip İstanbul Sözleşmesi’ne ve Cumhuriyet’in “çağdaş” yasalarına bağlamak.

Peki ya İslam hukuku?

Bu primitif kafalı sinik saray dalkavuğu, onu da, adını vermeden 15. yüzyılın arkaik ve primitif hukuku olarak yaftalıyor:

 

Fakat yalan yok. Bu civanperçemleri, bu serdengeçtiler şahane çözümler buluyorlar aile meselesine. Yalnız küçük bir sorun var. Onların “çözüm” diye buldukları şeylerin cari olabilmesi için en geç 15. yüzyılda yaşamamız, yaşadığımız şehrin maksimum 10 bin kişi olması ve şahane bir ekonomik düzey gerekiyor.

 

“Yerli ve milli” Kemalistler, Batıcılar ve bilumum dinsizler, daha açık konuşuyor, M. S. 600’lü yıllar, bin 400 yıl öncesinin çöl kanunları falan diyorlar.

Bu sinik soytarı ise, “içeriden” konuştuğu için, tarihi biraz beriye çekiyor, 15. yüzyıla getiriyor.

Millet aptal, bir kendisi akıllı ya, içindeki nifakı (münafıklığı) anlaşılmayacak zannediyor.

*

Şu laflar da bu sinik soytarının kusmuk koleksiyonu içinde yer alıyor:

 

Hay Allah. Bunlar yok ama elimizde. 2020’de, asgarisi 1 milyon insanın yaşadığı şehirlerde ve aç bilaç geçiriyoruz hayatımızı. Fakat olsundur. Sünniliğin yıkılmaz kalelerinden iyi bilecek halimiz yoktur meseleyi. Dolayısıyla “ağrımayan yerimize yazdıkları ilaçları” yutmaktan başka çaremiz yok.

 

Oysa, Sünnîliğin yıkılmaz kaleleri diyerek alay ettiği insanlar, kendisinin ifadesiyle, sadece “mızmızlanabiliyorlar“.

Fakat onlara, “mızmızlanma” hakkı bile tanınmak istenmiyor.

Seslerini kesecekler, susup oturacaklar.

Böylesi çözümler, Cumhuriyet’in ilk yıllarında “radikal” bir şekilde uygulanıyordu. Takrîr-i Sükun Kanunu adı altında “sükun ve sükunet” sağlanıyor, konuşmaya devam edenler darağacını boyluyordu.

Şimdi yine benzer dayatmalar yaşanıyor, birileri kimseye sormadan İstanbul Sözleşmesi türünden Batı icatlarını millete dayatıyor.

Peki İslam?

O, primitif ve arkaik..

Modern/çağdaş olan, korkunç kapitalist sistem.. Dolayısıyla ona teslim olmak zorundayız.

Bu soytarıya göre, “aç bilaç geçiriyoruz hayatımızı“ymış..

Fakat, görünüşüne bakılırsa, bunun tartıldığı aletlerin fazla istiaptan bozuluyor olması gerekiyor.

“Aç bilaç yaşamak” buysa, tokluktan geberecek şekilde yaşamak nasıl birşeydir, bilmiyorum.