İSLAMCI DEĞİL, İLAHİYATÇI

 

Karar gazetesinin soytarı ilahiyatçısı Mustafa Öztürk, Odatv‘cilerin zil takıp oynamasını sağlayan hezeyanlar üretmiş yine.

“İnsan ve Hikmet Vakfı” takma adını kullanan Nisyan ve Nikmet Vakfı’nın “Dünyevileşme ve Ahlak” başlıklı panelinde konuşmuş.  23 Ekim günü..

Konuşmalarına bakıldığında, münafıklıkta maharet kesbetmiş, büyük mesafe katetmiş olduğu anlaşılıyor.

*

Odatv, bu soytarıyı “İslamcı” olarak tanıtıyor.

Halbuki bunlar, sürekli İslamcı ve dinci olmadıklarını söyleyen adamlar.

Her fırsatta İslamcı olmadıklarını, müslüman olduklarını söylemeyi marifet biliyorlar.

Benim gördüğüm kadarıyla, Odatv gibi Atatürk’ün kulu medyanın İslamcı olarak adlandırdığı kesimde, İslamcı olduğunu söyleyen sadece birkaç kişi kaldı.

Gerisi, İslamcı olmadığını ilan etmekle meşgul..

Başı da, Ehlî Sünnetçi Mehmet Şevket Eygi çekiyor. Rüşvet-i kelam babından önce laikçilere ve Kemalistlere olanca kibarlığıyla birkaç laf dokunduruyor, iğne batırıyor, ardından da eline geçirdiği satırla İslamcıları doğramaya başlıyor.

“Bütün (bir kısmı veya bazısı değil) İslamcılıklar sapıklıktır” diye yazan o.

*

Halbuki bu söz, küfür sözdür.

Hem lügat/sözlük anlamı, hem de ıstılah/terim anlamı bakımından.

Çünkü İslamcı, sözlük anlamı çerçevesinde, “İslam taraftarı” demektir.

Milliyetçinin milliyet, halkçının halk taraftarı, devrimcinin devrim yanlısı, Atatürkçünün Atatürk izleyicisi olması gibi.

Evet, İslamcı olduğunu söylemek ne farzdır, ne vaciptir. Salt müslüman olduğunu söylemen elbette yeterlidir. Fakat, İslamcılık hakkında böyle bir “sapıklık” ithamında bulunabilmen için, bu tür bir sıfatı kullanmanın caiz olmadığını gösteren şer’î bir delilinin bulunması gerekir.

Ve, İslamcı kelimesinde bir yanlışlık buluyorsan, dindar, muhafazakâr ve mütedeyyin gibi kelimeleri kullananlar için de aynı şeyin geçerli olduğunu görmen gerekir. Onlar için de, mesela, “Vatandaş, dindar olduğunu söyleme, ‘Müslümanım’ de, bütün dindarlıklar sapıklıktır” demen gerektiğini anlamalısın. (Üstelik, dindar gibi kelimelerde dinden kastın İslam olduğu açık olmadığı için, İslamcı kelimesine göre daha olumsuz bir noktada durdukları kesindir.)

Evet, İslamcı olduğunu söylemek zorunda değilsin, “Müslümanım” deyip geçebilirsin. Fakat “İslamcı değilim” demen, “İslam taraftarı değilim” demektir.

Küfürdür.

Kısacası, İslamcı olduğunu söylemek zorunda değilsin, fakat İslamcı olmadığını söylememek zorundasın.

Aynı şey, dinci kelimesi için de geçerlidir. Dinci olduğunu söylemen şart değildir, fakat dinci olmadığını söylemen seni dinden çıkarır.

*

İslamcı kelimesinin terim/ıstılah anlamına gelince..

İslamcılık, bir siyaset bilim ve siyaset sosyolojisi terimi olarak iki anlama gelmektedir: 1. Müslümanların ümmet olarak siyasal birliğinin savunulması, 2. İslam’ın salt ibadet ve ahlâk boyutuyla yetinilmeyip siyasal ve toplumsal hükümlerinin, yani İslam hukukunun (Şeriat’in) hayata geçirilmesinin istenmesi.

Bunlara karşı olmak da küfürdür.

Evet, “Bütün İslamcılıklar sapıklıktır” diyen kişinin sapık olduğu kesindir.

Ve, yazıp söylediği şeylerin ne anlama geldiğini anlayabilecek durumdaysa, yani bunamamışsa, kâfir olur.

Bununla birlikte, bunaklık da bir meziyet değildir. Ayrıca, hezeyanlar savurmak için mazeret olamaz.

Böylesi sapıklar şunu anlamalılar: Bu din, oyuncak değildir.

*

Evet, Odatv, ilahiyatçı Mustafa Öztürk münafığını İslamcı ilan ediyor.

Çünkü, münafık olduğunu söyleseler, sözleri geçersiz olacak.

İslamcı ilan etmeleri lâzım ki, sözleri kalp para muamelesi görmesin, kalpazanlığı açığa çıkmasın.

Odatv‘deki habere göre, bu kalpazan, sözlerine “Ya bu el âlemin diniyle, imanıyla ve imanının ölçümüyle ilgilenme yetkisini size kim veriyor” diyerek başlıyor.

Fakat bu soytarı, konuşmasının daha sonraki bölümlerinde, Halid-i Bağdadî k. s.‘nun imanını diline doluyor.

Ulan öküz, Halid-i Bağdadî rh. a.’in diniyle, imanıyla ve imanının ölçümüyle ilgilenme yetkisini sana kim verdi peki?

Yukarıya aldığımız cümlesinin ardından da, şu zırvaları sıralamış:

 

Oysaki Kuran-ı Kerim’deki şehit [şahid] ve şüheda nafızları [lafızları] başkasının imanını ölçmekle görevlendirilmiş kimse değil. Herkese rol model olacak kendinde güzelliği yaşayan, temsil ettiği dini-ahlaki kimliği olabildiğince elden geldiğince bütün güzellikleri ile sergileyen ve insanlara ancak gıpta ettiren rol model kimse demek.

 

Peki sen kendin neden bunu yapmıyorsun da, sabah akşam başka müslümanlar hakkında ileri geri konuşup duruyorsun?

O zaman kendin “rol model” ol, kendi fetvan ile amel et, başkalarına örnek ol..

Hayır, Mustafa soytarısı öküz gibi böğürecek, başkaları da onun emriyle “rol model” olup kendilerini ona beğendirmeye çalışacak, o da onlara not verecek..

Bu öküzün yaptığı şey, cemaatle namaz kılarken yanındaki konuşup namazını bozduğu zaman ona Konuşma, konuşmak namazı bozar” deyip, kendisinin çok güzel namaz kıldığını zannetme angutluğu..

Bununla birlikte, şimdiye kadar cemaatle namaz sırasında böylesi bir angutluk veya geri zekâlılığa şahit olmuş değilim..

Fakat, yazar çizer, hatip huteba taifesi içinde sayıları zibil (sebil)..

*

Bu öküz, sözlerini şöyle sürdürüyor:

 

Fakat bizde din insanın aynaya bakıp kendisiyle muhasebesini yapmayı gerektiren bir ilahi mesaj değil, başkalarına dikte edilmesi, bir kötek olarak kullanılıp başkalarının kafasının kırılması gereken bir ideoloji olarak bugün kullanılıyor.

 

Aferin öküz, senden de bu beklenirdi.

Bu soytarı, aynı zamanda meal de yazmış..

Ve şimdi, söylediğine göre, tefsir yazmaya koyulmuş..

Peki bu öküz, “emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker” (iyilikle emretmek, kötülükten men etmek) diye birşeyi hiç duymamış mı?

Ve de, şu ayet-i kerime mealini (ve benzerlerini) hiç okumamış mı:

 

“İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü!” (Maide, 5/79)

 

Evet, Mustafa zibidisine göre, insanları kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar kötü..

Vazgeçirmek gibi bir derdi olmayanlar ise, iyi..

Ulan öküz, ulan soytarı, ulan şerefsiz pislik, bir de utanmadan “ilahî mesaj” edebiyatı yapmasan!

*

Bu soytarının neredeyse her cümlesi felaket.. Facia..

Yazı uzamasın diye atlayarak gideceğim..

Ben bazen empati kuruyorum” diyor.

Empatisi şuymuş:

 

Laikçi seküler kesimden söz gelimi Bebek’ten, Etiler’den, Caddebostan’dan, Moda’dan baktığımda bizim mahalle nasıl görünüyor diye, kıs kıs gülüyorum; ‘şunların rezilliğine bak’ diye. Bazen televizyon programlarında benim çıktığım programlarda henüz öyle bir rezalet baş göstermedi ama sidik şişesiyle çıkıp Resül–i Ekrem’in hadisinin tartışıldığı zeminin ben bir laikçi gözüyle baksaydım; ‘ilahiyatta ve profesör unvanı taşıyanların kendilerine peygamber diye bağlandıkları ve iman konusu olarak algıladıkları resullerini pet şişede sidik üzerinden tartışıyorlar şu kepazeliğe bakın’ der ve ben iğrenirdim. Ben o dine girmezdim. Siz girer miydiniz? Şimdi bu çocukları, yeni nesilleri, bu hoyratlıklarımız, Müslümanlık ve dindarlık eğer böyle bir şeyse ‘ziyade olsun ‘diyerek kendi çocuklarımız bile bizim dünyamızdan uzaklaşıyorlar günden güne.

 

Evet, aslında empati yapmıyor.

Empati yapma numarası ile, içyüzünü ortaya seriyor.

İşte has halis, katışıksız, en hakiki öz münafıklık budur.

Nasrettin Hoca‘nın Timur’un önünde ok atma fıkrası gibi..

Hedefi tutturamayınca “İşte bizim Sekbanbaşı böyle atar. Ok atmaya başladığımda ben de önceleri böyle atıyordum” demiş.

İkinciyi de tutturamayınca, “Bizim Subaşı da böyle atıyor. Ben de onun gibiydim ama yılmadım, çalıştım” diye sözlerini sürdürmüş.

Üçüncüsü isabet etmiş, bu defa, “İşte Hoca Nasrettin şimdi attığı zaman böyle atıyor” diye lafı bağlamış.

Bu şerefsiz soytarı da, “Empati yapıyorum, laikler böyle düşünür” diyor.

Sözde, oku laikler atıyor, o atmıyor.

Vay kaşar münafık vay! Vay şerefsiz vay!

Bu tür bayat hitabet numaralarıyla sen kimi aldattığını sanıyorsun!

*

Tabiî bu şeytanî empati, aynı zamanda bir bilinçaltı mesaj..

Dinleyenlere şu mesajı veriyor: “Müslümanlık mı, dindarlık mı; rezillik ve kepazeliktir. İğrenç. İstemez, kalsın bu müslümanlık.”

Rezillik, kepazelik ve iğrençlik senin kararmış yüreğinde ve şeytanlaşmış zihninde..

Münafık beyninde..

Ne olmuş televizyonda böyle tartışmışlarsa?

Ulan öküz, şu Kemalist ve de ateist prof. Celal Şengör, kaç zamandır pislik yemenin reklamını yapıyor.

Geçenlerde de, kendi pisliğinin tadına bakmış olduğunu ilan etti..

Merak etmiş, denemiş, öyle diyor.. Bir ateist için dünyada haram ve helal, temiz ve pis diye birşey olmayacağına göre, kendisi açısından tutarlı bir davranış (Sonuçta pislik de “doğal” birşey)..

Peki, bu Kemalistler ve ateistler arasından biri çıkıp da, “Yahu Müslümanlık gibisi var mı, bu ateistliğin bizi getirip bırakacağı yer bu rezillik ve kepazelik ise, böylesi iğrençliklerse, lanet olsun ateistliğe!” dedi mi?

Müslümanlara empati yaptı mı?

Müslümanlara empati yapıp ateistlere kıs kıs güldü mü, bayram etti mi?

Tuh ulan senin o meymenetsiz suratına!

Bence sen, televizyondaki tartışmaları izleme, laikçi Celal Şengör ile aynı masada birşeyler ye!

Onun yemeğine ortak ol!

Senin gibi şerefsiz soytarılara yakışan budur!

*

Burada bırakalım, bu şerefsiz pislik için harfleri daha fazla tüketmeye değmez.

BUNLAR VARKEN CHP’YE DE, SOLAK SALAKLARA DA İHTİYAÇ YOK

adnan oktar atatürk ile ilgili görsel sonucu

adnan oktar atatürk ile ilgili görsel sonucu

*

SOLAK BİR SALAKTAN, ATATÜRKÇÜLERİN ZEKÂ DÜZEYİNİ ORTAYA KOYAN İLGİNÇ BİR YAZI

 

 

Odatv.com yazarı Mustafa Solak, Anadolu İmam Hatip Liselerinde okutulan Fıkıh, Tefsir, Dinler Tarihi, Hadis, Akaid, Kelam, Hitabet ve Mesleki Uygulama, Temel Dini Bilgiler ve Siyer derslerini konu edinen bir yazı kaleme almış.

Başlığa da bu ifadeyi uygun görmüş: “Alevi katliamına onay veren isim müfredata girdi”.

Yazdıkları her ne kadar akla ziyan olsa da, Atatürkçülüğün geri zekâlılık anlamına gelmeye başladığını fiilen göstermesi bakımından yararlı kabul edilebilir.

Evet, bu derslerle ilgili öğretim programlarında Atatürk‘e yer verilmiyormuş.. Bundan şikâyetçi..

Mesela Siyer dersini ele alalım.. Bu derste Atatürk‘ten nasıl bahsetmek gerekiyor? Belki de şöyle:

 

Bedir Savaşı, Mekkeli müşriklerle Müslümanlar arasında yaşanan ilk savaştı. Atatürk henüz dünyaya gelmemişti. Ali Rıza ile Zübeyde’nin oğlu olarak dünyaya gelmesi için yaklaşık bin 300 yıl geçmesi gerekiyordu. Kureyş ordusunun başında Ebu Cehil vardı. Atatürk henüz dünyaya gelmemişti. Ebu Leheb Mekke’de kalmış, yerine bir başkasını göndermişti..”

 

Diğer dersler için de benzer türden cümleler kurulabilir mi?..

Fakat, söz konusu solak yazarın, Atatürk’ü bu kadar dert ettiğine göre, Fizik, Kimya, Biyoloji vs. gibi dersler için de benzer şikâyetlerde bulunması beklenebilir.

Ama nedense yapmıyor.

Fizik kitabında mesela Atatürk‘ün suyun donma derecesi hakkındaki görüş ve deneyimlerine yer verilmesini neden istemiyor?

Şu türden cümleler kurulmasını neden talep etmiyor, merak edilebilir:

 

Su, belirli bir hava basıncı durumunda Celsius ölçeğine göre 0 derecede donar. Atatürk 1935 yılının Ocak ayında Çankaya Köşkü’nün bahçesine çıktığında, hava sıfırın altında 5 °C olduğu için yerler buz tutmuştu. Suyun buharlaşması içinse sıcaklık ….

 

Evet, Odatv‘nin salak ve solak Mustafa’sı, Atatürk’ün dinî bilimler alanına katkısının imam hatip liseleri derslerinde yer almamasından dertli.

Bu arada, Atatürk’ün konuyla ilgili düşüncelerini yansıtan şu açıklamayı yapmayı da unutmamış:

 

Atatürk dine karşı yaklaşımını şöyle anlatır:

“Kuran’ı Kerim’in Türkçe’ye çevrilmesini buyurdum. Bu da ilk kez olarak Türkçe’ye çevriliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın çevrilmesi için de emir verdim. Halk yinelenmekte olan bir şeyin var olduğunu ve din ileri gelenlerinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işlerinin olmadığını bilsinler.” [3]

[3] Mustafa Solak, Laikliği Doğru Anlamak, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2017, s.83.

(https://odatv.com/alevi-katliamina-onay-veren-isim-mufredata-girdi-2901181200.html)

 

Evet, Atatürk bunları söylemişmiş.

Söylemişse, bilgisizliğini ortaya koymuş demektir.

Burada, Kur’an‘ın, “yinelenmekte olan birşey” olarak küçümsendiğini görüyoruz.

Evet, Kur’an‘da tekrarlar vardır. Bu tekrarlar, daha çok, Allahu Teala’yı tanıtan ifadelerden, O’nun isimlerinden oluşur.

Ayrıca, Cennet’teki mükâfat ve Cehennem’in ebedî ateş azabı tekrar tekrar bildirilir.

Buna karşılık, gökle/sema ile ilgili bir gerçek sadece bir defa geçer:

 

وَالسَّمَاء بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ

“Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz/genişleteniz.” (Zariyat, 51/47)

 

Meşhur fizikçi Stephen Hawking, Türkçe’ye Zamanın Kısa Tarihi adıyla çevrilen kitabında, 20. yüzyılın en büyük keşiflerinden biri olarak, evrenin genişlediğinin anlaşılmış olmasını gösterir.

Evet, 20. yüzyılın en büyük keşfi, 7. yüzyılda, Kur’an‘da, evet o çok tekrar içeren Kur’an‘da, hiç tekrarlanmadan, sadece bir defa, bu şekilde geçmektedir.

Evet, Kur’an böyle bir kitaptır.

Atatürk’ün Kur’an‘la ilgili ifadeleri ise, onun çapını ortaya koymaktadır.

Allahu Teala, insanın aklıyla (akla dayalı bilimle) bulabileceği bir gerçeği sadece bir defa söz konusu edip geçmiş, fakat vahiyle bildirilmedikçe anlaşılamayacak hususları ise tekrar tekrar açıklamıştır.

Atatürk‘ün, bilgisiz olduğu konularda konuşması, onun açısından büyük bir talihsizliktir.

*

Onun “din ileri gelenlerinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işlerinin olmadığı” şeklindeki talihsiz ifadesine gelince…

Peygamber Efendimiz s.a.s., en ön sıradaki din ileri gelenidir.

Ve o, günlerce aç kalırdı.

Tek öğün yerdi.

Millet kesesinden sabahlara kadar yeyip içtiği, kafayı çektiği bir sofrası yoktu.

Kendisine Medine’de Muhammed s.a.s. Orman Çiftliği diye bir çiftlik kurmamıştı.

Başka bir ülkeden gönderilen paralarla banka kurup keyfine bakmamıştı.

Vefat ettiğinde ardında, birilerine vasiyet edip peşkeş çektiği bir servet yığmamıştı.

Bir sarayda değil, çok basit bir odacıkta vefat etmişti.

Bir başka din ileri geleni, Hz. Osman, zengin halde halife olmuş, fakirleşerek hayata gözlerini yummuştu.

Devlet başkanlığını, servetine servet ekleme fırsatına dönüştürmemişti.

Mekke’nin zengini olan Hz. Ebubekir, ahirete göçtüğünde artık fakirdi.

Hz. Ömer, miras olarak geride çok büyük bir borç yükü bırakmıştı.

Banka hissesi değil.

İmam Malik, İmam Şafiî, İmam-ı Azam ve Ahmed bin Hanbel gibi din büyüklerinin de nasıl yaşayıp nasıl öldükleri biliniyor.

Daha fazla saymayalım..

Ortada bu tarihî gerçekler varken, bir solak salak çıkıp, Atatürk’ün “din ileri gelenlerinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işlerinin olmadığı” şeklindeki bilgisizlikten ya da ölçüsüz ve mesnetsiz bir husumetten ibaret sözlerini gündeme getirebiliyor, dinî öğretimle ilgili kitaplara girmesini talep edebiliyor.

İşte bu, Atatürkçülerin zekâ seviyesinin ve de dürüstlük katsayısının anlaşılması bakımından yeterli bir örnektir..

*

Bu salak-solak yazar bir de Tefsir dersinde Ebussuud Efendi’den kısaca bahsedilecek olmasından şikâyetçi:

 

ALEVİ KATLİAMINA ONAY VEREN EBU’S-SUUD ANLATILACAK

Dahası Alevi katliamına onay veren şeyhülislam Ebu’s-Suud’unD dersinde Arapça tefsirine de değinilecekmiş. Bu Alevi yurttaşlarımızı üzer ve kızdırır. Çıkarılmalıdır.

İlgili cümle şöyle:

“Türkçe tefsir çalışmaları. Ayrıca yazan Türk müfessirler ve eserlerine (İmam Maturidi, Zemahşeri, Efendi ve İsmail Hakkı Bursevi) de kısaca değinilecektir.” [4]

 

Yukarıdaki anlamsız cümlelerin anlaşılabilmesi için, “Ebu’s-Suud’unD dersinde” şeklindeki ifadenin, “Ebu’s-Suud’un, Tefsir dersinde” olarak okunması gerekiyor.

“Zemahşeri, Efendi” ifadesi de “Zemahşeri, Ebussuud Efendi” şeklinde anlaşılmalıdır.

Adamın şu kibirli ifadelerine bakınız; Tefsir dersinde Ebussuud Efendi‘nin  tefsirinden kısaca bile bahsedilmesi Alevî vatandaşları üzermiş.

“Çıkarılmalıdır”mış..

Emrin olur!..

Peki, sen neden, Sünnî vatandaşları üzmek için, Atatürk‘ün din ve imanla alâkasız yanlış ifadelerinin din dersi kitaplarına girmesini istiyorsun?

Tefsir dersinde, tabiî ki tefsir kitaplarından bahsedilir.

Sana göre ise, Alevî vatandaşlar üzülmesin diye tefsir kitaplarından bahsedilmemeli, onun yerine Sünnîler üzülsün diye, Atatürk‘ün Tefsir ilmine yaptığı, dört dörtlük bilgisizlik demek olan katkılardan söz edilmeli..

Atatürkçülerin zekâ düzeyi ve dürüstlük katsayısı işte bu..

Ne yazık ki böyle insanlarla aynı toplumda yaşamak, bunların zırvalarına katlanmak zorundayız.

Zorunda kalıyoruz.

Müslüman halka hakaret etmek istedikleri zaman da, Atatürk‘ün “kusursuz bilgisizlik” demek olan laflarını üzerimize boca ediyorlar.

İslam’a hakaret etmemiş oluyorlar, Atatürk’ün eşsiz vecizelerini kamuoyuna aktarma hizmeti yapmış sayılıyorlar.

Bu ülkede Menderes hükümeti mirası bir “Atatürk’ü koruma kanunu” adaletsizliği (imtiyaz ve eşitsizliği) bulunduğu için, İslam’a, Kur’an‘a (Allahu Teala’nın kitabına), Allahu Teala’nın Peygamberi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) Atatürk’ün ağzından saydırılan hakaretleri yutkunarak izlemek zorunda kalıyorsunuz.

Bu yapılanlar hakaret, aşağılama ve vicdansızlık olmuyor, Atatürkçülük oluyor.

Ve de, ikide bir meydanlarda “Allah’tan başkasından korkmama” edebiyatı yapan Recep Tayyip Erdoğan gibi siyasetçiler, milleti bu “Atatürk’ü koruma kanunu” maskeli zulümden kurtarmak yerine “Aziz Atatürk” edebiyatı yapıyor, Mustafa Solak gibilerin arabasının tekeri tümsekte kalmasın diye onlar için otoban inşa ediyorlar.

*

Ebussud Efendi meselesine gelince..

Onun yaşadığı dönemde “Kızılbaşlık” diye bir “terör örgütü” ortaya çıkmıştı.

Şah İsmail‘in babası olan Şeyh Haydar (ki, Fatih’le savaşan Uzun Hasan‘ın kızkardeşinin oğlu ve aynı zamanda damadıydı. Erdebil Tekkesi‘nin başındaki Şeyh Cüneyd‘in oğluydu), kendi taraftarlarının, sembol olarak “kızıl başlık” giymelerini istiyordu.

Bunlara kızılbaş denildi.

Bunun sonucunda bazı Alevîler kızıl başlık giymeye başladılar. Bütün kızılbaşların Alevî olduğu doğrudur, fakat bütün Alevîler kızılbaş değildi.

Bunlar, yabancı bir devletin Osmanlı topraklarındaki taraftarları olarak terör eylemlerine ve isyanlara da kalkıştılar.

Cinayet, yağma, hırsızlık ve gasp gibi örgütlü suçlar işlediler.

Tıpkı PKK gibi..

Mesela Antalya’da Şahkulu (Şah’ın, yani Şah İsmail’in kulu) isyanı patlak verdi.

Pekçok şehir, kasaba ve köyü yağmaladılar.

Devlet de, FETÖ’den bin beter olan, İran‘dan yönetilen bu Kızılbaş Terör Örgütü ile mücadele kararı aldı.

Alevîlere, Bektaşî dergâhlarına ise dokunulmadı.

Ki, Yeniçeği Ocağı bile Alevî meşrepli bir kurum durumundaydı.

Evet, Alevî vatandaşlarımız incinmesin diye, birtakım gerçekleri bile söylemekten kaçınıyoruz.

Bu, Atatürkçü olduklarını söyleyen fırsatçı ve düzenbaz solak salakların şımarmasına, küstahlaşmasına, yalan ve dolanları ile terbiyesizlik yapmasına neden olmamalıdır.

CUMHURİYET’İN BAYRAMI VESİLESİYLE

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar.

 Mehmed Akif Ersoy

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ÇOK KISA BİR “GERÇEK TARİH”İ (1)

*

ATATÜRK’ÜN HAS ADAMI FALİH RIFKI ONU NASIL TANITIYOR? (1)

 

ÇANKAYA FALİH RIFKI ile ilgili görsel sonucu

 

ATAY’IN TEZİ ŞU MUYDU: 

“İNGİLİZLER, MUSTAFA KEMAL’İN YENİ BİR DEVLET KURUP OSMANLI’YA YAŞAM ALANI BIRAKMAMASI İÇİN ŞARTLARI HAZIRLAMIŞLARDI”

 

Hasan POLAT

 

Falih Rıfkı Atay (1894-1971), Cumhuriyet döneminin en etkin gazeteci ve yazarlarından biri olarak biliniyor. İzmir’in kurtuluşundan sonra Mustafa Kemal ile tanışıp dostluğunu kazanmış ve onu tanıtan anılarıyla ün kazanmıştır. 1923-50 arasında, yani Tek Parti iktidarı sırasında kesintisiz biçimde milletvekili olarak TBMM’de bulunmuştur. Vikipedi‘de belirtildiği gibi, “Atatürk‘e yakınlığı nedeniyle çok önemli olaylara tanıklık etmiş ve kişisel tarihi Cumhuriyet tarihi ile özdeşleşmiştir”.

Atay’ın Çankaya‘sı, Atatürkçü ya da Kemalistlerin çok önemsedikleri bir kitap durumunda.

Mesela, Emin Çölaşan şunları yazmış bulunuyor:

 

“Türk ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’i alıyor. Genç gazeteci Falih Rıfkı ertesi gün vapurla İzmir’e gelip Gazi ile ilk söyleşiyi yapıyor. Gazi ile her konuda yakınlığı ve sofra arkadaşlığı ölümüne kadar -gazeteci ve milletvekili olarak- sürüyor. 1950′li yıllarda yazdığı ‘Çankaya’, gerek yorumları ve gerekse ‘insan Atatürk’ü’ anlatan bölümleriyle muhteşem bir eser. Elimde yetki olsa bu kitabı milyonlarca bastırıp okullarda ders kitabı olarak okuturum.”

(Emin Çölaşan, “Falih Rıfkı Anlatıyor”, Hürriyet, 9 Kasım 2003.)

 

Gerçekten de ders kitabı olarak okutulabilecek bir kitap. Alınacak çok ders var.

Atatürk’ü, muhaliflerinin değil, “milletvekili yapma, yakınlarından olma imtiyazı tanıma ve sofrasından ayırmama” da dahil olmak üzere birçok şekilde ödüllendirdiği sadık bir has adamının anlatımı ile tanımak, tabiri caizse biraz “torpil” geçmek gibi olabilir ama, önyargısız bir bakış açısı bu tür anlatımlara da sırtını dönemez.

Lafı uzatmadan, Atay’ın Atatürk’ü nasıl anlattığına geçelim.

Mustafa Kemal’in, 16 Mart 1920 tarihinde, yani Ankara’da TBMM’nin toplanmasından tam bir ay ve bir hafta önce İstanbul’un İngilizler tarafından işgalini, bir “kurucu meclis” oluşturmak için bir fırsat olarak kullandığı görülmektedir. “Kurucu meclis” demek, yeni bir devlet yapılanmasının ve hükümetin ortaya çıkması, İstanbul’daki hükümetin ve Meclis-i Mebusan’ın hükümsüz hale gelmesi demek oluyordu. İstanbul’u işgal eden İngilizler, Mustafa Kemal’e tabi olmayacağı belli olan Meclis-i Mebusan üyelerini tutuklayıp Malta’ya göndermekle, geriye kalanların da Ankara’ya gitmek zorunda kalmalarının önünü açmakla, TBMM’nin kurulması için araziyi hazır hale getirmiş oluyorlardı. Bunun iki açıklaması olabilir: Birincisi, İngilizler siyasetten ve stratejiden anlamayan ahmak bir topluluktur. İkincisi, Osmanlı Devleti’ni ve onun misyonunu usturuplu bir şekilde tarihe gömmek isteyen dessas ve hilebaz İngilizler, Mustafa Kemal’e, bunu yapması için ortam hazırlıyorlardı.

Hangisinin doğru olduğuna tarihçiler karar versinler.

Falih Rıfkı, şunları yazıyor:

 

“Nitekim 16 Mart İstanbul işgalinden sonra Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye’yi geçici bir hükûmet olarak tanıtmak ve o vakit ‘Meclis-i Müessesan’ denen bir ‘Kurucu Meclis’ toplamak ister. Bütün asker ve sivil otoritelere, artık yetkili otorite biziz, İstanbul’la bütün ilgilerinizi keseceksiniz diye bildirir. Komutanların fikirlerini sorar. ‘Kurucu Meclis’ sözü başta Kâzım Karabekir’i kuşkulandırır. Komutanlara ve sivil makamlara bildirdikleri arasında şunlar da vardı: 1- İstanbul işgali her tarafta protesto edilecektir. 2-İstanbul’da hiçbir resmî makamla temas edilmeyecektir. 3- Hıristiyanlara kötü davranılmayacaktır. 4- İngiliz subayları rehin olarak tutulacaktır. Bu rehin ilerde Malta sürgünlerinin kurtarılmasına yarayacaktı.

“Bazı irkilmeler üzerine ikinci bir bildiri ile Kurucu Meclis yerine olağanüstü bir meclis toplanmaya karar verildiğini söyler. Seçim 19 Martta yapılacaktır. İstanbul’da kaçanlar Meclise katılacak, gelmeyenler yerine yenileri seçilecek, belediye ve vilâyet meclisleri ile Müdafaa-i Hukuk heyetleri de temsilci yollıyacaklardı. 441 yerine 381 milletvekili ile yeni Meclis kurulmuştur. 115 memur ve emekli, 61 sarıklı, 51 asker, 26 çiftçi, 37 tüccar, 49 avukat, 21 hekim, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 20.)

 

Mustafa Kemal’in o gün için asıl amacının, başında kendisinin bulunduğu yeni bir devlet kurmak olduğu anlaşılmaktadır. İngilizlerin politikası da, mutlu bir tesadüf ile bu gayeye hizmet etmiştir. Tabiat boşluk kabul etmediği için, yeni devletin kurulması, Osmanlı’nın kendiliğinden ortadan kalkması anlamına gelecekti.

TBMM’nin toplanması, Osmanlı Devleti ve hükümetinin “meşru otorite” olmaktan çıkması, onun yerini TBMM’nin alması demek olacaktı. Hakimiyetin millete ait olduğu, millet iradesini de Ankara’daki Meclis’in temsil ettiği söylenebilecekti.

Bu noktada, sadece Meclis-i Mebusan üyeleri için değil, İstanbul’daki tecrübeli subaylar için de “Ya Malta, ya Ankara!” dayatması ortaya çıkmış bulunuyordu.

Falih Rıfkı şunları söylemektedir:

 

“Damat Ferit Paşa yeni hükûmetini 5 Nisanda kurdu idi. Eski kabine ile Harbiye Nazırlığından çekilen Fevzi Paşa bu hükûmete de girmek için Boğaziçi komşusu Cemil Molla’nın aracılığını ister. Gerekçesi, Anadolu ile ancak kendisinin başa çıkacağı, eski paşalardan hükûmetin faydalanamayacağı idi. Cemil Molla gider, Damat Ferit’e bunu söyler. O da doğru bulur. Fakat padişah İngilizlerin Fevzi Paşa’ya güvenmediklerini söylemesi üzerine Damat vazgeçer. Fevzi Paşa da Beykoz’daki evine çekilir. İstanbul’dan Anadolu’ya adam kaçıran o çevre komitesinin başı kendisine gelir. Malta’ya sürüleceğini, en yakın kafile ile Anadolu’ya kaçmasını tavsiye eder. Fevzi Paşa’nın Ankara’ya gitmesi böyle olmuştur.”

(A.g.e., s. 23.)

 

Kısacası, İngilizler, lisan-ı hal ile, adeta “Ya Malta esareti, ya  da Ankara’da Mustafa Kemal’e biat!” dayatmasında bulunmaktadırlar. İstanbul’dakilerin, Malta’ya gönderilmemeleri durumunda, İngilizler’e bir zarar vermeleri söz konusu değil (Ki Ankara’ya göre de, İstanbul’da kalmak, direniş açısından hiçbir anlam ifade etmemektedir). Fakat ortada sonu belirsiz bir Malta esareti söz konusu olunca, bu insanların, Ankara’ya gitmeyi tercih etmeleri gayet doğal.

İngilizler, böyle bir hatayı neden yaparlar?

Ya da, bu bir hata mıdır?

Yoksa, İngilizler’in Birinci Dünya Savaşı sonrası siyaset ve stratejilerinin bir gereği midir?

Buna da, tarihçiler karar versinler.

Ancak, “Ya Malta, ya Ankara!” dayatmasının sonucunun ne olacağı bellidir.

Böylece, devletin itibarlı ve önde gelen adamlarının Mustafa Kemal’in emri altına girmesi mümkün olacak, onun “meşru otorite” olma yönündeki girişimi güç kazanacaktır.

Devam ediyor Falih Rıfkı:

 

“… Adapazarı ayaklanma bölgesi olduğundan Fevzi Paşa kendini götüren subayla, Geyve’de Ali Fuad Paşa’nın (Cebesoy) karargâhına gider. Ali Fuad Ankara’ya haber verir. Mustafa Kemal, Fevzi Paşa’yı affetmez. Ali Fuad, İstanbul hükûmeti Harbiye Nazırının bile Ankara’ya gelip millî idareye katılmış olmasının çok iyi bir hava yaratacağını anlatarak Mustafa Kemal’i caydırır. İşte ikinci Mareşal ve ikinci kurtuluş kahramanımızın, yakalanıp İstanbul’a getirerek, padişaha teslim etmek istediği, sonra da bütün komutanlara kendisini tanımamak emrini verdiği Mustafa Kemal‘le birleşme hikâyesi budur. Ankara’ya gider gitmez, gericilerin de hoşuna gider tipte olduğundan Fevzi Paşa’yı Meclis kürsüsüne çıkarmış, İstanbul’a yerdirmiş, daha birinci günü hizmetine almıştır.

İnönü’nün tarihçilerine göre, İsmet Bey Anadolu’ya ilk önce 1920 başında gelmiş ve Atatürk’e karargâhında misafir olmuştu ve karargâhta savunma hareketlerini bir kurmay subay gibi takip etmekle görevlendirilmişti. Bu, Anadolu’da savunmanın tam bir gerilla niteliği taşıdığı devirdir. Şubat ortasında Harbiye Nazırı Fevzi Paşa İnönü’yü İstanbul’a istemiştir. Onun üzerine Atatürk’le aralarında durum şöyle ele alınmıştır: Gelecek ordu savaşını hazırlamak için para ve subaya ihtiyaç vardır. İstanbul’un yardımı lâzımdır. İhtiyaçları anlatmak ve hazırlıkları yapmak üzere İsmet Bey İstanbul’a gitmelidir. Atatürk nutkunda meseleyi böyle anlattı idi.
Ali Fuad Cebesoy bu ilk gidişinde İsmet Bey’i yanında alıkoymak için hayli çalıştığını, İsmet Bey’in ise Atatürk’ten bir teklif almadığını ileri sürerek geri döndüğünü söylediğini yukarda yazmıştım. Mustafa Kemal, Ali Fuad’ın aracılığını iyi karşılamamıştır. İstanbul işgalinden sonra kendisini de, ya Ankara ya Malta, diye sıkıştırarak Maltepe yolundan götürmüşler, bir söylentiye göre de adını Ankara’dan istenenler listesinde görmediği için geri bile dönmek istemişse de bırakılmıştır.”

(A.g.e., s. 23-4.)

 

Görüldüğü gibi, İngilizler’in İstanbul işgali, kendilerine hiçbir fayda sağlamamış, fakat Mustafa Kemal’in çok işine yaramış.

Birtakım adamlar ortaya çıkmışlar, Ankara’da değil İstanbul’da, İngiliz işgali altındaki bir yerde, sanki İngilizler adına konuşma yetkileri de varmış gibi, Fevzi Çakmak ve Ali Fuad Cebesoy gibi paşaları, “Ya Ankara, ya Malta!” diye sıkıştırmışlar.

Mustafa Kemal, “üzerinde Güneş batmayan bir imparatorluk” kurmuş bulunan İngilizler’in, dünyayı parmaklarında oynatırken kendisi karşısında bu kadar salakça hareket etmelerini acaba hangi meziyetine borçluydu?

 

(Devamı için bakınız: 

https://tenbih.wordpress.com/2018/05/14/kurtulus-savasinin-cok-kisa-bir-gercek-tarihi-2/)

ÜÇ BOZGUNCU KARDEŞLER: ADNAN OKTAR, NAZIM KIBRISÎ, MEHMED ŞEVKET EYGİ

MEHMED ŞEVKET EYGİ NAZIM KIBRISİ ADNAN OKTAR ile ilgili görsel sonucu

ADNAN OKTAR’IN MASONLARA YAPTIĞI HİZMETİ ÇOK AZ KİŞİ YAPMIŞTIR..

BU AHİR ZAMAN ALÂMETİ, ÜÇ ŞEYİ İTİBARSIZLAŞTIRDI:

MASONLARA KARŞI TEYAKKUZU,

EVRİM KARŞITLIĞINI

VE MEHDİYET KAVRAMINI..

İHSAN ELİAÇIK GİBİLERE GOL ATMALARINI SAĞLAYACAK PASLARI HAZIRLADI..

İHSAN VE ADNAN, BİR MADALYONUN İKİ YÜZÜ..

ADNAN’A KIZIP “MEHDÎ YOKTUR” DEMEK,

AKIL YÜRÜTÜŞ BAKIMINDAN,

TANRI OLDUĞUNU İDDİA EDEN FİRAVUN’A İNAT OLSUN DİYE “TANRI YOKTUR” DEMEK GİBİ BİRŞEY..

“KUR’AN’DAN BAŞKA MEHDÎ YOKTUR” SÖZÜ,

HARİCÎLER’İN “HAKEM ANCAK ALLAH’TIR” SÖZÜ GİBİ,

BATILIN MURAT EDİLDİĞİ BİR HAK SÖZ..

BU KONUYU EN CİDDİ SORGULAYAN İSİM OLAN İBN HALDUN BİLE,

“MEHDÎ YOKTUR” DİYEMEMİŞTİR..

EVRİM MESELESİNE GELİNCE, İHSAN AÇIKÇA YALAN SÖYLÜYOR..

EVRİMİ SAVUNAN BİR TANE BİLE ÂLİM YOK..

GELEN GİDENİ ARATIRMIŞ, YAŞAR NURİ’Yİ BEĞENMEZKEN,

ZEKÂ VE BİLGİ OLARAK ONUN YÜZDE BİRİ ETMEYECEK İHSAN’LARIN ELİNE DÜŞTÜK..

İhsan Eliaçık’tan Adnan Hoca bombaları!

Adnan Hoca ve kedicikleri için çarpıcı eleştiriler yönelten İslamcı aydın İhsan Eliaçık “tutti kurutti Adnan ve kedicikleri diye bir program yapsın” dedi.

Muhalif kimliği ile bilinen İslamcı yazar İhsan Eliaçık, Adnan Oktar’la ilgili oldukça sert eleştirilerde bulundu. 

Katıldığı bir televizyon programında sunucunun “Adnan Oktar’ın hareketi gündemde. Bu adamlar ne yapmaya çalışıyorlar” sorusuna yanıt veren Eliaçık, “Bir keresinde baktım kızlar kadınlar dans ediyor. Yani, tutti frutti programı gibi… Öyle yapsın daha iyi. Bu din iman işinden bence vazgeçsin. Tutti kurutti Adnan ve kedicikleri diye bir program yapsın, gençlerde onu seyretsin gece 01:00’den sonra, kırmızı işaretli…” diye yanıt verdi.

İşte Eliaçık’ın Adnan Oktar yorumu:

ZENGİN BİR HAYAT SÜRÜYOR! BU KURAN’A AYKIRI

“Kendisiyle hiç görüşmüşlüğüm yok. Böyle soru sorulduğu zaman bu ne yapıyor bu neyin nesidir diye sorulduğu zaman ancak bakıyorum. Böyle bir kaç arkadaş da baktı, söyledi. Şimdi burada 3 konu var. 3 konuda yanılıyorlar. Yani, Adnan Oktar, onun yanındakiler, o programı yapanlar, oraya toplananlar, oradan gidenler 3 konuda delalet içindedir. Birincisi zenginlik meselesi;

Aşırı zengin lüks bir hayat sürdürmektedirler. Bu Kuran’a aykırıdır. Peygamberin yaşantısına dönmeleri gerekir, eğer peygamberi seviyorlarsa. Peygamberimiz, öyle zengin ve lüks bir hayat sürmemiştir. Bilinçli bir şekilde Medine’nin toprak damlı evinde, Medine’nin en yoksulu nasıl yaşıyorsa öyle yaşamıştır. İnsanlar açlık ve sefalet içindeyken, insanlar evlerine ekmek götüremezken, 5.5 milyon asgari ücretli, 13 milyon yoksul, 30 milyona yakın insan fukaralığın pençesinde kıvranırken böylesi bir memlekette, öyle vur patlasın çal oynasın zenginlik, sefahat ve lüks içerisinde yaşamak bir Müslüman’ın yapacağı bir şey değildir. İhtiyaçtan fazla ellerinde ne varsa derhal yoksullara infak etmeli. Sade ve mütevazi bir hayat sürdürmeliler. Kuran’ın prensiplerini söylüyorum. İster uyar, ister uymaz, beni ilgilendirmez.

TUTTİ KURUTTİ ADNAN VE KEDİCİKLERİ

İkincisi;

bir keresinde baktım kızlar kadınlar dans ediyor. Yani, tutti frutti programı gibi… Öyle yapsın daha iyi. Bu din iman işinden bence vazgeçsin. Tutti kurutti Adnan ve kedicikleri diye bir program yapsın, gençlerde onu seyretsin gece 01:00’den sonra, kırmızı işaretli… Öyle daha iyi. Bu Kur’an’ı muranı anlatmayı bıraksın yani. Eğer reyting  istiyorsa… Böylesi bir hayat olmaz. Yani, düğünlerde Anadolu’da halay çekilir, davul çalınır, zurna çalınır. İnsanlar giyinik bir şekilde, öyle çoğunuz köylerde halay çekmişsinizdir. Bu halay bir İslami kültürdür. Ama onunki böyle bir halaya falan benzemiyor ki. Kadınlar ortaya çıkıp göbek atıyor, dans ediyor. Dolayısıyla bu da delalet ve sapkınlıktır. Bundan da vazgeçmeleri gerekir….

Bir dördüncü şey daha var, onu da söyleyeyim. Buradan nasihat etmiş olayım, aşağılamadan, ben nasihat ediyorum. Uyarsanız uyarsınız, uymazsanız uymazsınız, dilenemezseniz de dinlemeyin… Mehdilik… Yani kendisinin mehdi olduğuna getiriyor sözü. Öyle bir mehdilik takıntısı var yıllardır. Mehdi Kur’an’dır. Kur’an’ın dışında bir mehdi yoktur. Yol gösterici, yani Allah’ın kitabıdır. Hadislerde anlatılanların tamamı uydurmadır. Hiç birinin aslı faslı olmayan uydurmalardır. Geçmişte binlerce mehdi ortaya çıkmıştır. Her biri de uydurma hadislerle kendilerini var edilen mehdinin olduğunu iddia ederek milleti etrafına toplamış, sömürmüş ve söğüşlemiştir. Bir çoğunun da ırzına tecavüz etmiştir. Böyle alçakça işler yapan da olmuştur. Mehdilik vaadi insanların sömürülmesinin araçlarından biri olarak tarihte çok çok kullanılmıştır. Eğer İslam’a, memlekete, insanlara hizmet etmek istiyorsanız kardeşim, Allah’ın kitabını yaşayın ve insanlara bildiklerinizi anlatın. Böyle kurtuluşçu teorilerle, ben ortaya çıktım, milleti kurtaracağım, düşün peşime, getirin paraları diyerekten insanları kandırmanın bir anlamı yok. Son olarak da onları izleyenlere, onlara ilgili gösterenlere bir şey söylemek istiyorum. Kardeşim madem öyle, böyle şeylere prim vermeyin. Birisi çıkar da lüks ve zengin bir hayat sürerse, böyle kadın kız oynatarak işler yaparsa, ben sizi kurtaracağım, düşün peşime, getirin paraları derse ona yüz vermeyin. Yüz vermeyin. İzlemeyin. Takip etmeyin. Almayın. Bu kadar…

http://www.internethaber.com/ihsan-eliaciktan-adnan-hoca-bombalari-764947h.htm

SENİN ANLAMAMAN, KARŞINDAKİNİN AJAN OLMADIĞINI GÖSTERMEZ

(GERÇİ, SENİN GİBİ “OT”LARLA GÖREV İCABI TEMAS KURMAYACAKLARI İÇİN, ANLAMANI GEREKTİREN BİR POZİSYON DA OLUŞMAZ.

O YÜZDEN ANLAMAMANI ANLAYIŞLA KARŞILAMAK GEREKİR..

ASIL KABAHATİN, HERKESİ KENDİN GİBİ “OT” ZANNETMEN..)

 

MAHİR KAYNAK ile ilgili görsel sonucu
MAHİR KAYNAK ile ilgili görsel sonucu

KAYNAK: EVE GEÇ GELMELERİM EŞİMİN AKLINA BAŞKA ŞEY GETİRMESİN DİYE

MİT AJANI OLDUĞUMU ONA SÖYLEDİM,

ÇOCUKLARIM BİLMİYORDU

FLAŞ! Eski MİT mensubu hayatını yitirdi!

Eski Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensubu Mahir Kaynak (81), evinde hayatını kaybetti.

14.02.2015 12:32

Yaklaşık 2 yıldır tedavi olan 81 yaşındaki Mahir Kaynak’ın sabah saatlerinde İstanbul’daki evinde hayatını kaybettiği belirtildi. Kaynak’ın cenazesinin Pazartesi günü öğle vakti Ataşehir Mimar Sinan Camii’nde kılınacak namazın ardından toprağa verileceği öğrenildi.

MAHİR KAYNAK KİMDİR?

1934 yılında Gaziantep’te doğdu. İlk ve ortaöğrenimini burada tamamladıktan sonra 1948’de Kuleli Askeri Lisesi’ne gitti. 1953’te Harp Okulu’nu bitirdi. 1967’de askerlikten ayrıldı. 1961’de mezun olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistanlık yaptı. 1965’te doktor, 1971’de doçent oldu. O dönemlerde Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) girdi. 1980 yılında MİT’ten emekli oldu. 1989’da İktisat profesörü oldu. 1993 yılında Gazi Üniversitesi’nden emekliye ayrıldı.

http://haberler.rotahaber.com/flas-eski-mit-mensubu-hayatini-yitirdi_515469.html

İki uzmandan MİT ajanlarının yaşam öyküsü

  
19.02.2012

Pınar Tarcan

Deniz Ülke, MİT ajanı olduğumu öğretmeninden öğrenince çok üzüldü

Türkiye geçtiğimiz hafta MİT’i konuştu. MİT ile yattı, MİT ile kalktı. Hakan Fidan’ın sorguya çağırılmasıyla başlayan süreç gündemin ana maddesi oldu. Biz de MİT ajanlarının yaşam hikayelerini 1971’de deşifre olan Mahir Kaynak ve araştırmacı-yazar Aytunç Altındal’a sorduk. Ajanlar kimliklerini çocuklarına, eşlerine açıklıyor mu, kadın ajanlar nasıl seçiliyor, teşkilat hangi kriterlere dikkat ediliyor sorularına yanıt aradık.

Deniz Ülke, MİT ajanı olduğumu öğretmeninden öğrenince çok üzüldü

Prof. Dr. Mahir Kaynak, 1965’ten 1971’e kadar Milli İstihbarat Teşkilatı için görev yapmış. Aynı zamanda Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan’ın babası. Öyle ki MİT konusu gündeme geldiğinde ikisi de aynı saatte farklı televizyon kanallarında konuyla ilgili yorum yapıyor. Mahir Kaynak’a MİT ajanı olarak nasıl yaşadığını, teklifi eşiyle paylaşıp paylaşmadığını sorduk, Kaynak, “Önce söylemedim, maksadım bu işi bir an önce bitirmek oradan ayrılmaktı. Fakat daha sonraları iş nedeniyle geceleri eve geç gelmeye başladım. O zaman karımın başka şeyler düşünebileceğini fark ederek, bundan korkarak karıma söyledim” diyor.

Senin baban matematik hocası değil, MİT’çi demişler

Prof. Dr. Mahir Kaynak’a MİT görevinin evdeki yaşamını, çocuklarını nasıl etkilediğini sorduğumuzda çocuklarıyla bunu paylaşmadığını söyleyerek, kızı Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan’la ilgili bir anısının onu ve kendisini nasıl üzdüğünü anlatıyor. “Deniz Ülke 5-6 yaşlarındaydı. Benim çocuklarım benim MİT mensubu olduğumu bilmezlerdi. Beni matematik hocası bilirlerdi. Ama bir gün ilkokulda Deniz Ülke’ye öğretmeni ‘Senin baban matematik hocası değil, senin baban MİT’çi’ demiş. Çok üzüldü. Böyle bir şey akıllarına gelmiyordu çünkü. Belki sonradan büyüyünce değişti fikri ama onu küçümser gibi söyleyince öğretmeni onda bir hüzün yarattı. ‘Seni matematik hocası sanırdık, başka mesleğin varmış’ dediler sonra…”

Deşifre olunca büyük kızım piyanoyu bıraktı

Kaynak sözlerine şöyle devam ediyor: “Bir de romantik yanı var bu işin. Büyük kızım Melike Beykoz, belediye konservatuarında piyano öğrencisiydi. Okuldan çıkar orada piyano çalardı. Biz ortaya çıkınca evimizden uzaklaştık, MİT’in gösterdiği bir yerde oturduk, ortaya çıkamadık. Kızım sınava gidemedi. Çok yetenekli olduğu yapacağı bir işi yapamadı. Ona da ayrıca üzülüyorum.”

http://pazarvatan.gazetevatan.com/haberdetay.asp?hkat=1&hid=18211

FETÖ’SÜZ KASET SİYASETİ

Cumhur İttifakı’nın geleceği ‘Kaşıkçı’da gizli

Dışarıda ve içeride yeniden “şantaj- kaset-tehdit” üçgeninde, her zamankinden daha çirkin bir siyaset yönetimine tanıklık edeceğiz.


24 Haziran seçim çalışmaları sırasında Tokat, Manisa, Mersin gibi pek çok yerde AKP ile MHP seçmenleri arasında kavgalar çıkmıştı. Taban pek de sindirmemişti bu birlikteliği.

Seçimlerin hemen ertesinde MHP Genel Başkan Yardımcısı Sefer Aycan’ın “Erdoğan’ı kurtardık. Siyaseti bundan sonra biz yapacağız. Biz ne dersek, o olacaktır” iddiası erken bir güç gösterisinin işaretiydi.

FETÖ’den boşalan komutanlıklara, bürokrasiye, emniyete yeniden Avrasyacı kadroların atanması dikkat çekiciydi.

Hesaplar yeniden yapılırken “Kaşıkçı cinayeti” düştü gündeme.

Yılların siyasetçisi Hüsamettin Cindoruk’un bir açıklamasında dediği gibi artık “Türkiye’de siyaset dış dinamiklerle yön belirleyecek”ti.

Nitekim uzun süredir gerilimli seyreden ABD-Türkiye ilişkilerinde buzların eridiği, “Kaşıkçı” olayının yarattığı ortak fırsatların iki ülkeyi yakınlaştırdığı yansımaya başladı medyaya.

Gerçi bu yakınlaşmada, Eski İngiliz Büyükselçisi Craig Murray’in “CIA Başkanı, Erdoğan’ı Kanal İstanbul yolsuzluğu ile tehdit etti” iddiasının etkili olduğu öne sürülse de bundan böyle Ortadoğu’da ve dolayısıyla iç siyasette kartlar yeniden karılacak gibi.

Türkiye henüz Kaşıkçı cinayetinde elindeki tüm belge ve bilgileri açıklamış değil. Hangi koşullarda açıklayacağı ya da sümen altı edip etmeyeceği getirip götürecekleriyle doğru orantılı.

Konunun Cumhur ittifakıyla ilişkisi de tam bu noktada.

Gerilimin kamuoyuna yansıyan boyuttan çok daha derin olduğunu, Devlet Bahçeli’nin kaseti olduğu iddialarının ortalığa saçılmasından anlayabiliyoruz.

İttifak güçleri arasındaki gerilimin açık çatışmaya dönüşüp dönüşmeyeceği, Erdoğan’ın dışarıda hangi güç merkezine yanaşacağı veya şimdiye kadar sürdürdüğü ‘iki tarafı da idare etme siyasetini ‘ ne kadar götürebileceği ile ilgili.

Ya da belki şöyle demek lazım; dışarıda ve içeride yeniden “şantaj- kaset-tehdit” üçgeninde, her zamankinden daha çirkin bir siyaset yönetimine tanıklık edeceğiz.

Yerel seçimlere dört ay gibi çok uzun bir süre olduğu göz önüne alınırsa, daha şaşıracağımız çok şey olacak demektir.

Önkibar: Bahçeli MİT'çi ve kaseti mi var

http://www.ensonhaber.com/onkibar-bahceli-mitci-ve-kaseti-mi-var-2012-10-16.html

AHİR ZAMANIN REİSLERİ

ramuz el ehadis ile ilgili görsel sonucu

ramuz el ehadis kıyamet alametleri ile ilgili görsel sonucu

RÂMÛZ EL-EHÂDÎS’TEN HADÎSLER

 

518/6. Ahir zamanda zalim umera (emirler, yöneticiler), fasık (günahkâr) vüzera (bakan ve danışmanlar), hain hakimler ve yalancı ulema (din bilginleri) gelir. Her kim onlara yetişirse sakın onların yardımcıları, vergi memuru, hazinedarı ve onların emniyet memurları olmasın!
(Ravi: Hz. Ebû Hüreyre RA)

 

518/7. Ahir zamanda bir kavim sultanın (devlet başkanının) huzuruna varır. Sultanlar, Allah’ın emri ile hareket etmezler, onlar da (sultanları bundan) nehyetmezler. Allah’ın lâneti işte bunların üzerine olsun!
(Hz. İbn-i Mes’ud RA)

 

507/12. Ahir zamanda cahil reisler topluluğu çıkar, insanları fitneye düşürürler. Hem dalâlete (sapıklığa) düşerler, hem de dalâlete düşürürler.
(Hz. Ebû Hüreyre RA)

 

300/2. Yakında başınıza bazı emirler (yöneticiler) gelecek. Rızıklarınıza el atacak, sizi yalanlarla avutacaklar. İş yapacaklar lâkin yaptıkları fena olacak. En fena tarafları da kötülüklerini siz güzel görmedikçe ve yalanlarını tasdik etmedikçe sizden razı olmayacaklar. O zaman (yalnız) emirlik (yöneticilik) haklarını tanıyın. Sizi de tecavüzle kendilerine uydurmaya kalktıklarında, onlarla mukatele edin (savaşın). Kim bu yolda öldürülürse o şehiddir.
(Hz. Ebû Sülâbe el-Eslemî RA)

 

303/4. Yakında bazı emirler (yöneticiler) gelecek. Siz onların bazı işlerini beğenecek, bazılarından ise hoşlanmayacaksınız. Kim onlarla (Hak yolunda) mücadele ederse necat bulur. Kim onlardan ayrılırsa selâmet bulur. Kim de onlara karışırsa helâk olur.
(Hz. İbn-i Abbas RA)

 

140/8. Sizin üzerinize yakında kabul edeceğiniz veya kabul etmeyeceğiniz işler yapan umera (yöneticiler) gelir. Kim ki bunu reddeder, beraet kazanır. Hoşlanmayan selâmet kazanır. Hoşlanan, uyan, fitneye uğramış olur.
(Dediler ki: “–Onlarla cenkleşmeyelim mi?” Buyurdu ki:)
“–Namaz kılarlarsa, cenkleşmeyin!”
(Hz. Ümmü Seleme RA)

 

302/11. Benden sonra yakında bir takım sultanlar (devlet başkanları) peydah olur. Kapılarında fitneler develerin yatakları gibidir. Kimseye bir hayır göstermezler. Bir şey verilirse, ancak onların dinlerinden bir taviz koparılarak verilir.
(Hz. Abdullah ibn-i Hars RA)

AHİR ZAMAN FIKHI

kıyamet alametleri suyuti ile ilgili görsel sonucu

kıyamet alametleri kitap ile ilgili görsel sonucu

 

Prof. Hayrettin Karaman’ın yazısından öğrendiğimize göre, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde, “iyi niyet ve gayret sahibi rektörünün himmetiyle” 4-6 Ekim 2018 tarihinde, İslâm âleminin muhtelif yerlerinden ilim erbabının katıldığı “İslâm Medeniyetinin Geleceği” konulu bir çalıştay yapılmış.

Gayretli oldukları kesin.. Muhtemelen iyi niyetlidirler de..

Fakat, son tahlilde boş işlerle uğraşıyorlar.

Faydasız..

*

Yıllardır, şifahî görüşmelerimde birçok kişiye söylediğim bir husus var..

Kıyamet alâmetleriyle ve ahir zamanla ilgili hadîs-i şerîfleri çok iyi ve dikkatli bir biçimde okuyup anlamadan bugünü doğru yorumlayamayız.

Geleceği anlayamayız.

Resulullah s.a.s. bize iş bırakmamış, “İslam medeniyetinin geleceği”ni anlatmış.

Söz konusu hadîs-i şerîfler aynı zamanda “mucize” niteliği taşıyor.

Mesela Peygamberimiz s.a.s., Yahudiler‘in gün gelip Filistin ve Kudüs‘te siyasal hâkimiyet kuracaklarını haber vermiş.

Yaşadığı döneme bakıldığında, normal şartlarda, hiç kimsenin gelecekle ilgili böyle bir tahminde bulunabilmesi mümkün değil.

Çünkü, Roma İmparatorluğu miladî 70’lerde Yahudiler’i Filistin’den kovmuş, sürgün etmiş..

Farklı beldelere dağılmışlar. Aradan yüzyıllar geçmiş.

Bir daha Filistin’e dönmeleri de olacak birşey gibi görünmüyor.

Ama bu, olacak gibi görünmeyen şey, geçen yüzyılda oldu.

*

Yıllardır sözlü olarak dikkat çektiğim bu ahir zamanla ilgili hususu Yemenli âlimlerin ilmî bir zeminde ele aldıklarını yakın zamanda öğrendim.

Konuyla ilgili kitaplar yazmışlar.

Hareket noktaları şu: İslamî ilimlerin tedvinine temel teşkil eden Cibrîl hadîsinin kılavuzluğunda yapılan Kelam, Fıkıh ve Tasavvuf şeklindeki tasnif genel kabul görmüş.. Fakat söz konusu hadîste bir de kıyamet saati ile ilgili bir soru var.

O halde, bu hususun da ayrı bir ilim dalı olarak özel çalışma konusu yapılması gerekiyor.

Çünkü Kıyamet’in zamanı değilse de, alâmetleri haber verilmiş.

Ve bu haberler, aslında ashabdan çok bizleri ilgilendiriyor.

Çünkü, bu alâmetleri asıl yaşayanlar, etkisine asıl maruz kalanlar bizleriz.

*

İslam medeniyetinin geleceği, ancak ahir zaman ve kıyamet alâmetleri ile ilgili hadîsler çerçevesinde ele alınırsa faydalı bir çalışma konusu olabilir.

Aksi takdirde, bir tür kâhinliğe, entelektüel şovmenliğe dönüşmesi engellenemez.

Bizi, yaşadığımız andan koparan, hayal âlemlerine daldıran bir tür uyuşturucuya dönüşür.

Ancak, günümüz Diyanet kurumunun da, ilahiyatlarının da, böylesi “ahir zamanla ilgili hadîslere” dayalı bir çalışma yapması mümkün değildir.

Beklenmemelidir.

Çünkü söz konusu hadîsler bugünkü “bulunmaz Hint kumaşı idarecilerimiz“in de, Diyanet’in de, bu zamanın “kapıkulu mollaları“nın da ipliğini pazara çıkarıyor.

Yüzlerine ayna tutuyor.

O yüzden, ahir zaman ve kıyamet alâmetleri ile ilgili hadîsleri fazla gündeme getirmemeye, mesela hutbe ve vaazlarda konu edinmemeye, halının altına süpürmeye devam edeceklerdir.

Başlarını kuma gömeceklerdir.

BU HABER DOĞRUYSA, CIA’İN ERDOĞAN’A “SEN KANALİSTANBUL’DA ÇOK BÜYÜK BİR YOLSUZLUK YAPIYORSUN, BAK ANLATIRIZ” DEMİŞ OLMASI GEREKİYOR..

ERDOĞAN’A ŞANTAJ YAPILDIYSA ANCAK BU ŞEKİLDE OLABİLİR..

BAŞKASI MÜMKÜN DEĞİL..

ERDOĞAN AÇIKLAMA YAPIP SPEKÜLASYONLARI BİTİRMELİDİR..

*

Kaşıkçı cinayeti Kanal İstanbul’a karıştı!..

Ahmet TAKAN
28 Ekim 2018

Rüzgar gibi geldi gitti  Türkiye’den… CIA Başkanı Gina Haspel… Cemal Kaşıkçı cinayetini konuşmuş olmalıydı. Öyle diyorlardı!.. Niye “mış”,”muş” ettiğimi ilerleyen satırlarda anlatmaya çalışacağım. İşin içinde en üst düzeyde istihbaratçılar olduğundan medyaya  bilgi sızdırılmaması gayet normaldi. Dışarıdaki basında çok şey yazılıp çizilse de, içerdeki basından Haspel’in muhatapları ve Türk yetkililerle yaptığı görüşmelerde kimi yerde Türkçe konuştuğunu ve hatta Türkçe espriler yaptığını okuduk. Yani, Haspel, bizimkilerle görüşürken hava oldukça dostaneydi!..

Haspel’in Trump tarafından apar topar Türkiye’ye gönderildiği gün (geçtiğimiz Salı) Cumhur İttifakının çatırtıları ortalığı inletiyordu. R. Erdoğan’ın grup toplantısına gecikmesi, “Bahçeli’nin  grup konuşmasını dikkatle dinledi. Konuştuklarını tek tek not aldı. Sonra da kendi konuşma metnini yeniden yazdırdığı için AKP grup toplantısının başlaması gecikti” diye yorumlanıyordu. Tanıdığım Erdoğan’ın Bahçeli’ye verdiği o cevaplar için bir metin yazdırmasına gerek yoktu ya!.. Neyse… Yedik!.. Gecikmenin sebebi Bahçeli’ye bilinçli ve planlı bir şekilde yüklenmiş olamaz mıydı?.. Her taraftan üzerinde düşünülmesi gereken bir soru…

Cemal Kaşıkçı cinayetinde birçok gerçeği dış basın üzerinden ve -her kimse-bir Türk yetkili” kaynak gösterilerek öğrendik. Kısa bir süre sessiz kalan R. Erdoğan, şu sıralar var gücüyle topa giriyor. Geçtiğimiz hafta sonu, Salı günkü grup toplantısında Erdoğan’ın Kaşıkçı cinayeti ile ilgili çok önemli açıklamalar yapacağı duyurulmuştu. AKP’nin grup toplantısında özne Bahçeli ve “herkes kendi yoluna” oldu. Kimi çevreler, “Suudi Arabistan konusunda çok önemli şeyler bekliyorduk ama dağ fare doğdurdu” diye mırıldanır gibi yaptı.

CIA Başkanı hanımefendinin Türkiye ziyaretinin haspelkader gerçekleşmediği ortadaydı. Bizde pek yankı bulmadı (!) ancak eski İngiliz Büyükelçisi Craig Murray’ın, Kaşıkçı cinayeti için Türkiye’ye gelen CIA Başkanı Gina Haspel’in elindeki delilleri açıklamaması için Erdoğan’ı tehdit ettiğini öne sürdüğü yazısı dış basında epey yankılandı. Craig Murray, söz konusu yazıyı,  “Khashoggi, Erdogan and the Truth” başlığıyla 24 Ekim (Çarşamba) tarihinde kişisel blog sitesinde paylaştı.

Craig Murray’ın yazısı

Eski İngiliz Büyükelçi Murray, kendisinin de Kaşıkçı cinayetine ait olduğu öne sürülen videodan olduğunu düşündüğü kareleri gördüğünü yazdı. Ses ve görüntü kaydının Almanya, Rusya, ABD ve İngiltere’nin de aralarında olduğu dünya istihbarat teşkilatları ile paylaşıldığını öne sürdü. Craig Murray’ın kişisel bloğunda paylaştığı o yazıdan bir bölüm;

“Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Kaşıkçı cinayetine ilişkin Türkiye’nin paylaştığı söylem doğru, hatta her detayına kadar. Cinayete ilişkin ses ve video kaydı ABD, İngiltere, Almanya ve Rusya’nın da aralarında olduğu Türkiye ile temastaki başlıca istihbarat servisleri ile paylaşıldı.

Bu delillerden sonra batılı ülkeler isteseler de Veliaht Prens Muhammed bin Selman’a destek veremedi. Konsolosluğun içinden çekilmiş video kaydını görmedim ama o videodan alınmış olduğunu düşündüğüm kareler gösterildi bana. En önemlisi de kareler sabitlenmiş bir kameradan alınan görüntüler değil. Öyle görünüyor ki, kurbanın yanında getirdiği bir cihaz tarafından kaydedilmiş. Bana çok az kısmı gösterildi. Ses kaydını dinlemedim.

Suudi Arabistan’ın olaya ilişkin; sorgulama sırasında işler ters gitti, (ki doğru değil), açıklamasına ilişkin söylenecek ilk şey şu: Bu onların düzenli uyguladıkları bir metod.

Suudiler uzun zamandır muhalifleri yurt dışında kaçırıyor, ülkeye getiriyor ve gizlice öldürüyor.”

Murray’ın  Erdoğan hakkındaki iddiası ile ilgili bölümün çevirisi de şöyle:

“İşkence konusunda aynı şüphecilik CIA işkence ve olağanüstü yorumlama programında işkenceyi kişisel olarak denetleyen CIA Direktörü Gina Haspel ile ilgili olarak birçok kez doğrulandı. Haspel, Erdoğan’ın dün yaptığı açıklamalarda doğrudan Muhammed Bin Salman’ı suçlama girişiminden vazgeçmesi için acilen Donald Trump tarafından Ankara’ya gönderildi. Salman’ın Şii Müslümanlarına karşı duyduğu nefret ve İsrail ile yaptıkları ittifak, Trump’ın Ortadoğu politikasının temelini oluşturuyor.

Haspel’in anlattıklarının özeti çok basitti. Haspel, Kanal İstanbul Projesi’nin üst düzeyde büyük bir yolsuzluğa yol açtığını iddia eden muhalif istihbaratlar aldığını ve Erdoğan’ın istihbarat kurumlarının elinde bulundurdukları bütün bilgileri kamuya duyurmaya başlamasının iyi bir fikir olmayacağını belirtti.

Erdoğan’ın dün yaptığı konuşmasında Haspel’in müdahalesinin sonucu olup olmadığını bilmiyorum. Erdoğan, özellikle de telefon engellemeleri ve katillerden Salman’ın ofisine yapılan Skype çağrıları ile ilgili olarak kendi amacına uygun şekilde kartlarını tutabilir. Haspel’in kısa özetiyle ilgili güvenli bir kaynağından güvenilir bir kaynaktan bahsediyorum, ancak daha sonra tanıştığı kişilerle ya da Türklerin kendisine söylediği şeyle ilgili bir güncelleme yapılmadı. Trump’ın bu sabahki pozisyonunda Salman’ın yer alabileceğini göstermesi, Haspel’in Türklerin daha güçlü kanıtlara sahip olduğuna ve iyi kullanabileceğine ikna olması çok muhtemel görünüyor.”

Eski İngiliz Büyükelçisinin yazdıkları doğru mu?.. Haspel, bu iddiaları kimin önüne koydu?.. Hakan Fidan’a mı yoksa  doğrudan Erdoğan’ın önüne mi getirdi?.. Acilen kamuoyunun aydınlatılması gerekmiyor mu?..

Papaz hadisesine benzemez İnşallah!..

 

Kaynak Yeniçağ: Kaşıkçı cinayeti Kanal İstanbul’a karıştı!.. – Ahmet TAKAN

SON BİN YILIN EN BÜYÜK TÜRK YAĞ TULUMLARI (YA DA BİDONLARI)

 

AKP İzmir eski milletvekili Hüseyin Kocabıyık’ın böyle gündeme gelmesinin nedeni, eşi Funda Kocabıyık’ın Uşak valisi olması..

Funda hanımın asıl mesleği felsefe öğretmenliğiymiş..

Önce Milli Eğitim Bakanlığı’nda genel müdür yapılmış, şimdi de vali..

Vali olarak atanması isabet olmuş, böyle başa böyle traş..

*

İmdi, Fethullah Gülen için “Son bin yılın (100 yılın, 500 yılın da değil) en büyük Türk büyüklerinden biri” “saptamasını” yapan bir adamın milletvekili olması, yani bu milletin vekili olması, hem de AKP’den vekil olması, bu memleketin durumunu çok güzel anlatıyor.

Bunlardaki firaset, basiret, akıl, fikir, izan işte bu..

Ha, Recep Tayyip Erdoğan hazretleri Hüseyin efendiden daha mı iyi durumda derseniz, aklıma 2013 yılı Türkçe Olimpiyatları’ndaki “Bitsin bu hasret!” şarkısı gelir.

*

Odatv, Hüseyin Efendi’nin Yeni Asır gazetesinde yayınlanmış bir yazısını aktarmış..

Tarih, 12 Aralık 2009..

Bu Hüseyin, Fethullah‘ı yağlayıp cilalayarak başladığı yazısında, “Dindarları sever, dincilerden nefret ederim” diyor.

Kafa bu olduğu için, karısı valiliği hak ediyor. Hem “derin devlet“e göre, hem de “Arap Baharı’nın laiklik havarisi Aziz Atatürkçü Recep“e göre bir adam.

Tam bu düzen için biçilmiş kaftan.. Bundan iyisi Şam’da kayısı..

Dindarları severmiş, dincilerden nefret edermiş..

Dindar, Fethullah.. (Övünmek gibi olmasın, ben dinciyim.)

Silahdarları severmiş, silahçılardan nefret edermiş.

Hazinedarı severmiş, hazineciyle arası yokmuş.

Kincilerden nefret edermiş de, kindarlara sempati duyarmış..

Yakışanı bu, böyle geri zekâlılardan ancak dinci-dindar aptalca ayrımını yapmaları beklenir.

Ve de dincilerden nefret etmeleri..

İşte ben de böyle, Fethullah gibi birini son bin yılın en büyük Türk büyüğü ilan edebilen geri zekâlılardan nefret ediyorum. 

Elimde değil.

Fırıldağı geçtik, helikopter pervanesi gibi döneklik yaparak, aynı adama şimdi de son bin yılın en büyük şeytanı muamelesi yapan bu geri zekâlı yağ tulumlarından (bidon da diyebilirsiniz), evet, iğreniyorum.

*

Bu geri zekâlı döneğe, uçak motoru pervanesine göre, Fethullah Gülen “Evrensel Türk Rönenansını başlatan bir Türk mucizesi“ymiş..

Fethullah’ta mucize değilse de harikuladelik anlamına gelen bir taraf olduğunu ben de kabul ediyorum.

Bu AKP taifesinin nasıl bir angutlar ve dönek pervaneler koleksiyonu olduğunu inkâra mahal bırakmayacak şekilde belgeledi.

Onun karşısında fazla dönmekten feleklerini şaşırdılar, ne diyeceklerini de bilemez hale geldiler.

Sarkacın “Ne aldatan olduk, ne aldanan” ucunda mı, “Maalesef aldatıldık, aldandık” tarafında mı duracaklarını bilememenin sarhoşluğunu hâlâ üzerlerinden atabilmiş değiller.

*

Bu AKP milletvekili, Fethullah’ı eleştirenler için bazı iltifatlar da yağdırmış..

Onları “ceviz büyüklüğünde beyinli” olmakla suçluyor.

Bence haksızlık ediyor.

Fethullah’ı en çok eleştirme rekorunu kırmış olan Recep Tayyip Erdoğan‘ın beyni bence diğer insanlarınki kadar.

*

Hüseyin fırıldağına (pervanesine) göre, bu büyük Türk (yani Fethullah) aleyhine psikolojik savaş taktikleri kullanılarak tezvirat yapılıyormuş.

Sıradan insanların bu ağır taarruza duygularını ve algılarını kapatabilmesi kolay değilmiş.

Ama bu büyük Türk‘e kem gözler ve kem sözler zarar veremezmiş.

Bu büyük Türk Sokrat, Galile, İmam-ı Azam, Hallac-ı Mansur ve Pir Sultan Abdal gibi biriymiş.

Hüseyin fırıldağı örneklerini özene bezene seçmiş..

Sokrat, kendi devleti tarafından cezaya layık görülüp idam edildiyse ne gam!..

Hallac-ı Mansur zamanın mahkemesi tarafından idama mahkum edildiyse ne çıkar!

İmam-ı Azam hapiste öldüyse, kaybeden taraf mı sayılır!

Bu durumda, şimdi Fethullah’ı suçlayan çevrelere (en başta da Recep Tayyip Erdoğan‘a) bu sözler çerçevesinde Engizisyonculuk vs. rolü düşüyor demektir.

Aslına bakılırsa, bu ülkede, bu Hüseyin’in yazdıklarının benzerlerini söylediği için FETÖ’cü damgasını yiyerek pişmiş tavuğun maceralarının tadına bakan dünya kadar insan var şu anda.

Maşallah bu Hüseyin kedi gibi hep dört ayak üstüne düşmüş.

*

Hüseyin, “Bazen değer düşmanı bir toplum olduğumuz duygusuna kapılıyorum” diyor.

Neden kapılıyormuş?

Şundan: Tarihin bize bahşettiği olağanüstü insanları (Burada Fethullah oluyor) kendi ideolojik önyargılarımız yüzünden anlamıyormuşuz.

Hatta marazi bir biçimde düşman belliyormuşuz.

Kendi içimizden çıkmış ve bütün dünyayı insanlık değerleri adına etkileyen büyük bir insana böylesine hoyrat davranacak kadar ideolojik hastalıkların pençesinde kıvranan bir toplummuşuz.

Bence, Recep Tayyip Erdoğan bu suçlamaları hak etmiyor.

Ve Hüseyin fazla karamsar, fazla kötümser..

Halbuki hiç gerek yok.. Hayat güzel..

Bakın, fırıldak (pardon pervane) Hüseyin’in ve onun bulunmaz Hint kumaşı eşinin değerini Recep Tayyip Erdoğan (ve tabiî ki bizim “derin devlet”imiz) pek âlâ anlamış..