SEN KİMİN KULUSUN, ALLAHU TEALA’NIN MI, TUNUSLU HAYRETTİN’İN Mİ?

 

tunuslu hayrettin paşa ile ilgili görsel sonucu

tunuslu hayrettin paşa ile ilgili görsel sonucu

tunuslu hayrettin paşa ile ilgili görsel sonucu

tunuslu hayrettin paşa ile ilgili görsel sonucu

 

Yeni Şafak‘ın angut yazarı Ergün Yıldırım bugünkü yazısında yine ancak bir münafığa yakışan şeyler yazmış.

Bu boş kafalı geveze, yazısınaOsmanlı İslamcılığına, İstanbul İslamlaşması diyorum” diye başlamış.

Osmanlı İslamcılığı dediği şey, Tunuslu Hayrettin Paşa’nın birtakım değerlendirmeleri.

Yani aslında bu, Tunuslu Hayrettin Paşa İslamcılığı..

*

Ne yapmış bu Tunuslu Hayrettin?

Şunu:

 

İstanbul İslamlaşma düşüncesi, yeniden bir İslami canlanma. Toplumu ve politik alanı tekfir ederek bunu yapmıyor. “Kafir devlet”, “cahiliye toplumu”, “hakimiyet Allah’ındır” sloganıyla yola çıkmıyor. Siyasal sistemi tağut ilan ederek politik bir tevhit çizgisi geliştirmiyor. İslam Nizami diyerek demokrasiye küfür de demiyor. Tekfir, reddiye ve haricilik tutumlarından apayrı bir yöntem keşfediyor. Meşrutiyet düşüncesi ile büyük bir siyasal yenilik ortaya koyuyor. İstibdat eleştirisi yapıyor, ancak ne devleti ret ediyor ne de devleti mutlaklaştırıyor. Devlete bir ontolojik mesele diye yaklaşmıyor. Siyasal alana küfür ve tevhit diye bakmıyor. Siyaset siyasal katılım, siyasal tecdit ve siyasal değişim açısından değerlendiriyor. Müslüman toplumların uğradığı işgal ve karşı karşıya kaldığı “gerilik sorunu”nu nasıl bir siyasal yöntemle aşılabileceğini tartışıyor.

 

Bunlar saçma sapan zırvalar..

Bir defa, Osmanlı Devleti’nde paşalık unvanını da almış bir devlet yetkilisinin “Kafir devlet”, “cahiliye toplumu”, “hakimiyet Allah’ındır” vs. türünden ifadeleri kullanması abes olurdu.

O gün için üzerinde kafa yorulan tek sorun var, Batı karşısındaki geri kalmışlık.

Ve Tunuslu Hayrettin’in bulduğu cevabın bir orijinalliği yok, o sıralarda İslamî hassasiyeti olan herkesin dile getirdiği basmakalıp bir çözüm: Müslüman kalarak Batı’nın teknik bilgisini alalım.

Ancak mesele burada kalmıyor, aynı zamanda Batı’daki devlet kurumlarının muadillerinin de oluşturulmasının faydalı olacağı düşünülüyor.

Bu yüzden gündemlerinde iman ve küfür yok, İngiliz usulü bir meşrutiyet idaresi vs. var.

Padişahların yetkileri, (en azından fiilen) geçmişte hiç olmadığı kadar daraltılmış, fakat bir istibdat eleştirisi almış başını gitmiş.

*

Bu Tunuslu Hayrettin, demokrasiye küfür demiyormuş..

Tunuslu Hayrettin nedir, fetvaları çok önem taşıyan ilimde rüsuh sahibi bir fakih mi?

Ya da, laflarına itiraz edilemeyecek bir peygamber mi?

Onun küfür dememesi, demokrasiyi savunmanın caiz ve helal olması sonucunu mu verir?

Kuş kadar beyni olan biri bilir ki, Şeriat‘le kayıtlı olmayan, kanun koyuculuğu son tahlilde halka verdiğini iddia eden bir demokrasi anlayışını benimsemek küfrün daniskasıdır.

Ama eğer demokrasiden anladığınız şey salt biat diye de yorumlanabilecek bir seçim ameliyesi olursa, onun için küfür fetvasının verilmesi yanlış olur.

Fakat siz, laik demokrasi adına “müslüman olmayana da biat edilebileceğini, onun da yönetici olarak metbu hale gelebileceğini” savunursanız, bu da buz gibi küfürdür.

*

Bu densiz soytarı neden bu zırvaları yazıyor?

Muhtemelen, mevcut laik/dinsiz devlet anlayışının “iman, küfür, Allah’ın hakimiyeti, tağut, küfür devleti, cahiliye toplumu” gibi kavramlar eşliğinde tartışılması ve sorgulanması yerine, Osmanlı üzerinden aklanması ve meşrulaştırılmasını sağlayacak bir kavramsal çerçeve oluşturmak için.

Buna, İslam’ı, savunuyormuş gibi yaparak tahrif edip yıkmak denir.

Geri zekâlı şerefsiz, senin Tunuslu Hayrettin‘inin tağut kavramını kullanmaması, bu kavramın kullanılmamasının iyi birşey olacağını mı gösterir?

Tağut kavramını Tunuslu Hayrettin kullanmamışsa, yerlerin ve göklerin, bizler de dahil olmak üzere yerlerde ve göklerde olan herşeyin yaratıcısı olan Allahu Teala kullanmış..

Sen kimin kulusun, adi şerefsiz?.. Allahu Teala’nın mı, Tunuslu Hayrettin’in mi?

Ve de sen, Kur’an‘ın bütününe inanmıyor musun? Sence Kur’an‘daki bazı ayetler hükümsüz ve bazı kavramlar gereksiz mi?

İnanıyorsan, neden tağut kavramının kullanılmasından rahatsız oluyorsun?

Neden Allah’ın hakimiyetinden söz edilmesi seni rahatsız ediyor?

Cevabı vereyim: Senin kalbinde nifak var.

Her kap, içinde olanı sızdırır, evet küfür ithamına maruz kalmamak için tevile müsait sinek gibi uçucu bir üslup kullanıyorsun, fakat asıl niyetin, başı kumdaki devekuşunun mabadı gibi çirkin bir şekilde arz-ı endam ediyor.

EHL-İ SÜNNET ETİKETLİ EHL-İ BİD’AT

 

senusi nassın uygulanışı ile ilgili görsel sonucu

 

MEZHEBE İTTİBA BAŞKA BİRŞEY, MEZHEP TAASSUBU VE MEZHEPÇİLİK BAŞKA BİRŞEYDİR

 

… Neticede [mezheb sahibi] müctehid imamların Sünnet’le çelişen bazı sözlerinden dolayı Kitab ve Sünnet’e sarılmadıkları iddialarının, [onların] yaşantılarına tamamen ters ve doğruluktan son derece uzak iddialar olduğu bizce kesinleşmiştir. [Söz konusu çelişkilere “hadîsin müctehide ulaşmaması, ona göre hadîsin uydurma olması, ya da zayıf olması, yahut hadîsi unutması, veya hadîsi tam anlayamaması, veya hadîsin nesh edildiğini gösteren başka bir hadîsin bulunması, veyahut hadîsten farklı manalar çıkması” gibi nedenler yol açabilmektedir.]

Taassubun hakkı görmekte kör ettiği bazı insanlar “Kitab ve Sünnet yetmişiki fırka arasında müşterektir. Biri hariç, diğer fırkalar ateştedirler. Hak fırka sadece dört mezhebten birine uyan fırkadır” diye saçmalamışlardır. Biz kendilerine soruyoruz: İstisna ettiğiniz fırkanın [dört mezhebin] dışındaki insanlar Cehennem’de mi olacaklardır? Çünkü bu söz, Peygamber s.a.s.’in meşhur hadîsinde üstünlüklerini belirtmiş olduğu ilk üç asırda yaşayan Müslümanların [sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn] ateşte olacaklarını ifade etmektedir. Çünkü onlar dört mezhepten herhangi birine uymamışlardır. Dolayısıyla onlar da, istisna edilen [ateşten kurtulan] fırkaya girmiyorlar. …

Arapça’yı en güzel konuşan Resulullah’ın sözlerini tam zıddına nasıl hamlediyor bunlar? Resulullah s.a.s.’in apaçık sözlerinin tam aksini savunanlar imandan ne kadar uzaklar! Resulullah s.a.s. ümmetinin ayrılığa düşeceğini söylemiş, hak fırkayı ancak Kitab ve Sünnet’e sarılanlar olarak tanımlamıştır. Oysa onlar, Kitab ve Sünnet’e sarılan hak fırkanın ayrılığa düşeceğini [haktan sapacağını] iddia edip, hak fırkanın sadece dört mezhepten birine uyanlar olduğunu söylüyorlar. “La ilahe illallah” diyeni tekfir etmekten kaçınarak tevil etmek olmasa, bunları [Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetindeki haham ve rahiplerini rabler edinen müşrik yahudi ve hristiyanlara benzemeleri yüzünden] tekfir etmemek için başka bir yol göremiyorum. [Böyle söyleyenler, lafın ucunun nereye gittiğini idrak etmekten aciz bilgisiz kimseler oldukları için “Lazım-ı küfür değil, iltizamı küfür, küfürdür” denilerek tekfir edilmezler. Fakat, böyle söyleyenlerden mesele kendilerine açıklanıp da taassupla inat edenlerin en azından bid’atçi ve sapık oldukları kesindir. Ehl-i Sünnet iddiasıyla ortaya çıksalar da gerçekte ehl-i bid’attirler.] 

… Resulullah s.a.s. fırka-i naciye yani “kurtulmuş” fırkayı açıkça beyan etmiştir. Hadîsin metni şöyledir: “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Yetmişikisi ateşte, birisi de cennette olacaktır. O da cemaat olanıdır.” İmam Ahmed’in [farklı bir] rivayetine göre “Benim ve ashabımın şu an üzerinde bulunduğumuz yolda olanlardır” buyurmuştur. … Başka bir rivayette Resulullah s.a.s. sapık fırkayı şöyle tanımlamıştır: “Dinini bırakıp cemaatten ayrılanlardır.”

 

(Şeyh Senûsî, İctihad ve Taklid Çerçevesinde Nassın Uygulanışı, çev. Abdülhadi Timurtaş, İstanbul: İnsan Y., 1995, s. 14, 40-42.)

*

hamidullah islam peygamberi ile ilgili görsel sonucu

 

CEMAAT, MİLLET VE KAVİM

 

[Araplar tarafından] Vatandaşların hepsine birden cemâ’a (cemâ’at) deniyordu. Resulullah, diğer bütün insanlardan ayrı ve müstakil bir niteliğe sahip olmak üzere kendi müntesiplerinin hepsini birden ifade etmek üzere bu ıstılahı [terimi] aynen kullandı. (Memleketin diğer bütün sakinleri gibi Bahreyn sultanını da Cemâ’at’a girmeğe davet eden mektubuna bakınız.)

Kur’an-ı Kerîm başka iki ıstılah kullanmaktadır: Millet ve kavm. Bunlardan ilki [millet], daha ziyade “dinsiz ve imansızların hariç tutulduğu dinî bir cemâat” manasını ifade eder; Kavm, “dinle alakası olmayanları da içine almak ve bütün bir halkı ihtiva etmek üzere” çok daha geniş bir manaya sahiptir.

 

(Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, C. 2, çev. Salih Tuğ, Ankara: Yeni Şafak gazetesi promosyonu, 2003, s. 849.)

 

[Türkiye’de gerçekleştirilen adı konulmamış “dinde reform” ile birlikte “din dili/ıstılahatı/terminolojisi” laikleştirilmiş, kavramların içi boşaltılmıştır. Halka doğrudan dinsizlik/küfür dili ile hitap edilmemiş, onların benimsedikleri kavramların bizzat kendileri dinsizleştirilmiş, dinsiz bir anlama sahip hale getirilmişlerdir.

İşte millet, bunların başında gelmektedir. “Tek millet” diye yeri göğü inleten Erdoğan, bu “tek millet”e Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ateist, hristiyan, yahudi ve şamanistlerin de dahil olduğunu söylüyor. Eğer dürüst olsa, “tek kavim” demesi gerekir.

Tabiî bu Müslümanlığın yerine “yer” putunu oturtan “millet” tanımı, beraberinde “yerlilik” anlamına gelen, “milletin asıl anlamıyla ilgisiz, dinsiz bir millîlik” illüzyonu ya da aldatmacasını da beraberinde getiriyor. Oysa millet kelimesi yerine kavim kelimesini, millî kavramı yerine de sadece “yerli” kelimesini kullanmalıdırlar. Böylece, Türkler’in Anadolu’ya gelmesinden önce bu topraklarda yaşamış olan Ermeni ve Rumlar’ın hâlâ aramızda yaşayan torunlarına da “Siz bizden daha yerlisiniz, ne mübareksiniz!” diyerek “yağ” çekme imkânına da kavuşacaklardır. 

Millet de, kavim de Arapça kelimeler, peki neden dürüstçe kavim kelimesini kullanmıyorlar da “müslüman millet”i aldatmak için “millet” tabirine yanlış anlam yüklüyorlar? Hadi diyelim birçok kimse bu gerçeğin farkında değil, Erdoğan da mı bilmiyor, hiç duymadı mı?! Duymamış olması mümkün değildir. İslam’a değil, laikliğe hizmet ediyor, İslam’ın içinin boşaltılması, laikleştirilmesi ameliyesine gönüllü destek veriyor.

Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyle ‘inandık’ diyen kimselerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(ın hali) seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler, ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. ‘Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!’ derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse, sen Allah’a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.” (Diyanet Vakfı meali, Maide, 5/41)]

*

SENÛSÎ, Muhammed b. Ali

محمّد بن علي السنوسي

MUSTAFA ÇAĞRICI GİBİ MÜNAFIK ELEMANLARINA “MİLLİYETÇİ ŞEHVET PARTİSİ” KİTABI YAZDIRMAZLAR..

TAM AKSİNE, MUSTAFA ÇAĞRICI GİBİ MÜNAFIKLARIN TEBRİK ETTİĞİ AHLÂKSIZ İSMAİL SAYMAZ’LARA SENİN “TARİKAT”INI AŞAĞILAMAK İÇİN KİTAP YAZDIRIRLAR..

BİR TARAFTAN SANA “YERLİ VE MİLLİ” BOZKURTÇULUK SAPIKLIĞI YAPTIRIRLAR..

DİĞER TARAFTAN DA İSMAİL SAYMAZ DİNSİZ DENSİZİ VE MUSTAFA ÇAĞRICI GİBİ YERLİ-MİLLİ MÜNAFIKLAR ARACILIĞIYLA YÜZÜNE TÜKÜRÜRLER..

AL SANA “SATILMIŞLIK” ALÇAKLIĞINI KABUL ETMİŞ OLMANIN MÜKÂFATI: SADECE AHİRET VEBALİ DEĞİL, DÜNYADA DA REZİLLİK..

*

 

(ÜÇ DÖRT AY ÖNCESİNDEN BİR YAZI)

 

BU SAPIK, NURCU.. “RIZA NUR”CU..

(BU DERİN DEVLET CEMAATLERİ BİR TARAFTAN ERDOĞAN ÜZERİNDEN “LAİK DÜZEN”E BİAT ETTİRİYOR,

DİĞER TARAFTAN DA BAŞKA ADAMLARI VASITASIYLA BUNLARA SÖVÜYOR..)

 

 

Yarattıkları canavarlarla artık baş edemiyorlar ile ilgili görsel sonucu

Hakaretlerine “canavarlar” diyerek başlamış..

Ağza alınmayacak her hakareti yapıyor.

Ve şöyle diyor: “… iman ile bağlandığınız şeyhler iman ile Tayyib’e bağlıysa, ortada bir sorun yok, diyorsunuz.”

Evet, “laik düzen”e “Mısır ve Tunus’ta Şeriat yerine laiklik tavsiye eden” Tayyip vekaleti/proxysi üzerinden biat edilmesini bile yeterli bulmuyorlar.

“Doğrudan biat edeceksiniz” diyorlar.

Talepleri şu: Arzumuz doğrultusunda münafıkça hareket etmenizi, küfre dolambaçlı biçimde yeşil ışık yakmanızı yeterli bulmuyoruz, küfrü açık ve net bir biçimde benimseyeceksiniz.

*

Nihalt çirkefinin diğer iltifatları şöyle:

 

cemaatlerin önünü açan rezil siyasetleri

dibine kadar boka batmışlar,

cemaat bataklığından çıkamıyorlar,

yedikleri hurmalar tırmalamaya başlayınca,

ajan cemaatler

Küresel savaş ağalarının piçleri, yiyin birbirinizi,

Ahlaksız bilgisiz şarlatanlar,

küçük yaşlarda bir şeyhe bir cemaate bağlanan çocuklar ajanlıktan çekinmiyor, siyasi şizofren haline geliyor, ağbileriyle eşcinsellikten utanmıyor, ve aile ve ülke mensubiyeti yerine şeyhine cemaatine karşı adanmış bir kimlik ediniyor ve çalmaktan korkmuyor, ve şeyhin günahlarını pisliklerini görmüyor,

kendine yapılan biyolojik tacizler ya da haksızlıkları görüp aklı başına geldiği halde, her insan evladı gibi, kendini inkar edemiyor.

Hangi tür cemaat olursa olsun hangi tür ajanlık ve sapıklık ya da ağır taciz ve manipülasyonlarla

Sapık hocaları sapık cemaatleri

İki kıssa anlatan sapık şeyhler para cukka kapılarını açan maymuncuk gibi din diyanet bulmuşlar, yiyin efendiler yiyin,

Sapık ve şizofren Saidi Nursi

*

Tayyip efendiye biat eden, ona “Aziz Başkanım” filan diyen, onun isteği doğrultusunda oy vermeyi farz kabul eden, onu beklenmeden gelmiş Mehdi gibi gösteren, İslam âleminin umudu gibi allayıp pullayan, itikaden yanlış laflarını görmezden gelen kişileri savunmak bana düşmez..

Ancak, merhum Said-i Nursî gibi dünyevî hiçbir karşılık beklemeden ve kabul etmeden bu millete hizmet etmiş bulunan ulemaya hakaret edilmesine de razı olamayız.

Sapıklık ve şizofrenlik çirkef ve şirret Nihalt’a uyar, Bediüzzaman gibi deha sahibi bir şehamet ve cesaret abidesine değil..

Bu sapık Nihalt, Atatürkçü olduğunu söylüyor.. Fakat, Cumhuriyet’in ilk Milli Eğitim ve Sağlık bakanlarından Rıza Nur’un Atatürk’ü anlatırken kullandığı üslubu benimsemiş durumda..

Bu sapık, Nurcu..

Bildiğimiz Nurcu değil.. Rıza Nurcu..

MUSTAFA ÇAĞRICI MÜNAFIĞI, “MİLLİYETÇİ ŞEHVET PARTİSİ” VE “CUMHURİYET ŞEHVET PARTİSİ” BAŞLIKLI KİTAPLAR YAZMALIDIR..

“İYİLİĞİ SAVUNMA KÖTÜLÜĞE KARŞI KOYMA” KONUSUNDA “ÖRNEK” GÖSTERDİĞİ İSMAİL SAYMAZ KADAR BİLE OLAMAMASI İLAHİYAT PROF.U UNVANINI DA TAŞIYAN BU ESKİ MÜFTÜYE YAKIŞMAZ..

KİTAP YAZMAK ZOR GELİYORSA, KARAR GAZETESİNDEKİ KÖŞESİNİ BİR DEFACIK OLSUN BU BAHİSLERE AYIRABİLİR..

AYIRSIN DA, MÜNAFIK OLMADIĞINI, SADECE İLAHİYAT TİYATROSUNUN SAMİMİ BİR GERİ ZEKÂLI YETENEKSİZ SOYTARI MEDDAHI OLDUĞUNU ANLAYALIM..

 

mhp kasetler ile ilgili görsel sonucu

mhp kasetler ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

mhp kasetler ile ilgili görsel sonucu

mhp kasetler ile ilgili görsel sonucu

mhp kasetler ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

 

t24.com.tr sitesinin haberine göre, eski İstanbul Müftüsü ve Karar gazetesi yazarı Prof. Mustafa Çağrıcı, İsmail Saymaz’ın Şehvetiye Tarikatı kitabının reklamını yapmış.

Bir münafığa yakışan da budur, bir din düşmanının kitabının reklamını yapmak.

Haberde Nurettin Yıldız da unutulmamış.

Yıldız, sosyal medyada takipçisi bir kadından gelen Ehliyet alsam, araç kullansam günah mı olur?” sorusuna kadınların araba sürmesinin “ahlâkî sıkıntı” yaratabileceği cevabını vermişmiş.

Ayrıca, kadınların “yanlarında mahremleri olmadan” 90 kilometreden fazla araba kullanmalarının dinen yasak olduğunu söylemiş.

*

Nureddin Yıldız’ın cevabı sıkıntılı.

Bir defa, insanın kendi mahallesi içinde 90 km araba kullanması ile, şehirden çıkıp 90 km mesafeye yolculuk yapması farklı şeyler. Bunun belirtilmesi gerekir.

İkincisi, ahlâkî sıkıntı söz konusu olsa bile, salt sürücülüğe özgü birşey olarak görülemez, yolcu olarak arabaya binince de ortaya çıkabilir. Hatta yaya yürürken bile..

Üçüncüsü, bu konu içtihadî bir mesele.. Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hocanın, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinin sadeleştirilmiş baskısının (Azim Dağıtım) son cildine eklenmiş bulunan bir makalesi (ki Diyanet İşleri eski başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki‘nin sorusuna cevap olarak yazılmış) bu meseleyi ayrıntılı bir biçimde tartışıyor.

Merhum Elmalılı’nın açıkladığına göre, eski devirlerde günde altı saatlik yolculuk hesabıyla üç günde (18 saatte) alınabilecek mesafe 90 küsur kilometreydi. Bugün bu hesabı, at arabasına göre değil, halihazırda kullanılan araçlara göre yapmak gerekmektedir. Mesela saatte 150 km mesafe alan hızlı trenle yolculuk yapılması durumunda seferîlik mesafesi 90 küsur değil, 2 bin 700 km olmaktadır.

Bununla birlikte, Nurettin Yıldız’a yönelik itirazların iyi niyetli olmadığı, kötü niyet taşıdığı, merhum Elmalılı hocaefendinin açıklamasının aksine, ilme değil, heva ve hevese dayandığı görülüyor.

Mustafa Çağrıcı münafığı, söz konusu yazısında medreseleri de aşağılıyor.

Ancak, merhum Elmalılı medreseden yetişmişti, ilahiyat fakültesinden değil.

*

Gelelim Mustafa Çağrıcı adlı münafık soytarının asıl zırvalarına..

Bu münafık, kararsız ve dengesiz Karar gazetesinde yer alan “Tarikatlarla imtihanımız” başlıklı yazısına şöyle başlamış:

 

Öncelikle, din ilimlerinde yetişmiş on binlerce insanımızdan çıt çıkmazken iğrenç bir yaraya neşter vurup toplumda bir farkındalık oluşmasına katkı yaptığı için Şehvetiye Tarikatı adlı kitapçığın yazarı İsmail Saymaz’ı tebrik etmek lâzım.

 

Bu yeteneksiz soytarı sadece çapsız değil, aynı zamanda unutkan, o çıt çıkarmayanlardan birinin kendisi olduğunu unutmuş.

Sen nesin, müftülük de yapmış bir ilahiyat prof.u değil de, ilahiyat otoparkının paragöz değnekçisi mi?

Şu ifadeler de bu yeteneksiz anguta ait:

 

Doğrusu, ülkemizde ve dünyada İslâmî kesimlerin “ötekiler”, “dışarıdakiler” olarak gördüğü çevreler, bu cerahatin temizlenmesine dinî kesimlerin okumuşları, aydınları, “rabbânî” âlimleri, hoca efendileri… öncülük etsin diye onlara fazlasıyla zaman ve fırsat tanıdılar. Ama bütün İslam dünyasında bu sıraladığım unvanların sahipleri, böylesi sapkınlıklar karşısında etkili bir duruş sergilemediler; dinî kaynaklara, -aslından kopmadan- bu çağın insanıyla iletişim kurup, onları sapmalardan koruyacak, sıkıntılarına gerçek çözümler sunacak şekilde yorumlar getirmedikleri gibi, çıkan tek tük sesleri de anında boğdular. İşte sonunda onların bu kafalarının ürettiği şeydir Şehvetiye Tarikatı. Devamı da gelecektir.

 

Peki sen, bir ilahiyatçı prof. müftü eskisi olarak, o dinî kesim okumuşlarından değil misin?

Sen neden sustun?

Tabiî, aslında burada bir çarpıtma da var..

Çünkü İsmail Saymaz sahtekârının (ki, gazeteciliğin ötesinde bağlantıları ve misyonu bulunduğu, Ergenekon davası sürecinde üstlendiği rolden ve o sırada yazdığı -daha doğrusu kendisine yazdırılan- kitaplardan anlaşılıyor), evet İsmail Saymaz sahtekârının şehvetli kitabında konu edindiği şahıslar ya da oluşumlardan normal bir “okumuş, aydın, rabbânî âlim ya da hoca efendi”nin haberinin olmaması doğaldır.

Mesela İstanbul Fatih’te ya da bir fakültede talim ve tedrisle meşgul bir ilim adamının, işi gücü bırakıp da Türkiye’nin dört bir yanındaki böylesi sapkın şahıs ve oluşumları takip etmesi mümkün olabilecek birşey değildir.

Bunu yapacak olan, öncelikle, devletin güvenlik güçleri, savcılıklar ve mahkemelerdir. Takip ve mücadele görevi onlara aittir.

Halkı bilgilendirme görevi ise medyaya, gazetecilere düşmektedir.

*

Ancak, İsmail Saymaz türü sahtekârların konuyu yansıtış biçimi, yapılanın bir bilgilendirme faaliyeti değil, psikolojik savaş ve algı operasyonu olduğunu ispatlıyor.

Her gün gazetelerde, kendilerini savcı, polis, MİT’çi vs. diye tanıtarak birilerini dolandıran insanlara dair haberler okuyoruz.

Kimse, bunlardan hareketle, “Dolandırıcı Savcılık, Dolandırıcı Polis, Dolandırıcı MİT” vs. türünden adlar taşıyan kitaplar yazmıyor.

Memlekette beş tane sahtekâr çıkıp tarikat maskesi altında ahlâksızlık yapmışsa, ve sen buna dair kitap yazıyorsan, ismi Şehvetiye Tarikatı mı olmalıdır?!

Evet, buradaki ahlâksızlık sadece söz konusu kitapta anlatılan şahıslar ve oluşumlarla ilgili değil.

Kitabın yazarı İsmail Saymaz da tam bir ahlâksız.

Kitabı da bir ahlâksızlık şaheseri.

*

Çünkü burada, en ahlâksızından bir psikolojik savaş ve algı operasyonu söz konusu.

Bu kitapla aslında söz konusu beş ahlâksız şahıs değil, tarikat kavramı hedef alınıyor.

Burada, psikolojik savaş literatüründe “transfer” ya da “ilintilendirme” diye adlandırılan bir tekniğin uygulanması söz konusu.

Bu teknik, hedef kitleye kabul ettirilmesi veya reddettirilmesi için bir birey, grup veya bir değerin iyi veya kötü özelliklerinin bir diğer birey, grup veya değere aktarılması esasına dayanır.

Bu olayda, beş tane ahlâksızın rezaletleri bütün bir tarikat kurum ve kavramına aktarılıp yükleniyor.

Bunun için de, yine psikolojik savaş teknikleri olarak “kasıtlı muğlaklığa dayalı genellemecilik, nedeni aşırı basitleştirme ve damgalama/yaftalama” işlemleri yapılıyor.

*

Şurası kesindir, iyi şeyler daha çok istismar edilir.

Mesela birçok profesyonel dilencinin, müslüman halkın dinî duygularını sömürmek için sokaklarda takkeli ve sakallı dolaştığı görülür. Dillerinden de “Allah, Peygamber” vs. düşmez. Aynı şekilde, başını gayet iyi örtmüş profesyonel dilenci bayanlarla da sıkça karşılaşabilirsiniz.

Siz hiç, “Aziz Atatürk’ün rızası/hatırı için bir sadaka” diyen dilenciye rastladınız mı?

Aynı şekilde bu istismarcı dilenciler, genelde cami önlerini mesken tutarlar.. Bar, pavyon, opera, stadyum, yüzme havuzu, plaj, beş yıldızlı otel, tiyatro binası önlerini değil.. Anıtkabir’in önüne de gitmezler.

Nasıl MİT’çi gibi görünerek dolandırıcılık yapanlardan dolayı “Dolandırıcı MİT” diye kitap yazmak ahlâksızlık demek olursa, Şehvetiye Tarikatı adıyla kitap yazmak da ahlâksızlıktır.

“Dolandırıcı MİT” diye kitap yazarsanız, asıl amacınızın dolandırıcılarla mücadele değil, MİT’in adını kirletmek olduğu ortaya çıkar.

Yine, polislerden de suça bulaşanlar, suçlularla işbirliği yapanlar olabiliyor, ve bu tür olaylar ara sıra medyaya yansıyor. Bundan hareketle kimse “Suç Çetesi Emniyet Teşkilatı” gibi adlar taşıyan kitaplar yazmıyor.

Dahası, TSK, yargı, Emniyet Teşkilatı, Milli Eğitim Bakanlığı ve MİT’in, pekçok FETÖ‘cüyü bünyesinde barındırmakta olduğu 15 Temmuz sonrasında ortaya çıkmış bulunduğu halde, FETÖ’nün ismi üzerinden bu kurumların yıpratılması gibi bir tavır sergilenmedi.

Yani ne “FETÖ’cü MİT“, ne “FETÖ’leşmiş TSK“, ne “FETÖ Yuvası Emniyet Teşkilatı” ve ne de “Milli FETÖ Eğitim Bakanlığı” diye kitap yazıldı.

Fakat, Ahmed-i Yesevî, Akşemseddin, Şeyh Edebali, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Aziz Mahmud Hüdayî, Cüneyd-i Bağdadî, İbrahim Edhem, Hatem-i Esamm, Şeyh Şamil, Emir Sultan gibi nice müstesna şahsiyetin yetişmesine vesile olmuş bulunan tarikat kavramı ve kurumu, beş tane ahlâksız zibidi üzerinden şehvetle “ilintili” hale getirilebildi.

*

Bilindiği gibi, 2010 yılında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal ile CHP Ankara Milletvekili Nesrin Baytok’un bir odada çekilmiş görüntüleri gündemi işgal etmiş, ve Baykal birkaç gün sonra CHP Genel Başkanlığından istifa etmişti.

Kimse de bunun üzerine CHP için “Cumhuriyet Şehvet Partisi” adıyla kitap yazmamıştı.

Buradaki şehvet “akredite” ve de “milli ve yerli” bir şehvetti. Dolayısıyla sorun değildi. Sorun, bu şehvetin yayın konusu yapılması, haberleştirilmesiydi.

Bu olaydan bir yıl sonra piyango MHP’ye vurmuş, bu partinin 15 üst düzey yöneticisinden 10’unun kasetleri ortalığa saçılmıştı.

Ve de kimse, “Milliyetçi Şehvet Partisi” diye kitap yazmamıştı.

Tam aksine, bu kasetlerin yayınlanması ve haberlere konu edilmesi ahlâksızlık olarak nitelendirilmişti. Buradaki şehvet de “yerli ve milli” olduğu için masumdu.

Sonradan, bütün bu kaset işlerinin sorumluluğu FETÖ‘nün üzerine yıkıldı.

*

İsmail Saymaz piyonunun kitabına dönelim..

Eski müftü Mustafa Çağrıcı fırıldağı şöyle diyor:

 

Bazıları, “Ne yani, İslam’ın ve Müslümanların geleceği İsmail Saymaz gibilerine mi kaldı!” diyebilirler. Bu itiraz haksızdır. Çünkü ilk olarak, dinî kaynaklarımıza göre “iyiliği savunmak, kötülüğe karşı koymak” sadece hocanın-hacının işi değil, pozisyonlarına göre toplumun bütün üyelerinin görevidir.

 

İmdi, ey salak soytarı, şunu da yazabilir misin:

 

Bazıları, “Ne yani, MHP ve CHP’nin durumu FETÖ gibilerine mi kaldı!” diyebilirler. Bu itiraz haksızdır. Çünkü ilk olarak, dinî kaynaklarımıza göre “iyiliği savunmak, kötülüğe karşı koymak” sadece etkisiz ve yetkisiz Diyanet İşleri Başkanlığı ile (bu meselede MHP’li siyasetçiler ile CHP liderini hiç de suçlu görmeyen) Türk emniyeti ve yargısının değil, pozisyonlarına göre toplumun bütün üyelerinin görevidir.

 

Bunu niye yazmıyorsun, utanmaz arsız angut?

LAİK/DİNSİZ DEVLETLERİN DİN İSTİSMARI, VE İSTİSMAR AMELİYESİNİN KÜÇÜK PAYDAŞI SÖZDE SİVİL KİMİ TOPLULUKLAR (GÜDÜMLÜ TARİKATLAR/CEMAATLER)

 

(FETÖ, DEVLET TARAFINDAN DENETLENMEDİĞİ İÇİN DEĞİL, DEVLET TARAFINDAN KURULDUĞU VE DESTEKLENDİĞİ İÇİN BÖYLE OLDU)

 

 

Önce, yazısı Odatv‘ye de konu olmuş Akit yazarı cahil Süleymancının çocuksu değerlendirmelerini okuyalım:

 

Değerli kardeşlerim, bir vefat dolayısı ile yıllar önce bizlere yapılan ancak o zamanlar basite aldığımız, daha doğrusu inanmadığımız, dinlemek istemediğimiz çok önemli ve ibretli bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Yaklaşık sekiz-dokuz sene önce idi. Almanya’da idim. İkinci oğlum İrfan beni telefonla arar. Bir konuda benden izin ister. “Baba ben bazı gençlerle arkadaş oldum. Onlarla zaman zaman Eyüp Sultan’a gidiyoruz. Namaz kılıyoruz. Bazen iş yerlerimizde toplantı yapıyor, kahvaltılı sohbetler ediyoruz. Ne dersin?” Ben kendisine: “O arkadaşların kimdir, nedir, hangi cemaat, hangi gruptandırlar?” diye sordum. “Baba, Fethullah hocaya bağlı genç iş adamları” cevabını verdi. Ben de: “Olur dedim. En azından camiye gidiyorsunuz. Namaz kılıyorsunuz, dini bir cemaat, dine hizmet ediyorlar, gençleri yetiştiriyorlar, onlardan zarar gelmez” dedim. İzin verdim. (Herkes gibi biz de onların bir hizmet grubu olduğuna inanıyorduk.)

Oğlumun yanında askerlik yaptığı Nedim Erden, son rütbesi Tuğgeneraldi. Oğlum İrfan’ı çok sevmiş, vefatı anına kadar irtibatları devam etmişti. Zaman zaman İrfan’ın çocuklarını çağırır, tepeden tırnağa Paşa giyindirir, bazen özlediği zaman İrfan’ı arar çocukları al, getir biraz seveyim dermiş. Bir gün İrfan komutanının evine ziyarete gider. “Komutanım, ben böyle böyle yapıyorum. Falancı gençlerle arkadaş oldum, onlarla namaza, sohbet toplantılarına camilere kahvaltılarına katılıyorum.” der. Komutanı İrfan’a: “Babanın haberi var mı?” der. Paşa benim din adamı olduğumu ve Süleyman Efendi Hazretlerine bağlı olduğumu biliyordu. (Yüz yüze hiç görüşmedik.) İrfan: “Var. Babam izin verdi” der. Paşa büyük bir hayret içinde: “Nasıl olur? Baban milliyetçi, dindar, vatanını seven bir insan. Sana nasıl olur da izin verir? Baban, onların Türk devletinin sinsi bir düşmanı olduğunu bilmiyor mu?” der ve üzüldüğünü beyan eder. Esasında komutan beni şahsen tanımıyor. Çok geniş bir istihbarat bilgisi vardı. Bizi ve benim bağlı olduğum cemaati bizden daha iyi biliyordu. İrfan’a: “Bak oğlum, kitap okuyacaksan kitap al evine sabaha kadar kitap oku. Namaz kılacaksan evinde veya mahallenin camisinde sabahlara kadar namaz kıl, tesbih çek, dua et. Unutma! Bu teşkilat ülkemiz için PKK teşkilatından çok çok daha tehlikelidir. Zararlıdır. Bunlar dini istismar ediyor, dini kullanıyor, fakir fukaranın kurbanlarını, zekâtlarını yardımlarını çarçur ediyorlar. Her şeyleri göstermelik ve Müslümanları kandırmak içindir. Müslümanlardan topladıkları paralar ile kiliselere, Türkiye düşmanlarına bile yardım ediyorlar. Aman evladım bir an önce onlardan ayrıl. Sakın beynini onlara kaptırma. Bir kere daha söylüyorum bunlar devletimiz ve milletimiz için çok çok tehlikelidirler. Zamanla yaptıkları veya yapacakları ihanetleri görünce, benim ne kadar haklı olduğumu anlayacaksın. Ben belki hayatta olurum, belki olmam. Onu ancak Allahu Teala bilir” der. Oğlum eve dönünce beni tekrar arar. Ben rahmetli eşimle beraber Almanya’dayım. “Baba Paşa’yı ziyarete gittim. Paşa bana böyle böyle diyor.” Ben oğluma telefonda sesim çıktığı kadar bağırdım. “Senin paşan dindarlara düşmandır, onlar şudur, onlar budur, yanlış söylüyor, şöyledir, böyledir diye.” Oysa kısa bir süre önce Kurmay Albaylıktan Tuğamiralliğe yükselen Paşa’nın oğlu Berk Erden çok milliyetçi ve başarılı bir Türk subayı idi. İçerideki ve dışarıdaki devletimizin düşmanları, ağa babalarından aldıkları talimatla onu İzmir’deki bürosunda şehit etmiş ve kendi intihar etti süsünü vermişlerdi. Paşa’nın kızı da o tarihler İstanbul’da çok önemli bir devlet kurumunda görevli idi. Annesi rahmetli olunca babasına hizmet edebilmek için istifa ederek ayrılmıştı. Vefat edinceye kadar babasının hizmetinde olmuştu. Meğerse Fetö’yü ve yaptıklarını, ilişkilerini, kimlerin maşası olduklarını, hain planlarını çok çok iyi biliyorlardı Paşa. Onun için de çok sevdiği oğlum İrfan’ı uyarıyor ve mutlaka o gruptan ayrılmasını istiyordu. 15 Temmuz hain kalkışması olduğu zaman Ben Edirne Enez’de yazlıkta idim. Paşa İrfan’ı aradı. “Oğlum senelerce önce sana bir şeyler söylemiştim hatırladın mı? Bak ben hayatta iken haklılığım ortaya çıktı. (Pek tabii bu sözlerini ilk söylediği zamanlar ben de Paşa’nın dediklerine inanmamış ve oğlumu yanlış yönlendiriyor kanaatine varmıştım. Paşa’ya gıyabında öfkelenmiş, kızmıştım. Ne var ki ben yanılmışım. Allah beni affeylesin. Bizler hizmet hizmet, himmet himmet reklamlarına, bir başka cemaatin mensubu olsak da ne yazık inanmış ve kanmıştık. Daha doğrusu bütün millet gibi ben de kandırılmıştım.) Paşa oğlum İrfan’a: “Bak oğlum; bu alçaklar, bu hainler dün elin gâvurunun bile yapmadıkları hainlikleri yaptılar. Nice masum insanları şehit ettiler, niceleri yaralı gazi. Bunlar o kadar satılmış insanlar ki, Türkiye’nin kalbi mesabesinde olan TBMM’yi dahi bombaladılar. Bunlar vatan düşmanıdır. Bunlar din düşmanlarıdır. Şimdi inandın mı yavrum?” der. 15 Temmuz gecesi oğlum beni İstanbul’dan arar. Ben Enez’de idim. “Baba, Paşa’nın dedikleri tam doğru çıkmıştı. Farkında mısın?” deyince ben oğluma: “Ortalık biraz durulunca Paşa’yı ziyarete git dedim. İrfan Paşa’yı ziyarete gidince: “Paşam beni geçmişte uyarıp bu gruptan ayırdığın için sana teşekkür ederim. Ayrıca ilk zaman babam karşı çıkmasına rağmen bizim ailemizi bu felakete düşmekten kurtardığınız için size teşekkürlerini sunuyor. Ve babam sizden hakkınızın helal edilmesini istiyor” deyince Paşa gülümsüyor ve İrfan’a: “Oğlum esas ben size teşekkür ederim. Benim oğlum şehit edildikten sonra ben sana bir evladım gibi bakıyor ve seviyorum. Beni hiç unutmadın. Sık sık ziyaretime geldin, geliyorsun. Babanın bayrağını, vatanını sevdiğine inanıyorum. Çok selamlarımı sen de babana söyle” demişti. Paşanın yıllar önce uyarmalarına ben şahsen kulak tıkamıştım. Oğluma da Paşa’ya inanma onlar (Fetö’cüler) dindardır, dine hizmet ediyorlar demiştim maalesef. Kanaatim Paşa gibi birçok devlet ricali konuyu izliyorlardı, biliyorlardı istikametindedir.

Hakk’ın rahmetine kavuşan Nedim Erden Paşa’nın cenazesi 12.09.2019 tarihinde Selimiye Camii’nden kaldırılarak ebedi istirahat ahına uğurlandı. Cenab-ı Hakk taksiratını affeylesin. Mekânı cennet olsun. Ben kendisine rahmet dilerken geride kalan kızı ve torununa sabır ve hayırlı ömürler diliyorum. Buradan Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten bütün devlet yöneticilerimize, büyüklerimize bizzat yaşadığım bu tarihi hatıramı paylaşırken şunu istirham ediyorum: Türkiye’de ne kadar dernek, vakıf, cemaat, spor kulübü, mesleki vakıflar ve dernekler, cemaat, cemiyet ve tarikatlar, benzer oluşumlar varsa bunların tümü ve idare ettikleri marketler, yazılı ve görsel basın kuruluşları, özel okullar, hastaneler, gelirleri giderleri nelerdir, yurt dışı bağlantıları var mıdır, sermayelerinin ana kaynakları nelerdir, üyeleri kimlerdir, yönetimleri kimler tarafından oluşturulmaktadır, bir il veya ilçedeki bir x kişisi aynı yerde kaç derneğin üyesidir, yönetimindedir, yahut o il ve ilçede aynı maksatlı kaç cemiyet, derneğe üyedir bu saydıklarım hiç zaman kaybedilmeden bakanlıkların yetkili birimleri tarafından acilen Türkiye genelinde doğudan batıya, güneyden kuzeye bunların hepsi bir bir kontrol edilmelidirler. Atalarımızın bir sözü var: “Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer.” Yazımı bitirirken bizden önce baka âlemine göçen bütün geçmişlerimize ve emekli General Nedim Erden Bey’e Allah’tan rahmetler dilerim. Cümleniz Mevla’ya emanet olunuz.

 

Meseleye “oğlumun hamisi dost general” zaviyesinden (kişisel dostluk ve düşmanlıklar, ahbap-çavuş ilişkileri) değil de genel İslamî doğrular açısından bakıldığında şunu söylemek gerekir:

Dinin, istismar konusu edilmemek, kişisel ve grupsal çıkarlara alet yapılmamak kaydıyla, devlet üzerinde belirleyici olması, İslam’ın kesin bir gereğidir.

Buna karşılık devletin, din üzerinde belirleyici olması, İslam açısından asla kabul edilemez bir durumdur.

Bu, dinî grupların denetlenmemesi anlamına gelmez, fakat onların nasıl inanacaklarına devlet karar veremez.

Devlet, kontrol edecekse, İsmail Saymaz’ın şehvetli kitabına konu olan türden grupları kontrol etmeli, onların melanetlerinin “kitap çapında” kabarması ve “arkadan kurmalı” yazarlar eliyle “algı operasyonu” malzemesi olarak hizmete sunulması için beklememelidir.

Kemalist rejim için “zararlı” görülen isimlerin şantajla yola getirilmesi ve kullanılması (ya da “uygun kanallarla” teşhir edilip itibarsızlaştırılması) için “kasetlik filmsenaryosu yazılıp uygun oyuncuların vazifelendirilmesi işine zaman, eleman ve para ayrılması yerine, bu tür “melanet odakları”nın daha baştan önünün kesilmesine gayret edilmesi, devlet için de, toplum için de, bireylerin manevî selametleri için de daha hayırlı olur. (Bkz. Abdurrahman Dilipak‘ın yazıları: “Bunların kadrosunda şeyh de var, fahişe de.”)

*

Hadîs-i şerîflere bakıldığında, özellikle ulemanın/âlimlerin devlet adamlarına/görevlilerine (yani devlete) karşı mesafeli olmalarının tavsiye edildiğini görüyoruz.

Bu konuda pekçok hadîs var.

Söz konusu tavsiye, söylem düzeyinde bile kalsa, Şeriat‘in hakim olduğu devletler için yapılmış.. Laik bir devlette durumun ne olacağı tahmin edilebilir.

Ulemanın, devlet adamlarının/görevlilerinin tesiri altında kalmaması gerekir. Söz konusu iki kesimin irtibat halinde olmaları durumunda, ellerindeki geniş maddî imkânlar (ve keyiflerine göre de kullanabildikleri devlet gücü) sayesinde ödüllendirici ve cezalandırıcı olabilen devlet görevlilerinin baskın ve belirleyici konumda olacakları şüphesizdir. Ulema ise (FETÖ gibi çokuluslu şirkete ve menfaat çetesine dönüşmüş olanları bir yana bırakılırsa), onlar üzerinde otorite kurmalarını sağlayacak birşeye sahip değillerdir, dağarcıklarında salt (“makam-mevki, para ve güç sahiplerinin” pek de önemsemedikleri, hatta yararsız buldukları) bilgi vardır. Bu iki kesimin yüz göz olması durumunda devlet görevlileri ulemadan ya (genelde hoşlarına gitmeyen) “acıtıcı gerçekleri” duyacaklardır, ya da gerçeğin eğilip bükülmesi ve eksik söylenmesi suretiyle oluşturulan dalkavukça bir onaylama devşireceklerdir.

Ulema gerçekleri söylediğinde, bu ilişki devam etmeyecek, hatta bedel ödemek zorunda kalacaklardır. Dalkavukça onaylamanın devam ettiği ikinci durumda ise ulema “dinini dünya için satmış” konuma düşecektir.

Yani, mevcut devlet görevlilerinin dünyası için kendi ahiretlerini mahvedecekler, karşılığında ulufe kabilinden bazı dünyevî menfaatler elde edeceklerdir.

*

Kendi hallerine bırakıldığında dinî grupların devletle (devlet adamlarıyla/görevlileriyle) çok fazla içli dışlı olmaları mümkün olmaz.

Evet, Mehmed Zahid Kotku rh. a. gibi bazı zatların, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan gibi şahsiyetlerin hocası olduğu doğrudur, fakat aralarındaki irtibat, onların devlette herhangi bir görevlerinin bulunmadığı öğrencilik zamanlarının ürünüdür.

Yoksa, Mehmed Zahid Efendi’nin kitaplarına bakıldığında, devlet memuriyeti yerine sanat ve ticareti tavsiye ettiği görülür. “Devlet memuru dananın kuyruğu gibidir, ne uzar ne kısalır” der (Tabiî bu, memurun rüşvete, yolsuzluğa, paravan şirketler üzerinden ihalelere, kasa vazifesi gören ayakkabı kutularına, kupon arazilere vs. bulaşmayıp salt maaşıyla yaşamak istemesi durumunda geçerlidir).

Dinî gruplar ile devlet görevlileri arasındaki irtibat ve ihtilat, ancak devlet görevlilerinin (devletin) cesaretlendirmesi ve teşviki ile meydana gelir.

Bunda da temel etken, devletin (devlet görevlilerinin) dinî grupları (dini) “kullanmak” istemesidir.

*

İşte, FETÖ’nün ortaya çıkış nedeni tam da budur.

Devlet, dinî hareketlerin doğal mecrası içinde yol almasına engel olmak, onları salt dışarıdan denetlemek yerine “içeriden” de kontrol ve dizayn etmek, istediği yöne yürütmek için, “devletçi, ılımlı, siyasal olmayan, yerli ve milli” bir hareket üretmek ve böylece hem merhum Said-i Nursî‘nin “devletten bağımsız” hareketini dönüştürerek devletçi hale getirmek, hem de Erbakan gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî politikalarını aşan siyasal hedefleri gündeme getiren kişilerin önünü kesmek, onların hareket alanını daraltmak için FETÖ’yü (ve Haydar Baş, Ömer Öngüt vs. gibi benzerlerini) öne sürüp desteklemiştir.

Ancak, FETÖ fazla palazlanınca iş çığırından çıkmış, devreye ABD ve CIA’in girmesiyle onlar üzerindeki kontrol mekanizması iflas etmiştir.

*

Böyle olması da, “eşyanın tabiatı gereği”dir.

Kullandığınız herşeye aynı zamanda hizmet edersiniz. Mesela, kullanmak için araba edinirsiniz, ama ona hizmet etmeniz, bakımını yapmanız da gerekir. Dinî kitaplarda, niçin bir merkep edinmeyip de yaya yürüdüğü kendisine sorulan Hz. İsa‘nın, “Bir eşeğe hizmet edemem” dediği rivayet edilir. Mevlana da Mesnevî‘de, “Hint fakiri, yılanı kullandığını zanneder, fakat iyi düşünülürse, gerçekte yılana hizmet etmekte, onun keyfi için kaval çalmakta, onu besleyip bakımını yapmaktadır” der. Marx da benzer birşey söylemiş, sanayileşme ile birlikte insanların “ürettikleri malların kölesi” haline geldiklerini savunmuştur.

Evet, FETÖ’yü kuran da, onu hormonla besleyip geliştiren de, başa bela olmasını sağlayan adımları atan da, derini ve yüzeyseliyle devlettir.

Devletin (devlet görevlilerinin) dini ve dinî grupları kullanmaktan kaçınmaları durumunda, bu gruplar, tabiattaki doğal denge gibi, bir “sosyal denge” içinde varlıklarını “doğal biçimde” sürdürüp giderler. Belki yok olmazlar, fakat “hormon”la büyütülmedikleri için fazla gelişemezler.

Sivil toplum alanında da, devlet kurumlarında da, dinî grup (cemaat) aidiyetleri değil, fakat salt “vatandaşlık” hakları çerçevesinde “normal” bir varlık gösterebilirler.

O takdirde, devlet nezdinde “akredite” olduğu ve dünyevî imkânlar bakımından istikbal vaad ettiği düşüncesiyle herhangi bir gruba aşırı bir yönelim olmaz.

*

Mesele sadece dinî grupların kontrolü meselesi değil..

Mevlana Mesnevî’de, “Ey hoca, ‘Şu caizdir, şu caiz değil’ diyorsun da, sen kendin caiz misin peki?” der.

Devlet dinî grupları kontrol etsin, tamam da, günümüzün laik/ dinsiz devletlerini ve dinsizlik kurallarına göre insanları yöneten devlet adamlarını/görevlilerini kim, nasıl, neye göre kontrol edecek?

Ha, tam duyamadım, ne demiştiniz, “Haddini bil, onlar bizim la yüs’el, sorgulanamaz, dokunulmazlık sahibi dokunur tanrılarımız” mı demiştiniz?

*

Birşey daha..

Yazımızın başında dinin, istismar konusu edilmemesi, kişisel ve grupsal (cemaatsal) çıkarlara alet yapılmaması gerektiğini belirtmiştik.

Aynı şey devletsel/ulusal/milli çıkarlar için de geçerlidir. Din, bunlar için de istismar edilemez.

İslam’da, bir milletin kendi çıkarlarını put/tanrı edinmesi demek olan ulusal çıkarlar değil, îlâ-yı kelimetillah ve Allah’ın emrine salt Allah rızası için ittiba (ihlas) esastır.

Max Weber, devleti, “meşru/yasal şiddet tekelini elinde bulunduran aygıt” olarak tanımlar.

Fakat günümüzün laik/dinsiz devletleri salt şiddet tekelini elinde bulundurmakla yetinmek istemiyor.

Aynı zamanda “din istismarı tekelini elinde bulunduran aygıt” olarak arz-ı endam ediyor. Allah’ın şeriati/emirleri hakim olsun diye çarpışanları (samimi olup olmamalarına bakmaksızın toptan) terörist olarak nitelendirirken laik devlet için çarpışıp öleni şehid (Cennet’te yüksek makam sahibi) ilan edebiliyor.

Evet, günümüz laik devletleri, “dini istismar” tekelini, “diyanet/dindarlık işleri” gibi adlar taşıyan kurumlar ve “içinden ve dışından kontrol edip yönlendirdiği” sözde sivil topluluklar eliyle işlevsel ve işler halde tutmaya çalışıyor.

Böylesi kurumlar ve sözde sivil topluluklar da “dini istismar” ayrıcalığından belirli bir paya sahip olabiliyor ve nemalanabiliyorlar.

ESAD EFENDİ’NİN MEŞAYİH VE TASAVVUF TELAKKİSİNE ZEYL

 

 

mavera dergisi 54 ile ilgili görsel sonucu

 

 

Dr. Seyfi Say

 

Prof. Dr. M. Es’ad Coşan hocanın, Mavera Dergisi’nin 54’üncü sayısı için kendisiyle yapılan röportajda yer alan ifadeleri, iki bölüm halinde yayınladığımız makale formatındaki yazımızda konu edinmiştik (Röportaj metnine http://iskenderpasa.com/F19D1BAE-2BEB-44B3-BF5D-328C63057C9D.aspx adresinden ulaşılabilir).

Merhum Es’ad Coşan hocanın söz konusu röportajda dile getirdiği çelişkili ve hatalı sözler gerçekte orada dile getirdiklerimizle sınırlı değil (Ancak, söz konusu makalede dile getirdiğimiz hususlar “temel” hatalar durumundayken, burada dile getireceğimiz hususlar ikinci derecede öneme sahiptir). Kuşkusuz Es’ad Coşan Hoca son derece doğru ve önemli şeyler de söylüyor. Ancak, bunlara bakarak yanlışlarına da sahip çıkmak, o doğrulardan sağlanılacak faydayı yok eder.

Hatalı ifadelerin düzeltilmesini bir “kötülük” olarak görmek; iyilik ile kötülüğü ters yüz etmektir, iyiliği bırakıp kötülüğe yönelmek, yanlışı doğruya tercih etmek demektir. Olgun ve kâmil insanlar, hatasız insanlar değil, hatalarını fark ettikleri zaman düzeltmekten kaçınmayan, bunu gurur meselesi yapmayan insanlardır. Bile bile yanlışı doğruya tercih ederek nefislerinin peşine takılıp giden, heva ve heveslerine tâbi olan insanların ise, kâmil olmak bir tarafa, sıradan bir “mütedeyyin” olmaları bile mümkün değildir.

Şayet yaptığımız kritiklerde ve analizlerde isabetsizlik bulunduğunu, yeterince kritik (eleştirel) düşünemediğimizi ve konuları analitik bir şekilde ele alamadığımızı ileri sürenler varsa, sahih kaynaklara ve sağlam delillere dayalı olarak bunu göstermeleri durumunda onlara minnettar kalmamız, teşekkür etmemiz ve hatalarımızı düzeltmemiz gerekir. Doğal olarak, bizden çifte standart sergileyip bazı şahıslar için kritik ve analitik düşünmeyi terk etmemizi, onlar karşısında körü körüne onaylayıcı bir tutum benimsememizi, bile bile yanlışa doğru dememizi beklemeye kimsenin hakkı yoktur. Aynı şekilde bizim de, eleştirilerimizin körü körüne kabul edilmesini talep etmeye hakkımız bulunmuyor. “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar.”

Hz. Ali’nin ifade ettiği gibi, hakkı tanıyıp insanları ona göre değerlendirmek gerekiyor; hakkı şahıslara göre değil. Esad Efendi bunun istisnası değildir. Öyle sanıyorum ki, merhum, hatalarının farkına varmış olsaydı düzeltirdi. Allahu a’lem..

*

Konuya dönersek… Şu ifadeler Es’ad Efendi’ye ait:

 

Hz. Ömer Tevrat’ı, İncil’i okuyan kimselerin ellerinden, ‘Allah size Kur’an’ı göndermedi mi? Bunlarla ne diye meşgul oluyorsunuz?’ diyerek onları almıştır… O zamanın müslümanı, kendisini başka şeylerden müstağni tutuyordu. Başka düşünce ya da inançların dinine zarar vereceğini biliyordu. Resûlullah da, kendi zamanında, mü’minlere, Ehl-i Kitab’ın kitaplarıyla meşgul olmayı yasaklamıştır….

O zamanın müslümanının düşüncesi (zihniyeti), “dışarıdan bir şey almak” değildir. Dışarıya karşı istiğna idi. Bugün gerçek bir müslüman, dışarıdan taklit yoluyla ne şekil almak, ne fikir almak, ne de inanç almak ister. Bunların kendisine yabancı olduğunu bilir. Kendi öz kaynakları içinde beslenmeyi tercih eder.

Dış kaynaklardan tesir almak Resûlullah Efendimiz tarafından yasaklanmıştı. ‘Yahudi ve hıristiyanlara muhalefet etmek dinin gereğidir’ şeklinde hadîs-i şerîf vardır. Hatta daima okuduğumuz Fatiha’da bile buna işaret bulunuyor….

 

Bu söylenenler belki ilk mutasavvıflar için geçerli olabilir, fakat daha sonraki dönemlerde yabancı düşüncelerden çok geniş çapta etkilenenler olmuştur. Mesela, Prof. Dr. Mahmut Kaya’nın TDV İslâm Ansiklopedisi’nde “İbnü’l-Arabî” maddesinde belirttiği gibi, İbnü’l-Arabî Yunan felsefesini tasavvufa taşımıştır. Bu tür yabancı düşüncelerden etkilenen mutasavvıflar onunla sınırlı da değildir. Nitekim Esad Efendi’nin kendisi de, yukarıda geçtiği gibi, şöyle demektedir:

 

Tarikatlar, tasavvufun yayıldığı alanların coğrafî genişliği dolayısıyla çok fazla çeşittedirler. Aynı zamanda coğrafî mıntıkalardan ve mıntıkalarda yaşayan eski kültürlerin tesirlerinden izler taşıyabilirler.

 

Buradaki “eski kültürlerin tesirlerinden izler” ifadesi önem taşımaktadır. Esad Efendi, kendisine tarikatlarla ilgili olarak yöneltilen, “Aynı kaynaklara istinat etmiş oldukları halde niçin böyle farklı yorumlar ve yaşama biçimi gösteriyorlar?” sorusuna şöyle cevap vermektedir:

 

… bu farklılık, o coğrafî bölgelerdeki eski kültürlerle, örften, adet ve ananeden doğan alışkanlıklarla ilgilidir. Her mıntıkanın kültürel ve sosyal değerleri birden bire ortadan kalkmıyor, yok olmuyorlar. İslâm’a aykırı olmayan âdetler, yeni tarz içinde yaşıyor. Veyahut eski âdetlerden bir kısmı, bırakılmadığı taktirde İslâm’a uygunlaştırılmaya çalışarak hayatiyetini sürdürme durumuna düşüyor. Eskiye bağlılar, eskiyi, revaçta olan temayüllerin karşısında ayakta tutabilmek için, eskiye yeni bir boya vurmak suretiyle, onların revaç bulmasını sağlıyorlar.

 

Ancak, “yeni tarz içinde yaşatılan” bütün adetlerin “İslâm’a aykırı” olmadığını söylemek mümkün değildir. Bu takdirde, bütün tarikatların hak olduğunu, yoldan çıkmış tarikat bulunmadığını kabul etmek gerekir. Nitekim Esad Efendi, kendisine verilen “Böylece, dolayısıyla batıl tarikatların da izahını yapmış oluyorsunuz” şeklindeki karşılık üzerine şunları söylemektedir:

 

Tabii… Şimdi, mesela; Bektaşî tarikatını inceleyen araştırmacıların hepsinin kabul ettiği bir gerçektir ki; Bektaşîlik bir takım batınî tarikatları kendi içinde eriterek onların bir muhassalası haline gelmiştir. Ve bunların içinde Kalenderîler gibi, Cevalika gibi, eski Şamanist inanca sahip olanların düşünce, inanç ve hareket tarzları gibi birtakım ‘değerler’ vardır. Bu değerler o tarikatın içine sızmış, nüfuz etmiştir.

 

Esad Efendi ayrıca şunu söylemektedir: “Gerçek tasavvuf, semere olarak insanı muhabbet-i Resûlullah’a, hatta müşâhade-i Resûlullah’a ulaştırır.

Burada “müşâhade-i Resûlullah”tan bahsedilmesi, “keşf” amaçlı bir mücahedeyi akla getirmektedir. İbn Haldun, Şifaü’s-Sâil (Tasavvufun Mahiyeti, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Y.) adlı eserinde, tasavvuf yoluna ilgi duyanların ya “takva” ya da “keşf”e ulaştıracak bir mücahede gerçekleştirmeyi hedeflediklerini belirtir. İlk mücahede türünü Muhasibî’nin er-Riaye’sinde, ikincisini ise Kuşeyrî’nin Risale’sinde anlattığını aktarır. İhya ise iki yöntemi birleştirmiştir. Takva mücahedesinde şeyhe ihtiyaç yoktur. Ancak, “keşf” sonucunu verecek olan mücahedede “kâmil” bir şeyhe ihtiyaç vardır (keşf amaç olamaz, ama ağır riyazetler keşf sonucunu verebilir); çünkü yapılan riyazetler sırasında mürid bazı haller yaşayabilir ve dalâlete düşebilir. Onun, kâmil bir mürşidin kontrolü altında bulunması gerekir.

Son tahlilde İbn Haldun, bu görüşleriyle, tarikate intisabı veya bir şeyhe biati tasavvuf açısından zorunlu görmemiş oluyor. Çünkü “takva mücahedesi” için şeyh gerekli görülmezken, “keşf mücahedesi”nin de caiz olmakla birlikte zorunlu olmadığı vurgulanıyor. Şeyh ancak, “ihtiyarî” olarak “keşf mücahedesi”ne yönelen için zarurî hale geliyor. Günümüz açısından düşünüldüğünde, keşf sonucu verecek bir tarikat eğitiminin kalmadığı söylenebilir. Takva mücahedesinin şartlarına uygun ve dikkatli bir şekilde yapıldığı da gerçekte şüphelidir. Bu konuda genel bir hüküm vermek yerine, tasavvuf adı altında faaliyet gösteren kurumların tek tek mercek altına alınması gerekir.

Meşhur mutasavvıf Niyazî-i Mısrî, “Tarikatın Usûlü ve Hakikatin Rumuzu” başlıklı risalesinde bu noktayı çok açık ve anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktadır:

 

Tasavvuf ehli geçinen bazı ümmîler, [mutasavvıfların] o mutlak sözlerine bakıp ilhada [sapıklığa] düşmesinler ve aynı zamanda bilsinler ki tasavvuf ehli her ne kadar yüksek mertebelere yetişseler de onların imanı, şu yeni imana gelen mü’minin imanından artık [fazla] olmaz. Onun için ‘Aleyküm bi-dini’l-acâyiz – Sizin için din, kocakarıların dinidir’ denilmiştir. O halde bu manayı bilip tasavvuf yolunu şerefli şeriat yolundan başka bir yol zannedip dalâlet (sapıklık) yoluna düşmesinler. (Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, sad. Hüseyin Rahmi Yananlı, İstanbul 1992, s. 332.)

 

Yine Niyazî-i Mısrî, şöyle bir soru yöneltip cevap veriyor:

 

– Bir kimse sofîlerin bildiği ilmi bilmese, şerefli şeriatın zahiri ile amel etse ve onunla yetinse o kimsenin imanında ve İslam’ında sofîlerden eksik olur mu?

– Olmaz… Sofîlerden değil, belki enbiya aleyhimüsselamın imanından ve İslam’ından dahi eksik olmaz. Zira iman ve İslam öyle bir cevherdir ki bölünme ve parçalarına ayrılma kabul etmez; artık ve eksik denilmez. (A.g.e., s. 330.)

 

Öte yandan, Esad Efendi’nin şu sözleri, konuşmanın seyri içinde daha sonra dile getirdiği düşüncelerle çelişmektedir:

 

Ben, tabiî, tasavvufun sözle öğrenilmediğini de, fiilen kendi hayatımda görmüş bir kimseyim. Mesleğim dolayısıyla ilim erbabı arasında bulunmak durumunda olduğum halde ve tasavvufa dair pek çok kitap okuyan bir kimse olduğum halde, tatbikatın kitaplarda anlatılanlardan çok daha başka şeyler kazandırdığını fiilen görmüşümdür.

 

Şu sözleri ise farklı bir içeriğe sahiptir:

 

Sanata gelince; malum, sanat gönül işidir. Gönlü kıpırdamayan bir insanın güzelliği sezmesi, bulması ve tasvir etmesi mümkün değildir. Bize kadar ulaşan Osmanlı sanatkârlarını inceleyecek olursak, büyük ölçüde gönül erbabı insanlar olduğunu görürüz…. Osmanlı sanatını mimariden musikiye, edebiyata ve daha başka sanatlara doğru inceliyecek olursak büyük sanatkârların hemen hepsinin böyle olduğu görülür. Söz gelişi hangi sanatkârı inceleseniz muhakkak Gazâlî’yi okumuş, muhakkak Mesnevî’den feyz almıştır.

 

Esad Coşan hocanın, tasavvufla sanat arasında kurduğu ilişki, çok fazla önem taşımamaktadır. Aslında sanat, belirli bir servet birikimiyle ortaya çıkar. Kıt kanaat geçinen toplumlarda sanat gelişmez. Çünkü sanat aslî ya da zarurî bir ihtiyaç değildir. İslâm uleması genelde insan yaşamında kullanılan maddeleri üçe ayırırlar: Zarurî, hâcî, tahsînî/kemâlî. Mesela insanın bir barınağının bulunması zaruridir. Bunun için derme çatma bir kulübe de yetebilir, fakat belirli bir sağlamlık ve yaşanmaya elverişlilik ihtiyaçtır (hâcî). Meskende insanın gözüne hoş görünecek şekilde süslemelerin bulunması, boya ve badanasının güzel olması da “tahsînî” bir nitelik taşır. Bu kelime “hüsn”den (güzellik) geliyor. Bir insanın giyim, kuşam, ev, ev eşyası, araba vs. gibi hususlarda tahsinî denilebilecek hususlara önem vermesi, genelde sahip olduğu servet birikimiyle ilgilidir. Ayrıca bir de bunun kültür boyutu vardır. Zenginleşen bir fakir aile genelde ilk kuşakta tahsînî unsurlara önem verirken ihtiyatlı davranır ve bunları israf olarak görür. İkinci ve üçüncü kuşaklar ise, şayet servet birikimi devam ederse, bunlara alışırlar, hatta zarurî görmeye başlarlar; çünkü onlarda böyle bir yaşam kültürü oluşur. Bu, onların sanatkâr ruhlu ya da “mutasavvıf” olmalarından ileri gelmez, kısmen yozlaşmalarından ve israfa alışmalarından kaynaklanır.

*

Devletler için de durum böyledir. Mesela İslâm’ın ilk döneminde Mescid-i Nebevî bile son derece sade bir haldeydi. Fakat o ilk dönemin insanları “gerçek” mutasavvıflardı. Bugün Mescid-i Nebevî muhteşem bir görünüme sahip olduğu halde, müslümanların ne durumda olduğu bilinmektedir. Osmanlı’nın da ilk dönemlerinde, hatta en parlak dönemlerinde bile camiler, son devre nisbetle herşeye rağmen daha sade bir görünümdeydiler. Mesela Dolmabahçe Camii ve Tophane’deki II. Mahmut tarafından yaptırılmış camilere bakıldığında, taş tezyinata çok önem verildiği, önceki camilere nisbetle çok “müzeyyen” oldukları görülür. Bu, saraylarda da kendisini göstermektedir. Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının taşını yontmak, süslemek için harcanan paranın haddi hesabı bulunmamaktadır. Halbuki ilk devirlerde böylesi işler lüzumsuz kabul edilmiştir. Bursa ve Edirne gibi eski başkentlerde doğru dürüst saray inşa edildiği bile söylenemez.

Kısacası, sanat eseri üretme merakı, genelde, tasavvuftaki ilerlemeden değil, toplumdaki lüks tutkusu ve sefahatten kaynaklanmaktadır. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Ümmetimin sonunda bir takım kavimler olur ki, camilerini süsler, kalplerini viran ederler. Onlardan birisi dinine vermediği ehemmiyetten fazlasını elbisesine verir. Bunlar, dünyaları selâmet oldu mu, ahiret işini kaale almazlar.

İlk (gerçek) mutasavvıflara bakıldığında, bunların böyle sanat eserleri üretmekle uğraşan insanlar olmadıkları da görülür. Çünkü onların temel özelliği zahid olmalarıydı. Zühd ile sanatlar arasında da pek fazla bir ilişki yoktur, hatta bunlar birbirine bir ölçüde zıttır. İlk sûfîlerden birçoğunun sanatı vardıysa da, bu “sanat eseri üretme” anlamına gelmiyordu, geçim için yapılan bir meşguliyetti. Mesela demircilik gibi. Öte yandan, Osmanlı’da selatin cami inşa etmiş Ermeniler bile bulunmaktadır. Demek ki, sanat eseri üretmek ile tasavvuf arasında bir paralellik ilişkisi kurmak, hayatın gerçeklerini gözardı etmek anlamına gelir. Belki bir mimar ya da hattat, bir tarikata intisap edebilir, fakat onu hattat ya da mimar yapan, tasavvuf değildir.

*

Musikişinaslık ise, bahse bile değmeyen bir konudur. Aslında Şeriat’e bağlı mutasavvıflar, musikişinaslığı hoş görmemişlerdir. Mesela Sühreverdî “Avarifü’l-Mearif”de bu konuda kesin bir muhalefet sergiler. Musikîye salt insanın ses güzelliği olarak müsamaha ile yaklaşanlar olmuşsa da, çalgı aletleri ile vakit geçirilmesine hiçbir fakih cevaz vermemiştir. Tabakat kitaplarını okuyalım, ilk mutasavvıflar arasında hiç musikişinas var mıdır?! Son dönemlerde çeşitli tarikat mensupları arasından musikişinaslar çıkmışsa, bu onlar için bir övünç sebebi olamaz.

Şairlik için bile çok olumlu şeyler söylenmemiştir. Şuara Suresi’nde genel olarak şairler yerilmiş, sadece istisna yapılmıştır. Bir ayette de, Hz. Peygamber’e s.a.s şairliğin yakışmayacağı belirtilmiştir. H. Kâmil Yılmaz’ın “Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar” adlı kitabının “Tasavvuf ve Güzel Sanatlar” başlıklı bölümünde (10. b., İstanbul: Ensar Neşriyat, 2004, s. 69-73) şu ifadeler yer alıyor: “… ilk sûfîler … şiire pek ilgi duymamışlardır.” (s. 69) “Mûsikînin dindeki yerinin tartışıldığı ilk devir sûfîleri, genellikle mûsikîye pek hoş bakmamışlardır.” (s. 71)

İbn Haldun, müslümanlar arasında çalgı aletlerinin ve musikî düşkünlüğünün ortaya çıkışını şu şekilde anlatmaktadır:

 

… bütün zarurî ihtiyaçlarını karşılayıp, zevklerini tatmin etmeye fırsat bulan kimseler bu tür şeylerle ilgilenirler. İslam’dan önce acem (Arap olmayan) hükümdarlıklarının şehirlerinde umran (medeniyet) denizi coşup taşmaktaydı ve hükümdarları da mûsikîye çok düşkündü…. Araplara gelince, başlangıçta onlarda şiir sanatı vardı…. İslam gelince acem devletlerine galip gelip ülkeleri fethetmişlerdir. Ancak bir taraftan bedevîliklerinin devam etmesi, diğer taraftan da dini yaşamada son derece sağlam olup, dinleri ve geçimleri için fayda vermeyecek boş şeylerden yüz çevirmeleri nedeniyle, belli bir ölçüde mûsikîden uzak kalmışlardır. Titrek bir sesle Kur’an okumak ve adetleri olduğu üzere şiir terennüm etmenin dışında mûsikîye yönelmemişlerdir. Diğer milletlerden elde ettikleri ganimetlerle zenginleşip müreffeh bir hayata kavuşunca, lükse dalmışlar ve boş zamanlarını eğlenceli uğraşlarla geçirmeye yönelmişlerdir. Fars ve Rum şarkıcılar kendi diyarlarından ayrılarak Hicaz’a gitmişler, oralarda Arapların hizmetlerine girerek ûd, tanbur ve ney gibi çalgı aletleri çalıp, şarkılar söylemişler, onların nağmeli seslerini dinleyen Araplar da şiirlerini aynı şekilde söylemeye başlamışlardır. (Mukaddime, C. 2, çev. Halil Kendir, 2004, s. 593-594.)

 

Hasan K. Yılmaz, mimarî ile ilgili olarak da şunları söylüyor:

 

Tasavvuf, … tekke … gibi isimlerle yeni bir takım müesselerin kurulmasına, büyük mutasavvıfların ölümünden sonra inşa edilen türbe ve kümbet gibi binlarla, ziyaretçilerin ağırlanması için yaptırılan imarethaneler gibi kurumların ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, yeni bir mimarî üslubun meydana gelmesine de etkisi olmuştur…. Kullanım alanlarına göre mimarîmize yeni üsluplar kazandırmıştır.” (Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 72.)

 

Bu ifadeler, ilk dönem sûfîleri için geçerli değil. Ayrıca, mimar yetiştirmekle, bir mimara tekke ya da türbe inşa ettirmek farklı şeylerdir. Hat sanatı vs. için de benzer bir durum sözkonusudur.

Öte yandan Esad Efendi, tasavvuf ve tarikatlarla ilgili olarak şunları da söylemektedir:

 

Tasavvuf ve tarikatlar tarihî bir vâkıa olarak, fetihlere yol açmış, fetihlerin kaynağı olmuştur. Siyasî başarıların kaynağı olmuştur….

Osmanlılar’ın başarısı buna dayalıdır. Eğer Osmanlılar’da ölüm korkusu olsaydı, fütûhattaki başarısı da olmazdı….

 

Ölüm korkusunun bulunmaması ile tasavvuf arasında kurulan ilişki gerçekçi değildir. Son bin yıla bakılırsa, en büyük ve geniş çaplı işgal olayını Cengiz’in gerçekleştirdiği görülür. Cengiz’in ordusunun tasavvufla ne kadar ilişkili olduğu da bellidir. Ancak, Akşemseddin‘in İstanbul’un fethinde oynadığı rol gibi, mutasavvıfların cihada olumlu katkısının olduğu durumlar da yok değildir. Bu bakış açısında cüz’î bir doğruluk payı bulunmakla birlikte yine de eksiktir. Gerçekte tarikatlar pekçok siyasal kargaşa, fesat ve isyanın da nedeni olmuştur. Mesela Şeyh Bedreddin isyanı iyi bilinen bir örnektir. En ilginç örneği ise Safevî Devleti oluşturmaktadır. Larousse’un “Safeviler” maddesinde şöyle denilmektedir:

 

[Safevîlik] Adını, başlangıçta sünnî bir tarikatken sonradan şii bir yapıya dönüşen ve Erdebil’de Safiyyettin-i Erdebilî’nin (öl. 1334) kurduğu safeviyye adlı tarikattan alır. Timur istilasından sonra Safeviler, özellikle Doğu Anadolu Türkmenleri arasında güçlü bir propaganda etkinliği ile çok sayıda yandaş topladı. Timur’un Erdebil’i köyleri ile birlikte Safiyyettin-i Erdebilî’nin torunu Hoca Ali’ye [Alaüddin Ali] vermesi tarikatı daha da güçlü bir duruma getirdi. Hoca Ali’nin ölümünden (1429) sonra ardıllarından [torunu] Cüneyt (1447-1460) gittiği Diyarbakır’da Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile evlenerek Akkoyunlu topraklarında serbestçe dolaşma olanağını sağladı. Çevresine topladığı 12 bin kadar müridiyle Gürcü ve Çerkez topraklarıyla Şirvanşahlar’a saldırdı. Bu saldırılardan birinde öldürülünce (1460), yerine Uzun Hasan’ın kızkardeşinden olan oğlu Haydar geçti. Haydar, Uzun Hasan’ın kızıyla evlenerek Akkoyunlular ile olan akrabalığını daha da güçlendirdi…. Müritlerine 12 İmam’ı simgeleyen 12 dilimli kızıl taç (külah) giydirdi; bu nedenle hepsine birden kızılbaş denildi. Haydar, babasının öcünü almak için Şirvanşahlar ile giriştiği savaşlarda öldürüldükten sonra….

 

Şeyh Safiyyüddin’e İlhanlı Devleti yöneticilerinden Emir Çoban ve Cengiz’in torunlarından İlhanlı hükümdarları Muhammed Hüdâbende ile Ebû Said Bahadır Han büyük saygı göstermişlerdir. Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Velî ve Seyh Hamîd-i Velî’nin (Hamîdeddin, Somuncu Baba) tarikat silsilesi de Şeyh Safiyyüddin’e (Safî) dayanır. Bu silsilenin daha sonraki meşhur isimleri Üftade, Aziz Mahmud Hüdaî ve İsmail Hakkı Bursevî’dir.

Erdebil Ocağı bu isimlerle Anadolu’da misyonunu ifa ederken, ocağın bizzat merkezinde alevîleşme yaşanmıştır. Şeyh Sadreddin’in torununun oğlu Şeyh Cüneyd, bu ocak mensupları arasında Şiîliği benimseyen ilk isimdir. Sadreddin’in oğlu Hoca Ali’nin vefatından sonra posta oğlu İbrahim oturmuş, onun ardından şeyhliği devralan Cüneyd, babadan oğula saltanat haline dönüşen şeyhliği yeterli bulmamıştır. Yukarıda da geçtiği gibi, Akkoyunlu Devleti hükümdarı Uzun Hasan’ın kızkardeşi ile evlenerek manevî nüfuzunu siyaset alanına tahvil etmeye çalışmıştır. Osmanlı topraklarında tarikat faaliyeti göstermek için II. Murat’tan da izin istemiş, bu talebi kabul edilmemiş, sadece kendisine biraz para gönderilmiştir. Cüneyd’in Uzun Hasan’ın kızkardeşiyle olan evliliğinden dünyaya gelen Şeyh Haydar, babasını aratmamış, aynı çizgiyi sürdürmüş, ayrıca dayısı Uzun Hasan’ın kızıyla evlenerek “damad-ı şehriyarî” veya “padişah damadı” olmuştur. Bu evlilikten de, şeyhliği şahlığa çevirecek, padişahlık ile şeyhliği birleştirecek olan Şah İsmail dünyaya gelmiştir.

Şah İsmail, bir yandan dedesi Uzun Hasan’a dayanan karizması, diğer yandan Şeyh Safiyyüddin’e (Safî) uzanan soy ve tarikat şeceresi ile, Türkmenlerin gönlünde taht kurmayı başarmıştır. Şeyh Safî, Şah İsmail’in altıncı göbekten dedesidir. Yılmaz Öztuna’nın belirttiğine göre, Safevîler sadece Şeyh Safiyyüddin neslinden geliyor olmayı yeterli görmemiş, bir de “sahte bir neseb” uydurarak Safiyyüddin’i Hz. Ali’nin 25’nci kuşaktan torunu yapmışlardır. Larousse’da belirtildiğine göre, İsmail yedi yaşında şeyh ilan edilmiş, 1501 (veya 1502) yılında 15 yaşındayken de şahlığını ilan etmiştir.

Türkmen aşiretleri, Şeyh Safiyyüddin ve Erdebil Tekkesi (ya da Tarikatı) kökeni nedeniyle Şah İsmail’e bağlılık duyarken, Osmanlı Devleti de, II. Bayezid zamanında, bu şahsa karşı nasıl bir politika izleyeceği konusunda kararsızlık yaşamıştır. Öteden beri Erdebil Tekkesi ya da Ocağı’na bağlılık arzeden, her yıl hediyeler gönderen Osmanlı, Şah İsmail’in çizgisinin Şeyh Safiyyüddin’inkiyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını başlangıçta tam anlayamamıştır. Hatta II. Bayezid’in şehzadelerinden Amasya valisi Ahmet’in oğlu Murat, Şah İsmail’in halifesinin elinden Kızılbaş tacı giymiştir. Bu arada Şah (Şeyh) İsmail’in propagandacıları (dâîleri, davetçileri) Anadolu’yu hallaç pamuğu gibi atmışlar, yer yer Osmanlı’ya karşı isyanlar başgöstermiştir. En çok bilinen örnek Antalya’da başlatılan Şahkulu (Şah’ın kulu) isyanıdır. Korkuteli’nin Yanlıköy’ünden olan Şahkulu, başlangıçta köyünün yakınındaki bir mağaraya çekilip ibadetle meşgulmüş gibi görünmüş ve böylece ün kazanmış, ziyaretçileri çoğalmıştır. Hatta II. Bayezid bile ona değer verip para göndermiştir. Sonuçta, Şah İsmail’in ve müridlerinin Anadolu’da sebep olduğu karışıklıklar yüzünden 50 bin kadar insan ölmüş ve pekçok ev isyancılar tarafından yağmalanmıştır. Şah İsmail’in tarikat kurumunu Osmanlı’nın içişlerine karışmak ve Anadolu’yu egemenliği altına almak için istismar ettiğini fark eden Yavuz Sultan Selim, çareyi onun üzerine yürümekte bulmuştur.

 

(http://beyanname.blogcu.com/mesayih-ve-tasavvuf-telakkisine-zeyl/13031210)

ESAD COŞAN HOCA’NIN KERAMET ANLAYIŞINDAKİ ÖLÇÜSÜZLÜK

 

mehmed zahid kotku ehli sünnet akaidi ile ilgili görsel sonucu

 

Dr. Seyfi Say

 

Esad Coşan hocanın Mehmed Zahid Kotku efendi hakkında yazdığı ve onun kitaplarının (mesela Ehl-i Sünnet Akaidi‘nin) başına koyduğu “Müellifin Kısa Terceme-i Hali” başlıklı yazıdaki şu ifade birçok tartışmaya konu olmuş bulunuyor:

 

İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. [1]

 

Aynı eserde Mehmed Zahid efendi ise, “Küfrü Mucib Sözler ve Haller” başlıklı bölümde şöyle demektedir:

 

58- Gaybı biliyorum iddiasında bulunanı tasdik eyleyen.

59- Ben çalınan malları bilirim diyen.

60- Bana cinler haber verir diyen ve onun bu sözünü tasdik eyleyenler. Zira gaybı ne ins bilir ve ne de cin bilir. Bilakis yalnız Cenab-ı Hakk bilir. [2]

 

Bu tür sözlerin küfür olması, mucize ve keramet kaydının bulunmamasına bağlıdır:

 

Ve İsrâiloğullarına bir peygamber olarak (şöyle diyecek): “Hiç şübhesiz ben, size Rabbinizden bir delil (bir mu’cize) ile geldim. Doğrusu ben, size çamurdan kuş şekli gibi birşey yapıp içine üflerim, Allah’ın izniyle (o) hemen bir kuş olur! Hem Allah’ın izniyle (anadan doğma) körü ve (teni) alacalıyı iyi ederim, ölüleri de diriltirim! Ve evlerinizde ne yiyorsanız ve ne biriktiriyorsanız size bildiririm! Eğer mü’min kimseler iseniz, şübhesiz bunda sizin için (Allah’ın kudretine ve benim peygamber olduğuma) elbette bir delil vardır. [3]

 

Hz. İsa, başkaları için gayb olan şeyleri biliyor ve bildiriyordu. Ancak, bunu “Allah’ın izni (dilemesi ve yaratması)” kaydına bağlıyordu.

Esad Coşan hocanın sözlerine gelince, iki açıdan sorunlu..

Birincisi, edeben “Allah’ın bir lütfu ya da bir keramet (Allah’ın ikramı) olarak” kaydını sözlerine eklemesi gerekirdi. Ancak, sözlerinin bütününe bakıldığında söz konusu mana ortaya çıkmakta olduğu için, bu husus görmezden gelinebilir.

*

İkincisi, geniş zaman kipini kullanıp “İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı” demek yerine, şöyle bir ifade kullanması gerekirdi: “İnsanın kalbinden geçirdiğini bildiğine, gelenin sormadan cevabını verdiğine, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışladığına şahit olunmuştur.”

Esad efendinin ifadelerinde zımnen bir mutlaklık, bir süreklilik iddiası var.

Öyle olsaydı, Mehmed Zahid efendiye hiç kimsenin soru sormamış olması gerekirdi, çünkü zaten sorulmadan cevap vermektedir.

Ayrıca, ihtiyaç sahiplerinin de kapısında yığılması ve hiçbir şey isteme külfetine katlanmadan istediklerini alıp dönmeleri gerekirdi.

Böyle birşeyin yaşanmamış olduğu açıktır.

Dolayısıyla, Esad efendinin ifadeleri, tenkidi hak edecek şekilde abartılıdır.

*

İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat’ta belirttiği gibi, keramet sahibi insan kimi zaman, bırak karşısındakinin kalbinden geçeni bilmeyi, keramet gösterdiğini bile bilmez.

Yani, Mehmed Zahid efendi gibi zatların karşısındakinin içinden geçirdiği bir hususta konuşmuş olması, bunu her zaman mutlaka “onun kalbindekini bilerek” yapmış olmasını gerektirmez.

Ayrıca, bu tür olayları birkaç kez müşahede etmiş olmaktan dolayı genel bir hüküm vermek hatalı olur.

Abdülazziz ed-Debbağ rh. a.’in talebesinin konuyla ilgili olarak ondan aktardığı bilgiler, meselenin anlaşılmasını sağlamaktadır:

 

Şeyhime (Allah kendisinden razı olsun) aşağıdaki ayetten sordum: “Allah gaybı bilendir. Öyle ki gaybına kimseyi muttali’ kılmaz.” (Cin Suresi, 26) Ve bir de şu ayetin tefsirini sordum: “Kıyamet saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah şüphesiz bilendir, herşeyden haberdardır.” (Lokman Suresi, 34) Resulullah s.a.s. efendimiz de bu ayetin açıklamasında, “Beş şey var ki onları Allah’tan başkası bilmez….” buyurmuştur. Biz şimdi bu ayetler ve hadislerle, arif velilerin izhar ettiği keşifler, gaybden haberler, ana rahminde olanları bilmeler ve benzeri kerametleri nasıl bağdaştırabiliriz?

Şeyhim (Allah kendisinden razı olsun) buyurdu ki: “Allah sözünde ve peygamber hadisindeki hasırdan [gaybı bilmeyi salt Allahu Teala’ya hasretme] maksat, gaybdan haber verenleri ve cinlerden kendisine uyan kimseleri bu hükmün (gaybı bilme) dışına çıkarmak içindir. Cahil Araplar, cinlerle kaynaşıp haber verenlerin gaybe muttali’ bulunduklarını sanmakta, çoğu da böyle itikad etmektedir. O kadar ki aralarındaki davayı onlara götürmekte, onların vereceği hükme razı olmaktadırlar. Cenab-ı Hak bu tür itikadların bozukluğunu gidermek, insanların aklına berraklık getirmek ve onları doğru olana çevirmek için bu ve benzeri ayetleri indirdi…. O halde gayb konusundaki ilahî beyandan maksat, insanları hak üzerine toplamak, onları batıldan uzaklaştırmaktır. Velilerin verdiği haber, gösterdiği keramet sadece Hak’tandır, batıldan gelme değildir. Bu bakımdan ayetteki hasr onları hükmün dışına çıkarmaz [Peygamberlerin ve velîlerin gaybtan verdikleri haber de Allahu Teala’ya izafe olunur; onların şahsına atfedilmez]. [4]

 

Kısacası, Abdülaziz ed-Debbağ rh. a.’e göre, velîlerin kerameti Allahu Teala’nın lütuf ve ikramına atfedildiği için, bunlar, gaybı bilmeyi Allah’a hasr eden (inhisar ettiren, tekeline veren) hükmü bozmamaktadır. Nitekim şu ayetler bu hususu teyid etmektedir:

 

Kafile (Mısır’dan) ayrılınca, babaları (yanındakilere): Eğer bana bunamış demezseniz inanın ben Yusuf’un kokusunu alıyorum! dedi. (Onlar da:) Vallahi sen hâla eski şaşkınlığındasın, dediler. Müjdeci gelince, gömleği onun yüzüne koyar koymaz (Ya’kub) görür oldu. Ben size: ‘Allah tarafından sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim’ demedim mi! dedi. [5]

 

Buradaki “Allah tarafından” kaydı önem taşımaktadır.

Hz. Yakub a.s., salt “Ben bilirim” demiyor, “Allah tarafından” diyerek konuşuyor.

Etrafındakiler de, “Babamız gaybı bilir” demiyorlar. Bir peygamber olduğu halde onun mucizelerinden dolayı ona abartılı bir konum izafe etmiyorlar.

Günümüz insanı ise, velîlerden ya da velî kabul edilen insanlardan görülen birkaç olağanüstülüğe bakarak, bu tür olağanüstülükleri onların ayrılmaz vasfı haline getirebiliyorlar.

*

Bundan yararlanan bazı sahtekârlar da, keramet izlenimi veren birtakım hilekârlıklar yapabiliyorlar.

Gerçek velîlerin bile kitaplara sadece kerametleri yazıldığı için, bunları okuyan kimse, söz konusu kişinin hayatının hep öyle geçtiğini zannedebiliyor.

Diyelim ki adamın altmış tane kerametine şahit olunmuş ve kitaplara yazılmış.. 75 senelik ömürde altmış keramet senede bir keramet anlamına geldiği halde, bir kitapta sadece bunlar anlatıldığında, insanlar o şahsın “dakka başı” keramet gösterdiğini zannedebiliyorlar.

İşte Esad Coşan hocanın Mehmed Zahid efendiyi tanıtırken kullandığı türden ifadelerin asıl mahzuru, meselenin böyle algılanmasına zemin hazırlıyor olmasıdır.

O yüzden, konuyla ilgili olarak Abdülaziz ed-Debbağ’ın yaptığı uyarı önem taşımaktadır:

 

Velîlerin kerameti hakkında kitap yazanlar, her ne kadar velîleri tanıtmak maksadına binaen iyi bir iş yapmış olurlarsa da bu kitapların mü’minlere verdiği zarar, menfaatinden kat kat fazladır. Çünkü velîlerin sadece kerametlerini yazanlar, o keramet sahibi velîlerden sadır olan kusur ve günahları yazmadılar. Böylece okuyucu, o velînin keramet üstüne keramet, tasarruf üstüne tasarruf, keşif üstüne keşfini görür ve o velînin hiçbir sahada aciz olduğunu kabul etmez. Zahirde olsa dahî, o velî ilahî emirlere muhalif hiçbir harekette bulunmaz, der. İşte bu kanaat iman haline gelir. Böylece büyük bir cehalet içine girmiş olup velînin, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlandığını ve dilediğini yapabileceğini zannedip, velîden acizlik sıfatını uzaklaştırır. Peygamberlerin sıfatı olan ismet sıfatını velîye vermiş olur. Birinci sıfat ki, aciz olmamaktır, Allah’ın sıfatıdır. Allah o sıfatı peygamberlerine dahî vermemiştir. Nerede kaldı ki velî kullarına versin. İsmet sıfatına gelince, bu sıfat da peygamberin özelliğidir. [6]

 

Notlar:

[1] Mehmed Zahid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi, İstanbul: Seha, s. xv.

[2] A.g.e., s. 134.

[3] Âli İmran, 3/49.

[4] Abdülaziz Debbağ, el-İbriz, C. 1, çev. Celal Yıldırım, İstanbul: Demir Kitabevi, s. 518-519.

[5] Yusuf, 12/94-96.

[6] Osman Akfırat, Erenlerin Kalp Gözü, çev. Ali Arslan, 2. b., İstanbul: Arslan Y., 1974, s. 165-166.

 

(http://beyanname.blogcu.com/esad-cosan-in-keramet-anlayisindaki-olcusuzluk/13257886)

ESAD COŞAN HOCA’NIN YANLIŞ LEVH-İ MAHFUZ DÜŞÜNCESİ

 

esad coşan güncel meseleler ile ilgili görsel sonucu

 

Dr. Seyfi Say

 

Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hoca, “Levh-i Mahfuz görülebilir mi, değişebilir mi?” şeklindeki bir soruya şöyle cevap vermiş bulunuyor:

 

 “Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; ana kitap onun katındadır” (Ra‘d, 13/39) ayeti kerimesinin izahında ve daha başka ayetlerde bu husus bildiriliyor. Mesela menakıbda geçer ki, bir şahsın dervişi kendisinin Levh-i Mahfuz’da cehennemliklerin arasında isminin yazıldığını görmüş. Demiş ki: “Üstadım zat-ı alinizin ismini Levh-i Mahfuz’da cehennemliklerin arasında yazılmış görüyorum. Siz ibadet ediyorsunuz, namaz kılıyorsunuz ama, cehennemliklerin arasındasınız.” [Üstad, cevap olarak] “Ben ibadeti Allah emrettiği için yapıyorum. Cennetlik de olsam, cehennemlik de olsam, vazifem. Onu yapmağa devam edeceğim. Ben onu senden önce kaç senedir görüyorum” demiş. Yani vazifesine, kulluğuna hiç aksatma vermeden devam ediyor. Ertesi gün derviş yine gelmiş: “Efendim, baktım Levha değişmiş, isminizi cennetlikler arasında gördüm bu sefer” demiş…. Dua işlerin değişmesine neden olur. Dua edersin, Allah duayı kabul eder ve işi değiştirebilir. Demek ki bazı değişmeleri lütfediyor Mevla.. O da Allah’ın bir takdiridir diye izah ediliyor. Levh-i Mahfuz’da değişiklik olur, oluyor. Olduğunun misalleri çok..

(M. Es’ad Coşan, Güncel Meseleler 2, İstanbul: Seha, 1998, s. 21-22.)

 

Bu ifadeler birden çok hata içeriyor.

Birincisi, ayet-i kerîmeye kendi kafasından anlam veriyor. Nitekim, merhum Ömer Nasuhi Bilmen hoca, “Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Alisi ve Tefsiri” adlı eserinde, söz konusu ayeti şu şekilde tefsir etmektedir:

 

Peygamber zamanında bazı emirlerin, hükümlerin durumun icabına göre değişmesi vaki olabilir. Böyle bir neshin vukuu, bazı şer’i hükmlerde meydana gemişti. Şüphe yok ki : (Allah Teala dilediğini siler) Dilediği bir dini hükmü ve saireyi nesh etmek ve değiştirmek suretiyle ortadan kaldırır (ve) dilediği şeyleri de (sabit kılar.) Onu baki bırakır. Neshetmez ve değiştirmez. Mesela: Neshettiği bir hükmün yerine getirdiği diğer bir hükmü de sabit kılar ve neshten korumuş olur, hikmet ve menfaata göre ilahi iradesi tecelli etmiş olur. Nitekim bütün şer’i hükümler, Rasulu Ekrem’den sonra tamamen korunmuştur ve neshden uzaktır. (Ve ana kitap, onun yanındadır.) Kitapların aslı olan levh-ı mahfuzu o hikmet sahibi yaratıcı, ilk evvel yaratmış, manevi ve maddi alemde meydana getireceği ve yokluğa götüreceği bütün hadiseleri daha vukuundan evvel o levh-ı mahfuzda tesbit buyurmuştur. Artık hikmetin gereğine göre takdir edilen ne ise o ortaya çıkar. Bunları değiştirmeye ve bozmaya kullar güç yetiremezler. Binaenaleyh, “Hz. Muhammed, ashabına bugün birşey ile emrediyor, ertesi gün başka birşey ile emrediyor” demeğe kimsenin hakkı olamaz. O Yüce Peygamber, onları kendi arzusuna göre söylemiş olmuyor, belki aldığı ilahi vahiyden dolayı söylemiş oluyor, artık bundan dolayı da itiraz ve şüphe etmeye gerek yoktur.

 

Merhum Elmalılı ise, söz konusu ayeti (Ra‘d, 13/39) tefsir ederken şunları söylemektedir:

 

Ehli kitaptan yahudi hizbi gibi, bir kısmı, neshi inkâr ediyor ve öyle zannediyorlardı ki, “nesih bir bir beda’yı, yani, önce bilinmeyen bir ilmin, sonradan elde edilmesiyle önceki hükümden caymayı gerektirir. Allah Teâlâ bilgisizlikten münezzeh olduğu için ilâhî hükümlerde nesih olmaz” diyorlardı ve “madem ki, Kur’ân‘da daha önceki kitapların hükümlerini nesheden âyetler vardır, o halde bu kitap Allah kelâmı olamaz, bunu getiren kimsenin de peygamber olmaması gerekir” diye iddia ediyorlardı. Ve böylece yahudiler, Kur’ân‘ın, Musa’yı peygamber, Tevrat‘ı da vahiy mahsulü bir kitap olarak tasdik etmesinden yararlanarak, Tevrat‘ı hiçbir şekilde nesih kabul etmez hakim bir ana kitap ve Musa şeriatını da değişmez bir din farzederek İncil‘i de, Kur’ân‘ı da inkâr ediyorlar. Hz. İsa’nın nübüvvetini olduğu gibi Hz. Muhammed’in risaletini de tanımak istemiyorlardı….

İşte herhangi hizipten olursa olsun nesih meselesini inkâr edenlere karşı buyuruluyor ki; Allah dilediğini mahveder, dilediğini yerinde sabit tutar. Gerek yaratmada, gerek hüküm koymada dilediğini mahveder. Varlık âleminden siler, hükümden düşürür, yürürlükten kaldırır, izini yok eder, dilediğini de onun yerine geçirir veya doğrudan doğruya yenisini yaratır. Evvela yaratılışta görülüyor ki, Allah Teâlâ, âlemde birtakım şeyleri yok edip, ortadan kaldırırken, diğer birtakım şeyleri durduruyor ve yeniden vücuda getiriyor…. Öyle ki, bütünüyle kâinat, bir taraftan harfleri ve satırları silinip, diğer taraftan yazılan bir kitap gibidir. Böyle iken kâinatın sayfa düzeninde, hikmetli akışında ne bir silinti, ne de bir kazıntıdan eser bulunmaz, kusursuz olarak işler. İşte ilâhî yaratılışta böyle olduğu gibi, teşri hususunda da durum böyledir: Allah Teâlâ, bir süre için yürürlükte tuttuğu bir şer’î hükmü, diğer bir zaman için yürürlükten kaldırır, yerine başka bir hüküm getirir: Hükümlerin bir kısmını başka hükümlerle nesheder. “Eğer biz bir âyetin hükmünün kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya dengini getiririz” (Bakara 2/106) âyetinin gereğince o hükmün yerine ondan daha hayırlısını ya da en azından onun gibisini ikâme eder. Çeşitli devirlerin ve farklı toplumların durumlarına uygun düşen çeşitli şeriatler bulunur. Böylece “her ecelin bir kitabı var” olmuş olur. Çünkü kitaplar, şeriatlar dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için, insanların uyması gereken kurallardır….

Allah, böyle “dilediğini imha ve dilediğini ibka ve isbat eyler”, ve ana kitap ancak O’nun katındadır. Bütün kitapların ilk kaynağı, aslı, esası olan, hiçbir şekilde değişmeyecek, mahvi mümkün olmayan ana kitap, daha doğrusu kitabın anası, “düstur-i âlâ” denilen kütük ancak O’nun katındadır ki, o “Levh-i Mahfuz” veya “ilm-i ezelî-i ilâhî”dir. Değişecek ve değişmeyecek olan, giden ve kalan işte her şey o kitapta yazılıdır. Hepsi bilinmektedir. Onun için dinin temel ilkelerinden olmayan konularda şeriatler arasında veya aynı kitapta meydana gelen nesihlerden dolayı, Allah Teâlâ’ya hiçbir şekilde beda lazım gelmez. Ve yine onun içindir ki, tekvin ve teşride mahiv ve isbat cereyan ettiği halde Ana kitaba (Ümmü’l-kitaba) göre, her şey “yazılmış, bitmiştir, kalem kurumuştur.” Kâinatta yeniden yazılacak, yeniden programlanacak hiçbir şey yoktur. Her şey yerli yerinde ve yazılıp programlandığı şekilde akıp gitmektedir….

 

İkincisi, “daha başka” ayetlerde Esad Coşan hocanın zannettiği şekilde bir bilgi yok.

Üçüncüsü, bu tür konularda menkıbeler delil olmaz. (Edille-i şeriyye dörttür ve bunların içinde menkıbeler ya da böylesi keşf ve keramet hikâyeleri yer almaz. Genelde İslamî ilimlere biraz vakıf olan herkes, edille-i şeriyyenin dörtle sınırlı olduğunu bilir. Ama çoğunun bu konudaki bilgisi ezber şeklindedir, anlamamıştır. Bu yüzden, dinî konularda akıl yürütürken, “Bu söylediklerim edille-i şeriyye açısından nerede duruyor?” diye bir kez olsun kendilerine sormazlar. Çünkü, ezberlemişlerdir, anlamamışlardır. Esad efendinin de aynı durumda olduğu görülüyor. Değil böylesi keramet hikâyeleri, hadîsler bile, şayet zayıf iseler, itikadî konularda kesin/kat’i delil olarak kabul edilemezler. Bu keramet hikâyelerinin ise, bir defa, hadîslerin aksine, genelde senedi bile bulunmaz. İkincisi, dinde ancak peygamberlerin rüyası, ve bir de onların tasdik edip tabir ettikleri rüyalar delil kabul edilebilir. Mesela Peygamber Efendimiz s.a.s., rüyasına dayanarak umre için yola çıkmış ve Hudeybiye olayı yaşanmış, rüya ertesi yıl gerçekleşmişti. Aynı nedenle, bir insanın cennetlik mi, cehennemlik mi olduğuna, birisinin rüyasına dayanılarak karar verilemez. Şayet bir peygamber, rüyasında görmüşse o başka.. O zaman bile, rüya motamot çıkacak diye birşey yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz s.a.s.’in Ebu Cehil’i rüyasında Cennet’te gördüğü ve bunun ona ağır geldiği bilinmektedir. Bu rüyanın, Ebu Cehil’in oğlu İkrime r.a.’in müslüman olmasına ve şehadetine işaret ettiği belirtilmektedir. Sonra, şayet anlatılan menkıbeyi dikkate alırsak, Levh-i Mahfuz’un tekrar değişmesini, sözü edilen üstadın/şeyhin bir gün sonra tekrar cehennemlikler listesine yazılmasını mümkün kabul etmemiz gerekir. Bu durumda da, durumu Levh-i Mahfuz’da şu veya bu şekilde görmüş olmanın bir anlamı kalmaz. Çünkü, nasıl olsa bir gün sonra değişmesi mümkün. Kısacası, itikadî konular böylesi menkıbelere dayandırılamaz. Esad Coşan hocanın usûl-ü fıkıh ve usûlüddîn alanında son derece yetersiz olduğu görülmektedir.)

Dördüncüsü, dua ile Levh-i Mahfuz’un değişmesi mümkün değildir. Merhum Elmalılı’nın dua ile ilgili ayeti (“Şayet kullarım, sana benden sordularsa, gerçekten ben çok yakınımdır. Bana dua edince, duacının duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler ki, doğru yola gidebilsinler.” Bakara, 2/186) tefsir ederken yazdıkları, konuyu yeterince açıklamaktadır:

 

İlimden dem vuran bazı cahiller, duayı faydasız bir şey zannetmişlerdir. Bunların başında yaratıcı kudreti, bir kör kuvvet zanneden kör kuvvetçiler vardır. Fakat bunlardan başka “icab” veya “cebir” nazariyelerine saplananlardan da bu konuda birtakım şüpheler ileri sürmeye kalkışanlar olmuştur. Şöyle ki:

(…)

1- Görülüyor ki yukardaki şüphelerin başı, kader meselesinden “cebir” ve “icab”a dayanmaktadır. Halbuki bununla duayı inkara kalkışmak çelişki olur. Çünkü bu durumda insanın dua etmesi ve duaya iman etmesi, ezelde olacağı bilinen bir şey ise, o dua her halde yapılacaktır. Buna şüphe atarak iptale çalışmak, cebir ve kaderden bahsetmek mânâsızdır. Eğer olmayacağı biliniyorsa inkara kalkışmaya hacet yoktur. Dua zaten yapılmayacaktır. Ezelde duaya bağlı olarak takdir edilen taleblerin de her halde dua şartıyla olacağının bilinmiş olması lazım gelir.

Meselâ yemek yemek şartıyla doyması takdir edilmiş olanın, istemek ve azmetmek şartıyla muvaffak olacağı takdir edilmiş olanın doyması, muvaffak olması, yemeye, istemeye ve azme bağlı olduğu gibi, dua da öyledir.

…  Taleb ile, dua ile kayıtlı olarak, olacağı bilinen takdirler vardır.

2- Cenab-ı Allah her şeyden öncedir. Bu mânâ iyi düşünülünce anlaşılır ki kadere mahkum olan Allah değil, yaratıklardırKaderler önce ise, Cenab-ı Allah da kaza ve kaderden öncedir. Dua, bu önceliği ikrar ve itiraf olduğu için kulluk makamlarının en önemlisidir. Bize gelince, Allah Teâlâ’nın ilmi, kaza ve kaderin niteliği, akıllarımızın dışındadır. Kaderin sırrı, meydana gelmesinden önce bilinemez. Bu şekilde Allah’ın hikmeti, kulun ümit ile korku arasında koşup korunmasını gerekli kılmıştır. Ümit ve arzu, başarının sebebi; korku ve çekinme, başarının düzenleyicisidir. Yaşamak, bu iki özelliğin dengesidir. Varlıkla yokluk arasında dönüp dolaşan mümkinin mahiyeti de budur. Bunun için Allah’ın ilmi, hepsini kuşatmıştır. Allah’ın kaza ve kaderi herkes için geçerli olmakla beraber sorumluluk da doğrudur. Biz, hem kanunsuz yaşamadığımızı biliriz; hem de iradenin ve azmin bir kanun olduğunu biliriz. Ümit ve korku, talep ve azim kanunlarının birisi de duadır. Bütün olaylar sebeplere bağlı ise, dua da o sebeplerden biridir.

3- Ashab-ı Kiram, Resulullah’a cebir ve kader meselesini sormuşlar: “Ey Allah’ın Resûlü nasıl görürsün? bizim amellerimiz, bitirilmiş bir şey midir, yoksa yeni başlayan bir iş midir?” demişler. “Bitirilmiş bir şeydir.” buyurulunca: “O halde amel nerede kalır?” sorusunu sormuşlardı. Bunun üzerine: “Çalışınız, herkes kendisi için yaratılmış olan şeye kolaylıkla ulaşır.” buyurulmuştu. Hem kaderin geçtiğini, hem de kolaylığa kavuşmuş olmak için çalışıp amel etmenin lüzumunu göstererek, işin ne cebir ve ne sırf icab, ne de mutlak hürriyet olmadığını; belki ikisi arasında orta bir yol ve icab ile seçimin toplamı “iki iş arasında bir iş” olduğunu göstermiş, boyun eğdirmemiş, kolaylığa erdirmiştir. Şaşıranlar, bu orta noktanın ya aşırısına veya ihmaline düşenlerdir.

4- Duadan maksat bildirmek değil, kulluk göstermek; tevazu ve alçak gönüllülük arz ederek müracaatta bulunmaktır. Maksat bu olunca, kaza ve kaderine rıza ile beraber Allah’a dua etmek, insanlık hissesini tercih değil; Allah’ın kudretine her şeyden fazla saygı duymaktır. Bu da en büyük makamdır….

 

Kısacası, dua eden kişi, duasıyla Levh-i Mahfuz’un değişmesine neden olmaz, tam aksine, Levh-i Mahfuz’da yazılı olduğu şekilde dua etmiş olur. Merhum Elmalılı’nın ifadesiyle, “tekvin ve teşride mahiv ve isbat cereyan ettiği halde Ana kitaba (Ümmü’l-kitaba) göre, her şey ‘yazılmış, bitmiştir, kalem kurumuştur.’ Kâinatta yeniden yazılacak, yeniden programlanacak hiçbir şey yoktur. Her şey yerli yerinde ve yazılıp programlandığı şekilde akıp gitmektedir”.

Yine Elmalılı’nın ifadesiyle, “Bütün kitapların ilk kaynağı, aslı, esası olan, hiçbir şekilde değişmeyecek, mahvi mümkün olmayan ana kitap, daha doğrusu kitabın anası, ‘düstur-i âlâ’ denilen kütük ancak O’nun katındadır ki, o ‘Levh-i Mahfuz’ veya ‘ilm-i ezelî-i ilâhî’dir. Değişecek ve değişmeyecek olan, giden ve kalan işte her şey o kitapta yazılıdır”.

Şayet dua ile bizzat Levh-i Mahfuz değişiyor olsaydı, o takdirde önceden belirlenmiş bir kaderden söz etmek de mümkün olmayacaktı. İnsanların sebeplere yapışmaları da bir tür fiilî dua kabul edildiği için, sonuçta bunların da Levh-i Mahfuz’u değiştirebileceğini kabul etmek gerekecekti. Böylesi bir yaklaşım, aslında Mutezile’nin ve Kaderiye’nin (kaderi inkâr edenlerin) bakış açısını yansıtmaktadır.

 

(http://beyanname.blogcu.com/esad-cosan-in-hatali-levh-i-mahfuz-inanci/13464552)

ESAD COŞAN HOCA’NIN ŞEYHLİK ANLAYIŞINDAKİ BİR HATA YADA ÇELİŞKİ

 

hasib serezi ile ilgili görsel sonucu

 

hasib serezi ile ilgili görsel sonucu

hasib serezi ile ilgili görsel sonucu

hasib serezi ile ilgili görsel sonucu

abdülaziz bekkine ile ilgili görsel sonucu

abdülaziz bekkine ile ilgili görsel sonucu

 

Dr. Seyfi Say

 

Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocanın “şeyhlik” kurumuyla ilgili şu sözlerinin tutarsız, çelişkili ve mantıksız olduğunu belirtmek gerekiyor:

 

Hocamız [Mehmed Zahid Kotku rh. a.] Abdülaziz Efendi‘nin [Abdülaziz Bekkine rh. a.] ahirete irtihalinden sonra makama oturmuştu. Zâten Abdülaziz Efendi’yi tekkeye getirip onu derviş yapan kimse Hocamız’dır. Bir kimse bir kimseyi tekkeye getirirse, onun tarikatte ağabeyidir…. Hem Hasib Efendi’yi, hem Aziz Efendi’yi Gümüşhaneli Dergâhı’na Hocamız getirmiş. Ama, çok mütevâzi bir insandı Hocamız…. Kendisinin tekkeye getirdiği insanları öne sürmüştür, onlara vazife yaptırtmıştır. Onlar gittikten sonra tekkenin başında vazife yapmıştır. Aslında onlardan kıdemlidir. [1]

 

Şayet Mehmed Zahid efendiden önceki şeyh (Mustafa Feyzi efendi), kendisinden sonra yerini alan Hasib efendiyi görevlendirmediyse ve görev aslında Mehmed Zahid efendinin idiyse, bu durumda, Esad Coşan hocanın aynı konuşmada geçen kendisiyle ilgili şu sözleri sorgulanabilir hale gelir:

 

Hocamız’ın ‘Benden sonra bu vazifeyi sen yap evlâdım!’ dediği bir hizmetçi bendeniz… Yoksa, hakkımız, haddimiz filân değil böyle şeyhlik, tarikat başkanlığı… Müridlerin yetiştirilmesi… Emrolunduğumuz için, ‘El-emru fevkal-edeb’ diye, bu vazifeyi yapıyoruz. Hocamız uygun gördüğü için ayrılıp da gidemiyoruz da… Reddetmek de mümkün değil. [2]

 

Bu sözler çerçevesinde, görevin o zamanki sahibi olan Mehmed Zahid efendinin, verilen vazifeyi yapmamış olmanın yanı sıra, şeyhinin tayin etmediği bir kişiyi, sanki asıl şeyh Mustafa Feyzi efendi değil de kendisiymiş gibi, yerine şeyh olarak atamış bulunduğunu kabul etmek gerekir.

Böyle bir mantık(sızlık) olabilir mi?!

Mustafa Feyzi efendi Hasib efendiyi atamıyor, şeyh olduğu halde bu konuda susuyor, talebesi genç Mehmed Zahid efendi, onun yerine kimin şeyhlik yapacağına karar veriyor.

Yani bu, olacak şey midir?!..

Böyle bir “hikâye”, şeyhlik kurumunun güvenilirlikten yoksun bulunduğunu söylemekten başka bir anlam taşımaz.

Üstelik, aynı hikâyenin Abdülaziz Efendi için de tekrarlanması ayrı bir tuhaflık.

Burada, Hasib efendinin (Serezli Hasib Yardımcı rh. a.) şeyhliğe başladığı sırada 63 yaşında (Esad Coşan hocanın vefat ettiği yaşta) bulunduğunu ve o sırada Mehmed Zahid efendinin de 29 yaşında bir genç olduğunu ayrıca hatırlamak gerekiyor.

Yine, Mehmed Zahid efendinin Hasib efendiden “Kur’an ilmi ve fıkıh icazetleri” aldığı, yani onun talebesi olduğu da bilinmektedir. [3]

Bir âlim tutuyor oğlu hatta torunu yaşındaki bir başkasına Kur’an öğretiyor, fıkıh dersi veriyor, onu yetiştiriyor, sonra da bu talebesi, sırf tekkeye bir iki sene önce geldi diye, kıdemli oluyor.

Mübarek sanki tekke değil de devlet dairesi..

Bu “hikâye”yi anlatan Coşan hocanın bir de intisabı devlet başkanına (halifeye) yapılan biat gibi kabul etmesi var ki, ne yenilir ne yutulur.

*

Evet, Hz. Ebubekir en “kıdemli” müslümandı, fakat eğer bu kıdem hikâyesinin bir geçerliliği olsaydı, onun kendisinin yerine tavsiye ettiği (tayin değil) Hz. Ömer’in hilafeti gündeme gelince birilerinin şöyle demesi gerekirdi: “Hop dedik, önce kıdemine bir bakalım. Kıdemli abilerin sana izin verdi mi?!. Sen değil misin Peygamber Efendimiz’e senelerce biat etmeyen, hatta onu öldürmeyi tasarlayan?!. Sıranı bekle..”

Ve tarih kitaplarının şöyle yazması gerekirdi: “Hz. Ali, daha kıdemliydi, ilk çocuk müslümandı, fakat kıdemine rağmen, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a sırasını verdi. Allah selamet versin, çok mütevazı idi. Hele Ebu Zer r. a., tevazu abidesiydi; Mekke’de bile yaşamıyorken en önce müslüman olmayı başaranlardan biriydi, beşinci müslümandı. Bütün bu kıdemine rağmen, ne Hz. Ömer’e ne de Hz. Osman’a, ‘Kardeş, ben varken böyle hilafet davası mı güdüyorsun, hilafeti alan da gaçan mı, kıdemin kadar konuş’ demeye kalkışmıştı. Çok mübarekti canım..”

Bütün bunları geçtik, Mehmed Zahid efendi şayet Hasib efendi ile Abdülaziz (Bekkine) efendiyi tekkeye getirmişse, herhalde onları ilkokul çocukları gibi kulaklarından tutup getirmemişti. En fazla, “Falanca zata intisaplıyım, salih bir insan” demiştir, onlar da aynı zata intisap etmeyi kendileri için uygun görmüşlerdir. (Nitekim, Hasib efendinin, “Abdülaziz ve Mehmed Zahid Ef.ler vasıtası ile Mustafa Feyzi Ef. Hz. ile tanışmış” olduğu belirtilmektedir. [4]

Mahviyetin esas kabul edildiği bir alandaki (tasavvuf) şu kıdem yarıştırıcılığı garabetine bakınız..

Burası ne, kıdem yarıştırma yeri mi?!..

*

Madem öyle, neden Esad Coşan hoca, kendisini tekkeye getiren ve daha kıdemli olan babasını Mehmed Zahid efendiden sonra öne sürmemiş, ona vazife yaptırmamıştır?..

Ancak, babası söz konusu olunca standart değiştiriyor, “kıdem” hikâyesinden, “vazifeyi verme” moduna geçiş yapıyor. Diyor ki:

 

O arada yıpratma çalışmaları olarak: ‘Bu ne biçim hoca ki, babası dururken kendisi makama geçiyor?’ demişler… Vazifeyi Hocamız babama verseydi, elbette herkesten daha fazla sevinerek elini ayağını öper, ben onun hizmetinde olurdum. Ama Hocamız vazifeyi ona vermedi…. Bu böyle babalık, evlâtlık meselesi değildir.… Bu bir mânevî mezhebdir. İnsan bağlandığı kapının halinin ne olduğunu, bağlandığı kimsenin de statüsünün ne olduğunu bilmek zorundadır. Onun için, bu sual haklı bir sualdi. Ben de onun için bu cevapları verdim.

(M. Esad Coşan, Güncel Meseleler 2, İstanbul: Seha, 1998, s. 167-168.)

 

Bu sözler çerçevesinde, Hasib efendinin postnişinliğini de, bir görevlendirmenin sonucu olarak görmek gerekir.

Hasib efendi, “Ben yaşlıyım ve Mehmed Zahid benim talebem, ama bu böyle yaşlılık, gençlik meselesi değildir” diyemez miydi yani?!..

“Vazifeyi şeyhimiz Mustafa Feyzi efendi, Mehmed Zahid’e verdi. Artık bana laf düşmez” diyemez miydi?!..

Yok, iş kıdeme bakıyorsa, kıdemli başçavuşun kıdemsize üstülüğü gibiyse, Esad Coşan hoca neden, “Babamın kıdemi var, hatta filancalar da benden kıdemli” demedi, diyemedi?..

Yok, “Bu iş babalık, evlatlık, kıdem vs. meselesi” değil ise, “görevlendirilme” meselesi ise, Mehmed Zahid efendi nasıl Hasib efendi ve Abdülaziz efendiye tevazuan post bağışlamış oluyor?..

Bunun mantıklı bir izahı var mıdır?!

Mustafa Feyzi efendi, 63 yaşındaki ilmiyle temayüz etmiş Hasib efendiyi görevlendirmeyi bilmiyor, 29 yaşındaki Mehmed Zahid efendi ise, ihmal edilen bu görevlendirme vazifesini yaparak tevazuan onu “öne sürüyor”. (Esad Coşan hocanın babası Halil Necati Coşan, Ahıskalı Ali Haydar efendinin “Hasib efendinin ilmiyle, Abdülaziz efendinin ise zekâsıyla temayüz etmiş olduğunu” söylediğini aktarmaktaydı.)

Kıdemsiz Hasib efendi ile Abdülaziz efendi de, Şeyh Mustafa Feyzi efendi tarafından görevlendirilmedikleri halde, kıdemli Mehmed Zahid efendinin ağzına bakıyorlar, ondan onay ya da icazet alınca hemen postun üstüne atlıyorlar.

Onlarda ne tevazu var, ne de “Yok gardaş, görev bizim değil, ne haddimize!” diyecek bir izan!..

Olacak şey mi bu?!..

 

Notlar:

[1] M. Es’ad Coşan, Güncel Meseleler 2, İstanbul: Seha, 1997, s.162; http://www.angelfire.com/ak4/dervisan/silsile/azizefendi/hakkinda.htm

[2] Güncel Meseleler’den aktaran Abdüllatif Duygulu,http://www.sonuyari.org/kendidilindenmec.htm

[3] Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî, Ramuz el-Ehadis, çev. A. Bekkine, İstanbul: Milsan Matbaası, C. 1, s. xx.

[4] A.g.e., s. xiii.

 

(http://beyanname.blogcu.com/esad-cosan-hoca-nin-seyhlik-anlayisindaki-bir-hata-yada-celi/13511681)

EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT MEZHEBİ, SENİN BOŞ KAFANDAKİ CADDE DEĞİL, ALLAH’IN RESULÜ’NÜN BİLDİRDİĞİ YOLDUR

(ŞERİAT YERİNE BEŞERÎ UYDURMALARI SAVUNAN MÜNAFIKLAR, EHL-İ SÜNNET’TEN OLMALARINI GEÇTİK, MÜSLÜMAN BİLE DEĞİLDİRLER)

 

FIKHI EKBER ŞERHİ ile ilgili görsel sonucu

 

EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT

 

Âliyyü’l-Kârî

 

O (Resulullah s.a.s.), Tirmizî ve diğerlerinin rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurur:

 

“İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka hariç, onların hepsi cehennemdedir.” Ashab-ı kiram: “O kurtulanlar kimlerdir?” diye sordular. Hz. Peygamber s.a.s. “Bana ve ashabıma uyanlardır” diye buyurdu.

 

Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud’un Hz. Muaviye’den rivayet ettiği hadiste ise, “(Ümmetimin fırkalarının) yetmiş ikisi cehennemdedir, biri cennettedir. Cennette olanlar ehl-i sünnet ve’l-cemaattir” buyurmuştur. Yani müslümanların çoğunluğunu teşkil eden büyük topluluktur. Muhammed Rasulullah’ın ümmetinin dalalet üzere birleşemeyeceğine dair hadis-i şerif de varid olmuştur. Diğer bir rivayette ise “Size gereken İslam cemaatinin çoğunluğuna uymaktır” diye buyurmuştur. [Belirli bir belde ya da ülkedeki çoğunluk değil, bütün bir müslüman kitlenin çoğunluğu… Mesela, İran’da Şiîlerin çoğunlukta olmaları, orada yaşayanların Şiî olmalarını haklı hale getirmez. Ya da Türkiye’de İslam ile Türk milliyetçiliğini, devletçiliğini ve “son kale Türkiye” edebiyatını birleştirmeye çalışanların çoğalması, bu düşünceyi savunmayı meşrulaştırmaya yetmez. Çünkü bu tür anlayışlar, mesela Endonezya, Afganistan, Arap Yarımadası, Nijerya vs. gibi ülkelerdeki müslümanlar için hiçbir önem taşımaz. Önemli olan, bölge, ırk, devlet vs. farkı geçerli olmaksızın genel İslâm topluluğunun çoğunluğudur. Bu çoğunluğun yanında mesela şimdilerde Türkiye devletçiliği yapan eski İslamcıların “yeni” anlayışı, azınlık bir fırka görüşünden ibarettir.]

Süfyan rh. a.’den rivayet edilmiştir ki, “Eğer dağ başında bir tek fakih bile bulunsa, o, cemaati temsil eder”….

İbn-i Abbas r. a., “Allahu Teala, Kur’an-ı Kerim’i okuyup onunla amel eden kimseyi, dünyada sapıtmayacağını ve ahirette de kendisini şakîlerden kılmayacağını tekeffül etmiştir” dedi ve “Kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz” ayet-i celilesini okudu….

Bütün müslümanlara gerekli olan; daha önce geçen peygamberlerin akidelerine muvafık ve Kur’an-ı Kerim ile açıklananın aynı olan, peygamberler efendisi Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin sözüne (sünnete) tâbi olmaktır. Şani yüce, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahu Teala kendi nefsine yemin ederek şöyle beyan buyurmuştur:

 

Rabbin hakkı için, onlar, aralarında çekiştikleri şeylerde seni [vefatından sonra şeriatini/sünnetini] hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiçbir darlık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, iman etmiş olmazlar.”

 

Allahu Teala bu ayet-i celile ile haber veriyor ki; münafıklar Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden başkasının huzurunda muhakemeleşmek [İslam Şeriati yerine insanların koydukları yasalara uymak] isterler, Allah’ın ve Resulullah’ın hükmünden yüz çevirip şiddetle uzaklaşırlar….

Kim ki, Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellemin getirdiği ve ondan sabit olan hususların gayri ile din işlerinden bir şeye hüküm vermek ister ve bunun şeriatta güzel görüldüğünü, dolayısıyla Peygamber aleyhisselamın getirdiği (Kitab ve sünnet) ile ona muhalif düşen aklî meseleleri (akıl yürütmeleri) birleştireceğini zannederse, onun sapıklıktan nasibi vardır ve onun Hz. Peygamber’in getirdiği sünnete yükselmesi haramdır.

Peygamber s.a.s.’in sünneti de bize Kur’an-ı Kerim’in delalet ettiği hususları açıklamaktadır. … Bunun içindir ki, Kitab ve sünnete muhalif hareket edenleri, ihtilaf ve zorluklar içinde buluruz. Bilakis Allahu Teala, “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip ondan razı oldum” buyuruyor. Biz dinimizin kemale ermesi için Kitab yani Kur’an ve hadis-i şeriften başka birşeye muhtaç değiliz.

 

(İmam-ı Azam, Fıkh-ı Ekber Şerhi, şerh: Aliyyü’l-Kârî, çev. Hüseyin S. Erdoğan, İstanbul: Hisar Y., 1977, s. 12, 22-24, 28.)