Dr. Seyfi Say
Prof. Dr. M. Es’ad Coşan hocanın, Mavera Dergisi’nin 54’üncü sayısı için kendisiyle yapılan röportajda yer alan ifadeleri, iki bölüm halinde yayınladığımız makale formatındaki yazımızda konu edinmiştik (Röportaj metnine http://iskenderpasa.com/F19D1BAE-2BEB-44B3-BF5D-328C63057C9D.aspx adresinden ulaşılabilir).
Merhum Es’ad Coşan hocanın söz konusu röportajda dile getirdiği çelişkili ve hatalı sözler gerçekte orada dile getirdiklerimizle sınırlı değil (Ancak, söz konusu makalede dile getirdiğimiz hususlar “temel” hatalar durumundayken, burada dile getireceğimiz hususlar ikinci derecede öneme sahiptir). Kuşkusuz Es’ad Coşan Hoca son derece doğru ve önemli şeyler de söylüyor. Ancak, bunlara bakarak yanlışlarına da sahip çıkmak, o doğrulardan sağlanılacak faydayı yok eder.
Hatalı ifadelerin düzeltilmesini bir “kötülük” olarak görmek; iyilik ile kötülüğü ters yüz etmektir, iyiliği bırakıp kötülüğe yönelmek, yanlışı doğruya tercih etmek demektir. Olgun ve kâmil insanlar, hatasız insanlar değil, hatalarını fark ettikleri zaman düzeltmekten kaçınmayan, bunu gurur meselesi yapmayan insanlardır. Bile bile yanlışı doğruya tercih ederek nefislerinin peşine takılıp giden, heva ve heveslerine tâbi olan insanların ise, kâmil olmak bir tarafa, sıradan bir “mütedeyyin” olmaları bile mümkün değildir.
Şayet yaptığımız kritiklerde ve analizlerde isabetsizlik bulunduğunu, yeterince kritik (eleştirel) düşünemediğimizi ve konuları analitik bir şekilde ele alamadığımızı ileri sürenler varsa, sahih kaynaklara ve sağlam delillere dayalı olarak bunu göstermeleri durumunda onlara minnettar kalmamız, teşekkür etmemiz ve hatalarımızı düzeltmemiz gerekir. Doğal olarak, bizden çifte standart sergileyip bazı şahıslar için kritik ve analitik düşünmeyi terk etmemizi, onlar karşısında körü körüne onaylayıcı bir tutum benimsememizi, bile bile yanlışa doğru dememizi beklemeye kimsenin hakkı yoktur. Aynı şekilde bizim de, eleştirilerimizin körü körüne kabul edilmesini talep etmeye hakkımız bulunmuyor. “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar.”
Hz. Ali’nin ifade ettiği gibi, hakkı tanıyıp insanları ona göre değerlendirmek gerekiyor; hakkı şahıslara göre değil. Esad Efendi bunun istisnası değildir. Öyle sanıyorum ki, merhum, hatalarının farkına varmış olsaydı düzeltirdi. Allahu a’lem..
*
Konuya dönersek… Şu ifadeler Es’ad Efendi’ye ait:
Hz. Ömer Tevrat’ı, İncil’i okuyan kimselerin ellerinden, ‘Allah size Kur’an’ı göndermedi mi? Bunlarla ne diye meşgul oluyorsunuz?’ diyerek onları almıştır… O zamanın müslümanı, kendisini başka şeylerden müstağni tutuyordu. Başka düşünce ya da inançların dinine zarar vereceğini biliyordu. Resûlullah da, kendi zamanında, mü’minlere, Ehl-i Kitab’ın kitaplarıyla meşgul olmayı yasaklamıştır….
O zamanın müslümanının düşüncesi (zihniyeti), “dışarıdan bir şey almak” değildir. Dışarıya karşı istiğna idi. Bugün gerçek bir müslüman, dışarıdan taklit yoluyla ne şekil almak, ne fikir almak, ne de inanç almak ister. Bunların kendisine yabancı olduğunu bilir. Kendi öz kaynakları içinde beslenmeyi tercih eder.
Dış kaynaklardan tesir almak Resûlullah Efendimiz tarafından yasaklanmıştı. ‘Yahudi ve hıristiyanlara muhalefet etmek dinin gereğidir’ şeklinde hadîs-i şerîf vardır. Hatta daima okuduğumuz Fatiha’da bile buna işaret bulunuyor….
Bu söylenenler belki ilk mutasavvıflar için geçerli olabilir, fakat daha sonraki dönemlerde yabancı düşüncelerden çok geniş çapta etkilenenler olmuştur. Mesela, Prof. Dr. Mahmut Kaya’nın TDV İslâm Ansiklopedisi’nde “İbnü’l-Arabî” maddesinde belirttiği gibi, İbnü’l-Arabî Yunan felsefesini tasavvufa taşımıştır. Bu tür yabancı düşüncelerden etkilenen mutasavvıflar onunla sınırlı da değildir. Nitekim Esad Efendi’nin kendisi de, yukarıda geçtiği gibi, şöyle demektedir:
Tarikatlar, tasavvufun yayıldığı alanların coğrafî genişliği dolayısıyla çok fazla çeşittedirler. Aynı zamanda coğrafî mıntıkalardan ve mıntıkalarda yaşayan eski kültürlerin tesirlerinden izler taşıyabilirler.
Buradaki “eski kültürlerin tesirlerinden izler” ifadesi önem taşımaktadır. Esad Efendi, kendisine tarikatlarla ilgili olarak yöneltilen, “Aynı kaynaklara istinat etmiş oldukları halde niçin böyle farklı yorumlar ve yaşama biçimi gösteriyorlar?” sorusuna şöyle cevap vermektedir:
… bu farklılık, o coğrafî bölgelerdeki eski kültürlerle, örften, adet ve ananeden doğan alışkanlıklarla ilgilidir. Her mıntıkanın kültürel ve sosyal değerleri birden bire ortadan kalkmıyor, yok olmuyorlar. İslâm’a aykırı olmayan âdetler, yeni tarz içinde yaşıyor. Veyahut eski âdetlerden bir kısmı, bırakılmadığı taktirde İslâm’a uygunlaştırılmaya çalışarak hayatiyetini sürdürme durumuna düşüyor. Eskiye bağlılar, eskiyi, revaçta olan temayüllerin karşısında ayakta tutabilmek için, eskiye yeni bir boya vurmak suretiyle, onların revaç bulmasını sağlıyorlar.
Ancak, “yeni tarz içinde yaşatılan” bütün adetlerin “İslâm’a aykırı” olmadığını söylemek mümkün değildir. Bu takdirde, bütün tarikatların hak olduğunu, yoldan çıkmış tarikat bulunmadığını kabul etmek gerekir. Nitekim Esad Efendi, kendisine verilen “Böylece, dolayısıyla batıl tarikatların da izahını yapmış oluyorsunuz” şeklindeki karşılık üzerine şunları söylemektedir:
Tabii… Şimdi, mesela; Bektaşî tarikatını inceleyen araştırmacıların hepsinin kabul ettiği bir gerçektir ki; Bektaşîlik bir takım batınî tarikatları kendi içinde eriterek onların bir muhassalası haline gelmiştir. Ve bunların içinde Kalenderîler gibi, Cevalika gibi, eski Şamanist inanca sahip olanların düşünce, inanç ve hareket tarzları gibi birtakım ‘değerler’ vardır. Bu değerler o tarikatın içine sızmış, nüfuz etmiştir.
Esad Efendi ayrıca şunu söylemektedir: “Gerçek tasavvuf, semere olarak insanı muhabbet-i Resûlullah’a, hatta müşâhade-i Resûlullah’a ulaştırır.”
Burada “müşâhade-i Resûlullah”tan bahsedilmesi, “keşf” amaçlı bir mücahedeyi akla getirmektedir. İbn Haldun, Şifaü’s-Sâil (Tasavvufun Mahiyeti, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Y.) adlı eserinde, tasavvuf yoluna ilgi duyanların ya “takva” ya da “keşf”e ulaştıracak bir mücahede gerçekleştirmeyi hedeflediklerini belirtir. İlk mücahede türünü Muhasibî’nin er-Riaye’sinde, ikincisini ise Kuşeyrî’nin Risale’sinde anlattığını aktarır. İhya ise iki yöntemi birleştirmiştir. Takva mücahedesinde şeyhe ihtiyaç yoktur. Ancak, “keşf” sonucunu verecek olan mücahedede “kâmil” bir şeyhe ihtiyaç vardır (keşf amaç olamaz, ama ağır riyazetler keşf sonucunu verebilir); çünkü yapılan riyazetler sırasında mürid bazı haller yaşayabilir ve dalâlete düşebilir. Onun, kâmil bir mürşidin kontrolü altında bulunması gerekir.
Son tahlilde İbn Haldun, bu görüşleriyle, tarikate intisabı veya bir şeyhe biati tasavvuf açısından zorunlu görmemiş oluyor. Çünkü “takva mücahedesi” için şeyh gerekli görülmezken, “keşf mücahedesi”nin de caiz olmakla birlikte zorunlu olmadığı vurgulanıyor. Şeyh ancak, “ihtiyarî” olarak “keşf mücahedesi”ne yönelen için zarurî hale geliyor. Günümüz açısından düşünüldüğünde, keşf sonucu verecek bir tarikat eğitiminin kalmadığı söylenebilir. Takva mücahedesinin şartlarına uygun ve dikkatli bir şekilde yapıldığı da gerçekte şüphelidir. Bu konuda genel bir hüküm vermek yerine, tasavvuf adı altında faaliyet gösteren kurumların tek tek mercek altına alınması gerekir.
Meşhur mutasavvıf Niyazî-i Mısrî, “Tarikatın Usûlü ve Hakikatin Rumuzu” başlıklı risalesinde bu noktayı çok açık ve anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktadır:
Tasavvuf ehli geçinen bazı ümmîler, [mutasavvıfların] o mutlak sözlerine bakıp ilhada [sapıklığa] düşmesinler ve aynı zamanda bilsinler ki tasavvuf ehli her ne kadar yüksek mertebelere yetişseler de onların imanı, şu yeni imana gelen mü’minin imanından artık [fazla] olmaz. Onun için ‘Aleyküm bi-dini’l-acâyiz – Sizin için din, kocakarıların dinidir’ denilmiştir. O halde bu manayı bilip tasavvuf yolunu şerefli şeriat yolundan başka bir yol zannedip dalâlet (sapıklık) yoluna düşmesinler. (Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, sad. Hüseyin Rahmi Yananlı, İstanbul 1992, s. 332.)
Yine Niyazî-i Mısrî, şöyle bir soru yöneltip cevap veriyor:
– Bir kimse sofîlerin bildiği ilmi bilmese, şerefli şeriatın zahiri ile amel etse ve onunla yetinse o kimsenin imanında ve İslam’ında sofîlerden eksik olur mu?
– Olmaz… Sofîlerden değil, belki enbiya aleyhimüsselamın imanından ve İslam’ından dahi eksik olmaz. Zira iman ve İslam öyle bir cevherdir ki bölünme ve parçalarına ayrılma kabul etmez; artık ve eksik denilmez. (A.g.e., s. 330.)
Öte yandan, Esad Efendi’nin şu sözleri, konuşmanın seyri içinde daha sonra dile getirdiği düşüncelerle çelişmektedir:
Ben, tabiî, tasavvufun sözle öğrenilmediğini de, fiilen kendi hayatımda görmüş bir kimseyim. Mesleğim dolayısıyla ilim erbabı arasında bulunmak durumunda olduğum halde ve tasavvufa dair pek çok kitap okuyan bir kimse olduğum halde, tatbikatın kitaplarda anlatılanlardan çok daha başka şeyler kazandırdığını fiilen görmüşümdür.
Şu sözleri ise farklı bir içeriğe sahiptir:
Sanata gelince; malum, sanat gönül işidir. Gönlü kıpırdamayan bir insanın güzelliği sezmesi, bulması ve tasvir etmesi mümkün değildir. Bize kadar ulaşan Osmanlı sanatkârlarını inceleyecek olursak, büyük ölçüde gönül erbabı insanlar olduğunu görürüz…. Osmanlı sanatını mimariden musikiye, edebiyata ve daha başka sanatlara doğru inceliyecek olursak büyük sanatkârların hemen hepsinin böyle olduğu görülür. Söz gelişi hangi sanatkârı inceleseniz muhakkak Gazâlî’yi okumuş, muhakkak Mesnevî’den feyz almıştır.
Esad Coşan hocanın, tasavvufla sanat arasında kurduğu ilişki, çok fazla önem taşımamaktadır. Aslında sanat, belirli bir servet birikimiyle ortaya çıkar. Kıt kanaat geçinen toplumlarda sanat gelişmez. Çünkü sanat aslî ya da zarurî bir ihtiyaç değildir. İslâm uleması genelde insan yaşamında kullanılan maddeleri üçe ayırırlar: Zarurî, hâcî, tahsînî/kemâlî. Mesela insanın bir barınağının bulunması zaruridir. Bunun için derme çatma bir kulübe de yetebilir, fakat belirli bir sağlamlık ve yaşanmaya elverişlilik ihtiyaçtır (hâcî). Meskende insanın gözüne hoş görünecek şekilde süslemelerin bulunması, boya ve badanasının güzel olması da “tahsînî” bir nitelik taşır. Bu kelime “hüsn”den (güzellik) geliyor. Bir insanın giyim, kuşam, ev, ev eşyası, araba vs. gibi hususlarda tahsinî denilebilecek hususlara önem vermesi, genelde sahip olduğu servet birikimiyle ilgilidir. Ayrıca bir de bunun kültür boyutu vardır. Zenginleşen bir fakir aile genelde ilk kuşakta tahsînî unsurlara önem verirken ihtiyatlı davranır ve bunları israf olarak görür. İkinci ve üçüncü kuşaklar ise, şayet servet birikimi devam ederse, bunlara alışırlar, hatta zarurî görmeye başlarlar; çünkü onlarda böyle bir yaşam kültürü oluşur. Bu, onların sanatkâr ruhlu ya da “mutasavvıf” olmalarından ileri gelmez, kısmen yozlaşmalarından ve israfa alışmalarından kaynaklanır.
*
Devletler için de durum böyledir. Mesela İslâm’ın ilk döneminde Mescid-i Nebevî bile son derece sade bir haldeydi. Fakat o ilk dönemin insanları “gerçek” mutasavvıflardı. Bugün Mescid-i Nebevî muhteşem bir görünüme sahip olduğu halde, müslümanların ne durumda olduğu bilinmektedir. Osmanlı’nın da ilk dönemlerinde, hatta en parlak dönemlerinde bile camiler, son devre nisbetle herşeye rağmen daha sade bir görünümdeydiler. Mesela Dolmabahçe Camii ve Tophane’deki II. Mahmut tarafından yaptırılmış camilere bakıldığında, taş tezyinata çok önem verildiği, önceki camilere nisbetle çok “müzeyyen” oldukları görülür. Bu, saraylarda da kendisini göstermektedir. Dolmabahçe ve Çırağan saraylarının taşını yontmak, süslemek için harcanan paranın haddi hesabı bulunmamaktadır. Halbuki ilk devirlerde böylesi işler lüzumsuz kabul edilmiştir. Bursa ve Edirne gibi eski başkentlerde doğru dürüst saray inşa edildiği bile söylenemez.
Kısacası, sanat eseri üretme merakı, genelde, tasavvuftaki ilerlemeden değil, toplumdaki lüks tutkusu ve sefahatten kaynaklanmaktadır. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Ümmetimin sonunda bir takım kavimler olur ki, camilerini süsler, kalplerini viran ederler. Onlardan birisi dinine vermediği ehemmiyetten fazlasını elbisesine verir. Bunlar, dünyaları selâmet oldu mu, ahiret işini kaale almazlar.”
İlk (gerçek) mutasavvıflara bakıldığında, bunların böyle sanat eserleri üretmekle uğraşan insanlar olmadıkları da görülür. Çünkü onların temel özelliği zahid olmalarıydı. Zühd ile sanatlar arasında da pek fazla bir ilişki yoktur, hatta bunlar birbirine bir ölçüde zıttır. İlk sûfîlerden birçoğunun sanatı vardıysa da, bu “sanat eseri üretme” anlamına gelmiyordu, geçim için yapılan bir meşguliyetti. Mesela demircilik gibi. Öte yandan, Osmanlı’da selatin cami inşa etmiş Ermeniler bile bulunmaktadır. Demek ki, sanat eseri üretmek ile tasavvuf arasında bir paralellik ilişkisi kurmak, hayatın gerçeklerini gözardı etmek anlamına gelir. Belki bir mimar ya da hattat, bir tarikata intisap edebilir, fakat onu hattat ya da mimar yapan, tasavvuf değildir.
*
Musikişinaslık ise, bahse bile değmeyen bir konudur. Aslında Şeriat’e bağlı mutasavvıflar, musikişinaslığı hoş görmemişlerdir. Mesela Sühreverdî “Avarifü’l-Mearif”de bu konuda kesin bir muhalefet sergiler. Musikîye salt insanın ses güzelliği olarak müsamaha ile yaklaşanlar olmuşsa da, çalgı aletleri ile vakit geçirilmesine hiçbir fakih cevaz vermemiştir. Tabakat kitaplarını okuyalım, ilk mutasavvıflar arasında hiç musikişinas var mıdır?! Son dönemlerde çeşitli tarikat mensupları arasından musikişinaslar çıkmışsa, bu onlar için bir övünç sebebi olamaz.
Şairlik için bile çok olumlu şeyler söylenmemiştir. Şuara Suresi’nde genel olarak şairler yerilmiş, sadece istisna yapılmıştır. Bir ayette de, Hz. Peygamber’e s.a.s şairliğin yakışmayacağı belirtilmiştir. H. Kâmil Yılmaz’ın “Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar” adlı kitabının “Tasavvuf ve Güzel Sanatlar” başlıklı bölümünde (10. b., İstanbul: Ensar Neşriyat, 2004, s. 69-73) şu ifadeler yer alıyor: “… ilk sûfîler … şiire pek ilgi duymamışlardır.” (s. 69) “Mûsikînin dindeki yerinin tartışıldığı ilk devir sûfîleri, genellikle mûsikîye pek hoş bakmamışlardır.” (s. 71)
İbn Haldun, müslümanlar arasında çalgı aletlerinin ve musikî düşkünlüğünün ortaya çıkışını şu şekilde anlatmaktadır:
… bütün zarurî ihtiyaçlarını karşılayıp, zevklerini tatmin etmeye fırsat bulan kimseler bu tür şeylerle ilgilenirler. İslam’dan önce acem (Arap olmayan) hükümdarlıklarının şehirlerinde umran (medeniyet) denizi coşup taşmaktaydı ve hükümdarları da mûsikîye çok düşkündü…. Araplara gelince, başlangıçta onlarda şiir sanatı vardı…. İslam gelince acem devletlerine galip gelip ülkeleri fethetmişlerdir. Ancak bir taraftan bedevîliklerinin devam etmesi, diğer taraftan da dini yaşamada son derece sağlam olup, dinleri ve geçimleri için fayda vermeyecek boş şeylerden yüz çevirmeleri nedeniyle, belli bir ölçüde mûsikîden uzak kalmışlardır. Titrek bir sesle Kur’an okumak ve adetleri olduğu üzere şiir terennüm etmenin dışında mûsikîye yönelmemişlerdir. Diğer milletlerden elde ettikleri ganimetlerle zenginleşip müreffeh bir hayata kavuşunca, lükse dalmışlar ve boş zamanlarını eğlenceli uğraşlarla geçirmeye yönelmişlerdir. Fars ve Rum şarkıcılar kendi diyarlarından ayrılarak Hicaz’a gitmişler, oralarda Arapların hizmetlerine girerek ûd, tanbur ve ney gibi çalgı aletleri çalıp, şarkılar söylemişler, onların nağmeli seslerini dinleyen Araplar da şiirlerini aynı şekilde söylemeye başlamışlardır. (Mukaddime, C. 2, çev. Halil Kendir, 2004, s. 593-594.)
Hasan K. Yılmaz, mimarî ile ilgili olarak da şunları söylüyor:
Tasavvuf, … tekke … gibi isimlerle yeni bir takım müesselerin kurulmasına, büyük mutasavvıfların ölümünden sonra inşa edilen türbe ve kümbet gibi binlarla, ziyaretçilerin ağırlanması için yaptırılan imarethaneler gibi kurumların ortaya çıkışına zemin hazırladığı gibi, yeni bir mimarî üslubun meydana gelmesine de etkisi olmuştur…. Kullanım alanlarına göre mimarîmize yeni üsluplar kazandırmıştır.” (Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 72.)
Bu ifadeler, ilk dönem sûfîleri için geçerli değil. Ayrıca, mimar yetiştirmekle, bir mimara tekke ya da türbe inşa ettirmek farklı şeylerdir. Hat sanatı vs. için de benzer bir durum sözkonusudur.
Öte yandan Esad Efendi, tasavvuf ve tarikatlarla ilgili olarak şunları da söylemektedir:
Tasavvuf ve tarikatlar tarihî bir vâkıa olarak, fetihlere yol açmış, fetihlerin kaynağı olmuştur. Siyasî başarıların kaynağı olmuştur….
Osmanlılar’ın başarısı buna dayalıdır. Eğer Osmanlılar’da ölüm korkusu olsaydı, fütûhattaki başarısı da olmazdı….
Ölüm korkusunun bulunmaması ile tasavvuf arasında kurulan ilişki gerçekçi değildir. Son bin yıla bakılırsa, en büyük ve geniş çaplı işgal olayını Cengiz’in gerçekleştirdiği görülür. Cengiz’in ordusunun tasavvufla ne kadar ilişkili olduğu da bellidir. Ancak, Akşemseddin‘in İstanbul’un fethinde oynadığı rol gibi, mutasavvıfların cihada olumlu katkısının olduğu durumlar da yok değildir. Bu bakış açısında cüz’î bir doğruluk payı bulunmakla birlikte yine de eksiktir. Gerçekte tarikatlar pekçok siyasal kargaşa, fesat ve isyanın da nedeni olmuştur. Mesela Şeyh Bedreddin isyanı iyi bilinen bir örnektir. En ilginç örneği ise Safevî Devleti oluşturmaktadır. Larousse’un “Safeviler” maddesinde şöyle denilmektedir:
[Safevîlik] Adını, başlangıçta sünnî bir tarikatken sonradan şii bir yapıya dönüşen ve Erdebil’de Safiyyettin-i Erdebilî’nin (öl. 1334) kurduğu safeviyye adlı tarikattan alır. Timur istilasından sonra Safeviler, özellikle Doğu Anadolu Türkmenleri arasında güçlü bir propaganda etkinliği ile çok sayıda yandaş topladı. Timur’un Erdebil’i köyleri ile birlikte Safiyyettin-i Erdebilî’nin torunu Hoca Ali’ye [Alaüddin Ali] vermesi tarikatı daha da güçlü bir duruma getirdi. Hoca Ali’nin ölümünden (1429) sonra ardıllarından [torunu] Cüneyt (1447-1460) gittiği Diyarbakır’da Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kız kardeşi ile evlenerek Akkoyunlu topraklarında serbestçe dolaşma olanağını sağladı. Çevresine topladığı 12 bin kadar müridiyle Gürcü ve Çerkez topraklarıyla Şirvanşahlar’a saldırdı. Bu saldırılardan birinde öldürülünce (1460), yerine Uzun Hasan’ın kızkardeşinden olan oğlu Haydar geçti. Haydar, Uzun Hasan’ın kızıyla evlenerek Akkoyunlular ile olan akrabalığını daha da güçlendirdi…. Müritlerine 12 İmam’ı simgeleyen 12 dilimli kızıl taç (külah) giydirdi; bu nedenle hepsine birden kızılbaş denildi. Haydar, babasının öcünü almak için Şirvanşahlar ile giriştiği savaşlarda öldürüldükten sonra….
Şeyh Safiyyüddin’e İlhanlı Devleti yöneticilerinden Emir Çoban ve Cengiz’in torunlarından İlhanlı hükümdarları Muhammed Hüdâbende ile Ebû Said Bahadır Han büyük saygı göstermişlerdir. Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Velî ve Seyh Hamîd-i Velî’nin (Hamîdeddin, Somuncu Baba) tarikat silsilesi de Şeyh Safiyyüddin’e (Safî) dayanır. Bu silsilenin daha sonraki meşhur isimleri Üftade, Aziz Mahmud Hüdaî ve İsmail Hakkı Bursevî’dir.
Erdebil Ocağı bu isimlerle Anadolu’da misyonunu ifa ederken, ocağın bizzat merkezinde alevîleşme yaşanmıştır. Şeyh Sadreddin’in torununun oğlu Şeyh Cüneyd, bu ocak mensupları arasında Şiîliği benimseyen ilk isimdir. Sadreddin’in oğlu Hoca Ali’nin vefatından sonra posta oğlu İbrahim oturmuş, onun ardından şeyhliği devralan Cüneyd, babadan oğula saltanat haline dönüşen şeyhliği yeterli bulmamıştır. Yukarıda da geçtiği gibi, Akkoyunlu Devleti hükümdarı Uzun Hasan’ın kızkardeşi ile evlenerek manevî nüfuzunu siyaset alanına tahvil etmeye çalışmıştır. Osmanlı topraklarında tarikat faaliyeti göstermek için II. Murat’tan da izin istemiş, bu talebi kabul edilmemiş, sadece kendisine biraz para gönderilmiştir. Cüneyd’in Uzun Hasan’ın kızkardeşiyle olan evliliğinden dünyaya gelen Şeyh Haydar, babasını aratmamış, aynı çizgiyi sürdürmüş, ayrıca dayısı Uzun Hasan’ın kızıyla evlenerek “damad-ı şehriyarî” veya “padişah damadı” olmuştur. Bu evlilikten de, şeyhliği şahlığa çevirecek, padişahlık ile şeyhliği birleştirecek olan Şah İsmail dünyaya gelmiştir.
Şah İsmail, bir yandan dedesi Uzun Hasan’a dayanan karizması, diğer yandan Şeyh Safiyyüddin’e (Safî) uzanan soy ve tarikat şeceresi ile, Türkmenlerin gönlünde taht kurmayı başarmıştır. Şeyh Safî, Şah İsmail’in altıncı göbekten dedesidir. Yılmaz Öztuna’nın belirttiğine göre, Safevîler sadece Şeyh Safiyyüddin neslinden geliyor olmayı yeterli görmemiş, bir de “sahte bir neseb” uydurarak Safiyyüddin’i Hz. Ali’nin 25’nci kuşaktan torunu yapmışlardır. Larousse’da belirtildiğine göre, İsmail yedi yaşında şeyh ilan edilmiş, 1501 (veya 1502) yılında 15 yaşındayken de şahlığını ilan etmiştir.
Türkmen aşiretleri, Şeyh Safiyyüddin ve Erdebil Tekkesi (ya da Tarikatı) kökeni nedeniyle Şah İsmail’e bağlılık duyarken, Osmanlı Devleti de, II. Bayezid zamanında, bu şahsa karşı nasıl bir politika izleyeceği konusunda kararsızlık yaşamıştır. Öteden beri Erdebil Tekkesi ya da Ocağı’na bağlılık arzeden, her yıl hediyeler gönderen Osmanlı, Şah İsmail’in çizgisinin Şeyh Safiyyüddin’inkiyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını başlangıçta tam anlayamamıştır. Hatta II. Bayezid’in şehzadelerinden Amasya valisi Ahmet’in oğlu Murat, Şah İsmail’in halifesinin elinden Kızılbaş tacı giymiştir. Bu arada Şah (Şeyh) İsmail’in propagandacıları (dâîleri, davetçileri) Anadolu’yu hallaç pamuğu gibi atmışlar, yer yer Osmanlı’ya karşı isyanlar başgöstermiştir. En çok bilinen örnek Antalya’da başlatılan Şahkulu (Şah’ın kulu) isyanıdır. Korkuteli’nin Yanlıköy’ünden olan Şahkulu, başlangıçta köyünün yakınındaki bir mağaraya çekilip ibadetle meşgulmüş gibi görünmüş ve böylece ün kazanmış, ziyaretçileri çoğalmıştır. Hatta II. Bayezid bile ona değer verip para göndermiştir. Sonuçta, Şah İsmail’in ve müridlerinin Anadolu’da sebep olduğu karışıklıklar yüzünden 50 bin kadar insan ölmüş ve pekçok ev isyancılar tarafından yağmalanmıştır. Şah İsmail’in tarikat kurumunu Osmanlı’nın içişlerine karışmak ve Anadolu’yu egemenliği altına almak için istismar ettiğini fark eden Yavuz Sultan Selim, çareyi onun üzerine yürümekte bulmuştur.
(http://beyanname.blogcu.com/mesayih-ve-tasavvuf-telakkisine-zeyl/13031210)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.