AHLÂK İSTİSMARI

 

Kategori Detayları

 

Hayrettin Karaman‘ın eski bir yazısından (11 Nisan 2019 tarihli) alıntılar yapmış ve konuya devam edeceğimizi söylemiştik.

Karaman’ın yazısının başlığı şöyle: “Çağdaş Gazzâlî’den halimiz ve çaremiz (2)”.

Karaman’ın ondan naklettiği sözler arasında şunlar da yer alıyor:

 

Erdeme zorlamak, zorlanan insanı erdemli kılmaz; nitekim imana zorlamak da insanı mümin kılmaz; erdemin dayanağı hürriyettir.

Düzeni bozuk bir toplumda sosyal adalet saraylarını dikmek, ahlakı çökmüş bir toplumda edeb ve ahlak kolonlarını dikmek gibidir.

 

Evet, erdeme/fazîlete (güzel ahlâka) zorlamak, zorlanan insanı erdemli kılmaz..

Ya ne kılar?

Şu ikisinden biri: Adı konulmamış kölelik ya da erdemsizliğin/ahlâksızlığın riyakârlığa/gösterişe dönüşmüş biçimi.. (Erdemsizliğin katı halinden sıvı/sulanmış ve gaz hallerine geçiş.)

*

Zorlamanın olduğu yerde hürriyet yok demektir.

Erdeme zorlanan kişi bunu bir tehdidi bertaraf etmek için yaptığında hürriyetini kullanamıyor demektir.

İçinden gelmediği halde birilerine şirin görünmek için öyle davrandığı zaman da kişiliğini/şahsiyetini yitirmiş, içi ile dışı farklı riyakâr/gösterişçi biri haline gelmiş olur.

Hukuk kurallarının (adil hukuk kurallarının) durumu farklıdır. Onlar sadece haksızlığı önlemeye ve adaleti sağlamaya yöneliktir.

Bu yüzden de zorlama, hukuka eşlik eder. Bu, hürriyetin çiğnenmesi ya da kanun baskısı değil, kişinin başkalarının hak ve hürriyetlerini çiğnemesine izin verilmemesi demektir.

*

Düzeni bozuk bir toplumda sosyal adalet saraylarını dikmek, ahlakı çökmüş bir toplumda edeb ve ahlak kolonlarını dikmek gibidir.”

Düzen, hukukun işlemesi ile sağlanır.

Bir toplumda hukuksuzluk hakimse, ya da hukuk diye baskı, zulüm, haksızlık ve adaletsizlik anlamına gelen kurallar dayatılıyorsa, orada sosyal adaleti sağlama çabaları bir sonuç vermez.

Ahlâkın çökmüş olduğu bir yerde yapılan ahlâk edebiyatı da genelde ahlâkın istismarından ibaret olur: Haksızlığa uğrayanlara sabrın sevabından, ihmaller sonucu felakete uğrayanlara kaza ve kaderden söz edilmesi gibi.

Elbette sabır sevaplıdır, ve elbette kaza ve kadere iman etmek gerekir. Fakat istismar söz konusu olduğunda bunların hatırlanması ve hatırlatılması sağlam bir imandan değil, insanları aldatma ve uyutma sahtekârlığından kaynaklanır.

Hukuk kuralları diye birtakım imtiyazlı sınıf, zümre, ırk/ulus, grup, parti, cemaat/topluluk ve fırkaların menfaat ve baskı çarkının dönmesini sağlayacak kanunlar, tüzükler, yönetmelikler vs. topluma dayatıldığında, ve de insanlar bu tür düzenlemelere tepki gösterip adalet (hukuka/haklara riayet) istediğinde, tutup o insanlara “Esas olan hukuk değil ahlâktır” diye nasihat etmek, zulüm çarkının bekası için ahlâkı istismar edip insanları aldatmaktan başka bir anlama gelmez.

Ki, bir müslüman için adil hukuk, Şeriat’tir.

FARUK BEŞER’İN BU YAZISI İYİ

 

Faruk Beşer 'Darü'l-harpte faiz meselesi'ni yazdı

 

Dini savunmak için yalan menkıbeler anlatmak

Yalanı tartışıyorduk. Menkıbe olarak yalan söylenebilir mi?

Menkıbe (ç: menakıp), örnek alınmaya değer haslet demek. Kelimenin aslında delip geçme, yol gösterme, etki etme gibi anlamlar vardır. Sanki birisinin güzel huyları insanın kalbine işlediği, ona örnek olduğu, yol gösterdiği için onlara menkıbe/menakıp denmiştir. Anlamada ve etkilenip ders almada menkıbeler çok etkili olduğundan menkıbe önemli bir eğitim aracıdır. Çünkü hal dili kâl dilinden etkilidir derler. Lisanu’l-hâl entaku min lisani’l-makâl. Yine bunun için temsil tebliğden öncedir derler.

Bu sebeple Allah bize Kuranıkerim’de peygamberlerin ve önceki müminlerin hayatlarını kıssa ederken aslında onların menkıbelerini anlatmış olur. Ne var ki, din dilinde bunlara menkıbe denmemiştir. Allah da mesela Hz. İbrahim’in özelliklerini bize anlatırken ‘onda sizin için üsve-i hasene/uyulası güzel örnek vardır’ buyurur. Demek ki menkıbe peygamberlerde olunca ona üsve-i hasene denir. Bu tabir Kuranıkerim’de bir de Resulüllah için kullanılır.

Sahabe-i kiram efendilerimize gelince, onların menkıbelerinden söz edilir. Hadis kitaplarının ‘menâkıb’ bölümleri vardır ve bu bölümlerde sahabenin üstün örneklikleri anlatılır. Onlardan sonra ulemanın, evliyanın ve ahlakı güzel insanların da menkıbeleri örnek oluşturma bakımından önemlidir ve kitaplarda bolca vardır.

Mitolojilerin ve destanların eğitimdeki meşruiyetini tartışacaktık, onun için menkıbeleri öne aldık ve eğitimde, davette, tebliğde, hatta anlamada çok önemli olduklarını söyledik. Ancak menkıbede de bir tehlike vardır; insanoğlu değer verdiklerini yüceltmede sınır tanımayan bir özelliğe sahiptir. Çünkü duyuların ötesi duygulardır ve duygulara dinle ve akılla sınır çizilmediği takdirde insan muhayyilesi kutsamaya ve ilahlaştırmaya meyyaldir. Kutsal ile kudsînin farklı şeyler olduğunu da daha önce yazmıştık. Kısaca kutsallaştırma ilahlaştırmadır. Takdis etme yani kudsî bilme ise temiz ve mübarek bilmedir.

Menkıbelerin önemine rağmen kutsamaya kapı aralayan bir yönleri de bulunduğu için Resulüllah Efendimiz (sa) kendisini söz konusu ederek bu kapıyı kapamak istemiştir. ‘Hıristiyanların İsa için yaptıkları gibi siz de beni övmede aşırı gitmeyin, ben Allah’ın kuluyum, siz de bana sadece Allah’ın kulu ve resulü deyin’ buyurmuştur. Yani bende ne varsa onu söyleyin. Buna rağmen vefat eder etmez duyguların ağır basmasıyla onun ölmüş olamayacağını söyleyen sahabîler olmuştur. Ömer (ra) gibiler de bu düşünceyi anında tashih etmişlerdir. Dinin zahir, yani objektif yönü şeriattır. Esas olan da budur. Bâtın, yani duygu yönü ancak zahirinin çerçevesinden çıkmadıkça doğru olabilir. Çıkarsa bâtıniliğe ve kutsamaya kayar. Bunun için İmam Rabbani gibi bir sufi bile zahire uymayan bâtına asla itibar edilmeyeceğini söyler. Ama insanlar sevdiklerini ve büyük gördüklerini en büyük görmek istedikleri için onun hasletlerini hayallerinde büyütürler ve onu Resulüllah’ın bile, haşa, üzerine çıkarabilirler. İşte örneklik yönü önemli olan menkıbenin tehlikesi burada başlar.

Belki de çok eleştiri aldığı için sevenlerince hakkında ilk abartılı menkıbe uydurulan kişinin Ebu Hanife olduğunu söyleyebiliriz. Onunla ilgili olarak anlatılan elma hikayesi, kırk yıl yatsının abdestiyle sabahı kılma söylentisi, son iki senem olmasaydı sözü böyle uydurulan menkıbelerdendir. Menkıbe büyük insanların yaşadıkları ahlaki güzellikler olmaktan çıkıp kutsamaya dönüşürse şirke kayması işten bile değildir. Ne yazık ki, özellikle batınî sufiyye buna çokça ihtiyaç duyar. Çünkü üstatlarının büyüklüğünü bir şekilde kabullenip kabul ettirmeleri gerekir ki, insanları onun etrafında tutabilsinler.

Yıllarca bizim bazı televizyonlarımızda hep böyle asılsız menkıbeler Müslümanlara filim olarak izletildi ve halen de devam ediyor. Hakkın, hakikatin, sıdkın, sadakatin ta kendisi olan İslam’ın böyle şeylere ihtiyacı olabilir mi? Bunlar dinin önce yanlış anlaşılmasına, sonra yanlış tanıtılıp başkalarının ondan uzaklaştırılmasına sebep olmaz mı? Bunu yapmanın hainlikten ya da cehaletten başka sebebi olabilir mi? Oysa bu dinin temel özelliği fıtrat ve hayat dini olmasıdır. Müşrikler işte böyle duygularla Resulüllah için, bu nasıl peygamberdir, bizim gibi yollarda yürüyor, yiyor içiyor demişlerdi.

Kısaca yalanın her türlüsünü yasaklayan bir dinin, kendisinin savunulması için yalana müsaade edeceği düşünülemez. Bu çok daha kötü bir yalandır. Belki de bu sebeple Resulüllah Efendimiz (sa) ‘kim bile bile benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazır olsun’ buyurmuştur.

SEYFİ SAY’DAN MEKTUP – 2

(DR. SEYFİ SAY BEY’DEN OKURLARIMIZA BİR MESAJ DAHA VAR..

İLETMEYİ VAZİFE BİLİYORUZ.

SAYGILARIMIZLA..

TENBİH YAYIN EKİBİ)

*

DEĞERLİ TENBİH.WORDPRESS.COM OKURLARININ BİLGİSİNE,

Birileri göstere göstere e-mail hesabıma giriyorlar.

Kimler olduğunu tahmin etmek zor değil.

Seyfi Say

*

Güvenlik uyarısı

Gelen Kutusu
x

Google no-reply@accounts.google.com

11:23 (56 dakika önce)

Alıcı: ben

Yeni cihaz şu hesapta oturum açtı:
seyfisay@gmail.com
1 saat önce

Windows cihazında yeni oturum açma işlemi

seyfisay@gmail.com
Bu işlemi yapan siz değilseniz hesabınız tehlikededir
Windows
Vostro 3650
Bingöl, Türkiye
Bu cihaz

YERLİ-MİLLİ (“YERLİ İSTİHBARAT”IN İSTEDİĞİ TÜRDEN) YENİ FETHULLAH GÜLEN’LERİN “AHLÂK”I

(“HOŞGÖRÜ BAYATLADI, BEKLEYE BEKLEYE BOZULDU, RAFLARDA TAZE ‘AHLÂK’ VAR”)

 

Düşünerek İnanmak (Prof. Dr. Faruk Beşer) %35 indirimli Prof. Dr. Faru

(SANMAYIN Kİ DERDİMİZ FARUK BEŞER’LE..

SÖZÜMÜZ, ONUN PİŞİRİP MASAYA KOYDUĞU “ORTAYA KARIŞIK, BATIL ÜSTÜ AZ HAK” DOLMALAR İÇİN ONU KULLANAN ARDINDAKİ KODAMANLARA..

ONLARIN BATIL ZİHNİYETİNE..

“YERLİ İSTAHBARAT”IN AKREDİTE “YERLİ-MİLLİ YENİ FETHULLAH’LAR”I “DEVLETİN PARALELİ” DEĞİL!.. “İZDÜŞÜMÜ”)

 

“Bu, son” diyerek yazmıştık ama, Hayrettin Karaman‘ın eski bir yazısını (11 Nisan 2019 tarihli) görünce, Faruk Beşer‘i bir kez daha misafir etmekte fayda olduğunu düşündük.

Evet, Beşer’in “İslam’ın devleti olur mu?” başlıklı yazısını tartışıyorduk.

*

Malum, Faruk Beşer, Fethullah Gülen hocaefendisinin fıkhını anlamak için dünya kadar zaman harcamış, kaset dinlemiş, epeyce de mürekkep zayi ederek bu nevzuhur fıkhı kitaplaştırmış bir adam.

Bu fıkhın temel özelliklerinden birinin de “içtihat” konusundaki yeni içtihatlar olduğu biliniyor.

Evet, Fethullah Gülen, 28 Şubat sürecinde “darbeci askerlerin içtihat yaptıklarını, hatalı bile olsalar ‘bir sevap’ alacaklarını” söyleyebilmişti. (Bu da “Kemalist askerlerin ABD, CIA, İsrail ve beynelmilel masonluk güdümlü fıkhı” oluyor.)

Beşer’in hayranı olduğu Fethullah fıkhının ikinci bir temel özelliği, usul-furû (asıl-fer’) ayrımı konusunda insanların kafasını karıştırmış olmasıydı.

Gülen, 1995 yılında bir gazeteye verdiği röportajında “Başörtüsü füruattır” demiş, gazete bunu “teferruattır” diye aktarmıştı.

Gülen, sonradan sözlerini “itikat-amel” ayrımı çerçevesinde tavzih etmeye çalışmıştıysa da (Farziyetini inkâr etmemek kaydıyla başını örtmemek müslüman kadını dinden çıkarmazdı), mesaj alınmıştı.

*

Faruk Beşer, tartıştığımız yazısıyla, Fethullah fıkhının bu “tevile müsait” usul-furû mugalata ve demagojisini çok daha vahim bir noktaya taşımış durumda.

Eh, ne de olsa boynuz kulağı geçermiş.

Fethullah, Şeriat hükümlerini (amelî hükümleri) furûat kabul edip akaidi/itikadı asıl diye nitelendirirken, Beşer denilen şaşkın itikadı değil ahlâkı asıl olarak sunmaya başlamış durumda.

“Mevcut” laik/dinsiz devletin “derin kuklacılar“ı, Fethullah’ın fürûat lafının teferruat (önemsiz ayrıntı) şeklinde anlaşılacağının farkındaydılar. Fethullah bir taraftan onları memnun edecek laf cambazlıkları yapıyor, diğer taraftan da sözlerini “tevil” ederek “Ne şiş yansın ne kebap!” siyasetini sürdürüyordu.

Beşer ise, işin cılkını çıkarmış durumda.. Tevile bile ihtiyaç duymadan, ancak devasa bir işkembenin üretebileceği cesamette hezeyanları peşpeşe sıralıyor.

Fethullah’ın günahlarını sevap, rezaletlerini fazilet gösterecek zırvalar üretiyor.

*

Evet, Beşer, tartıştığımız yazısında şöyle diyordu:

 

“Esas olan hukuk [Şeriat] değil ahlaktı. Bunlar olmadıktan sonra devlet sadece ezici bir güç yani dûle olurdu. Bunun için de bütünüyle Mekke Döneminde Resulüllah (sa), bir gün biz de bir devlet kuracağız, yönetimi bu zalimlerden alacağız, dünyaya biz hâkim olacağız anlamında bir şey söylemedi. Söylediklerinin özeti ‘eslim-teslem’, yani Allah’a teslim ol kurtul demekten ibaretti.”

 

Yani, pratikte “Faruk Beşer tipi iktidar dalkavukluğu ve güç perestişliği” olarak kendisini gösteren ahlâk (gerçekte ahlâksızlık) esas, İslam Şeriati (Allahu Teala’nın emir ve yasakları) ise teferruat..

Bu esasa sahip olduğunuz zaman, teferruatı dert etmenize gerek de kalmıyor.

Beşer, bu Şeriatsiz “fıkıh” çerçevesinde, “peygamberî üslup“la, peygambercesine bir müjde de veriyor:

 

“… tevhide, şirkten uzaklaşmaya, İslam ahlakını yaşamaya odaklanmamız halinde biz de Mekke dönemindeki Müslümanlar gibi sağlam birer Müslüman olabiliriz. Sonuçta öyle olan Müslümanlara güçlü bir devlet nasip olduğu gibi bize de olur.”

*

Faruk Beşer şaşkını, galiba şu ayet-i kerimeyi hiç okumamış:

 

ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلٰى شَر۪يعَةٍ مِنَ الْاَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِـعْ اَهْوَٓاءَ الَّذ۪ينَ لَا يَعْلَمُونَ

“Sonra seni (din) emrinden bir şeriat üzerine (memur) kıldık. Artık sen ona tâbi ol, bilmezler olanların hevâlarına tâbi olma.”

(Ömer Nasuhi Bilmen Meali, Casiye, 45/18)

 

Şeriatin karşısında ahlâk değil, (İmam Şatıbî’nin el-Muvafakat‘ta işaret etmiş olduğu gibi) heva ve heves yer alır.

Fakat bu ilahiyatçı diye saygı gören “düzen“baz davullar (içi boş olduğu için fazla gürültü yapan deri kaplı nesneler), bu ayet-i kerime çerçevesinde Şeriat’in karşısında heva ve heveslerin (ehvâ) yer aldığını söylemek yerine, o “ehvâ”yı ahlâk olarak yutturmaya çalışıyorlar.

Beşer, Yeni Şafak‘ta bu şekilde yazarlık yapmak yerine bir sirkte soytarılık yapsa daha az vebale girerdi. (Sözümüz sadece Beşer’e değil, medyadaki onun gibi kalem oynatan cümle “düzen”baz menfaatperestlere).

*

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, söz konusu ayet-i kerimeyi Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde şöyle açıklıyor:

 

Sonra biz seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. … Arapça’da şeriat, insanların ırmaklardan ve benzeri şeylerden su almaya vardıkları yerdir. … Bazıları şeriata, şeriat denilmesi, su içmek için kullanılan yola şu yönüyle benzetildiğini söylemişlerdir: Çünkü hakikat ve doğruluk üzere onda [Şeriat’te] yürüyen hem kanar, hem temizlenir. … Temizlenmekten maksat da; “Ey ehl-i beyt! Allah ancak sizden şan ve şerefi kirletebilecek günahları uzaklaştırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb, 33/33) âyetinin mânâsıdır. Burada [Şeriat kelimesinin sonundaki] tenvin yüceltme içindir. Emir, din işi veya Allah’ın emri demektir. Yani bu Kur’an’da açıklandığı üzere Allah’ın sana vahyettiği emir ve yasaktan bir büyük ve geniş yol, koskoca bir şeriat üzere seni görevlendirdik.Onun için o şeriata uy, kendini ona uydur da bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma. Allah’ın hükümlerine ilmi olmayan veya ilmin gereğine uymayan kimseler yalnız kendi zevk ve heveslerinin arkasında koşarlar. Hevâ ve hevesler ise kişiye göre değişir. İsrailoğulları gibi ihtilâfa düşürür, Allah’ın gazabına götürür. Şeriat ise toplar, tevhid (Allah’ın birliğine inanmakla) rızasına götürür. Şeriata uy da cahillerin nefsani arzularına uyma.

*

Daha önceki yazılarımızda, Faruk Beşer’in ahlâk konulu zırvalarına gereken cevabı vermiştik.

Bu konuya tekrar dönmemizin nedeni, başta da söylediğimiz gibi, Hayrettin Karaman‘ın eski bir yazısını görmüş olmamız.

Yazının başlığı şöyle: “Çağdaş Gazzâlî’den halimiz ve çaremiz (2)”.

Karaman, ondan şu sözleri naklediyor:

 

1. Önemsizlerin yönettiği, gerçek önderlerin ise önemsiz sayıldığı bir ümmete yazıklar olsun!

2. Erdeme zorlamak, zorlanan insanı erdemli kılmaz; nitekim imana zorlamak da insanı mümin kılmaz; erdemin dayanağı hürriyettir.

3. Halkı eğlence konusu olan Arap kurumları ve korkuyu, vehmi, gevşekliği huy edinmiş Arap toplumları yok olmadan önce İsrail yok olmaz.

4. Bir toplum, bir spor karşılaşmasını kaybetmesi sebebiyle heyecanlanırken medeniyet, sanayi ve topluma ait kayıpları karşısında kılının kıpırdamaz oluşuna akıl erdiremedim.

5. Aldatıcı dindarlık bir ümmet için açık dinsizlikten daha zararlıdır.

6. İmparatorlar ve Firavunlar tanrılaştılar; çünkü şuursuz olarak onlara hizmet eden (tapınan) kalabalıklar buldular.

7. Düzeni bozuk bir toplumda sosyal adalet saraylarını dikmek ahlakı çökmüş bir toplumda edeb ve ahlak kolonlarını dikmek gibidir.

8. Halk, yöneticiler yüzünden bozulur, yöneticilerin bozulması alimlerin bozulmasındandır, eğer kötü alimler ve kötü hakimler olmasaydı, onlardan çekinecekleri için idareciler de bozulamazdı.

9. Eğer yanlış ve kötü bir durumu ve kurumu değiştirmek istiyorsan teşebbüse geçmeden önce onun yerine koyacağın durumu ve kurumu hazırlaman gerekir.

10. Diriliş ve uyanış hareketlerinin tarihine baktığımızda siyasi ve sosyal hareketten önce akıl ve zihniyet dirilişinin gerçekleştiğini görürüz.

 

Bunlar, önemli tespitler..

Ahlâk/erdem konusuna geleceğiz, fakat önce diğer hususlar üzerinde duralım.

Gazzâlî, haklı olarak “Aldatıcı dindarlık bir ümmet için açık dinsizlikten daha zararlıdır” diyor.

İşte Türkiye’de (ve Faruk Beşer gibilerin yazılarında) gördüğümüz şey bundan ibaret: Aldatıcı dindarlık.

Ve bu dindarlık, milletin imanı (itikadı) için açık dinsizlikten daha zararlı.

Ve de mesela Akparti’nin dine dair söylemlerinin milletin inancına verdiği zarar, CHP‘ninkinden daha fazla. Yıllardır bunu anlatmaya çalışıyoruz.

(Bu muzır söylemleri kimileri açıkça destekliyor, kimileri de “Öyle konuşmak zorundalar, takiyye yapıyorlar” falan diyorlar ki, bu ikincisi de ahlâkî yozlaşma, bozulma, kokuşma ve çürümeye karşılık geliyor.)

*

“İmparatorlar ve Firavunlar tanrılaştılar; çünkü şuursuz olarak onlara hizmet eden (tapınan) kalabalıklar buldular” şeklindeki söze gelelim.

Sadece imparatorlar ve firavunlar mı?! Bugünün devlet başkanları, diktatörleri, kralları, sultanları içinde de böyleleri yok mu?!

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, din bilginlerinin ve ruhbanların rableştirilmesinden/tanrılaştırılmasından söz eden Tevbe Suresi 31’inci ayetini tefsir ederken, bugün Batı’da ruhban sınıfının yerini parlamentoların aldığını, artık parlamentoların rab/tanrı haline getirildiğini söylemektedir.

Merhum Elmalılı böyle söylüyor, Faruk Beşer gibi davulların kıblesi olan siyasetçilerimiz ise millî iradeden, millet hakimiyetinden, milletin temsilcileri olan parlamenterlerin öneminden bahsediyorlar.

TSE damgalı ilahiyatçıların İslam devleti ve Şeriat “retoriği” yapan müslümanlara karşı dilleri çok uzun, fakat bu türden (İslam açısından şirk olan) retorik karşısında ise “güzel ahlâk” (güzel/pembe heva ve heves) gereği pek mülayim, pek oynak, pek kıvrak, pek güleç, pek şen şakrak, pek sevecenler.

*

Bir diğer söz:

“Diriliş ve uyanış hareketlerinin tarihine baktığımızda siyasi ve sosyal hareketten önce akıl ve zihniyet dirilişinin gerçekleştiğini görürüz.”

İslam devleti ve Şeriat hususunda da aynı şey geçerlidir.

Retorik, akıl ve zihniyet dirilişinin olmazsa olmazıdır.

Şu anda mesela Türkiye’de, İslam devleti kurma yönünde siyasî ve sosyal bir hareketi gerçekleştirme imkânı ve şansı mevcut değildir.

Fakat, “akıl ve zihniyet dirilişi” anlamına gelen retoriği sürdürmek mümkündür.

Bu retorik devam ettiği sürece, gelecek için (en azından) küçük de olsa bir umut ışığı var demektir.

O yüzden, dirilişin düşmanları, o zayıf umut ışığını da yok etmek için retoriği de tarihe gömmek üzere ellerinden gelen her hileyi, tuzağı, zulmü, zorbalığı, hainliği ve kalleşliği yapıyorlar.

*

Retoriğin yok edilmesi bakımından beşinci kolu kullanmanın, kaleyi içeriden çökertmenin çok daha etkili olduğunu bildikleri için de Faruk Beşer gibi ilahiyatçıları kullanıyorlar.

Onlara şöyle şeyler söylüyorlar:

“Hocam, İslam öncelikle ahlâk güzelliği demektir. Ahlâkımız bir düzelse, İslam ahlâkını yaşamak suretiyle insanlara İslam’ı sevdirsek herşey kendiliğinden hallolacak. Fakat bazıları hiç yeri ve zamanı değilken Şeriat’ten, İslam devletinden, cihattan filan bahsedip milleti ürkütüyorlar. Hocam sizin gibi güzel ahlâkıyla temayüz etmiş muhterem hocalarımızdan bu gafil ve hainleri, dış düşmanların oyununa gelip kin, nefret ve düşmanlık üreten insanları uyarmanızı bekliyoruz. Hocam sizler Allah’ın bu memlekete bir lütfusunuz. İyi ki varsınız hocam.”

Bu davullar, gaza gelmeye zaten dünden teşneler..

Hemen davranıyor, sözü edilen müslümanları güzel ahlâk bıçağıyla dilim dilim doğruyor, güzel ahlâk makinalısıyla tarayarak delik deşik ediyor, güzel ahlâk füzeleriyle cayır cayır yakıyorlar.

*

Yazı uzadı.

Gazzâlî’nin Erdeme zorlamak, zorlanan insanı erdemli kılmaz; nitekim imana zorlamak da insanı mümin kılmaz; erdemin dayanağı hürriyettir” ve “Düzeni bozuk bir toplumda sosyal adalet saraylarını dikmek ahlakı çökmüş bir toplumda edeb ve ahlak kolonlarını dikmek gibidir” şeklindeki sözleri bir başka yazıya kalsın inşaallah.

DEVLETİ YIKMAK

(FARUK BEŞER’İN ZIRVALARININ “ANA FİKİR” YA DA MESAJI:

“KARDEŞ, İSLAM DEVLETİ KAVRAMINI AĞZINA BİLE ALMA, YOKSA SENİ ‘YABANCI İSTİHBARAT’ DENİLEN ÖCÜ HAM YAPAR HA,

‘YERLİ İSTİHBARAT’IN KUCAĞI SENİ BEKLİYOR)

 

Faruk Beşer'den ilginç soruya cevap

 

Misafir kalem Seyfi Say‘ı bırakalım, kendi gündemimize dönelim.

Faruk Beşer’in “İslam’ın devleti olur mu?” başlıklı yazısını tartışıyorduk.

Bu yazıyla tartışmayı sonlandırmayı düşünüyoruz.

Beşer’in son sözleri şöyle:

 

Oysa bugün lideri etrafına üç beş kişiyi toplamış bazı radikal gruplara bakın, ilk hedef olarak yeni bir devlet kurmaktan da önce mevcudu yıkmanın, sonra bir İslam devleti kurmanın retoriğini yapmakla, düşmanlıkla ömür tüketirler. Onların yıkmalarına yapmalarına karşı olduğumuz için böyle söylemiyoruz, bu yolun çıkmaz sokak olduğunu anlatmak için söylüyoruz. Böyle bir tebliğ ya da davet Resulüllah’ın yoluna uygun olmadığı için bu çabaların boşa gittiğine üzülüyoruz. Böyle bir siyasetle sadece bu insanları ve çabaların kaybetmiş olmuyoruz, yabancı istihbaratlar bu girişimleri ustaca kullanıp Müslümanlar arasında nefreti ve çatışmaları körüklüyorlar. Bu hain planların aleti olan bu bilinçsiz grupların samimi olmaları bir şey değiştirmiyor. Yanlış yaptıkları ve ortak İslam aklını kullanmadıkları sürece bu oyunların piyonu olmaktan başka da çareleri yok.

 

Faruk Beşer’in, Peygamber Efendimiz s.a.s.’in Mekke’deyken gelecekteki İslam devletinden hiç söz etmemiş olduğuna dair kafasından uydurduğu “yalan“ın üzerine bina ettiği rezalet işte bu..

Liderlerinin etraflarına üç beş kişiyi toplamış olduğu radikal gruplardan söz ediyor.

Bu gruplar, ilk hedef olarak yeni bir devlet kurmaktan da önce, mevcudu (yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni) yıkmaktan söz ediyorlarmış. (Mehmet Şevket Eygi öldü, fakat “söylem”leri yaşıyor.)

Doğrusu, bu grupları çok merak ettim.

Beşer, şu grupların adlarını verseydi de “yalan” söylemediğini anlasaydık.

*

Türkiye’de, böylesi bir “ilk hedef” belirleyip bu hedef etrafında çene çalabilecek bir grup yok.

Olmaz da..

Mesela Faruk Beşer‘in “gıcık” kaptığı, laf sokuşturduğu Furkan Vakfı grubuna ve liderleri Alparslan Kuytul‘a bakalım..

Eğer Alparslan ile “etrafındaki üç beş kişinin” kendi aralarında böylesi bir “muhabbetleri” olsaydı, o üç beş kişi arasındaki ajanlar, “gizli tanık” vs. babından devreye konulur ve Alparslan’ın mahvedilmesi için elden gelen herşey yapılırdı.

Ha, Halis Bayancuk falan gibi, Faruk Beşer’in müptelası ve hayranı olduğu FETÖ fıkhına göre “radikal” şahısların bu rejime ve dolayısıyla mevcut devlete karşı bir alerjilerinin bulunmadığı söylenemez.

Fakat bu, bildiğim kadarıyla, “ilk hedef” (evet ilk hedef) olarak bu devleti yıkmaktan söz etmeleri anlamına gelmiyor.

Düşünce düzeyinde muhalif olmakla devleti yıkma hayalleri kurmak başka şeylerdir.

*

Devletler öyle kolay yıkılmazlar.

Hz. İbrahim a.s., içinde doğup büyüdüğü devlete karşı ne yapabildi?

Hz. Musa, Firavun’a karşı ne yapabildi?

Hz. Lut, sapıklara karşı ne yapabildi?

Hz. Salih ve Hz. Şuayb, kendi toplumlarındaki egemen kodamanlara karşı ne yapabildiler?

Hz. İsa ve Hz. Yahya, Roma egemenliği altındaki yahudi siyasal oluşumuna karşı ne yapabildiler?

Peygamber Efendimiz s.a.s., Mekke‘de ne yapabildi?

Son anda canını zor kurtardı. Şayet hicret etmeseydi öldürülecekti.

Dolayısıyla, Faruk efendinin bu laik (yani dinsiz) devlet için dertlenmesine gerek yok.

Bu devlet, istediği zaman istediği kişiyi (Alparslan ve Halis örneklerinde görüldüğü gibi) kulağından tutup içeriye atabiliyor.

Atar. (Demokrasilerde çare tükenmezmiş netekim, öyle diyorlar.)

*

Kaldı ki, “önce mevcudu yıkma” diye birşey olmaz.

Bir devleti ele geçirebilirsiniz, fakat “sadece yıkma” diye birşey mümkün değildir.

Mesela Türkiye Cumhuriyeti’ni “sadece” yıkmaya çalıştığınızı varsayalım. Devletin yıkılması için Hakkari’den Edirne’ye, Antalya’dan Artvin’e, Sinop’tan Hatay’a kadar bütün kurumlarını çalışamaz hale getirmeniz gerekir.

Bu, imkânsızdır. Muhaldir.

Daha iyi anlaşılması için basitleştirerek anlatalım. Diyelim ki Türkiye Cumhuriyeti sadece Ankara’nın Beypazarı ilçesinden ibaret.

Siz de bu devleti yıkmak için Beypazarı’nda ayaklandınız, kaymakamı (devlet başkanını), askerî birlik komutanını vs. esir aldınız. Hatta bazı binaları da yıktınız. Siz orada “devletin başına geçmeyip” sadece yıkmış olduğunuzu düşünüp çekilip gittiğinizde devlet kaldığı yerden çalışmaya devam eder.

Yıkılan binaların yerine belki ilk anda çadır kullanılır, fakat kıdemli memurlar boşalan üst makamları doldururlar.

Ha, böyle birşeye fırsat vermemek için “devletin toprağını” ve halkı kontrol altında tutarsanız, o zaman da siz kendiniz devlet olmuş olursunuz.

Yani önceki devleti yıkmış olmak için yapabileceğiniz tek şey, kendinizi “devlet” haline getirmenizden ibarettir.

Tabiat boşluk kabul etmez. Devletin tabiatı da böyledir.

Bunu niçin yazıyoruz?

Şunun için: Faruk Beşer gibi “devletçi”lerin kafası maalesef arızalı. Çalışmıyor.

Bu yüzden kafalarındaki hurafe, paranoya ve vehimleri bilgi ya da gerçek zannediyorlar.

Ve maalesef, kafasız oldukları için bizi böyle konuşmak zorunda bırakıyor, yoruyorlar. (Beşer’in kafası çalışsaydı Hobbes‘un devleti Leviathan olarak nitelendirmesinin Batı siyaset düşüncesini neden böylesine derinden etkilediğini anlardı, ve de çocuksu laflar etmezdi.)

(Devletlerin yıkılması genelde şöyle olur: Devletin önde gelenleri ve kurumları arasında gruplaşmalar, klikler ortaya çıkar. Devlet başkanı bunlar üzerinde kontrol kurmayı ve aralarındaki ihtilafları çatışmasız çözmeyi başaramaz. Devlet güçleri kendi aralarında çatıştıklarında içlerinden biri diğerlerini alt edemeyince her bir güç odağı bağımsız bir devlet gibi ortaya çıkar. Bu arada, kavgayı kenardan seyretmiş olan fırsatçı çevre/çeper güçleri de bağımsızlıklarını ilan ederler. Hatta merkezî otorite çöktüğü için ilan etmek zorunda kalırlar. İran’daki İlhanlı Devleti bu şekilde çökmüş ve Anadolu’da böylece beylikler ortaya çıkmıştır.)

*

FETÖ fıkıhçısı Beşer‘e göre, bu radikal gruplar “sonra bir İslam devleti kurmanın retoriğini yapmakla, düşmanlıkla ömür tüketirler”miş.

Diyelim ki öyle, bu retorik seni niye rahatsız ediyor ki?

Rahatsız olmak için bula bula bunu mu buldun?

Sendeki nasıl bir iman ki, Erdoğan‘ın Mısır ve Tunus‘ta Şeriat’e karşı laiklik tavsiye etmesi, “Şeriat’i (Allahu Teala’nın hükümlerini) bırakın laikliğe (dinsiz yönetime) geçin” demesi seni rahatsız etmiyor, bu manevî cinayete karşı fısıltı, inilti ya da cızırtı kabilinden olsun belli belirsiz bir tepki bile vermiyorsun, fakat İslam devleti idealini unutmak istemeyenlere kin kusuyorsun?

Sendeki nasıl bir iman ki, İslam devletinden söz edilmesine itiraz ediyorsun, fakat Erdoğan’ın “Din milliyetçiliği ayağımızın altındadır” şeklindeki lafı karşısında lal ü ebkemsin?

Sendeki nasıl bir iman ki, Erdoğan’ın “Din devleti istemiyoruz, ideolojik devletlerin devri geçmiştir” şeklindeki sözleri seni rahatsız etmiyor?

*

Bir defa, İslam’ı anlattığın zaman, ister istemez İslam devletini de anlatmış olursun..

Mesela zekâtı anlattın diyelim, bunu Peygamber Efendimiz s.a.s.’in uygulaması çerçevesinde anlattığında İslam devletini anlatmış olursun.

Makasıd-ı şerîa çerçevesinde dinin (tevhid inancını tam bir özgürlükle seçip ona göre yaşayabilme hürriyetinin), canın, malın, neslin ve aklın korunmasını anlattığında da İslam devletini anlatmış olursun.

İslam, İslam devleti olmadan, kişilerin salt “Ben müslüman oldum” demesiyle bu beş esası koruyabilen ve “devlete ihtiyaç duymayan” bir sihirli değnek midir?

İslam devletinden bahsetmeden bu beş esası anlatmanın kolay yolu galiba Fethullah Gülen fıkhında var, fakat bizim bildiğimiz fıkıhta (dini anlama ve anlatmada) yok.

Faruk Beşer lütfen “cehalet”imizi mazur görsün.

*

Sana göre, İslam devleti idealini unutmamak, “düşmanlıkla ömür tüketmek” midir?

Peki sen, şu ayet-i kerimeye ne diyeceksin:

 

İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir Şu kadar var ki, İbrahim babasına «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.

(Mümtehine, 60/4)

 

Sana göre, Hz. İbrahim a.s. ile ona uyanlar, “düşmanlıkla ömür tüketme“ye mi karar vermişler?

Senin gibi yerli ve milli mi olmalıydılar?

Hz. İbrahim ile ona uyanlar senin için “güzel örnek” değil mi?

Senin için güzel örnek Fethullah Gülen fıkhı ile Recep Tayyip Erdoğan politikası mı?

Hz. İbrahim ile ona uyanların “güzel örnekliği” senin bedenine dar mı geliyor, içine sığamıyor musun?

Sen Kur’an‘ın bir kısmına inanıyor, sadece etrafına üç beş kişi toplamış marjinal radikallerin gündeme getirdikleri (laik/dinsiz devletin Diyanet’inin unuttuğu, hutbelerde asla gündeme getirmediği) böylesi ayetlere ise inanmıyor musun?

İnanıyorsan, bu zırvaları nasıl yazabiliyorsun?

*

Beşer’e göre, bu yol çıkmaz sokakmış.

Böyle bir tebliğ ya da davet “Resulüllah’ın yoluna uygun değilmiş”.

Resulullah’ın yolu, Hz. İbrahim ile ona uyanların güzel örnekliğinden başka birşey miydi?

Neydi?

Yerlilik millilik edebiyatı ile Kureyş’in müşrik (“Tamam Allah’a inanıyoruz, Kâbe’ye hürmetimiz sonsuz, Hz. İbrahim’in bildiğimiz bazı sünnetlerini de yaşatıyoruz, mesela hac ve umre yapıyoruz, hacılara hürmet ediyoruz, ama atalarımızın benimsediği, milletimizin de sahip çıktığı, Allah katında şefaatçilerimiz olacak putlarımız da var, onlara da saygı göstermeli, saygısızlık etmemeliyiz, fitne çıkarmamalı, milli birlik ve beraberliğimizi zedelememeliyiz diyen) kodamanlarına dostluk elini mi uzatmalıydı?

*

Yabancı istihbaratlar bahsine gelelim..

Peki, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, o çerçevede faaliyet gösteren, Anayasa’daki “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleri hem söylem olarak hem de fiilen Allahu Teala’nın emir ve yasaklarına üstün tutan yerli-milli istihbaratlar tarafından kullanılma hakkında niye birşey söylemiyorsun?

Küfür (hakkı örtme, gerçeği gizleme) ve şirk (Atatürk gibi liderlerin sözlerini Allahu Teala’nın hükümlerine üstün tutma) yerli-milli kurumlar tarafından yapılınca makbul mü oluyor?

Sen “Resulullah s.a.s.’in yolu”ndan bunu mu anlıyorsun?

Peygamber Efendimiz s.a.s., onlar yerli-milli olduğu için kendi kavmini bırakıp, Bizans ve İran düşmanlığıyla mı “ömür tüketmiş”ti?

Allahu Teala, Resulü’ne (s.a.s.) “Ve enzir ‘aşîrateke‘l-akrabîn” (وَاَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْاَقْرَب۪ينَۙ) Ve en yakınların olan aşiretini korkut (Ömer Nasuhi Bilmen Meali, Şuara, 26/214)” buyurmamıştı da, “Düşmanlıkla ömür tüketme, aşiretinin hoşuna gitmeyecek uyarılar yapıp da çıkmaz sokaklarda emeklerini zayi etme, hem böyle yaparsan Bizans ve İran istihbaratlarının ekmeğine yağ sürmüş olursun” diye bir emir mi vermişti?

*

Türkiye’deki (ister kalabalık olsunlar isterse “marjinal”) grupları yabancı istihbaratlardan önce yerli-milli istihbaratlar kullanır.

Kullanmaktadır. (Kullanamadıklarına da, değil grup, tek başına bir fert bile olsa, hayatı zehir ediyorlar.)

Mesela Aczmendilik denilen prefabrik tarikatı kurup geliştirenler kimlerdi? Müslüm Gündüz soytarısı kimlerin adamıydı?

Türkiye Hizbullahçılığı faciası kimlerin icadıydı? (İstihbaratçılar böylesi gruplardaki bütün fertlerle tek tek ilgilenmez ve irtibat kurmazlar. Sürünün başındaki “elebaş“lar kendilerine çalıştığında takipçi sürünün nereye gideceği meselesi de halledilmiş olur.)

*

Her ülke istihbaratı, kendi topraklarında, yabancı istihbarat örgütlerine göre daha avantajlı durumdadır.

Mesela Fethullah Gülen, Türkiye’deyken yerli-milli istihbaratın güdümündeydi..

Evet, 1990’larda artık yabancı istihbarat örgütleriyle (daha doğrusu CIA ile) işbirliği geliştirmişti, ama bu, CIA’in stratejik ortağı MİT‘i o sıralarda çok fazla rahatsız etmiyordu.

Çünkü Fethullah’ı kendisi çok daha fazla kullanıyordu.

Nitekim, 28 Şubat Süreci‘nde Fethullah ve yayın organları tam da MİT’in istediği şekilde hareket etmişti.

Bu aynı zamanda CIA’in de istediği şeydi.

*

Ancak, 1999 yılının Mart ayında Fethullah ABD’ye gitti.. Ve MİT’in kontrolünden çıktı..

Fakat MİT, biraz geç uyandı.. Daha doğrusu, stratejik ortağı tarafından tufaya getirilmenin şokunu atlatması zaman aldı.

Erdoğan ile Davutoğlu’nun Fethullah’ı Türkiye’ye davet etmelerinin, hasret türküleri söylemelerinin nedeni buydu.

Türkiye’ye döndüğünde, CIA ile irtibatı sürse bile, MİT‘in izin verdiği sınırların dışına çıkamayacaktı.

Ancak, Fethullah CIA’den dönüş izni alamadı.

Ve dananın kuyruğu koptu..

Yani, yabancı istihbaratlar tarafından kullanılma öyle olmaz, böyle olur.

*

Faruk Beşer!.. Şayet CIA ile MİT kendi aralarında anlaşsalar ve Fethullah Türkiye’ye dönseydi sen hâlâ Fethullah Gülen fıkhı satıp para kazanıyor olacaktın.

Yabancı istihbaratlar tarafından kullanılma umurunda olmayacaktı.

Fethullahçılık “marjinal” olmadığı için hürmette kusur etmeyecektin.

Yazık oldu ticaretine..

Tatlı tatlı telif parası yiyorken, kullanılmanın keyfini yaşıyorken, şimdi geride sadece unutmak istediğin hatıralar kaldı.

*

Beşer’in bir başka buluşu akılsızlığa rahmet okutan “ortak İslam aklı“..

Bu ortak İslam aklının tecessüm etmiş biçimi de herhalde Recep Tayyip Erdoğan‘ın “güncel İslam yorumu”nda kendisini gösteriyor.

Nasıl oluyorsa, ortak İslam aklında laiklik var.. Yerlilik-millilik var.. Demokrasi var.. Milli irade var..

İslam devleti yok..

İslam devletinden geriye ortada kala kala bir tek kuru retorik kalmış.. Faruk Beşer tipi “ortak İslam aklı” onu da bir karış suda boğma derdinde.

*

Faruk Beşer, unutma, bu yazdıkların Kıyamet günü önüne gelecek.

SEYFİ SAY’A CEVAP

 

Almanya‘nın 1939 yılında Polonya’yı nasıl işgal ettiğini biliyor musunuz?

Hangi gerekçeyle?

Biliyor olabilirsiniz, fakat biz yine de anlatalım.

31 Ağustos 1939 gecesi..

Polonyalı askerler, Almanya’nın, Polonya sınırındaki Gleiwitz (Gliwice) Radyo Kulesi’ne saldırırlar.

Radyo Kulesi’ni terk etmeden önce, radyodan, Polonya dilinde (Lehçe), Almanya karşıtı bir mesaj yayınlarlar.

Sadece bunu yapmamış, üzerlerinde Alman üniforması bulunan birkaç kişiyi de öldürmüşlerdir.

Cesetler yerlerde kanlar içinde yatmaktadır.

*

Doğal olarak Almanya, kendi topraklarında yapılan bu katliamı nefretle ve en ağır bir dille lanetler.

Ölenlerin kanlarının yerde kalmayacağını ilan eder.

Fakat, sadece lanetlemekle yetinmez.

Polonya’ya savaş ilan ettiğini duyurur.

Ve bu ülkeyi topraklarına katar.

İkinci Dünya Savaşı başlamıştır.

*

İşin içyüzü ise başkaydı.

Katliam yapan Polonyalı askerler, gerçekte Polonya askerî üniformasını giymiş Alman (Nazi) ajanlarıydılar.

Öldürülenler ise, Polonya yanlısı (Nazi karşıtı) bir Alman çiftçi ile (Münih yakınlarındaki) Dachau toplama kampından getirilmiş mahkumlardı.

Onlara Alman üniformaları giydirilmiş ve katledilmişlerdi.

*

Bu tür eylemlere “sahte bayrak” (false flag) operasyonları adı veriliyor.

Sahte üniforma değil de sahte bayrak denilmesi, geçmişte bu tür operasyonların daha çok denizlerde yapılmış ve bunun için gemilere sahte bayraklar çekilmiş olmasından kaynaklanıyor.

Mesela İstanbul ile Mısır arasında sefer yapan bir Osmanlı ticaret gemisini ya da hacı taşıyan yolcu gemisini düşünelim.

Onları gören bir Venedik savaş gemisi Osmanlı bayrağı çekip (paranoyak ve vehimli olmayan) gemi mürettebatını aldatabiliyor ve gafil davranmalarını sağlayabiliyordu.

*

Bu tür sahte bayrak operasyonlarını sadece Naziler yapmadılar.

Sovyetler Birliği de (Rusya) aynı şeyi Finlandiya’ya karşı yaptı.

Kasım 1939’da Rusya’nın Finlandiya sınırı yakınındaki Mainila köyü, kimliği bilinmeyen saldırganlarca bombalandı.

Rusya, bu saldırıdan Finlandiya’yı sorumlu tuttu ve bu ülkeye savaş açtı.

Olayın asıl faillerinin Rus gizli servisi (o zamanki adıyla NKVD) mensubu ajanlar olduğu ancak yıllar sonra ortaya çıktı.

*

Peki Türkiye, böylesi eylemler yapabilir mi?

Cevabı belki de şu satırlarda bulunuyor:

 

2014 yılında yayımlanan ve ortam dinlemesi olduğu anlaşılan kayıtta, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler arasında bir savaş toplantısı gerçekleşmişti. İddiaya göre Suriye’ye savaş açabilmek için nasıl gerekçeler bulunabileceğini tartışan isimler, bunun için Süleyman Şah Türbesi’ne yapılan müdahaleyi kullanmak istiyordu. Ses kaydında Hakan Fidan’a ait olduğu öne sürülen sesin ise “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim. Türkiye’ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine’de saldırtırız” dediği iddia ediliyordu.

 

Bu “kayıt” çerçevesinde düşünüldüğünde, olayın Hakan Fidan’ın “kişisel fantezisi” olmadığı, bir geleneğe işaret ettiği, ve diğer devlet kurumlarınca onaylanan bir “devlet politikası”na karşılık geldiği söylenebilir.

Türkiye’nin “vatan-severler”inin, elin Rus’u, Alman’ı, İngiliz’i, Hindu’su ve daha bilmem ne belasından neyi eksik?

Türkiye’dekilerin başı kel mi?

Türk insanı daha mı az çağdaş, muasır medeniyet seviyesini yakalama yolunda hiç mi mesafe katedememiş?

*

Gelelim asıl mevzuya..

Bu tür sahte bayrak operasyonları sadece bildiğimiz türden savaşlarda değil, psikolojik harpte ve kültür savaşında da kullanılıyor.

Diyelim ki bağımsız (yani istihbarat örgütlerinin güdümünde olmayan) bir yazarsınız..

Misal, Nurcusunuz..

Bediüzzaman‘ın tavsiyeleri çerçevesinde bütün müslümanlara karşı müsamahakâr ve hoşgörülü davranmaya çalışıyor olabilirsiniz.

Bakarsınız bir selefî, yahut (Haydar Baş vs. tipi) bir tarikatçı size hakaret, tekfir, aşağılama, her ne ararsanız bulunduran zehir zemberek bir mesaj gönderebilir.

Bu işleri bilmiyorsanız “gaza gelip” sahte bayrağa saydırabilir ve birilerinin size bakıp kıs kıs gülmesine yol açabilirsiniz.

Tersi de olabilir, sözde Ehl-i Sünnet adına, “Şeriat, tağut, İslam devleti” gibi kavramları önemseyen müslümanlara ahlâk, tarikat, tasavvuf vs. adına savaş açan dingolarla karşılaşabilirsiniz.

Karşınızdaki kişi ya içi kâfir dışı müslüman bir münafıktır, ya da, kemirmesine izin verilen kemiğin hatırına bir talimatı yerine getiren kemirgen hocadır.

(MİT‘in ve devletluların çalışma yöntemleri söz konusu olduğunda “Vatanseverlik numarası altında ahlâksızlık, sahtekârlık, yalancılık, fitnecilik yapmayın!” demezler, vatanseverlik-yerlilik-millilik kibarlığı, zarafeti, inceliği, oynaklığı, akrobatlığı ve kıvraklığından belleri yamulur, omurgaları hurdahaş olur.)

*

Seyfi Say kardeşimize tavsiyem şu: Kendisine sahte bayrak altında saldıran kullanışlı “kukla”lara takılıp kalmasın.

Kendi işine baksın..

SEYFİ SAY’DAN MEKTUP VAR

(DERİN ALÇAKLARIN AKADEMİSYENLERİ FİŞLEDİKLERİ WWW.AKADEMİKBİLGİSİSTEMİ.COM ADLI İNTERNET SİTESİNDE HAKKINDA İZİNSİZ SAYFA AÇILAN, FOTOĞRAFI OLARAK İLAHİYATÇI EBUBEKİR SİFİL’İN RESMİ YAYINLANAN VE İKAZLARA RAĞMEN DÜZELTME YAPILMAYAN SEYFİ SAY’DAN AÇIKLAMA)

MESAJININ ÖZETİ: “KUMPASLARIN HEDEFİNDEYİM”

(İLAVELERLE GÜNCELLENMİŞ YAZI)

 

[Kimi yazılarını iktibas etmiş bulunduğumuz Dr. Seyfi Say Bey, yayınlanması ricasıyla bir mesaj göndermiş bulunuyor.

Okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Tenbih.wordpress.com yayın ekibi]

*

Prof.Dr. KAYA YILMAZ | AVESİS

 

PROF. UNVANLI BİR AKADEMİK SOYTARIYA (KAYA YILMAZ ADLI ŞAKLABANA) CEVAP

 

Dr. Seyfi Say

 

Bilenler biliyor, academia.edu adlı internet sitesinde GÜNÜMÜZ MEŞAYİHİNİN TASAVVUF TELAKKİSİNDEKİ SORUNLAR: M. ESAD COŞAN ÖRNEĞİ başlıklı bir makalem yer alıyor.

Bilimsel bir makale..

Orada “kişisel” hiçbir şey yok.

Yani o yazıda, merhum Es’ad Efendi’nin şahsına yönelik herhangi bir olumsuz değerlendirme bulunmuyor.

Ancak, tasavvuf ve tarikatlara ilişkin görüşlerini tenkide tabi tutmuş durumdayız.

*

Bilindiği gibi, “ilim“de hatır gönül olmaz.

Tevbe Suresi’nin 31’inci ayeti, yanlış olduğunu bildiği halde ulemanın sözlerini tasdik etmenin onları “rabler” edinmek ve şirke düşmek anlamına geldiğini ortaya koymaktadır.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez“.

Okulumuzdaki/ekolümüzdeki üstadlar/hocalar ne demişse sadece o doğrudur, asla yanılmazlar, sözleri gökten inmiş kutsal vahiy gibidir” şeklindeki skolastik zihniyeti Batı, ancak Endülüs ve Haçlı seferleri sayesinde İslam’ın ışığı ile tanıştıktan sonra aşabildi ve gelişme gösterebildi.

*

Es’ad Efendi vefat ettiğinde, Prof. Nazif Gürdoğan‘ın talebi üzerine Yeni Şafak için bir yazı dizisi kaleme almıştım.

Daha önce de onu, Erbakan‘la olan ihtilafında (İslâm ve Kadın ve Aile dergilerindeki) yazılarımla ve ayrıca yurtiçi ve yurtdışında yapığım konuşmalarla desteklemiştim.

Yaşım ilerledikçe ve daha fazla şey okuma imkânı buldukça savunduğum bazı görüşlerin ve onun hakkındaki kimi kanaatlerimin hatalı olduğunu fark ettim.

Aynı şekilde Es’ad Efendi’nin birçok beyanının da yanlış olduğunu anladım.

Hatalarımı itiraf etmem ve düzeltmem, yanlıştan döndüğümü açıklamam gerekiyordu.

*

GÜNÜMÜZ MEŞAYİHİNİN TASAVVUF TELAKKİSİNDEKİ SORUNLAR: M. ESAD COŞAN ÖRNEĞİ başlıklı makalem akademik üslupla kaleme alınmıştır, fakat “sonuç” bölümü bulunmamaktadır.

“Sonuç” bölümünü, okurların idrakine bıraktım.

Yazı boyunca ise, Es’ad Efendi’nin ifadelerini aynen aktararak tartıştım.

Birçok kişinin, tartışma konusu yaptıkları ifadeleri aynen aktarmak yerine bilinçli bir biçimde çarpıtarak naklettiklerini biliyorum.

Tartıştığım sözleri aynen aktarıyorum ki, şayet değerlendirmelerimde bir yanlışlık varsa, okurlar bunu görebilsinler.

*

Söz konusu makaleme, Kaya Yılmaz adını taşıyan biri, kişilik bozukluğu olarak yorumlanabilecek bir yorum eklemiş.

Bu şahıs, Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi‘nde prof. olarak çalışıyormuş.

Alanına gelince.. Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı..

Yani, fakültesindeki öğrencilere, sosyal bilgiler dersinin nasıl okutulacağını öğretiyor diyebiliriz.

Ders verdiği alanı bildiğini varsayabiliriz.

Fakat, yazıma eklediği yorumdan anlaşılıyor ki, bütün bildiği bundan ibaret..

Başka birşey bildiği yok.. Edep ve terbiyeden, “kendini bilmek”ten sorarsanız, hiç bilmiyor.. Yanından yöresinden bile geçmemiş.

İfadeleri şöyle:

 

Esad coşan hoca efendiden senin ne alıp veremediği var?? Daha önce de internette benzer yazılar yazmış oğlunu sinsi olmakla suclamistin. USA’da egitimde kendi alanimda iyi 3.sirada yer alan bir araştırma üniversitesinde doktora yapmış biri olarak sesleniyorum. Tüm çabaların boşuna!!! Sen once tasavvufu anla sonra Yaz!! Esad hocamızın gönüllere kurduğu taht bakidir, senin gibiler sadece kaya’nın tozunu alır!!!

 

İsim ve resim olmasa, ilk cümleyi okuyan biri, “Bunu, Türkçe’si bozuk yaşlı bir Rum kadını yazmış galiba” diye düşünebilir.

Üslup ve şive, öyle..

İkinci cümledeki Muharrem Nureddin Coşan avukatlığına gelelim.. Bu, Nureddin’le benim aramdaki mesele.. Bu soytarının dertlenmesine gerek yok.

Üçüncü cümleye gelelim:

 

“USA’da egitimde kendi alanimda iyi 3.sirada yer alan bir araştırma üniversitesinde doktora yapmış biri olarak sesleniyorum.”

 

Aferin!..

Bak soytarı, seni okuduğun okul değil, aklın, mantığın, bilgi birikimin ve edebin adam yapar.

Bir defa, böyle okuduğu okulu adamın gözüne sokarak lafa başlayan biri, kendisinin kişilik bozukluğu ile malul olduğunu ilan etmiş olur.

İkincisi, Türkçe‘yi böyle kullanan biri, ana dilini unutup kendisini sadece İngilizce‘ye verdiği için yabancı dil sınavlarında iyi puan alabilir, ve de Amerika’da doktora da yapabilir, fakat benim mezun olduğum lisede edebiyat dersinden geçemez ve liseden yaş haddinden dolayı diplomasız olarak “emekli” edilirdi.

Tasdiknamesine de, “Düzgün cümle kuramıyor olması mental açıdan bir arızaya işaret ediyor olabilir, bir akıl hastanesinde muayene edilmesinde yarar var” diye yazılırdı.

*

Sonraki cümlelere geçelim:

“Tüm çabaların boşuna!!! Sen once tasavvufu anla sonra Yaz!! “

Emrin olur!

Merhum Es’ad Efendi, beni tasavvuf ve tarikati anlatmak için Avustralya ve Almanya’ya gönderdiği gibi, vefatından önce de, (Amerika’daki doktora öğrencileri bir hoca istedikleri için) temsilcisi olarak ABD’ye yerleşmemi istemişti.

Amerikalılar, vize vermediler.

Cemaatin dergileri ile gazetesinde tasavvuf konulu yazılar kaleme aldığım gibi, bir ara faaliyet gösteren televizyonunda da, Nureddin Ayaz‘ın sunuculuğunu yaptığı programlarda, tasavvuf konulu konuşmalar yapmıştım. (Bunları övünmek için yazmıyorum.. O programlardan biri için buluştuğumuzda Nureddin Ayaz, bana, Es’ad Efendi‘nin gıyabımda, “Seyfi Say profesörleri cebinden çıkarır” demiş olduğunu söylemişti. Bunu hiçbir yerde ve hiçbir zaman söylemedim ve yazmadım. İlk kez burada açıklıyorum.)

Bu Kaya Yılmaz adlı akademik soytarı, edepsizlik ve şımarıklığı meziyet zanneden angut, bana “Sen once tasavvufu anla sonra Yaz!!” diyebildiğine göre, benim anlayamadığım tasavvufu anlamış.

O halde, (Uğur Mumcu‘nun tabirini kullanmak gerekirse) bohçacı kadın şirretliği, arsızlığı ve yaygaracılığı ile böyle tiz sesle çığlıklar atarak Afrika dansı yapacağına, tasavvufun ne olduğunu bir makale ile bana ve bütün bir topluma anlatabilir.

Elini tutan yok..

*

Bu soytarının yorumuna, aynı mecrada şöyle bir yorumla cevap vermiştim:

 

Seyfi Say
Senden önce Konya’dan yaşlı bir piyonlarını satranç tahtasında öne sürmüşlerdi. Devamının geleceğini tahmin ediyordum, şimdi senin gibi bir atı mahmuzlamış durumdalar. İnternette de sözde FETÖ’cü vs. görünümlü sahte hesaplarını hareketlendirdiler. Seni güdenlere söyle, böylesi lüzumsuzlukları bıraksınlar. (Bu mesajım sana değil, seni konuşturanlara. Seni mazur görüyorum)

 

Bir saat sonra bana şöyle bir cevap vermişti:

 

Kaya Yilmaz
Ben hiçbir tarikata bağlı değilim ve çoğuna karşıyım. Tarikat ayağı ile liyakatsiz ve kifayetsizler özellikle bu iktidar döneminde en üst mevkilere geldiler. Ama Esad hocaefendi r.a. İslami yasayan birisiydi. Öğrencilik yıllarımda İskenderpaşa da pazar günleri vaazlarini dinlemeye giderdim. Oğlunu tanımam.
İslami yasamayip tasavvuf üzerine akademik eserler yazaarin celiskisibi ortaya koyan bir yazı yazmak varken, Esad hocanın hataları diye söylediklerini didik didik etmekten ne geçiyor elinize? Egonuzu tatmin mi??Bu arada siz önce erciyese nasıl geçtiniz, iletisim fakültesine kapak attınız önce bunu düşünün!! Baktım eğitim bilgileri vs hep boş ama yayinlar girilmis ve iletişimle ilgili değil. Siz arka plana bakıyorum ve soruyorum, o fakültede ne işiniz var??

 

Bu soytarının, böyle Es’ad Efendi avukatlığına soyunmuş olmasının “Es’ad Efendi sevgisi“nden kaynaklanmadığını biliyorum.

Zaten, “hiçbir tarikata bağlı” da değilmiş..

Ama nasıl oluyorsa, böylesi bir “gecikmiş Es’ad Efendi aşkı” hummasına yakalanabiliyor.

Bu tür numaraları bilirim..

Maksat, Es’ad Efendi’yi savunuyor “ayaklarına yatarak” beni provake etmek.. Es’ad Efendi vadisine çekerek o paranteze hapsetmek.. (Hesap şu: Ne olur ne olmaz, Seyfi Say, yaşayan “görevli/irtibatlı/akredite” TSE damgalı “hoca”ların zırvalarını tartışmaya kalkışabilir. Onlar yerine merhum Es’ad Efendi’yi tartışsın dursun. Ama bunun için önce onu provoke etmeli, “duygularıyla oynayarak” kışkırtmalıyız.. )

Es’ad Efendi hakkında söyleyeceklerimi (söylemezsem vebalde kalacağımı, sükut ikrardan gelir fehvasınca onay vermiş sayılacağımı düşündüğüm kimi hususlardaki itirazlarımı) söyledim.. Daha fazlasını söyleyecek değilim.. (Daha önce fark etmemiş olduğum itikaden önemli bir hatasını görürsem o başka.. Yoksa, böylesi “nalları ters çakılmış at izleri”nin peşine takılacak değilim.. Bundan Allahu Teala’ya sığınırım. Öte yandan, Es’ad Efendi’ye yönelik eleştirilerimde hatalar bulunduğunu bana ilmî delillerle gösteren olursa, düzeltme yazısı yayınlayarak hatalarımı itiraf etmekten Allah’ın izniyle kaçınmam. Hatta böylesi birşeyi “nimet” kabul ederim, “nimet/lütuf” kabul etmem gerekir. Çünkü, ahirete, doğru görüşlere reddiye yazmış olarak gitmek istemem. Bununla birlikte, “istihbaratçılar”ın kaleminden çıktığından şüphe etmediğim futbol takımı amigosu üslubuyla yazılmış provokatif “Esad hocamızın gönüllere kurduğu taht bakidir, senin gibiler sadece kaya’nın tozunu alır!!!” şeklindeki arsız ve yırtık şirretliklerin, yazılarıma verilmiş bir cevap olmadığını da, asıl maksadın başka olduğunu da bilmiyor değilim.)

*

Erciyes macerasına gelince.. Bu soytarı, bu noktada haklı.. İletişim Fakültesi‘ne gitmem, yapılan daveti/çağrıyı kabul etmem bir hata idi..

Bundan iki buçuk yıl önce, 2018 yılı başlarında, benim doktora tez danışmanım Prof. Osman Gazi Özgüdenli, akademik hayatımı Marmara Üniversitesi‘nde devam ettirmem konusunda bana ısrar edince, düşünmek için 10-15 gün süre istemiş, fakat sadece 15 saat kadar sonra bir SMS mesajı göndererek hayır cevabını vermiştim. (Aslında Erciyes’e gitmeden önce, dönemin Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Marmara Üniversitesi’nin akademik kadrosunda yer almam için rektörle konuşma teklifinde bulunmuş, kabul etmemiştim. Bana böylesi edepsiz mesajlarla artistlik yapan Marmara Üniversitesi soytarısı dangalak, çalıştığı üniversitede görev almaya tenezzül etmediğimi anlasın ve edebini takınsın.)

Bu soytarılık mesleğinin yüz karası, benim hakkımda bir de “Baktım eğitim bilgileri vs hep boş ama yayinlar girilmis ve iletişimle ilgili değil” diyor.

Bundan neyi kastettiğini anlayamadım..

Okuduğum okullar için mi “boş” diyor, yoksa üniversitenin benimle ilgili sayfasında bu bilgilerin olması gereken yer mi boş, bilemiyorum. (Sayfaya bakmayı da gerekli görmüyorum.)

Yayın bilgilerinin girilmesine gelince..

Oraya hiçbir yayın bilgisi girmemiştim. Bölüm başkanı Doç. Mustafa Akdağ (M. A.) (sonradan prof. ve dekan oldu) girmemi istediği için yazma durumunda kalmıştım.

*

Bu şımarık soytarı, kimsenin kendisine hesap vermek zorunda olmadığını bile daha anlayamamış.

Umarım bu cevap ona kâfi gelir.

*

[EK: Bu soytarının ikinci yorumuna şu cevabı vermiştim: “Yularını elinde tutanlara sor, anlatsınlar.”

Üç saat sonra (“Abi”leri üç saat boyunca karar verememiş olmalılar) şu cevap geldi:

 

Kaya Yilmaz
Sıkışınca ve cevap veremeyince böyle hakaret ederek gerçek yüzünü açığa çıkarırsın. Senin seviyene inip aynı şekilde hakaretle karşılık vermeyecegim. Ama sana hukuk yoluyla iyi bir ders vereceğim. Hakaretle karşılık vermek.yerine hakaretten dava açarak!!!

 

Bu şahsın havalı bir üslupla bana “hukuk yoluyla iyi bir ders vermekten” söz etmesini, ders vereceğinden bu kadar emin olmasını ilginç bulmadığımı söyleyemem.

Nasıl bir “güvence”ye sahipse?.. (Dava açar mı, açar! Çünkü, onu kullananlar her halükârda masraflarını karşılarlar, yani zarar ziyanı olmaz, bu bir.. İkincisi, yine onu kullananlar, üzerime salanlar, “portföy”lerindeki bir avukatı da ona gönderirler, yani dava işi bu şahsı yormaz, vaktini almaz.)

Cevabım şu oldu:

 

Seyfi Say
Derdin anlaşıldı. Aşağılayıcı, “ego”lu, “boş”lu tahrikler ve provakatif laflarla kışkırtmak ve sonra da uygun bir cevap alınca hemen mahkeme kapısına koşmak.. Sana bu aklı verenler uygun hakimler de ayarlarlar mı, ayarlayabiliyorlar mı bilmiyorum.
Sıkışınca ve cevap veremeyinceymiş.. Sana cevap vermek zorunda mıyım alçak? Senin aşağılayıcı tuzak lafların benim makaleme bir cevap mı?

 

Yukarıdaki yazımda, daha önce şunu yazmıştım:

 

Okuduğum okullar için mi “boş” diyor, yoksa üniversitenin benimle ilgili sayfasında bu bilgilerin olması gereken yer mi boş, bilemiyorum. (Sayfaya bakmayı da gerekli görmüyorum.)

 

Bugün (12 Temmuz 2020) saat 02:22’de baktığımda, söz konusu sayfanın boş olduğunu gördüm.

Boşaltılmış.

Şaşırmadım. (Bu arada şunu da belirteyim, “derin” alçaklar tarafından idare edildiği açık olan bir internet sitesi var: https://www.akademikbilgisistemi.com. Bu şerefsizler benim bilgim ve iznim dışında benim için de bir sayfa açmış ve fotoğrafım olarak da ilahiyatçı Ebubekir Sifil‘in resmini koymuş durumdalar. E-mail vasıtasıyla birkaç defa ikaz ettiğim halde düzeltmediler.)

*

Bu arada, yıllar önce, fakülte yönetimi ile istihbaratçıların (MİT’çilerin) diyaloğunun gayet iyi olduğunu, gerektiğinde aralarında “paslaştıklarını” öğrenmemi sağlayan bir olay yaşamış olduğumu da belirtmeliyim.

2014-15 öğretim yılıydı..

Gazetecilik bölümü ikinci sınıf öğrencilerine de ders veriyordum.

Sınıfta en ön sırada oturan öğrencilerden biri Afganistanlı Beşir Amatayderi idi. Çocuksu duruşlu, çelimsiz bir gençti.

Bir gün fakültedeki odama geldi.

“Hocam” dedi, sınıfımızdaki birkaç Kürt öğrenci dün gece beni yolda yalnız gördüler, dövmek istediler, kaçtım, beni kovaladılar, ellerinden bir duvardan atlayıp zor kurtuldum. Ne yapmalıyım hocam, çok korkuyorum“.

Beşir’e, “Burası dağ başı değil” dedim, “hiçbir şey yapamazlar”.

Ve, “Kim bu çocuklar?” diye sordum. “Hocam, sınıfın en arkasında yan yana oturanlar var ya, onlar” dedi.

Beşir’e, hem fakülte dekanlığına şikâyet dilekçesi vermesini, hem de savcılığa suç duyurusunda bulunmasını söyledim.

“Şimdi dekan yardımcısı Doç. Mustafa Koçer‘i arayacağım, ona git, durumu anlat ve gerekli dilekçeyi ver. Gelişmelerin seyri hakkında da beni bilgilendir” dedim.

*

Beşir, bir hafta kadar sonra yanıma geldi.

Mustafa Koçer’in odasına gittiğinde dekan Prof. Hamza Çakır’ı ve diğer dekan yardımcısı Doç. Hakan Aydın‘ı da orada bulduğunu, “Niye doğrudan bize gelmedin?” dediklerini söyledi.

Sonuç ise şu olmuş: Hakan Aydın, söz konusu öğrencileri makamına çağırıp “haşlamış”..

Bir iki gün sonra da MİT’çiler o öğrencileri telefonla arayıp “Beşir’i rahat bırakın, yoksa kötü olur” demişler, ve bu, Beşir’e bildirilmiş.

“Peki, suç duyurusu, şikâyet dilekçesi filan?..” diye sordum.

Hayır, bunlara gerek duyulmamıştı, Hakan Aydın’ın o öğrencilerin kulağını çekmesinin ve de MİT’in gözdağı vermesinin yeterli olacağı anlaşılmıştı.

*

Sonradan, Beşir‘in anlattığı hikâyenin bir “kurgu” olabileceğini düşünmeye başladım.

Bu “yabancı ülke vatandaşı misafir öğrencilere” MİT’in özel ilgi gösterdiğini, devletin onları geleceğe yönelik bir “yatırım” olarak gördüğünü anlamak için çok fazla şey bilmek gerekmiyordu.

Ayrıca, Kayseri gibi “milliyetçi-Türkçü” bir kentte okuyan Kürt öğrencilerin büyük çoğunluğunun “potansiyel tehlike” kategorisinde değil, “devletin itaatkâr Kürtleri” arasında yer aldıkları düşünülebilirdi.

Bunun yanı sıra MİT’in böylesi “MİT’ten arıyorum” türünden telefon hizmeti bulunmadığı da kesindi. Gözdağı verilecekse iki tane polis alır götürür karakolda biraz soğuk zeminde bekletir bırakırlardı. Ya da tenha yollarda “kimliği meçhul” kişilerce mesaj verilirdi.

Beşir’in, daha önce hiç odama uğramamışken (ve daha sonra hiç uğramayacakken) böylesi bir konu için yanıma gelmiş olması da ilginçti.

Acaba birileri benim o Kürt öğrencileri sınıfta hedef alacağımı, onlarla “dalaşacağımı” varsaymış ya da hedeflemiş olabilirler miydi?

Ve de bunun için Beşir ile o gençler arasında rol dağılımı yapılmış olabilir miydi?

*

Bugünlerde başka türden ilginçlikler de yaşıyorum.

Daha da yaşayacağımı sanıyorum.

Çünkü, karşımdaki kişilerin A, olmadı B, olmadı C, o da olmadı D gibi planlar yapmış olduklarının farkındayım.

Daha iki gün önce (10 Temmuz 2020 Cuma) yaşadığım bir ilginçlik hakkında KuveytTürk‘ün müşteri hizmetleri birimine göndermiş olduğum e-posta mesajı şöyle:

 

Selam…

Bugün (10 Temmuz 2020) saat 16:48’de 4443123 numaralı telefondan arandım. Telefon numaram: 0506 504 XX XX.

Bana, KuveytTürk’teki hesabıma yanlışlıkla bir para yatırılmış olduğu, bu paranın iadesi için kendilerine telefonda onay vermem gerektiği söylendi. İstersem bir şubeye de gidip hallettirebilirmişim. (Tabiî o saatte artık şubeye yetişemem, ya Pazartesi’yi bekleyeceğim ya da telefonda onay vereceğim.)

Parayı gönderenlerin kim olduğunu sorduğumda, cevap verilmesi için önce annemin kızlık soyadını vs. söylemem istendi. (Tabiî benim arayan kişiye KuveytTürk’ün annesinin kızlık soyadını sorma şansım yok.. KuveytTürk’ü ben aramış olsam, “Siz gerçekten KuveytTürk müsünüz?” diye sormam abes olur. Ama ben, aranan kişiyim. Dolayısıyla benim telefon numaramın sahte olması ihtimali yok, arayan numaranın var.)

Ben telefonda bu tür bilgiler veremeyeceğimi söyleyince, herhangi bir KuveytTürk şubesine uğramam söylendi.

Sizden öğrenmek istediğim şu: Gerçekten sizin tarafınızdan mı arandım?

Arayan siz değilseniz, lütfen bildiriniz.

Arayan siz iseniz, o takdirde şunu bilmek istiyorum: Yıllar önce KuveytTürk’te bir hesabım vardı, fakat kapattırmıştım. Olay eski, kapattırdığım yılı bile tam hatırlayamıyorum. Kapanmış (olmayan, olmaması gereken) bir hesaba para nasıl yatıyor, bunu bilmek istiyorum.

Evet, arayan siz iseniz bir de talebim var: Lütfen bana, hesabıma yanlışlıkla para yatırılmış olduğunu ve iadesinin talep edildiğini hem e-mail ile hem de kâğıt üzerinde yazılı olarak bildiriniz.

Eğer bu yanlışlık para gönderenlerin değil de bankanın hatası olsaydı, düzeltmek için bana haber vermeniz gerekmezdi. Benden onay istenildiğine göre, bu hata, parayı gönderenlerin hatası.

Ancak, geçmişte birçok kumpasla karşılaşmış, haksızlığa uğramış, sıkıntı ve mağduriyet yaşamış biri olarak, bazen hata görünümlü tuzaklar hazırlanabildiğini de biliyorum.

Yarın bir gün bana, “PKK, FETÖ, (uyuşturucu veya haraç işine bulaşmış) bir mafya çetesi veya başka türden kanunsuz kişilerle bağlantılı olduğum, aramızda para ilişkileri bulunduğu” yönünde bir suçlama yapılmayacağından emin olamayacağımı bilecek kadar uzun, öğrenecek kadar da çok şey yaşadım.

Bunları yazmak zorunda kaldığım için üzgünüm.

Selamlar…

PROF. MAHMUD ESAD COŞAN HOCA KAZASI/SUİKASTİ..

VE S. G.

VE DE SEYFİ SAY..

 

 

 

Yazı, internet sitesine dokuz gün önce, yani 2 Temmuz 2020 tarihinde konulmuş..

S. G. ise, yazıya sekiz gün önce, yani yayınlanmasından bir gün sonra iki adet yorum eklemiş.

Yazıyı yayınlayan sitenin adı mutlakaoku.com.

Yayınlanan yazının yazarı, yazının en sonunda belirtiliyor: LkmnReport.

Evet, yazının kaynağı, LkmnReport@LkmnTR şeklindeki bir Twitter hesabı..

*

Gelelim alıntılanan yazıya..

Şöyle:

 

Mahmud Esad Coşan

2 Temmuz 2020

SiyasetTarih

5 Yorum

 

KİM BU S.G ? | Nakşibendi tarikatının Halidî kolu olan dergahın kamuoyunda bilinen adı ile İskenderpaşa Cemaati’nin diğer isimle Hakyolcuların Lideri Prof. Dr. Esad Coşan Hocaefendi 28 Şubat sürecinde “dost bir uyarı sonucu” Türkiye’yi terk ederek yurt dışına çıkmıştı.

Önce Almanya’ya daha sonra ise Avustralya’ya yerleşerek irşat ve ilim faaliyetlerini sürdürdü.

4 Şubat 2001 yılında Sedney´den Dubbo şehrine giderken, “arka farları yanmayan” bir tıra otomobiliyle çarptı ve olay yerinde yanında bulunan damadı ile birlikte vefat etti.

Ölümü üzerine ortaya bir çok iddia atıldı. Takipçileri hocalarını özel ve kurgulanmış bir kaza ile kısacası suikasta kurban gittiğini düşünüyordu.

Ve bu şüpheli kazanın üzerinden yedi yıl geçmişti ve çok şey unutulmaya yüz tutmuştu. Coşan Hocaefendi ile ilgili olarak haber7.com’da 4 Şubat 2008 tarihinde yayınlanan “Prof. Coşan’ın ölümünde kilit isim” başlıklı yazı dikkatleri ÇEKTİ. https://t.co/Z0eIIq1iwn

Fakat yukarıdaki linke tıkladığınızda sayfanın olmadığını göreceksiniz çünkü yazıda bahsedilen kilit isim hemen devreye girmiş ve haber kısa bir süre içerisinde siteden kaldırılmıştı. Yazıda yazanlar hiçte sıradan şeyler değildi.

TR tarihinin yayınlandıktan sonra en hızlı kaldırılan yazısı olma unvanını elinde bulunduran bu yazıda neler yazıyordu. Peki yazıyı yayından kaldıran makamlar yazıda ileri sürülen iddialar için ne yapmıştı. Kimse bilmiyor.

Yazı “Esad Çoşan, 28 Şubat sonrasında önce Almanya’ya gitmiş ve taraftarlarının yoğun olarak bulunduğu Essen eyalet merkezine yerleşmişti.” cümlesi ile başlıyor. Bakın nasıl devam ediyor:

İşte tamda bu günlerde çevresinde hizmette ve fedakarlıkta çok cömert bir isim ortaya çıktı. Bu isim, yıllardır hizmette bulunan bir çok kişiyi geride bırakmış ve kısa sürede Hocaefendi’nin etrafındaki bir kaç isimden biri olmayı başarmıştı.

30 yaşlarında, esmer, hafif kilolu, kirli sakallı bu genç, kimine İngiltere’de filoloji okudum diyordu. Bazen de şeker ticareti yaptığını söylüyordu, babasının İstanbul’da işhanları vardı ve varlıklı bir ailenin çocuğu idi.

S. G. adındaki bu genç, hizmette o kadar hızlı idi ki yıllardır çevresinde bulunanların yapabildiği himmetten daha fazlasını tek başına yapabiliyordu. Lüks arabalar alıp Hocaefendi’nin hizmetine verebilecek kadar cömert idi.

‘Varlıklı bir ailenin çocuğu’ olduğu için çalışmak zorunda değildi ve yalnızca servetini değil, bütün vaktini de Hocaefendi’ye vakf edebiliyordu.

Bu genç, hızını alamadı ve 1997 yılının son aylarında Bonn yakınlarındaki Siebengebirge (yedisıradağlar) kasabasında bir villa kiraladı ve Hocaefendi’nin bir süre burada ikamet etmesini sağladı.

Bu hızlı genç, ‘hizmet nerede ise S. G. orada’ mantığı ile gayret ediyordu. Prof. Coşan’ın sevenlerinin yanında ‘sığınmacı’ gibi kalmasına gönlü elvermeyen bu genç, bir süre sonra bir fedakarlıkta daha bulundu.

400 bin Mark para vererek Essen’de 3 katlı bir villa satın aldı. Bir katını Hocaefendi’ye tahsis etti. Prof. Coşan, artık eşi ile birlikte bu evde yaşamaya başlamıştı.

Cemaat içerisinde S. G.’ olarak tanınan bu genç, bu fedakarlığı sayesinde artık Hocaefendi ile kimin görüşüp kimin görüşmeyeceğini de kontrol altına almıştı.

Esad Çoşan’ın, 1998 yılında Avustralya’ya göçmesinden sonra hasretine dayanamayan S. G. de bir süre sonra aynı yolu takip etti.

Almanya’daki evini satmış ve Prof. Esat Coşan’ın bulunduğu kentte bir eve yerleşmişti.

Almanya’da olduğu gibi yine Hocaefendi’nin özel şoförlüğünü yapmaya başlamıştı. 4 Şubat 2001 günü Girifit şehrinde bir cami açılışı yapılacaktı. Cemaat büyük bir konvoy halinde ilerliyordu.

Yerel saatle 12.00 (Türkiye saati ile 04.00) idi. Sydney’e 600 kilometre mesafede bulunan Dubbo kasabası yakınlarında bir trafik kazası yaşandı.

Prof. Esat Coşan ve damadı (aynı zamanda cemaatin gelecekte lideri olacak isim diye bakılan isim) Prof. Ali Yücel Uyarel birlikte can verdi.

O gün S. G. biraz rahatsızdı, Hocaefendi’nin bulunduğu aracı kullanmıyordu. Konvoyda dördüncü sırada yer alan bir araçta idi. Elim kazadan hemen sonra konvoy durdu.

S. G.’nin de aralarında bulunduğu birkaç kişi, Hocaefendi’yi ve damadı Ali Yücel Uyarel’in cesetlerini araçtan çıkardı ve yolu temizleyip trafiğe açtı.

Kaza, karşıdan gelen araca çarpmak suretiyle meydana geldi diye kayıtlara geçti. Oysa, yapılan araştırmalar bir şeyi ortaya çıkarmıştı.

Kaza, karşıdan gelen araca çarpmak değil, önde giden stop lambası bozuk TIR’a çarpmak suretiyle meydana gelmişti.

S. G., Hocaefendi’nin vefatından iki üç hafta sonra Almanya Bochum’da yapılan anma toplantısında görüldü.

S. G.’yi bir daha da cemaatten gören olmadı.” yayından jet hızı ile kaldırılan yazı bu cümle ile bitiyordu.

S. G.’nin, hakkındaki bu iddialarla ilgili olarak, Prof. Dr. M. Esad Coşan’ın oğlu Nureddin’le görüştüğü, fakat ona ev adresini vermekten kaçındığı, nerede nasıl ikamet ettiğinin kimse tarafından bilinmediği yazıldı.

Nitekim Dr. Seyfi Say, Nurettin Çoşan’ın “Adam bana ‘Hocam’ diyor fakat adresini istediğimde vermiyor” dediğinin kendisine söylendiğini yazdı.

Esad Coşan’ın yerini almasına kesin gözü ile bakılan damadı ile beraber şüpheli bir şeklide ölmesi sonucu cemaatin başına oğlu Muharrem Nureddin Coşan geçti.

Cemaat bugün Nakşibendi tarikatıne bağlı İskenderpaşa lideri Esad Coşan tarafından kurulan Hakyol vakfının adıyla anılıyor. Bu vakfa ve İskenderpaşa cemaatine bağlı olanlara Hakyolcular adı veriliyor.

Gönüllü şoförünün kaza günü Esad Çoşan ile aynı arabada olmamasını sorgulayan bir kaç cılız ses olsa da bir müddet sonra bu seslerde kısıldı.

Türkiyenin görünmeyen üniversitesi olarak anılan Milli Nizam ve Milli Selamet Partilerinin kurulmasında etken olan Mehmet Zahit Kotku´nun damadı olan Prof. Dr. Esad COŞAN ‘ın ölümü ile birlikte cemaati büyük kan kaybetti.

Unutmayalım ki S.G’ler her yerdeler ve sizin tahmin ettiğinizden daha “BÜYÜK ve ince işler” çıkarıyorlar. Eğer zihniniz sürekli teyakkuz halinde değilse tedbir temkin hayatınızda sadece bir kelime ise SİZE DE geçmiş olsun. NİTEKİM OLDU DA!

 

Evet, S. G., bu yazının altına iki adet yorum eklemiş bulunuyor.

Onlara geçmeden önce, söylememiz gereken bazı şeyler var.

Birincisi şu: Kaza, konvoy halinde giden bir grubun gözleri önünde cereyan etti.

Merhum Esad Efendi’nin şoförlüğünü ise, Haymanalı Yaşar Kara‘nın (Yıllardır görmedim, selâm olsun ona) döner toptancılığı yapan oğlu Hüseyin Kara yapmaktaydı.

O da yaralanmıştı. Ve Esad Efendi’nin naaşını getiren uçakla o da Türkiye’ye gelmişti, kolu askıdaydı.

Evet, ne Hüseyin Kara’ya, ne de kazanın diğer şahitlerine hiç kimse (hiçbir yayın organı) “Kaza nasıl oldu?” diye sormadı.

Ne bir gazete, ne de bir TV kanalı bu insanlarla röportaj yaptı..

AKRA FM bile onlara mikrofon uzatmadı.

*

Söz konusu haberde, Esad Efendi’nin “28 Şubat sürecinde ‘dost bir uyarı sonucu’ Türkiye’yi terk ederek yurt dışına çıktığı” belirtiliyor.

Bunu ilk defa duyduğumu belirtmeliyim.

Peki o “dost uyarı“yı yapan(lar) kimdi?

Bence burası önemli..

Eski MİT’çilerden Mahir Kaynak, aynı süreçte kendisine de böylesi bir “dost uyarısı” yapıldığını, 2011 yılında, bundan dokuz sene önce, Takvim gazetesine açıklamıştı.

Haber şöyleydi:

 

Post modern darbe olarak bilinen 28 Şubat sürecinin 14’üncü yılında, MİT eski daire Başkanı, Prof. Dr. Mahir Kaynak, Takvim’e dikkati çeken açıklamalar yaptı. Prof. Kaynak, “28 Şubat 1997’de [zaten] darbe olmayacaktı. Ordu idareye el koymayacaktı [sadece hükümet yıkılacaktı]. Çok iyi hazırlanmış bir plandı. Plan uygulandı, planı yapanların hedefleri o dönem itibariyle gerçekleşti” dedi. 28 Şubat sürecinin, daha önce hazırlanan ılımlı İslam projesinin devamı olduğunu vurgulayan Kaynak, sürecin perde gerisini şöyle açıkladı:

“ABD, dünya hegemonyasını sürdürmek için Türkiye’de ılımlı İslam’a mensup bir hükümet istiyordu. İslami yaşayan, ibadetlerini yapan ancak ABD ile de uzlaşan bir yönetim. 28 Şubat’tan önce planlanan buydu. Bunun için de Refah Partisi’nin üzerinde oynandı.”

Refah Yol’un ABD ve dünya ile mücadele etmeye kalktığı için hedef olduğunu anlatan Kaynak, “Boyundan büyük işlere kalkışınca tabi, görevden uzaklaştırıldı. Ama ben, kısa sürede gideceğini düşünüyordum. Yanıldım. 11 ay iktidarda kaldı” dedi.

Avrupa Türkiye’yi bölecekti

Prof. Kaynak, Kürt meselesini siyasi yollarla çözme arzusuna karşı olan bazı iç ve dış çevrelerin, kendisine operasyon yapmak istediklerini, 28 Şubat sürecine isminin karıştırılma çabalarına işaret ederek, açıklamalarına devam etti:

“28 Şubat sürecinde Aktüel Dergisi‘nde köşe yazarlığı yapıyordum. Aktüel‘in yöneticileri ‘Askerler senin yazı yazmanı istemiyorlar’ dedi ve ben dergiden uzaklaştırıldım. Olaydan bir yıl sonra Çevik Bir ile görüştüm ve ‘Paşam bunu neden yaptınız?’ diye sordum. Çevik Bir, ‘Senin adın bizim listemizde yoktu, adın medyada eklendi’ dedi. Medya ile Türk Silahlı Kuvvetleri, 28 Şubat sürecinde ortak çalışıyorlardı. Medya TSK’yı, TSK da medyayı yönlendiriyordu. Ben bunların kimler olduğunu, hangi güç örgütü olduğunu biliyorum ama söylemek istemiyorum.

Şemdin Sakık’ın sözde ifadeleri yüzünden andıçlandığını belirten Prof. Kaynak, özel bilgiler verdi:

“DGM’ye gittim, savcı bana Sakık’ın ifadesini gösterdi. Sakık diyor ki; ‘Mahir Kaynak devletin içimize soktuğu bir ajan.’Belge bu olmasına rağmen benim için ‘PKK’dan para aldı’ diyorlar. Bu operasyonu da beni etkisiz kılmak için yaptılar. Çünkü Kürtler arasında iyi bir imajım vardı.”

‘Bölme planlarına engel oldum’

Mahir Kaynak, o dönemde Avrupa’nın Türkiye’yi bölme planları yaptığını, kendisinin Kürt meselesini çözme çabalarını AB ülkelerinin, kendi planlarına engel olarak gördüklerini belirtti ve bazı detaylar verdi:

“O dönemde devletin yüksek birimlerindeki bir yönetici, ‘Mahir Hoca, Avrupa’dan sana karşı hasmane tavırlar var. Seni himaye etmekte zorlanıyoruz‘ dedi. Aradan 15 yıl geçti. Kürt meselesini çözmemizi Avrupa engellemiştir. Neden engelledikleri belli. Büyük Türkiye’den korkuyorlar.

‘Hocam seni öldürecekler’

Kaynak, kendisini öldürme planını duyduğunu da vurguladı: “2 istihbaratçı geldi ve ‘Hocam seni öldürecekler, seni yurtdışına kaçıralım’ dedi. ‘Pasaportum bile yok’ dedim, ‘Biz hazırladık bile’ dediler. Ertesi gün haberlerde ‘Mahir Kaynak, Berlin’de’ diye yazı gördüm. Bunun bir operasyon olduğunu anladım ve kaçmayı kabul etmedim. Ya beni yok edeceklerdi ya da yakalatıp, ‘Mahir Kaynak kaçtı, yakaladık’ diyeceklerdi” açıklamasını yaptı.

 

Benzer bir dost uyarısı Muhsin Yazıcıoğlu’na da yapılmıştı. Almanya’dayken, Türkiye’ye dönmemesi, öldürüleceği söylenmişti.

Türkiye’ye dönmeseydi, “Türkiye’nin artık normalleştiği, Akparti sayesinde demokrasi ve özgürlükle tanıştığı, askerî vesayetten kurtulduğu, MİT’in millîleşmeye başladığı bir dönemde“, 2009 yılı gibi bir “altın çağ“da ülkesini terk etmiş, hristiyan topraklarına kaçmış “vatanseverlikten nasipsiz” paranoyak ve vehimli bir korkak olduğu söylenebilecekti.

Manen ve siyaseten ölmüş olacak, MHP’liler arkasından teneke çalacaklardı.

*

Soru şu: Esad Efendi’ye yapılan “dost uyarısı“nın ardında da bir “operasyon” var mıydı?

Malum, birilerinin “faaliyet yöntemleri dağarcığı”nda (fil terbiyesi yönteminde olduğu gibi) önce “kötü polis“ler eliyle perperişan edip sonra “iyi polis”leri devreye sokarak kurtarıcı pozunda yaklaşma ve “kurban”ı minnettar, maddeten ve manen borçlu hale getirip kontrol altına alma da var.

Evet, o “dost uyarısı“, S. G. kod‘un da etkin bir biçimde devreye konulduğu bir operasyonun başlangıcı olabilir miydi?

Ve, operasyonun bir ayağını da, Esad Efendi’nin Türkiye’deki cemaat yapılanması üzerindeki doğrudan gözetimini engelleyip Nurettin’in gelecekteki “laik, bozkurtçu, yerli-milli açılımı”nın zeminini hazırlama oluşturuyor olabilir miydi?

*

Gelelim S. G.‘nin yazıya eklediği yorumlara..

Biri şöyle:

 

Bu işler söylenmez ama fitne büyük, ALLAH müminleri kuru iftiradan ve hasedçi şeytanlardan korusun.
S.G nin 2004 te İskenderunda yaptırdığı cami ve kuran kursu.

Prof.Esat Coşan CAMİİ
Şenbük, 31350, Seyranlık Sk. 18-20, Belen/Hatay

belen.gov.tr/esat-cosan-camii

Esat Coşan Kuran Kursu 2004

belen.gov.tr/esat-cosan-camii-kuran-kursu Tc.Diyanet işleri başkanliğina bağlı.
———————————————————
Prof. Dr. Muhammed Esad Coşan Mosque (Somali, 2006) Camii

Mahmud Esad Coşan Masjid (Somali, 2009)

Esad coşan Mescidi İSTANBUL (2004-2016)

İftira ve suizan eden kardeşlerime yemek ısmarlarım, sevaplarını bana hediye ettikleri için.

 

İmdi, bu S. G.’nin açılımının ne olduğu zaten birçoklarınca gayet iyi biliniyor.

Almanya’daki (en azından Essen civarındaki, Ruhr Havzası’ndaki) cemaat mensupları biliyor.

Avustralya’dakilerin hepsi biliyor.

Esad Efendi’nin oğlu Nurettin ile yakınındakiler biliyor.

Esad Efendi’nin sekreteri İsmail Özlü, Hakyol Vakfı Genel Müdürü Hasan Pak, Zübeyr Zemçi Somuncu, Seyfi Say ve Mehmet Akif Özkayaalp gibi isimler biliyor.

O halde, bu S. G., böylesi bir haberde neden S. G. rumuzunu kullanıyor da ismini açıkça yazmıyor?

*

Seyfi Say‘ın yazdıklarına bakılırsa, aslında S. G. diye biri yok.

Bu, geçmişi bilinmeyen bir “vazifeli”nin (ajanın) geçici görev için kullanıp attığı takma bir isimden ibaret.

Adamın asıl adı başka..

Başkalarını bilemem ama, Seyfi Say’ın yazdıkları bana gayet ikna edici görünüyor..

O yüzden, “S. G. kod“un, bu takma ismi gizlemeye çalışıp sadece iki harfe indirgemeye uğraşmasının, asıl isminin merak edilmesini engellemeye yönelik bir manevra, “Canbaza bak canbaza!” taktiği olduğunu düşünüyorum.

Kesin kanaatim bu yönde.

*

Evet, bu “S. G. kod“un, bir zamanlar kullanıp şimdi bir kenara atmış olduğu takma ismi saklaması için makul bir neden yok.

Daha geçen yıl, 31 Mart 2019 yerel seçimleri öncesinde, Esad Efendi’nin oğlu Nureddin, Recep Tayyip Erdoğan’a hitaben (özetle) şu destek açıklamasını yapmıştı:

 

CUMHURUN MÜTTEFİKİ AZİZ BAŞKANIM

İyilik elçilerini; iz’ansız, kapkara, kokuşmuş düzenlerini korumak algısıyla, taşlayarak, kalleşçe öldürenler KAHROLMUŞTUR.

4 Şubat 2001’i tasarlayan, görmezden gelen, unutturan meş’um zihniyet KAHROLMUŞTUR.

 

4 Şubat 2001, merhum Esad Efendi’nin vefat ettiği tarih..

Görüldüğü gibi, Nureddin’e göre, 4 Şubat 2001’i tasarlayan, görmezden gelen, unutturan meş’um zihniyet KAHROLMUŞ..

Kahrolmuşlar.. Böylece dava dosyası kapanmış, yanmış bitmiş kül olmuş.. Mutlu son..

Nureddin’in S. G. ile bir hesabının olmadığı açık.. Çünkü, maşallah “S. G. kod“da hiç de kahrolmuş gibi bir hal yok..

Biz her gün kahrımızdan ölürken, o ölümü unutmuş biçimde “kıtalar dolaşıyor”.

Nureddin’in laflarından anlaşılıyor ki, “S. G. kod“un 4 Şubat 2001’i tasarlayan, görmezden gelen ve unutturan taife arasında yer almadığını, kahredilmesini gerektirecek birşey yapmadığını düşünüyor.

O halde, S. G. kod‘un, iki “içi boş harf“in arkasına sığınmasının faydası ne?

*

Faydası şu:

Şayet S. G. kodunun açılımı ilgili ilgisiz herkes tarafından bilinirse, unutturulmazsa, birileri bu ismi hiç hesapta olmayan zamanlarda araştırmaya kalkışabilirler.

Ve bunu yaptıklarında, şunu fark edebilirler, böyle birinin ne geçmişi var, ne geleceği..

Uzaydan gelip gariban dünyamızı bir ara ziyaret etmiş, sonra da vatan hasretine dayanamayıp cennet gezegenine dönmüş bir uzay yolcusu gibi bilim-kurgusal bir karakter olduğu kanaatine varabilirler.

Ancak, isim bilim-kurgusal olsa da, cisim gerçek olduğu için, şahsın asıl isminin ne olduğunu merak edebilirler.

Ve kendi kendilerine şu soruları sorabilirler:

Ya hu yok mu bu S. G. kod‘un bir tane olsun çocukluk arkadaşı? 

Bir tane mahalle arkadaşı?

Bir tane Kur’an kursundan, ilkokuldan, ortaokuldan, liseden veya üniversiteden sınıf arkadaşı?

Bir tane askerlik arkadaşı?

Bir tane hemşerisi? Köylüsü, kasabalısı?

Bir tane akrabası?

Bir tane komşusu?

Bir tane kardeşi?

Es’ad Efendi’nin yanında “bitmeden” önce içinde bulunduğu bir İslamî grup, arkadaş çevresi, bir hoca, bir “abi”, ya da ne bileyim bir “üstad”?

*

Evet, kendilerine bu soruları soracaklar, ve bir cevap bulamayacaklar.

Diyelim ki bu şahsı bir tanıyana rastladılar..

O zaman da şu türden sözler duyarak şoke olacaklardır:

“Ha, bu kara yağız aslan parçası mı?.. Ne, size isminin S. G. olduğunu mu söyledi? Ha ha ha, ho ho ho, hi hi hi.. S. G. ha?.. Hi hi hi, ho ho ho.. Gülmekten öleceğim yav, bunun mu adı S. G?.. Yav bu çocuk filangillerin feşmekân.. S. G.’ymiş ha?.. Ho ho ho, hi hi hi..”

Yani bu S. G.’nin, Türkiye’de “Ben S. G.’yim” diyerek ortalarda dolaşması riskli..

Eski tanıdıklarından birinin olmadık bir yerde karşısına çıkıp, “Lan Coşkun, sende mi buradasın, ne iştir, molla mı oldun lan? Ne bu takke cübbe sakal havaları artiz?” gibi birşey demesi mümkündür.

Tabiî bizimki, bir yandan çaktırmadan göz kırpıp, “Hemşerim, lütfen ciddi olalım, insan insana benzer.. Beni biriyle karıştırmış olmalısınız.. Sizinle daha önce karşılaşmış olduğumuzu hiç sanmıyorum. Şakanın sırası değil” diyebilir, fakat böylesi kazaların tekrar tekrar yaşanmayacağından da emin olunamaz.

Avustralya’nın Brisbane‘ında, Almanya’nın Essen‘in de S. G. olarak dolaşabilirsiniz, önceden yolunuzun kesişmiş olduğu biriyle karşılaşma ihtimaliniz sıfıra yakındır. Fakat aynı şey İstanbul ve Ankara gibi şehirler için geçerli değildir.

Hiç beklemediğiniz bir yerde sizi tanıyan biriyle karşılaşabilirsiniz.

*

Şimdi gelelim şu ismi “Esad Coşan” olan cami ve mescitlere..

Bunları yaptıran gerçekten S. G. ise, en azından İskenderun’da olan camiye gidip, “Burayı kim yaptırdı?” diye sormak mümkündür.

Eğer yaptıran S. G. kod ise, bu ismin açılımını söyleyeceklerdir.

Bu durumda S. G. kod’un ismini saklayıp cami adresini vermesinin, zekâ bakımından, devekuşunun başını kuma sokup gövdesini avcılara hediye etmesinden daha iyi bir performansa karşılık gelmediğini kabul etmek gerekir.

*

Gelelim S. G. kodun ikinci mesajına..

Şöyle:

 

SG kazanın olduğu gün 800 km ötede Brisbane şehrindeydi. Buna cemaat ve Hocaefendinin aileside şahittir. Cemaatin içindeki hasedçi tayfanın çıkardığı bu iftira, hocanın ölümünden 8 sene sonra çıkardığı bir iftiradır.

Devlet teşkilatı dünyanın ötesinden adam paketleyip getiriyor, senin iftira ettiğin çocuğunu, torununu cemaatin okulunda okutuyor, Cemaatin camiine gidiyor ? Zannediyormusun sayın Erdoğan ın , Davutoğlunun, Binalinin ve 7 eski bakanının hocası için devlet bir şey yapmıyacak? Çoktan yaptı.
Ayrıca ALLAH c.c Kuranda ””Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür –Bakara 191. ayet .. Fitneyi uyandırana ALLAH lanet etsin –Hadis

Esad Coşan hocaefendiye suikast yapana ve buna Ortak olana ALLAH ve melekleri, peygamberleri LANET etsin. Ama İftira edip Fitne çıkartıp YAYANLARA ALLAH’ın garib kullarına eziyet ve zülmedenlere , ALLAH’ın ,meleklerinin ve mahlukatının GaZABI &KAHRI üzerine olsun..

 

İlk paragraftan başlayalım..

S. G. kod, “Cemaatin içindeki hasedçi tayfanın çıkardığı bu iftira, hocanın ölümünden 8 sene sonra çıkardığı bir iftiradır” diyor.

“Hoca’nın ölümü”nden sekiz sene sonrası, 2009 yılı oluyor.

Yani, S. G. kod’a göre iftira, 2009 yılında atılmış.

Ancak, o tarihten bir yıl önce, 4 Şubat 2008 günü haber7.com’da, yayınlanmış olan “Prof. Coşan’ın ölümünde kilit isim” başlıklı yazıyı unutuyor.

Bu, bir…

İkincisine gelince, onu da Seyfi Say‘ın yazdıklarından biliyoruz..

Esad Efendi’nin vefatından bir iki yıl sonra, Yuşa a.s.’ı ziyaretten dönerken, Zübeyr Zemçi Somuncu‘nun yanında, Seyfi Say’a, Brisbane’daki cemaat mensuplarının kendisini ajanlıkla suçladıklarını söylemiş bulunuyor.

S. G. kod‘un ya hafızası zayıflamış, ya da yalan söylemeyi beceremiyor..

*

Gelelim ikinci paragrafa..

S. G. kod şöyle diyor:

 

Devlet teşkilatı dünyanın ötesinden adam paketleyip getiriyor, senin iftira ettiğin çocuğunu, torununu cemaatin okulunda okutuyor, Cemaatin camiine gidiyor ?

 

Bu bozuk ifadelerde anlam ararken hata yapmadıysam eğer, S. G. kod, iftiraya uğradığını öne sürdüğü kendisinin çocuğunu, torununu cemaatin okulunda okutmakta olduğunu, cemaatin camisine gittiğini söylüyor olabilir.

Eğer öyleyse, isminin, cemaat okulu personeli tarafından da biliniyor olması lâzım.. O halde, neden ismini saklıyor, böylesi bir habere yorum yazarken bile “içi boş harfler” kullanıyor?

S. G. kod, bu karma karışık kelime yığınının ardından şunu söylüyor:

 

Zannediyormusun sayın Erdoğan ın , Davutoğlunun, Binalinin ve 7 eski bakanının hocası için devlet bir şey yapmıyacak? Çoktan yaptı.

 

Peki, bu devlet ne yaptı?

Şunu yaptığını biliyoruz: Esad Efendi’nin 2007 yılında Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmasını sağladı.

Cenazesinin dönmesine müsaade edildi.. “En iyi Esad Efendi, ölü Esad Efendi’dir” hesabı gibi..

Erdoğan’ın, Davutoğlu’nun, Binali Yıldırım’ın vs. hocası olmaya gelince..

“Derin devlet” için bu isimlerin “değer”i nedir ki, “irticacı hocaları“nın olsun!

Kaldı ki, Esad Efendi bu isimlerin hocası da değildir..

Siyaseten görüşmüşler konuşmuşlardır, o ayrı mesele.. Zaten, bu isimlerin görüştükleri tek cemaat lideri, şeyh, ya da kanaat önderi Esad Efendi değildi.

Ayrıca, Erdoğan‘ın, Ahmet Necdet Sezer‘in cumhurbaşkanı yapıldığı seçimler sırasında Esad Efendi’nin bir ricasını ayaklar altına aldığını da biliyoruz.

Av. Yalçın Ünal, Av. Hüseyin Yürük ve (yanlış hatırlamıyorsam) Necmi Sarıyer, Esad Efendi’nin “Nevzat Yalçıntaş’ın desteklenmesi” yönündeki mesajını ona iletmişler ve ondan ret cevabını almışlardı.

Hocasıymış…

“Zannediyormusun sayın Erdoğan ın , Davutoğlunun, Binalinin ve 7 eski bakanının hocası için devlet bir şey yapmıyacak? Çoktan yaptı”ymış..

Vay vay vay.. Demek sen, devletin “gizli bilgi“lerine, hatta “uluslararası operasyonları“na vakıfsın..

Nerden geliyor bu samimiyet?..

(Palavra sıkmak kolay, nasıl olsa işin aslını öğrenme şansın yok.. Yalandan kim ölmüş!)

*

Gelelim son paragrafa:

 

Esad Coşan hocaefendiye suikast yapana ve buna Ortak olana ALLAH ve melekleri, peygamberleri LANET etsin. Ama İftira edip Fitne çıkartıp YAYANLARA ALLAH’ın garib kullarına eziyet ve zülmedenlere , ALLAH’ın ,meleklerinin ve mahlukatının GaZABI &KAHRI üzerine olsun

 

Amin!

FARUK BEŞER’İN AHLÂKSIZLIĞI

 

Akşam Gazetesi 14 Haziran 1996 -Sıfır Zam Memuru Sokağa Döktü ...

 

Bu sayfalarda Faruk Beşer’in pekçok hatasını konu edindik.

Bunlar dünyevî hatalar değil, dinî hatalar..

Hatta, doğrudan “amel“le ilişkili de değil diyebiliriz, zihniyetle, hatta itikatla alâkalı..

Yani Faruk Beşer’e “Senin şu amelin, şu hareketin, şu davranışın hatalıdır” demekten ziyade, “Bak alenî olarak şunu yazıyor, şu şu görüşlerin propagandasını yapıyorsun, bunlar yanlış, insanların itikadını ve zihniyetini fesada veriyorsun” diyoruz.

Bu durumda Faruk efendinin, yaptığı hatalar dinî nitelikte olduğu için ya kendi sütununda düzeltme yapması ya da hatalı değerlendirmeler yaptığımızı göstererek bizim gibi yanlış düşünenleri “irşad” etmesi, cevap vermesi gerekir.

Fakat, Faruk efendiden cevap gelmiyor.

*

Faruk efendinin bugünkü “Yalan” başlıklı yazısının bir cevap olduğunu düşünebilir miyiz?

Yazısını şu hadîslerle bitirmiş:

 

 ‘Şaka ile dahi olsa yalanı terk etmedikçe gerçek mümin olamazsınız’ buyrulmuştur. ‘Yazıklar olsun o adama ki, insanları güldürmek için yalan söyler. Söylediğinin yalan olduğunu her iki taraf da bilir, ama o sırf onları güldürmek için bunu yapar. Yazıklar olsun ona yazıklar olsun’ (Nesai).

 

Daha önce de bu minvalde şeyler yazmıştı.

Sanırım Faruk efendinin niyeti üzüm yemek değil, bağcı dövmek.

Yani böyle bir yazıyı iyi niyetinden kaleme aldığını zannetmiyorum, sırf bize gıcıklık olsun diye yazdığını düşünüyorum. (Zamanlaması ve yazısındaki dehşetengiz öfkeli üsluptan dolayı..)

Evet, yazılarımızda bazen mizahî unsurlar da yer alıyor.

Ancak, hareket noktamız insanları güldürmek için yalan söylemek değil.

Burada, insanları güldürelim diye kalem oynatmıyoruz. Fakat, yazılarımızın kolay okunmasını sağlamak için yeri geldiğinde onlara mizahî unsurlar da katıyoruz.

*

Allahu Teala, kâfirler için şöyle buyuruyor:

 

Onlar işte hidayeti verib dalâleti, mağfireti bırakıb azabı satın alan kimseler, bunlar ateşe ne sabırlı şeyler!… (Elmalılı Meali, Bakara, 2/175)

 

Allahu Teala, o kâfirler gerçekten sabırlı oldukları için mi böyle buyuruyor?

Ve burada “gerçek” anlamda bir alışveriş mi var?

Evet, salt güldürmek için boş konuşmak ve yalan söylemekle, bu tarz ifadeler farklı şeylerdir.

Fakat, Faruk Beşer akılsızı, bu tür ifadelerde bile, “insanları güldürmek için yalan söyleme” boncuğu bulabilir.

Az “duyarlı” değil..

*

Bununla birlikte, belki de, yazılarımızda, Faruk Beşer’in aktardığı hadîslerin şümulüne giren hatalarımız olmuştur.

Olmamıştır diyemiyorum.

Ancak, somut örnek verilirse hatamızı tam olarak anlamış oluruz. Bu, bizim “ıslah olmamıza” yardımcı da olabilir. (Allahu Teala lütfuyla bizi ıslah eylesin, kusurlarımızı görüp düzeltmeyi nasip etsin!)

Fakat, İslam devleti gibi çok önemli bir konuda devirdiği çamlara dikkat çekiyoruz diye Faruk Beşer’in bu tarz “sinsi” cevaplar vermeye kalkışması tek kelimeyle ahlâksızlıktır. (Niyeti bize “laf sokuşturmak” değilse, yazısı bizimle ilgisizse, bunu açıklaması durumunda özür dilemeye hazırım.. Beşer herhalde bu konuda “yalan” söyleme münafıklığı yapmayacaktır.)

Evet, bu tarz “bel altı” cevaplar, Sulukule kadınlarının “kültürel zenginliği”nin bir yansımasıdır: “Tencere dibin kara, seninki benden kara..” (Şimdi Faruk Beşer, “Yine yalan söyledin, buna zenginlik denilmez” diyebilir. Hayır, burada, her tür batıla “zenginlik” diyerek bir kulp takanlara, yaklaşımlarının akılsızlık olduğunu gösterme maksatlı bir telmih var.)

Faruk Beşer “Sulukule kadınları” örneğini beğenmediyse, başka bir örnek var:

Yaptığı şey, Ruslar’ın (fıkrada geçtiği gibi) Amerikalılar’a şöyle demesine benziyor: “Ama siz de Kızılderililer’i katletmiştiniz.” (Söz konusu fıkrada anlatılan olay da tabiî ki yalan.. Ancak, bunu aktarırken niyetimiz “insanları güldürmek için yalan söylemek” değil.. Yani bu yazıyı fıkra anlatıp insanları güldürmek için kaleme almadık.)

Faruk Beşer!.. Sadece “İslamî hassasiyet” bakımından boş teneke bir adam değilsin, aynı zamanda ahlâksızsın..

Ahlâkın, huyun çok kötü..

Ciğeri beş para etmez bir adamsın.

SAMİMİYETİ KENDİSİNDEN MENKUL

 

Faruk Beşer'den Ramazan Sohbeti - Güncel - Türkiye Haber Ajansı

 

Faruk Beşer’in “çağdaş saraylarımız, sultanlarımız, beylerimiz ve de MİT‘imiz için muhabbet vakti” kıvamındaki “İslam’ın devleti olur mu?” başlıklı yazısını okumaya devam edelim.

Şöyle diyor:

 

Bugün de mütekamil bir İslam devleti yok. Bizim tek başımıza bunu tesis etme gücümüz de yok. Ama her birerlerimizin Allah’a tam teslim olup kurtulma imkânımız var. Yani devlet kuramıyor olsak da tevhide, şirkten uzaklaşmaya, İslam ahlakını yaşamaya odaklanmamız halinde biz de Mekke dönemindeki Müslümanlar gibi sağlam birer Müslüman olabiliriz. Sonuçta öyle olan Müslümanlara güçlü bir devlet nasip olduğu gibi bize de olur. O zaman devlet bir hedef değil, samimiyetimizin bir sonucu, bir mükafatı olur.

 

Az uyanık değil bu Faruk Beşer..

“Batıl”ı “yutturmak” için suret-i haktan gelmeyi çok iyi becerdiği kesin.

Önce, tevhidden, şirkten uzaklaşmaktan, İslam ahlâkını yaşamaktan söz ederek ağzımıza bir parmak bal çalıyor. Rüşvet-i kelâm kabilinden..

Ve şunu demeye getiriyor:

“Güzel kardeşim, İslam devleti ‘hedef‘i senin neyine, çok daha iyisi var: Tevhid, şirkten uzaklaşmak, İslam ahlâkını yaşamak.. Sadece bunlara odaklan.. Hedefin yalnız bunlar olsun..”

Sonra da, “peygamberî üslup“la, peygambercesine müjde veriyor:

 

“… tevhide, şirkten uzaklaşmaya, İslam ahlakını yaşamaya odaklanmamız halinde biz de Mekke dönemindeki Müslümanlar gibi sağlam birer Müslüman olabiliriz. Sonuçta öyle olan Müslümanlara güçlü bir devlet nasip olduğu gibi bize de olur.”

 

Armut piş, ağzıma düş.. Gökten üç elma düşmüş, üçü de Faruk efendinin nasibiymiş.

Peki ya cihad?.. Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker (iyilikle emredip kötülükten menetme)?.. Gerektiğinde hicret?..

Bunlara lüzum yok.. Sadece tevhide, şirkten uzaklaşmaya, İslam ahlâkını yaşamaya odaklanıyorsun, ve sihirli değnek dokunmuş gibi birden bire sana da asr-ı saadetteki gibi “güçlü bir İslam devleti” nasip oluyor.

(Hayır Faruk Beşer, yanlış anlıyorsun.. Sana “İnsanları cihada, hakkı söylemeye ve batılla mücadele etmeye teşvik et” demiyorum. Sadece, “Bile bile hakkı gizleme, batılı hak, hakkı batıl gibi gösterme, suret-i haktan gelerek batılı soyut ‘şirkten uzaklaşma’ cilasıyla ‘yutturmaya’ çalışma! İnsanları İslam devleti idealinden uzaklaştırmak için dilini eğip bükme, onu bir hedef olarak görmesinler diye ‘tevhid’ kavramını istismar etme!” diyorum.)

*

Evet, Bel’am bin Bâûrâ‘nın ruhu bedenine geçmiş gibi bir görüntü vermeye çalışan Faruk efendiye göre, “O zaman devlet bir hedef değil, samimiyetimizin bir sonucu, bir mükafatı olur”muş.

Vatandaşın samimiyeti kendisinden menkul..

Senin şu zırvaların samimiyetse, samimiyetsizlik nedir?

Kendisinde zerre kadar samimiyet (ihlas, Allah rızası kaygısı, Allah ve Peygamber sevgisi) bulunan bir müslüman böylesi zırvalar yazamaz.

Yazamaz, yazamaz, yazamaz!

Bir de utanmadan İslam ahlâkını yaşamaktan söz ediyor.

Senin şu üslubun en büyük ahlâksızlık..

Neymiş, “O zaman devlet bir hedef değil, samimiyetimizin bir sonucu, bir mükafatı olur”muş.

Faruk Beşer’in “İslam devleti hedefine savaş açmış” samimiyetine bağlan, otur sonucu bekle.. Mükâfat çantada keklik.. Fakat aman ha öyle bir hedefin olmasın!

Öyle bir hedefinin olması çok ayıpmış.

*

Faruk Beşer’in yazısındaki (MİT gibi kurumlarla bağlantılı ‘ideoloji bakteriyologları‘nın laik/dinsiz devletin ideoloji laboratuarlarında özel olarak üretip yaydıkları) “maneviyat öldürücü” bulaşıcı virüsler bunlarla sınırlı değil.

Dezenfektasyon işlemine devam edeceğiz inşaallah. (Biliyorum, bizimki koca bir ülkedeki yangında bir metrekareyi olsun kurtarma çabası; sesimizi ancak bu kadar duyurabiliyoruz, ama Faruk Beşer’ler unutmasın, bu dünyanın bir de ahireti var!)