MURAT BELGE’NİN CEVAP ARADIĞI SORU: MUSTAFA KEMAL (ATATÜRK), İNGİLİZ AJANI MIYDI?

 

Korkunç iftira: Türkiye Gazetesi yazarı, Atatürk'ün 'ajan ...

Korkunç iftira: Türkiye Gazetesi yazarı, Atatürk'ün 'ajan ...

 

T24.com yazarı Murat Belge, 10 gün önce bu konuyu yazısına taşıdı.

Murat Belge, Cumhuriyet’in ilk yıllarının “seçkin”lerinden Burhan Belge‘nin oğlu..

Burhan Belge’nin kim olduğu aklınızda kalmamış olabilir, fakat Atatürk’ün sohbet halkasındaki kadınlardan şu meşhur film yıldızı Zsa Zsa Gabor‘un kocası olduğunu söylersem “Haa, o mu?” diyeceğinizi tahmin ediyorum.

*

Belge, şunları yazdı:

 

Biri, bir jandarma astsubayı kalktı, Atatürk’ün “İngiliz ajanı” olduğunu söyledi. Olayların akışına şöyle bir göz atıldığında, akla, mantığa uyacak bir yanı yok. Mustafa Kemal gibi bir ajanı olan Britanya niçin yıllar boyu Yunanistan’ın Anadolu’da varlığını destekledi? Niçin İstanbul hükümetinin idam fermanı çıkarmasına, Anzavur isyanına göz yumdu? 

Britanya’da hükümetin tutumuna rağmen Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinden yana olanlar vardı. Bunların başında “Intelligence”ta çalışan Herbert Aubry gelir. Eski “Birikim“in ikinci sayısında onun “Ben Kendim” diye Türkçe bir adla yayımladığı otobiyografisinden, ahbap olduğu Talat Paşa’yla son görüşmelerinin hikâyesini yayımlamıştık. Orada Talat Türkiye yerine Yunanistan’ı desteklemekle Britanya’nın Komünist Rusya’ya karşı yeterince güçlü cephe kurmadığı için Lloyd George politikasını eleştirir, Aubry de buna hak verir.

Gal kökenli Lloyd George bir “liberal”dir. Antik Yunan medeniyetine hayrandır ve doğal olarak sempatisi Yunanistan’dan yanadır. Batı’nın Osmanlı’ya karşı sevgisizliğinin bir önyargı olduğunu söyleyip dururuz da, 1915 Kıyımı herkesin zihnindedir. Dolayısıyla Lloyd George ve Asquith vb., yani “liberaller”, antipatilerinin bir “önyargı” olduğunu herhalde düşünmüyorlardı. Ama onların tavrını benimsemeyen Britanyalılar da -az da olsa- vardı. Aubry’nin “Türk dostluğu” herhalde yalnız “reel-politik” gereği değildi.

Atatürk, “İngiliz ajanı” olduğuna hükmettirecek ne yaptı? “Kapitalizmden yanaydı” mı diyeceğiz? O zaman bu ülkede birkaç milyon İngiliz ajanı var demektir. “Ülkeyi Batılılaştırdı” mı diyeceğiz? Birkaç milyon da bu eder. Ama herhalde kafasında bu “komplo”yu kuran kişinin asıl derdi bu. “Batı, Batı” dediğine göre, İngiliz ajanıdır.

Gerçi, böyle ilkel bir zihniyeti olduğunu düşünmediğimiz Kemal Tahir’in de (“Yorgun Savaşçı“da) aynı anlama gelen imaları vardır. “İngiliz, kimi gönderdiğini bilmez mi?” yollu sözler eder. Ama Kemal Tahir’in de böyle şaşırtıcı “buluş”lar yapmaya, durduramadığı bir merakı vardır. Kimsenin görmediği bir şeyi görmeyi çok sevdiği için gördüğüne kendini inandırır da. Ayrıca, Kemal Tahir’in- hele Asyai üretim tarzı buluşunu yaptıktan sonra- oldukça koyu bir “Batı fobyası” oluşmuştur. Onun için yalnız Atatürk’ü değil, Türkiye’nin hayli uzun Batılılaşma serüveninde payı olan herkese böyle bir gözle bakmaya başlamıştır.

Ayrıca “komplo teorisi üretimi“nin bu toplumda ne kadar popüler bir spor olduğunu da düşünmeliyiz. Birçok Türk Marksisti’ne göre “tarihin motoru” aslında Marx’ın dediği gibi “sınıf mücadelesi” değil, komplodur.

 

Murat Belge’nin sözleri böyle..

*

Birisi kalkıp “Mustafa Kemal İngiliz ajanıydı” demekle, Mustafa Kemal’in ajan olduğunu ispatlamış olmaz.

Sadece bir iddiada bulunmuş ya da kendi kanaatini dile getirmiş olur.

Bizim bu yazımızın amacı, Atatürk’ün ajan olduğu ya da olmadığı yönünde bir ispat çabası içine girmek değil.

Dikkat çekmek istediğimiz husus şu: İddia etmek, ispat etmek olmadığı gibi, Murat Belge’nin akıl yürütüşü de, aksi yönde bir ispat için yeterli değildir.

*

Ajanlık gibi olgular, salt “olayların akışı” ile izah edilemez.

Bununla birlikte, İngiltere (Britanya) – Yunanistan – Mustafa Kemal (Ankara Hükümeti) ilişkilerinin seyri, Murat Belge’nin ifade ettiği gibi değil.

Yunanlıların İzmir’i işgali, Mustafa Kemal henüz Anadolu’ya adımını atmamışken gerçekleşti. 15 Mayıs 1919’da..

Bir gün sonra Mustafa Kemal Samsun‘a doğru yola çıkarıldı.

Çünkü, Yunanlılar’ın Anadolu’ya yaptığı çıkarma, Padişah Vahideddin’i ve Hükümet’i telaşa düşürdü.

Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gitmesi ve Erzurum Kongresi‘ni toplaması, orada birtakım kararlar açıklaması, zannedilenin aksine, İngilizler’i telaşa düşürmedi.

Tam aksine,  Erzurum Kongresi 7 Ağustos’ta bittikten üç gün sonra, 10 Ağustos 1919 tarihinde İngiliz Generali Milne, Yunan Orduları Başkumandanlığı’na, işgalleri altındaki sınırdan ileriye geçmemeleri emrini verdi.

Bu sınır, Milne Hattı diye bilinmektedir.

*

Peki Yunanlılar bu Milne Hattı’nın ilerisine yürümeye ne zaman başladılar?

Mustafa Kemal sırasıyla Sivas Kongresi‘ni topladıktan, sonra Ankara’ya gittikten, ve de 23 Nisan 1920 günü TBMM‘yi açtıktan sonra..

22 Haziran 1920 tarihinde, yani TBMM açıldıktan iki ay sonra..

Yani İngilizler, Yunanlılar’ı 10 aydan fazla bir zaman beklettiler.

Bu noktada, “Mustafa Kemal hazır olmadığı için mi?” sorusunun akla gelmemesinin nasıl sağlanabileceğini şahsen ben bilemiyorum.

Bildiğim şu, zihinlere ambargo koymak mümkün değil.

*

İngilizler, Yunanlılar’ı desteklemediler.

Ya ne yaptılar?

Atatürk’ün sofrasının müdavimlerinden (ve de milletvekili yaptığı şahıslardan) Falih Rıfkı Atay şunu yazıyor:

 

“Haziranda [1920] İngiliz nazırları [bakanları], Türk – Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderekYunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 82.)

 

Yani durum, Murat Belge’nin zannettiği gibi değil.

*

“[İngiltere] Niçin İstanbul hükümetinin idam fermanı çıkarmasına, Anzavur isyanına göz yumdu?” sorusu da, “gizli servis mantığı” ile düşünen birisi için fazla bir anlam ifade etmez.

Tekrar belirtelim, bu yazı, Atatürk’ün ajan olmadığını ya da olduğunu ispatlamak gibi bir gaye taşımıyor.

Murat Belge gibi isimlere, Atatürk’ü savunmak için bu tür akıl yürütmelerde bulunmalarının bir faydası olmadığını anlatmaya çalışıyoruz.

Gizli servis mantığı” dedik (Mantığı kelimesinin yerine yöntemi, taktiği vs. gibi bir kavramı da koyabilirsiniz).. MİT ajanlarından Mahir Kaynak‘tan öğrendiğimiz birşey var: Gizli servis operasyonlarında eylemin kendisi değil, sonucu ve kime yarayacağı, nasıl bir etki uyandıracağı önemlidir.

Ayrıca, gizli servislerin bazen ajanlarının bazı şeylere katlanmalarına göz yumduklarını da biliyoruz. Bu, istihbaratçılığın/ajanlığın doğasında/fıtratında var. Gizli servisler, plan ve projelerinin tamamlanması için birçok şeye göz yummak zorunda kalırlar.

Mesela, 1971 yılında darbe girişimini açığa çıkaran Mahir Kaynak‘ın diğer darbecilerle birlikte hapse girmesine MİT göz yummak durumundaydı.. Mahir Kaynak da bunu tercih ediyordu. Teamül böyleydi..

Konuya dönersek, İstanbul’da verilen idam fetvası Mustafa Kemal için sinek vızıltısıydı.. Ona bir zararı olmadı, fakat İstanbul’un itibarının ve imajının yara almasına, hain olarak görülmesine, ve Mustafa Kemal’in Padişah tarafından mağdur edilmiş bir fedakâr vatan savunucusu olarak algılanmasına hizmet etti.

*

Komplo teorisi bahsine gelelim..

Mustafa Kemal’in, ihtiyaç duyduğu zaman komplo teorilerine başvurduğunu ve tasfiye etmek istediği kişilere ajanlık suçlamasında bulunduğunu biliyoruz.

Örnek verelim..

TBMM açıldıktan dört buçuk ay sonra, 4 Eylül 1920 tarihinde TBMM’de içişleri bakanı (dahiliye vekili) seçimi olmuştu.

Mustafa Kemal’in adayı Miralay Refet‘ti.

Ancak Meclis, onu değil, Tokat milletvekili Nazım Bey‘i seçmişti.

Mustafa Kemal’in buna karşı tepkisi ne oldu peki?

“Millet iradesi böyle tecelli etti, bize düşen, saygı göstermektir” mi dedi?

Hayır!

Kendisini ziyarete gelen Nazım Bey’le görüşmeyi kabul etmedi. Onu istiskal etti, aşağıladı.

Bununla da yetinmedi, ona aba altından sopa gösterme anlamına gelecek şekilde Çerkez Ethem‘i devreye koydu.

Çerkez Ethem olayı şöyle anlatıyor:

 

“Mustafa Kemal Paşa gelmişti. Yanında Diyarbakır mebusu Şükrü Bey vardı. Salona girince etrafında bulunduğumuz büyük masanın başına onlar geçtiler. Mustafa Kemal Paşa müteessir görünüyordu, bir müddet sonra bahsi açtı. Nazım Bey’in kırtasiyeci bir adam olduğu etrafında konuştu, içişlerinin henüz nazik ve ehemmiyetli bir safhada bulunduğunu söyledi ve bana bakarak Meclis’teki mebuslardan şikâyet etti. Herhangi bir iç karışıklıktan ve uygunsuzluktan dolayı mesuliyet kabul edemiyeceğini, icap ederse Meclis riyasetinden istifaya da hazır bulunduğunu ima etti. Ben, Tokat Mebusu Nazım Bey’i tanımıyordum. Onun yerine Mustafa Kemal Paşa’nın iltimas ettiği Miralay Refet Bey’i son tertipler sırasında ve ondan daha evvel Demirci Mehmet Efe’nin yanında görmüş, konuşmuştum. İdare kabiliyetinin derecesini tabiatiyle bilmiyordum. Hazır bulunanlar ekseriyetle yine Mustafa Kemal Paşa’nın tarafını tutuyorlar, hususî surette bu meseleye müdahale etmemi istiyorlardı. Ricaları şu idi: ‘Eğer Nazım Bey’e bir selam gönderirseniz onun istifa etmesi pek mümkündür’. Ben böyle bir selamı ve tarafımdan yapılacak tavsiyenin tehdit manasını taşıyacağını düşünerek kendilerine dedim ki: ‘Şu halde ben yarın kendisini yerinde ziyaret eder, münasip surette istifasını rica ederim.'”

 

Ancak, Mustafa Kemal ile yanındakilerin yarını beklemeye tahammülü yoktur.

Mesele hemen o gece, Nazım Bey göreve başlamadan kapatılmalıdır.

Şükrü Bey hemen o gece Çerkez’in selamını götürür, bir saat sonra elinde Nazım Bey’in istifa mektubu olduğu halde dönüp gelir. (Çerkes Ethem’in Ele Geçen Hatıraları, İstanbul: Güniz Basımevi, 1962, s. 102-6’dan aktaran İsmail Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2016, s. 266-7.)

Mustafa Kemal, meşhur Nutuk’unda Nazım Bey’in istifasından bahseder, fakat Çerkez Ethem’in rolüne hiç girmez. Nazım Bey’i istifaya kendisinin davet ettiğini belirtir.

Ve de ayrıca, komplo teorisi anlamına gelen bir üslupla, Nazım Bey hakkında, “Ecnebi mehafiline casusluk ettiğine de şüphe etmiyordum” der.

Ancak, Küçükkılınç’ın ifadesiyle, “Meclis’in bir mebusun ‘casus’ oluşundan bigâne ve bihaber onu içişleri bakanı seçmeyeceği de tartışmasızdır”. (Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, s. 266.)

Tabiî, dilerseniz tartışırsınız, fakat o zaman, ilke olarak, kendinizi de tartışmaya açmış olursunuz.

Ayrıca, “Benim şüphelerim iyi, başkalarınınki kötüdür. Benim komplo teorim iyi, başkalarınınki fenadır” şeklindeki bir paylaşıma da, ilkel zihniyet sahipleri bile gülerler.

ABD BÜYÜKELÇİSİ: “ATATÜRK’E GÖRE, TÜRK HALKI KUR’AN’IN MANASINI ANLAYINCA ONDAN TİKSİNECEK”

(ATATÜRK’Ü OLDUĞU GİBİ TANIYINCA ONDAN TİKSİNMEYECEK,

FAKAT KUR’AN’I ANLAYINCA ONDAN TİKSİNECEK..

ABD BÜYÜKELÇİSİ’NE GÖRE, ATATÜRK’ÜN “KUR’AN ANLAYIŞI” BUYMUŞ..

BÜYÜKELÇİ’YE İNANACAKSAK, KUR’AN’IN [MEALİNİ OKUYARAK VS.] MANASINI ÖĞRENİP “İNANÇSIZLIĞA KAYANLAR”IN PÎRİ [YA DA LİDERİ, ÖNDERİ] ATATÜRK KABUL EDİLEBİLİR..

KUR’AN’I BİRAZCIK, UCUNDAN KIYISINDAN, BÖLÜK PÖRÇÜK ANLAYINCA İMANA GELMİYORLAR, İNANÇSIZLIĞA KAYIYORLAR..

BÜYÜKELÇİ’NİN YAZDIKLARINDAN ANLAŞILIYOR Kİ, “SAMİMİ” ATATÜRKÇÜLER/KEMALİSTLER, TÜRK HALKININ DEİST HALE GELMESİNİ ATATÜRK’E OLAN İMANLARININ BİR GEREĞİ KABUL EDECEKLER VE PERDE ARKASINDAN ALEVLENDİRECEKLERDİR..

VE AYRICA ŞU DA ANLAŞILIYOR Kİ, ATATÜRK’ÜN DİN ANLAYIŞI, “DİNİN AHLÂKA İNDİRGENMESİ”NDEN İBARET..

GÜNÜMÜZÜN “ARKADAN KURMALI” SAHTE[KÂR] ŞEYHLERİNİN, DERVİŞLERİNİN, SÖZDE DİNDAR YAZAR ÇİZER ŞAKLABANLARIN VS. “ŞERİAT’E KARŞI AHLÂK” EDEBİYATI YAPMALARININ ARDINDAKİ SAİKLERDEN BİRİ DE BU: DİNİ ATATÜRK’E VE ATATÜRKÇÜLÜĞE GÖRE “ANLAMA” VE YORUMLAMA)

 

(https://tenbih.wordpress.com/2017/12/09/yine-ataturk-ne-alakasi-varsa/)

 

charles sherrill ile ilgili görsel sonucu

A Year's Embassy to Mustafa Kemal ile ilgili görsel sonucu

charles sherrill ile ilgili görsel sonucu

uğur mumcu karabekir ile ilgili görsel sonucu

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın … lafı döndürüp dolaştırıp Atatürk‘e getirmesini anlamsız buluyoruz.

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) tarafından düzenlenen İnovasyon ve Girişimcilik Haftası Kapanış Töreni’ndeki şu sözlerine bakınız:

 

16 Eylül 1922 tarihli bir ABD gazetesinde, İstanbul, Muhammedi inanışın merkezi, Atatürk de İslam’ın yeni lideri olarak anılıyor. İlginç değil mi? Bir yere daha geliyorum, 10 Ekim 1922 tarihli gazete, Mustafa Kemal’i korkunç Türklerin, en korkuncu olarak nitelendiriyor. Bu haberlerin bugünkülerden farkı var mı? Dün böyle yaptılar, bugün de aynısını yapıyorlar. Değişen bir şey yok.

 

Demek ki, Türkiye’de olup bitenler Eylül 1922’de Amerika’dan böyle görünüyormuş.

Peki, beş yıl sonra Amerikan gazeteleri ne yazıyorlardı?

Ve, Amerikan büyükelçileri Atatürk hakkında kendi devletlerine nasıl rapor veriyorlardı?

İşte size, 11 yıl öncesinden bir haber:

 

Atatürk İslam için ne düşünüyordu?

06/09/2006 02:00

BÜYÜKELÇİNİN RAPORU

ATATÜRK’ÜN, BİYOGRAFİSİNİ YAZAN ABD BÜYÜKELÇİSİ CHARLES H. SHERİLL İLE YAPTIĞI SÖYLEŞİ RIFAT N. BALİ’NİN İMZASIYLA TOPLUMSAL TARİH DERGİSİNDE ÇIKTI.

SHERİLL: ATATÜRK AGNOSTİK OLMADIĞINI ANCAK DİNİNİN SADECE TEKTANRIYA İNANMAK [DEİZM] OLDUĞUNU SÖYLEDİ.

‘TÜRK HALKI DİNDAR DEĞİL’

SHERİLL, ŞUNLARI ANLATIYOR: ATATÜRK, TÜRK HALKININ BAZI ARAPÇA DUALARIN [SURELERİN] GERÇEK MANASINI ANLADIĞI ZAMAN TİKSİNECEĞİNİ SÖYLÜYOR.

İSTANBUL – ATATÜRK’ÜN DİN HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİNE IŞIK TUTACAK YENİ BİR BELGE ORTAYA ÇIKTI. 1932-1933 YILLARINDA ANKARA’DA GÖREV YAPAN ABD BÜYÜKELÇİSİ CHARLES H. SHERRİLL’İN HAZIRLADIĞI VE ATATÜRK’ÜN KENDİ AĞZINDAN DİNLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİNİ İÇEREN RAPOR İLK KEZ TOPLUMSAL TARİH DERGİSİNDE ARAŞTIRMACI YAZAR RIFAT N. BALİ’NİN HAZIRLADIĞI YAZIDA YAYIMLANDI.

BÜYÜKELÇİ, ANKARA’DA GÖREV SÜRESİ BOYUNCA ATATÜRK İLE YAPTIĞI GÖRÜŞMELERE VE GÖZLEMLERE DAYANARAK ‘A YEAR’S EMBASSY TO MUSTAFA KEMAL‘ ADLI BİR KİTAP HAZIRLAMIŞTI. ESER İLKİ, 1934 YILINDA ATATÜRK YAŞARKEN, ÜÇ KEZ TÜRKÇEYE ÇEVRİLDİ. KİTABIN EN İLGİNÇ BÖLÜMÜ ATATÜRK’ÜN DİNE BAKIŞINI İÇEREN KISIMDI. BU BÖLÜMDE YAZAR, ATATÜRK’LE YAPTIĞI UZUN BİR MÜLAKATA YER VERMİŞ ANCAK ATATÜRK’ÜN SÖZLERİNİN BİR KISMINI KİTABA ALMAMIŞ BUNU DA “DİN KONUSUNDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLERİ HUSUSUNDA SÖYLEDİKLERİNİN TAMAMINI BURADA VERMEK HİÇ DOĞRU OLMAZ” SATIRLARIYLA DİLE GETİRMİŞTİ.

ANCAK SHERİLL, KİTABA SADECE BİR BÖLÜMÜNÜ ALDIĞI GÖRÜŞMEYİ ÖZETLEYEREK BİR RAPORA DÖKTÜ VE ABD DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI’NA GÖNDERDİ. ABD DIŞİŞLERİ ARŞİVİ’NDEKİ BU RAPORU, BALİ TÜRKÇEYE ÇEVİRİP TOPLUMSAL TARİH‘E YAZDI.

AŞAĞIDA, RAPORUN TAM METNİ YER ALIYOR.

ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ

Sayı: 423

Ankara, 17 Mart 1933

Konu: Türkiye’de din

MÜNHASIRAN MAHREM [KİŞİYE ÖZEL GİZLİ]

Saygıdeğer Hariciye Vekili [Dışişleri Bakanı]

Washington

Beyefendi,

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile dün öğleden sonraki üç saatlik mülakatımda, hakkında yazmakta olduğum biyografinin sekiz bölümünü birlikte gözden geçirdiğimiz sırada Türkiye’de din meselesi bahis [konusu] edildi.

İncelememde Türkiye Cumhuriyeti’nde İslam dininin gelişimi konusuna oldukça yer verdiğime dikkatini çektim, biyografim için -yayınlanmak veya yayınlamamak kaydıyla- bana söylemek istediği kadarıyla sınırlı olmak üzere bu mevzudaki görüşünü bilmek istediğimi belirttim. Sözlerinin hangi kısmının efkârı umumiye(nin) (bilgisi) [kamuoyu bilgisi] için olduğunu, hangi kısmının olmadığını belirterek mevzu hakkında teferruatlı bir şekilde konuştu.

Galiba, altı ve yedi yaşındayken annesi onu bir sıbyan [çocuk] mektebine göndermek istiyordu. Burada öğretmen Kuran dersleri de verecekti. Bu, uzun Arapça bölümleri ezberlemek demekti. Diğer yandan babası oğlanın din eğitiminin verilmediği laik bir mektebe gitmesini istiyordu. Her ne kadar sonunda babanın sözü kabul edildiyse de annesi oğlanı Selanik’te geçerli olan geleneksel tören eşliğinde sıbyan okuluna gönderdi. Ertesi gün babası oğlanı okuldan aldı ve laik okula koydu. Buna çok üzülen annesi epey ağladı ve oğlanın teklif etmesi üzerine sıbyan okulundaki din hocası eve gelip ona Kuran eğitimini verdi. Bu sadece bir ay sürmesine rağmen anneyi tatmin etti. Bu, ömrü boyunca alacağı tek din eğitimiydi.

 

‘Beşeriyetin Tanrı ihtiyacı’

Agnostik [bilinemezci, gerçeğin insan tarafından bilinemeyeceği inancında olan] olduğuna dair genellikle kabul görmüş inancı, kesinlikle reddediyor, ancak dininin sadece Kâinat’ın Mucidi ve Hâkimi tek Tanrı’ya inanmak [Deizm] olduğunu söylüyor [Bu ifade, peygamberlere ve kitaplara inanmamak anlamına geliyor]. Ayrıca beşeriyetin [insanlığın] böyle bir Tanrı’ya inanmaya ihtiyacı olduğuna inanıyor. Buna ilaveten dualarla bu Tanrı’ya seslenmenin beşeriyet için iyi olduğunu belirtti. Burada duruyor.

Daha sonra teferruatlı bir şekilde neden o kadar inançlı bir Protestan Hıristiyan olduğumu sordu. Ben de ona, bu raporda yeri olmayan sebeplerimi söyledim. Sadece bir genel mütalaa söyleyebilirim. Suallerinde [sorularında] tamamıyla samimiydi, bu da din konusunda yeterince zihin yorduğunu göstermekte. Daha sonra, 10 yıl önce inşa ettiği yeni Cumhuriyet’in Reisicumhuru olarak iktidara geldiği zaman İslam dininin durumu hakkında bilgi vermeye başladı. Şeyh-ül İslam’ı, medreseleri, Mahkeme-i Şer’iyyeleri ve bu mahkemelere riyaset [başkanlık] eden kadılar, hocalar ve muhtelif dervişler dahil olmak üzere bütün ruhban sınıfını lağvetmeyi gerekli bulduğunu söyledi. Osmanlı’da geçerli olan bu ruhban yapıdan geriye kalan, müezzin olarak minarelerden halkı ibadete çağıran ve camilerde namaz kıldıran imamlardı.

Ona az evvel tasvir ettiği bu yapıyı tamamıyla yok ettikten sonra Türk gençliği için, şayet kaldıysa, ne tür dini tedrisat [öğretim] kaldığını sordum. Kifayetsiz [yetersiz] medrese sistemini tüm ülkeye yayılmış ilk ve ortaöğretim sistemiyle ikame ettiğini ve bu sistemin (talebeyi) üniversiteye dek götürdüğünü belirtti. Hz. Muhammed’in hayat hikâyesi ve daha ahlaklı yaşama konusundaki hikmetli düsturlarla [ilkelerle] dini tedrisat verildiğini, bu dini tedrisata Yeni ve Eski Ahit‘te [İncil ve Tevrat’ta] tasvir edilen diğer büyük dinleri ve Budist dini kitapları da dahil ettirdiğini söyledi.

Daha sonra o ve ben bu modern Türk dini tedrisatı ile Birleşik Amerika’da ortalama pazar okulunda verilen dini tedrisatı mukayese ettik. Pazar okullarımızda verilen dini tedrisatın [denginin] cuma sabahları kadınlar tarafından tüm ülkedeki Halk Evleri’nde verilip verilemeyeceğini sorduğumda böyle bir fikrin muvaffak olacağına dair pek şüpheli göründü, ancak yeni bir fikir olduğunu ve kaale alacağını söyledi. Bu amaçla kadın öğretmenlerin vazifelendirilmesi fikri ona cazip geldi, çünkü bu şekilde hocaların erkek partizanları, siyaset veya benzeri muhtemel başka mesele yaratacak ihtimallerden kaçınılmış olacaktı.

 

Bursa hadisesi

Bu çerçevede yakın tarihte olan Bursa hadisesi üzerinde serbestçe konuştu. Bu hadise Türklerce değil üç yabancı tarafından çıkarılmıştı: Bir Arnavut, bir Bulgar ve bir Rus. Hatta Üçüncü Enternasyonal tarafından kışkırtıldığını da ima etti. Muhtemelen sıkıntı verecek bu siyasi hareketi basit bir dil meselesine, ezanın Arapça yerine Türkçe okunması haline dönüştürerek gösterdiği siyasi maharetten ötürü kendisine iltifatta bulundum.

Bu sözlerim Kuran‘ın Arapçadan Türkçeye tercüme edilmesi için nasıl ve neden telkinde bulunduğu konusunda konuşmasına sebep oldu ve bu mevzuda yepyeni bir ufuk açtı.

Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kuran‘dan alınan bir Arapça bölüm [Tebbet Suresi] okudu.

 

Türkçe Kuran okutma nedeni

Bu duada [surede] Hz. Muhammed, amcası ile amca kızının [amcasının hanımının] yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder.* “Düşünen bir Türk’ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dini ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?” dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de gitgide Kuran‘ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kuran‘ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum.

Daha sonra umumi ve şaşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü. Saygılı bir şekilde bu bakışıyla mutabık olmadığımı, eşimle yaşadığımız tecrübeyi anlattım. İki Türk arkadaşımızın daveti üzerine 23 Ocak’ta Ayasofya Camii’ne gidip Kadir Gecesi’ne şahit olduk. Ona yüzde 20’si askeri üniformalı 10 bin mümin tarafından doldurulan caminin ne kadar kalabalık olduğunu, bütün müminlerin tam bir saat Gazi’nin de varlığını kabul ettiği Tanrı’ya doğrudan yönelttikleri dualarla nasıl yoğun bir şekilde ibadet ettiklerini anlattım.

Bu kalabalık, bu ibadet ve müminlerin duaya yoğunlaşmaları hususunda izahat istemem, onun, Türk gençliğinin din hakkında bilgi edinme fırsatı mevzusunda Türk hükümetinin kısıtlı bir rolü olması gerektiğine dair kanaatini dile getiren daha fazla beyanatlar vermesine neden oldu. Bu beyanatlarını bitirdiğinde şimdilik ortaöğretimde ve Dâr-ül-fünûn’un [üniversitenin] küçük ilahiyat bölümünde üç büyük din [İslam, Yahudilik, Hristiyanlık] hakkında verilen tarihi tedrisattan fazlasını öğretmeye inanmadığı sarihti [belirgindi].

 

Sovyetler gibi lağvetmeye karşıydı

Ancak Sovyetler’in her türlü dini lağvetme fikriyle kesinlikle mutabık değil. Bellibaşlı camilerin hükümetçe muhafaza edilmeleri ve amaçları doğrultusunda kullanılmaları gerektiğinde ısrarlı. Üç büyük dinin ahlak öğretilerine dinden ziyade ahlak olarak inanıyor.

Bize ihsan ettiği hayırlar için tek Tanrı’ya sık sık minnettarlığımızı dile getirecek ifadelerin eklenmemesi halinde şahsi dini inancının natamam [eksik] olacağını söylediğim zaman şaşırdı, ancak alakadar göründü. Sadece yeni bir fikir olduğundan, bu fikri kaale alacağını söyledi. Benimle bu konuda daha fazla konuşma arzusunu ifade etti. Bu beni şaşırttı, zira Yusuf Akçura bey gibi samimi arkadaşları beni sürekli onunla din hususunda konuştuğum takdirde, Gazi’nin nazikçe ‘dostluğumuz’ olarak adlandırdığı münasebetlerimizin kesinlikle bozulacağı hususunda ikaz etmişlerdi.

Konuşmamızın bu bölümünün sonunda, daha öncesi bir yabancı ile hiçbir zaman bu konuda bu kadar etraflı konuşmadığını ve özel dini inançlarını da hiç dile getirmediğini söyledi.

Saygılarımla

 

Charles H. Sherrill

 

* Bu bölüm, Kuran’ın Tebbet Suresi’dir. ‘Bismillahirrahmânirrahim. Ebu Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecek).’ (R. N. Bali’nin notu)

 

Erdoğan 1922 tarihli basit bir gazete haberine değil, bu resmî rapora baksa daha iyi olur.

Büyükelçi’nin bu raporu doğruysa (ki doğru olmaması için bir neden yok, çünkü Atatürk’le bizzat görüşüp hayat hikâyesini yazmış, kitabı Atatürk döneminde Türkçe’ye tercüme edilmiş), Atatürk’ün dinî konularda çok bilgisiz kalmış olduğu anlaşılmaktadır.

Öte yandan, Büyükelçi’nin “… ben de gitgide Kuran‘ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kuran‘ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum” şeklindeki ifadesini, Kâzım Karabekir Paşa’nın şahitliği doğrulamaktadır.

Uğur Mumcu’nun “Kazım Karabekir Anlatıyor” adlı kitabında naklettiği gibi, Mustafa Kemal, Kâzım Karabekir’e Kur’an için “Arap oğlunun yâveleri” diyebilmiştir.

Bu kadar yakışıksız, ölçüsüz, çirkin ve seviyesiz bir dil kullanabilmiştir.

Kur’an‘a, yani Allahu Teala’nın kitabına, Hz. Peygamber s.a.s.’e, yüz milyonlarca müslümanın inancına, bu milletin mukaddesatına hakaret edebilmiştir.

Kâzım Karabekir Paşa’ya karşı böyle konuşabilen bir adamın elin gâvurunun yanında Yunus Emre gibi sofu olmayacağı malumdur.

*

Evet, Büyükelçi’nin de naklettiği gibi, Mustafa Kemal’in bütün dini eğitimi küçük çocukken anasının zoruyla aldığı (bir aylık) basit ve yüzeysel bir din dersinden ibaret.

Zübeyde Hanım’ın baskısıyla küçük yaşta anlamadan biraz Kur’an okumuş ve orada kalmış.

Daha sonra da, Kur’an‘ı anlamak için kafasını yorma zahmetine katlanmamış.

Bu, Tebbet Suresi hakkındaki yorumundan anlaşılıyor.

Sadece on saniye düşünme zahmetine katlansaydı, bedduanın zayıflar tarafından güçlüler için yapılabileceğini, güçlülerin zayıflar hakkındaki benzer ifadelerinin ise hüküm ve takdir anlamına geleceğini idrak edebilirdi.

Bir köle, bir vali için “Canın çıksın!” derse, bu, beddua olur.

Bunu, mesela Fatih, Timur ya da Cengiz gibi bir hükümdar söylerse, o vali hakkındaki fermandır.

İdam edilir.

Fatih, Çandarlı Halil Paşa’yı idam ettirmişti. Öldürttüğü tek sadrazam (başbakan) da o değildir.

*

Evet, Tebbet Suresi, Kur’an‘ın mucizelerinden biridir. Allahu Teala’nın Ebu Leheb hakkındaki hükmünü/takdirini bildirir [Onlardan çok büyük eziyet gören Resulullah s.a.s.’i teselli için]: Bu dünyada eli kuruyacak, ahirette ise ateşe atılacaktır.

Nitekim Ebu Leheb, elleri kuruyup cesedi kokarak ölmüş, cesedine yaklaşamadıkları için defnedememişler, üzerine duvar yıkmışlar, mezarı o duvar yıkıntısı olmuştur.

Erdoğan‘a tavsiyemiz, Atatürk’ten bu şekilde bahsederek Atatürkçü ve Kemalist taifeden aferin almaya çalışacağına, doğruları söyleyip (ya da hiç olmazsa yanlışları söylemekten vazgeçerek, hakkı söyleyemiyorsa bari susarak) önce Allahu Teala‘nın ve sonra mümin/muvahhidlerin desteğini kazanmaya çalışmasıdır.

Kişi sevdiği ile beraberdir. Ebu Leheb’in elinin derdine düşen Atatürk’le haşrolmak istiyorsa, bu tür konuşmalarına devam edebilir.

Paşa gönlü bilir.

ATATÜRK, TBMM KÜRSÜSÜNDE MİLLETE, “HZ. PEYGAMBER DEVRİNİN TEKRAR YAŞANACAĞI” MÜJDESİNİ VERİYOR..

KANUN TASARILARININ ÖNCE “ŞERİAT’E UYGUNLUK” BAKIMINDAN İNCELENMESİ TEKLİFİNİ SAVUNAN BİR KONUŞMA YAPIYOR..

SONRA DA, BUNUN İÇİN ÜÇ KİŞİLİK BİR KOMİSYON KURULMASINI SAĞLIYOR.

SONRA?

SONRASI, İSLAM’A GÖRE MÜNAFIKLIK VE RİYAKÂRLIK,

AHLÂKÇILIĞA GÖRE YALANCILIK, HİLEKÂRLIK VE ALDATMA,

ANTİ-FETÖCÜLÜĞE GÖRE TAKİYYE VE GİZLİ AJANDA,

İLERİCİLİĞE GÖRE TAKTİK GÜÇ,

KEMALİZM’E GÖRE ASKERÎ DEHA,

İSTİHBARATÇILIĞA GÖRE ALGI OPERASYONU VE MANİPÜLASYON..

 

Celal Bayar Anlatıyor Bilinmeyen Atatürk

9.11.1969
Celal Bayar’dan dinlenmiştir.

 

Büyük Taarruza yaklaşılmakta olduğu günlerde Meclis dalgalıydı. Mustafa Kemal
Paşa’dan kuşku duyan bazı milletvekilleri bir taraftan elinde bulundurduğu geniş salahiyetleri kısıtlamaya çalışıyor, bir taraftan şeriatı bütün işlerde hâkim kılmaya çalışıyordu.

Kabinede, Şeriye Vekâleti [Şeriat Bakanlığı] vardı. Bazı sarıklı Konya ve Eskişehir mebusları birleşerek bütün kanunların Şeriye Komisyonu‘ndan geçtikten sonra kanunlaşması için Meclis’e bir takrir vermişlerdi.

Meclis’in ilerici kanadı, o gece Çankaya’da toplandı. Hayli kalabalıktık. Fakat buna rağmen, böyle bir konuda Meclis’in oy çoğunluğunu elimizde tutamıyorduk.

O gece Mustafa Kemal Paşa konuşmadı, daha çok bizi dinledi. Biz ne olursa olsun kanaatlerimizi Meclis’te savunmaya ve takririn aleyhinde konuşmaya kararlıydık. Atatürk de bizi hem haklı buluyor, hem fikirleriyle destekliyordu.

Sabaha karşı Çankaya’dan Ankara’ya inerken, Hamdullah Suphi ile Meclis’te birlikte çalışmaya karar verdik.

Meclis toplandı, takrir okundu. Eskişehir Mebusu ve Şeriye Vekili [Şeriat Bakanı] Abdullah Azmi Efendi, uzun bir konuşma yaptı. Devr-i saadetten [Hz. Peygamber s.a.s. döneminden], Hazreti Ömer adaletinden, şeriatın bütün ahkâmı [hükümleri, yasaları] ihtiva ettiğinden bahsetti ve bütün kanunların mecliste müzakere edilmeden Şeriye Komisyonu’nda şeriat bakımından incelenmesini istedi.

Bizim gibi ilerici bir mebus bilinen Edirne Milletvekili Şeref Bey söz aldı. Biz kendisinden Abdullah Azmi Efendi’ye cevap vermesini beklerken, Abdullah Azmi Efendi’yi aynı hararetle desteklemez mi!.. Şaştık kaldık.

Hamdullah Suphi dayanamadı ve oturduğu yerden laf attı. Arkadaşı Şeref bey kürsüden kendisine cevap verdi: “Kabahat bende mi?.. Yanlış bellemişsin! Ben her şeyden önce Müslüman’ım.

Hele bu son sözler, Meclis’i iyice coşturdu. Son ümidimiz Mustafa Kemal Paşa idi. Söz aldı ve konuşmaya başladı.

Fakat şaşılacak şey!.

Şeref Bey nasıl bizim için bir sürpriz olmuşsa, Mustafa Kemal Paşa daha da büyük bir sürpriz oldu. Çünkü takriri destekliyor, İslamiyet’in kudsiyetinden, devr-i saadet günlerini tekrar yaşayacağımızdan bahsediyordu. Biz İlericiler, perişan olmuştuk. Son güvendiğimiz insan Meclis’te son ve en büyük kozumuz olan Mustafa Kemal Paşa, kuvvet karşısında bizi terk ediyor ve gericilere yanaşıyordu.

Atatürk takririn kabul olunmasını tavsiye ettikten sonra, bu maksatla bir komisyon kurulmasını ve en yetkili ulemanın kuracağı bu komisyonun hemen çalışmaya başlayarak uygulamayı hazırlamasını istedi.

Oylar toplandı, takrir kabul ve komisyon teşkil olundu. Takririn en hızlı taraftarları, komisyon üyesi seçilmişti. Atatürk’ün teklifi ile Komisyon üç kişilik seçildi.

İlerici grup perişan olmuş, bütün ümitlerini kaybetme noktasına gelmişti. Artık biz de Çankaya’ya gitmiyor, Atatürk’le karşılaşmak istemiyorduk. Çünkü bizi sattığına hükmediyorduk.

Atatürk, taktisyen gücünü bundan sonra gösterdi. Komisyonun çalışması için, üç kişinin bir araya gelmesi gerekliydi. Konya’daki kolorduya bir şifre göndererek, kendisine, [kolordu komutanlığı tarafından] “Ordu’da dinî akidelerin gevşemekte olduğuna dair bir telgraf çekilmesini” istedi.

Telgraf gelir gelmez, Komisyon başkanını davet etti ve alınan kararın ne kadar isabetli olduğunu, Yeşil Ordu çalışmaları ile dini duyguların sarsılmış olduğunu ve Ordu’da ciddi çalışmalar gerektiğini anlatarak Komisyon Başkanı’ndan hemen Konya’ya hareket etmesini ve Ordu’yu irşat buyurmasını rica etti.

Hoca büyük bir memnuniyet içinde, cübbesini savurarak Konya’nın yolunu tuttu. Tabii komisyon çalışamıyordu. Konya’ya gönderdiği komisyon üyesinin dönmesine yakın, [bu defa] Batı Cephesi kumandanı İsmet Paşa’ya bir şifre göndererek [aynı minvalde] bir telgraf çekmesini istedi. O telgraf da gelince komisyonun ikinci üyesini Batı Cephesi’ne gönderdi.

 

(İsmet Bozdağ, Celal Bayar Anlatıyor: Bilinmeyen Atatürk, 5. b., İstanbul: Truva, 2009, s. 75-8.)

15 YAŞINDAKİ “KIZ ÇOCUĞU”, ATATÜRK’ÜN YATAĞINDA

 

one lifetime is not enough ile ilgili görsel sonucu

one lifetime is not enough ile ilgili görsel sonucu

 

Burhan Belge ismine, merhum Necip Fazıl‘ın Bâbıâli adlı hatıratında muttali olmuştum.

Cumhuriyet’in ilk yıllarının önemli okumuş yazmışlarından.

Murat Belge, onun oğlu.

İşte bu soytarı, T24 adlı internet sitesinde şunları yazmış:

 

İşte, beklenmedik bir anda, adamın biri çıkıp erken yaşta kızların evlenmesini durduran yasaya çatıyor. Gerekçesi, bu yasada “sınır” kabul edilen yaşın “Kur’an”dakine uymamasıymış. Şimdi buna basit bir “görüş ayrılığı” deyip geçmek mümkün mü? Buzdağının suda kalan kısmı gibi, kadınlara ilişkin koca bir kitle var bu sözlerin temelinde. Bu adam dünya nüfusunun yarısına ne gözle bakıyor, genel olarak, anlıyoruz. Bu işin “hukuk”unu nasıl düzenleyeceğini (Elinde imkan olsa) görüyoruz.

Kadınlara bakış bir yana, öyle bir yasa çıkmasının depreme yol açtığını da söylüyor. Yani jeolojiyle falan ilgileniyor, depremlerin nedenlerini öğrenmeye çalışıyorsanız, bu hazrete göre, kadınların evlenme yaşlarının depreme yol açtığını da “nedenler” listenize eklemeniz gerekiyor. “Bireysel bir durum”, “eksantrik bir adam” diyebilirsiniz. O kadar basit değil. Olay

Medyaya yansıyıncaya kadar memlekette böyle bir adamın var olduğunu bilmiyorduk. Olabileceğini tahmin ediyorduk ama bu bir “bilgi” değil bir “tahmin” idi. AKP iktidarının Gezi direnişine tepkilerini birer birer ortaya çıkardığı ortamda her Allah’ın günü bu kategoride biriyle daha tanışıyoruz.

Bütün toplumun bu ölçülerde yaşadığını sanmıyorum. Mümin bir kız babası da, kızını on üç, on dört, neyse Kitab’ın uygun gördüğü yaş, o yaşta bir adamın kucağına atmak fikrinden hoşlanmaması mümkün. Gel gelelim, yaratılan “antagonist gerilim” ortamında, bu durumlarda hep olduğu gibi, meydan en uçta, en aşırı olanlara kalır.

O aşırı olanlar da, kendilerine uymayanlarla yaşamaktan hoşlanmazlar…

 

Evlilik olayı, salt “yasa“yla yürüyen bir iş değildir.

Bunun bir psikolojisi ve sosyolojisi var.. Ayrıca ekonomisi..

Erken yaşta evlilik serbest oldu diye, bu tür evlilikler mutlaka yaşanacak diye birşey yok. Neden şimdi gençlerin, 18 yaşında evlenebilecekleri halde 30 yaşına kadar beklediklerinden şikayetçi oluyoruz?

Neden 18’inde evlenmiyor veya evlenemiyorlar?

Psikolojisi, sosyolojisi ve de ekonomisi buna müsait olanazgın“ların ise neler yapabildiklerini biliyoruz.

Bu tür insanları yasalar ve yasaklar durdurmuyor, durduramıyor, hep dört ayak üzerine düşmenin bir yolunu bulabiliyorlar.

*

Dedik ki, bu soytarının babası Burhan Belge..

Zsa Zsa Gabor diye bir de üvey annesi var.

Bu üvey annesinin 15 yaşındaki “çağdaş deneyimi”ni interethaber.com‘dan yorumsuz olarak okuyalım (Yorumu soytarıya ve yandaşlarına bırakıyorum):

 

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor’un Atatürk ve bekaret itirafı

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

Zsa Zsa Gabor kimdir? Atatürk bekaretimi aldı diyen Zsa Zsa Gabor ilk eşi Burhan Asaf Belge kimdir Murat Belge’nin babası ile nasıl evlendi. Zsa Zsa Gabor ve hayatı ile son görüntüleri.

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

ZSA ZSA GABOR’IN İLGİNÇ HAYATI Dünyaca ünlü yıldız Zsa Zsa Gabor 99 yaşında hayata veda ederken geride çok az kişiye nasip olacak renkli bir yaşam öyküsü bıraktı. İlk evliliğini yazar Murat Belge’nin babası Burhan Asaf Belge ile yapan Zsa Zsa Gabor anılarını anlattığı kitapta yaptığı bomba Atatürk itiraflarıyla hafızalara kazınmıştı. Zsa Zsa Gabor ‘Evliydim ama bekaretimi Atatürk aldı’ demişti.

127

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

İLK EŞİ BİR TÜRK OLDU Zsa Zsa Gabor, 1930’ların sonunda Murat Belge’nin babası Burhan Asaf Belge ile ilk evliliğini yaptı. Uzun ömrüne çok sayıda eş sığdıran Zsa Zsa Gabor, bu evliliği yaptığında henüz 19 yaşındaydı. Kocası olan Burhan Belge bir diplomattı ve bu evlilik formalite icabıydı. Gabor, evliliğinin ilk yıllarında Ankara’da yaşamış ve Atatürk’le tanışmıştı.

227

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

ZSA ZSA GABOR’U TÜRKİYE’YE GETİREN SÜREÇ Hollywood’un unutulmaz aktristleri arasına giren Zsa Zsa Gabor’un ülkesi Macaristan’da başlayan yaşam öyküsü Türkiye’den geçmişti. Bir Tatar kızıydı. O zamanlar ismi “Ja Ja”ydı. Budapeşte’de kalabalık bir ailede doğmuştu. O kadar güzeldi ki Macaristan güzellik kraliçesi olmuştu.

327

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

TÜRKİYE’YE NASIL GELDİ? Ailesinin Türk büyükelçiliğinde “Burhan” diye bir dostu vardı. 1930’ların ortalarında savaş kapıya dayanınca aile Burhan’dan Ja Ja’yı Türkiye’ye götürmesini rica etmişti. Ja Ja, kendisinden 28 yaş büyük Burhan Belge ile birlikte Türkiye’ye göçmüştü.

427

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

ZSA ZSA GABOR’UN İLK EŞİ BURHAN BELGE 1930’lar Türkiye’sinde orta yaşlı bir adamla alımlı küçük bir kızın beraber yaşaması dedikodulara yol açacağından evlenmeye karar vermişler. Ama Burhan, Ja Ja’ya eşi gibi değil babası gibi davranmış hep… Burhan Belge bugünün ünlü yazarı Murat Belge’nin babası. Yıllar sonra onu anlatırkan Zsa Zsa Gabor, “Burhan çok iyi bir insandı. Beni okula gönderdi, dişlerimi yaptırdı, Türkçe öğretti” demişti.

527

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

ATATÜRK İLE ZSA ZSA GABOR’UN TANIŞMASI ANKARA’da yaşamaya başlayan Fabor, bir gün Karpiç’te Atatürk’le tanışmış. Kendi deyimiyle “ilk görüşte vurulmuş, o gece onunla dans etmiş ve bir süre sonra da ilişkiye girmişti. İddiasına göre bu ilişki 6 ay kadar, haftalık buluşmalarla sürmüştü. Atatürk ölünce o da boşanmış ve 1939’da Türkiye’yi terk etmişti.

627

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

ATATÜRK’Ü UNUTAMADI Zsa Zsa Gabor verdiği röportajda Atatürk’ü nasıl tanımlarsınız deyince üç kelime söylemişti ; -“Maço… maço… maço…” Asıl ilginç itirafı da şuydu: -“Daha sonra evlendiğim bütün kocalarımda onu aradım”.

727

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

‘ATATÜRK’E 15 YAŞINDA BEKARETİMİ VERDİM’ Ünlü yıldız Zsa Zsa Gabor’un hayatını anlattığı ve 1991 yılında yayınlanan One Lifetime is not Enough isimli kitapta Atatürk ile yaşadığı cinsel deneyimi anlatmıştı. Kitaptaki o bölüm şöyleydi; -“Açılan büyük bir kapının ardından içeriye girdim. Heyecandan kalbim deli gibi çarpıyordu. Mermer taşla döşenmiş yoldan geçerek bahçe içindeki eve doğru yöneldim. Çok büyük bir zeytin ağacı evin girişini gölgeliyordu. Hipnotize olmuştum. Üst kata çıktım. Atatürk el işlemesi geniş bir gürgen koltuğa oturmuştu. Arkası bana dönüktü. Yanındaki masa üzerinde duran nargilesini içiyordu.

827

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

YANINA OTURMAMI SÖYLEDİ -Kemal Atatürk, Tanrı’nın insanlığa ender gönderdiği bir kurtarıcı, politika ustası ve korkusuz bir savaşcıydı. O yarı insan yarı tanrıydı. Orta yaş döneminde dahi Atatürk’ün seks aktiviteleri yakın çevresi tarafından biliniyordu. Bakırımsı kırmızı renkli kadife koltuğa yanına oturmamı söyledi. Büyülenmişcesine Atatürk’ün emrini yerine getirdim. Nargilesinin hortucunu bana doğru uzattı ve içmemi söyledi. Dumanı içime çektim. Diğer elinde tuttuğu rakıyı yudumlayarak içtim.

927

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

İKİMİZ BAŞBAŞA KALINCA… -Atatürk ile beraberliğimin bundan sonrasını ilk defa açıklıyorum. Dans eden dansözlerin odadan çıkmalarını istedi. İkimiz baş başa kalmıştık. Henüz 15 yaşındaydım. Çocuk denecek kadar genç sayılırdım. Atatürk 56 yaşında olgun bir erkekti. Buna rağmen ürküntü duymuyordum.

1027

İlk eşi Türk olan Zsa Zsa Gabor'un Atatürk ve bekaret itirafı

ATATÜRK‘E BEKARETİMİ VERDİM -Rakının verdiği sarhoşlukla olsa gerek kendimi rüyada hissediyordum. Atatürk’e bekaretimi verdim. Atatürk benim ilk erkeğimdi. Şeytani bir çekicilikle, benimle deliler gibi sevişti. O, genç bir kadının nasıl mutlu edileceğini çok iyi biliyordu. Atatürk, aklıma her geldiğinde O’nun tüm kadınları doyuma ulaştıracak gücü olduğunu düşünürüm. Atatürk, profesyonelce sevişen bir tanrı, bir kraldı.”

 

SAKARYA’DA RİC’AT EMRİ VEREN MUSTAFA KEMAL, YUNAN’IN DAHA ERKEN DAVRANIP KAÇMASI YÜZÜNDEN MAREŞAL VE GAZİ OLUYOR..

NE ŞANS AMA!..

YUNAN GELİYOR DİYE ANKARA’DAN KAÇIP KAYSERİ’YE ÇEKİLMEKTEN BAŞKA BİRŞEY DÜŞÜNMEYEN MUSTAFA KEMAL,

ÖNCE “ZORAKİ BAŞKOMUTAN” OLUYOR..

HEM DE NAZLA NİYAZLA, OLAĞANÜSTÜ YETKİLERE (İMTİYAZA/AYRICALIĞA) SAHİP OLMA VE SORUMLU TUTULMAMA ŞARTIYLA..

“MEVZUBAHİS OLAN VATANSA ŞAHSÎ DURUMUM VE İSTİKBALİM DE TEFERRUATTIR” DEMEYİP, “MEVZUBAHİS OLAN DURUMUMSA VATAN DA TEFERRUATTIR” DEMEK OLAN BİR TAVIR SERGİLEYEREK..

“ZORAKİ BAŞKOMUTAN” SAVAŞTA DA SEBAT EDEMİYOR, DAHA ÖNCE İPTAL ETMEK ZORUNDA KALDIĞI KAYSERİ’YE ÇEKİLME VE RİC’AT EMRİNE DÖNÜŞ YAPIYOR,

ORDUYA RİC’AT EMRİ VERİYOR, FAKAT FEVZİ ÇAKMAK BU EMRİ ORDUYA DUYURMAYI ERTELİYOR.. ERTESİ SABAH BİR BAKIYORLAR Kİ YUNAN RİC’AT ETMEKTE..

BÖYLECE, RİC’AT EMRİ VERMİŞ OLAN ZORAKİ BAŞKOMUTAN, ŞANS ESERİ, ZAFER KAZANMIŞ, DÜŞMANI DİZE GETİRMİŞ BİR KAHRAMANA DÖNÜŞÜYOR..

EN BÜYÜK ŞANSI DA, SONRADAN KENDİSİNE “ŞANSLI KOMUTAN” DEĞİL, “DAHİ KOMUTAN” DENİLMESİ..

DEHA BUYSA DEHASIZLIK NASIL BİRŞEYDİR?

VE MUSTAFA KEMAL’İNKİ DEHA İSE, FEVZİ ÇAKMAK’INKİNE NE DEMEK GEREKİR?

 

kazım karabekir atatürk din ile ilgili görsel sonucu

(Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1960, s. 997.)

 

İlgili resim

(Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İstanbul: Altındağ Yayınları, 1967, C. 3, s. 863-4.)

 

mustafa kemal sakarya rıza nur ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal sakarya rıza nur ile ilgili görsel sonucu

(Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İstanbul: Altındağ Yayınları, 1967, C. 3, s. 863-4.)

 

atatürk at kaburga ile ilgili görsel sonucu"

atatürk at kaburga ile ilgili görsel sonucu"

çal dağı ile ilgili görsel sonucu"

çal dağı ile ilgili görsel sonucu"

sakarya savaşı porsuk çayı ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

uğur mumcu kazım karabekir anlatıyor ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

falih rıfkı atay ile ilgili görsel sonucu

falih rıfkı atay ile ilgili görsel sonucu

falih rıfkı atay ile ilgili görsel sonucu

sakarya savaşı porsuk çayı ile ilgili görsel sonucu

 

Atatürk’ün has adamı Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sında, Rıza Nur’un da Hayat ve Hatıratım adlı kitabında anlattığı gibi, Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde TBMM’de tam dört gün boyunca Mustafa Kemal’in başkomutanlığı konusu tartışılmıştı.

Vatanı kurtarmak için Samsun‘da bir güneş gibi doğmuş olan Mustafa Kemal, cepheye gitmek, savaşa fiilen katılmak ve sorumluluk üstlenmek istemiyordu.

O ve yakın adamları, daha önce, Ankara’nın terk edilerek Meclis’in Kayseri‘ye taşınması ve ordudan geriye kalan döküntünün de Kızılırmak’ın doğusuna çekilmesi kararını almış durumdaydılar. (Kâzım Karabekir Paşa, “Ankara’nın şarkına [doğusuna] kadar ric’at nasıl düşünülür?” diyerek hayretini ve tepkisini dile getirmektedir. Bkz. İstiklâl Harbimiz, C. 2, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008, 2. b., s. 1107; http://www.elibrary.az/docs/BOOKS/X1187.pdf)

Ancak, sadece Mustafa Kemal’e sadakati ile öne çıkan Hamdullah Suphi ve Yunus Nadi gibi beş on milletvekili Kayseri‘ye gitmiş, diğerleri ise yerlerinden kımıldamamışlardı.

Ayrıca Meclis, cepheye, Rıza Nur’un da içinde yer aldığı 14 kişilik bir tahkik heyeti (araştırma kurulu) gönderme kararı almış bulunuyordu.

Rıza Nur‘un bu heyetin temsilcisi sıfatıyla TBMM kürsüsünde heyet raporu mahiyetinde yaptığı konuşma ve dile getirdiği tekliflerin bir sonucu olarak, Ankara’nın terk edilip Kayseri’ye çekilinmesi kararı TBMM tarafından reddedilip kaldırılmış durumdaydı.

Mustafa Kemal‘in başkomutan olup cepheye gitmesi de Rıza Nur’un bu teklifleri çerçevesinde gündeme gelmiş bulunuyordu.

Bununla birlikte, vatanı kurtarmak için Samsun‘a çıkmış olan Mustafa Kemal sorumluluk üstlenerek cepheye gitmek ve cephede risk almak istemiyordu.

O sadece kongrelerde ve TBMM’de nutuk atarak millete heyecan vermek niyetindeydi.

Ve nutuklarını Kayseri‘de daha güvenli bir biçimde atabilirdi.

*

Ancak, TBMM Mustafa Kemal’in vatan için cepheye gidip savaşı yönetmesi konusunda ısrarcıydı.

Onlara göre, “Mevzubahis olan vatansa Mustafa Kemal de teferruat” kabul edilebilmeliydi.

Atatürkçülük ya da Kemalizm henüz icat edilmemişti, Mevzubahis olan Kemal’se vatan da teferruattır” diye düşünenlerin sayısı çok çok azdı.

Fakat, Mustafa Kemal, böylesi bir zihniyetin temel taşlarını döşeyecek bir tutum içindeydi.

Başkomutanlık sorumluluğunu, ancak, TBMM’nin bütün yetkilerinin kendisine devredilmesi ve başarısızlık durumunda kendisinden hiçbir şekilde hesap sorulamaması şartıyla kabul edeceğini açıklamış durumdaydı.

Yani TBMM, “Egemenlik kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indir” demeliydi.

Bu noktada Rıza Nur‘un, belki daha baştan bir defa Mustafa Kemal’in başkomutanlığını teklif etmiş olduğu, ve yine muhtemelen “tükürdüğünü yalama” pozisyonuna düşmemek istediği için, Mustafa Kemal’in şartlarının kabul edilmesi yönünde tavır sergilediği görülür.

Ancak gelinen nokta, onun Mustafa Kemal’in şahsına karşı olan duygu ve düşüncelerinin radikal bir biçimde değişmesine de yol açar:

 

Artık mecliste kavga kıyamet kopuyor. Bu selâhiyetleri vermek istemiyorlar. Müthiş çorba olduk. Her kafadan bir ses. Nihayet düşündüm: «Canım İsmet askerliğini gösterdi. Fevzi bir kumandan olamaz. Galiba Ankara’da başka da yok. Mustafa Kemal Anafarta’da iyi asker olduğunu göstermiş. Bundan münasibi yok. Vahim bir iş ama, şu adama ne istiyorsa verelim de Yunan’ı def edelim. Sonra mümkün olursa çaresine bakarız» dedim. Ve Meclis’e: «Zararı yok. Bunları mı istiyor, onları da verelim de gitsin, düşmanı defetsin. Bu kâfidir» teklifini yaptım. Nihayet Meclis kabul etti. Kendisi de başka bir şey diyemedi. Adnan [Adıvar] bana, «Başkumandanlığa nasbı [atanması] kanununu sen imzala!» dedi. Tabiî bu Adnan’ın fikri değildi, Mustafa Kemal’in idi. Bilmem bunun sebebi ne idi? Ne düşündü? Ben «Canım, şimdi böyle şahsî meselelerin zamanı mı? Vakıa teklif benim ama, kim imzalarsa imzalasın» dedim. Adnan ısrar etti. «Peki!» dedim ve imzaladım. Meclis bu kanun lâyihasını aynen kabul etti ve istediği selâhiyetleri de verdi. Bütün benim teklif ettiğim tedbirleri de Meclis aynen kabul edip, icrasını Başkumandana havale etti. Başkumandan bunları bir seri numaralı emirler ile tebliğ ve icra etti. Yalnız ben herkesin bütün malını müsadere demiştim. Meclis bunu çok görüp, yüzde kırk nisbetine karar verdi. Bir de meclis başkumandanlığa merbut mebuslardan mürekkep bir teftiş heyeti teşkil, beni de bu heyete intihap etti [seçti]. [s. 852-3]

İcraat başladı. … Said Beyi gördüm: «Yolunda. Birkaç güne kadar orduyu eski haline getiriyoruz. Hiç merak etme! Allah senden razı olsun» dedi. Bu halleri gördükçe ümidim daha arttı.

Yunanlılar da Eskişehir’den hareket ettiler. … Yunanlılar gelinceye kadar, ordunun tertibatı ikmâl edildi [tamamlandı]. Mustafa Kemal grup sistemini de ilga edip, eski usulü tatbik etti. … Zaten harp cephesinde eski sistemi bırakıp, grup teşkilâtı yapmak hatâ ve pek sersemlikti. … Demek öteki türlü sökmeyeceğini şimdi anlamış. Zavallı millet, tecrübe tahtası. Hasılı evvelâ bu teşkilâtı bozup, grup teşkilâtı yaptı, şimdi de bunu bozup eski teşkilâtı yeniden kurdu. [s. 853]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, İstanbul: Altındağ Yayınevi, Yayınlayan: Heidi Schmit 4100 Duisburg 11 Deutschland, 1967, s. 852-3; https://archive.org/stream/HayatVeHatiratimDrRizaNur/docslide.net_hayat-ve-hatiratim-dr-riza-nur-cilt-3#mode/2up)

 

Böylece Mustafa Kemal, teklifi kabul edip başkomutan olarak cephenin başına geçmeye razı olur.

Etmek zorunda kalır.

Fakat, “diktatör” yetkilerine sahip olarak..

Atatürk’ün has dostu Falih Rıfkı, nasıl kabul ettiğini şöyle anlatmaktadır:

 

“… Meclisin bütün yetkileri üç ay müddetle kendisine verilmek şartı ile, Başkomutanlığı kabul edeceğini bildiren bir takrir verdi…. İki gün de bu tartışma devam etti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Sakarya’da bir bozgun olsa da durumu elinde tutabilmesine elverişli yetki ile 5 Ağustos 1921’de başkomutanlığa geldi.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 94.)

 

Vatanı kurtarmak için 19 Mayıs 1919’da Samsun’da doğan Güneş, tam iki yıl, iki ay, iki hafta, üç gün sonra, nihayet düşmana, cephede bizzat karşı koymayı kabul etmiş bulunuyordu.

Tam dört gün boyunca tartıştıktan sonra…

Bozgun halinde bile “durumu elinde tutabilmesine elverişli yetki”yi yan cebine koyarak…

Bütün bunlardan sonra “sorumluluk” alıyor, lutfedip “özveri”de bulunuyor, “başkomutan” olarak cepheye gitmeyi kabul ediyordu.

Bu, Mustafa Kemal’in, Falih Rıfkı’nın tabiriyle, “son derece hesapçılığı” idi.

Kaybetmeme garantili hesapçılık…

*

Vatanı kurtarmak için 19 Mayıs 1919’da Samsun’da doğan Güneş, madem ki sorumluluk alma fedakârlığında bulunuyordu, o halde, TBMM’nin bütün yetkisi de, millet iradesi de, kayıtsız şartsız ona devredilmeliydi.

Madem ki o sorumluluk alıyordu, sorumluluk alma özverisinde bulunuyordu, TBMM de, bir anlamda kendisini inkâr etmeli, Mustafa Kemal karşısında kendisini hiçe indirgemeli, yok saymalıydı.

“Biz milletin iradesini temsil ediyoruz. Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” demekten vazgeçmeliydi.

“Madem ki vatanı kurtarmak için Samsun’da doğan Güneş sorumluluk alma fedakârlığında bulunuyor, millet iradesi ona feda olsun” demeliydiler.

Başkalarının sorumluluk alması ile, Mustafa Kemal’in sorumluluk alması eşit olamazdı. Bütün sorumluluklar eşitti, ama, Mustafa Kemal’inki çok ama çok daha eşitti.

TBMM, ya Mustafa Kemal’in bir bozgun halinde bile “durumu elinde tutabilmesine elverişli yetki”yi ona vermeli, ya da, cepheye gitmeyip sorumluluğu başkalarının üzerine yıkmasına, sadece kahramanca nutuklar atıp karar almasına razı olmalıydı.

Mevzubahis olan Mustafa Kemal’in “durumu elinde tutması” olunca, vatan da teferruattı.

Mustafa Kemal’in otoritesinin korunması, vatan savunmasından bile daha önemliydi.

Bu, tarihte eşi menendi görülmemiş çok tuhaf bir vatanseverlik biçimiydi.

Öyle bir vatanseverlikti ki, ortada, neyin vatanseverlik ve neyin “kendini severlik” olduğunun anlaşılmasını sağlayacak hiçbir mantık, ölçü ve değer bırakmıyordu.

Tabiri caizse iman ve küfür, vatanseverlik ve kendini severlik birbirine karışmış durumdaydı:

Dinin terk edenin küfürdür işi /  Ol ne küfürdür, imandan içeru // Beni bende demen, bende değilim / Bir ben vardır bende, benden içeru.”

Anlaşılıyordu ki, bir vatanseverlik vardı, vatanseverlikten içerü..

Bir Mustafa Kemal vardı, Mustafa Kemal’den içerü..

*

Evet, Mustafa Kemal, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Yalnız Başkomutan olmak değil, Başkomutan oldukça Meclis’in yetkilerini kullanmak hakkını ister. Bu diktatörlük demektir”. (Atay, Çankaya III, s. 94.)

Madem ki vatanı kurtarmak için Samsun’da doğan Güneş, hayatını tehlikeye atıp cephede sorumluluk alma fedakârlığında bulunmayı kabul etmiştir, o halde, milletvekilleri “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indir” diyebilmeli, Meclis’in bütün yetkilerini ona devretmeliydiler.

Millet iradesinin yerini diktatörlük almalıydı.

Ve, bir bozgun durumunda bile, Mustafa Kemal “durumu elinde” tutabilmeliydi.

Evet, Mustafa Kemal, karakter olarak böyle bir adamdı.

*

Ve, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Ne Ankara üstüne yürüyen Kral Konstantin, ne de Meclis’in içindeki hasımları nasıl bir zekâ ve karakter kuvveti ile boy ölçüştüklerinin farkında değildirler”. (Atay, Çankaya III, s. 94.)

Öyle anlaşılıyor ki, “Padişah ve Halife” Vahideddin, TBMM’nin açılışında Padişah-Halife’ye sadakat yeminleri eden, Erzurum Kongresi’nde gündüz başka, gece başka şeyler söyleyen Mustafa Kemal’in bu ilginç, ve insanlığın pek alışkın olmadığı “karakter kuvveti”nin değilse de, zekâsının farkındaydı.

Ali Ulvi Kurucu‘nun hatıratında Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi‘den naklen anlattığına göre, Şeyhülislam, Vahideddin‘i Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderme kararından vazgeçirmeye çalıştığında, Sultan’ın ona cevabı, “Âteşîn bir zekâ! Âteşîn bir zekâ!” demekten başkası olmamıştı.

*

Bu âteşîn zekânın Sakarya’da ne yaptığına gelince..

Kendi ordusunun ve düşmanın durumunu tam takdir edemediği için zamansız bir ric’at (geri çekilme, kaçış) emri vermiştir.

Sakarya’daki Mustafa Kemal, Anafartalar’da “Ben size taarruzu (ya da ‘savaşmayı’) emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” diyen Mustafa Kemal değildir.

Suriye’deki, ordusuna kaçmayı emreden Mustafa Kemal’dir.

Artık, sıkışık zamanda, “Ben size savaşmayı değil, kaçmayı emrediyorum”diyen bir Mustafa Kemal vardır.

“Ya istiklâl, ya ölüm!” dememektedir. Bu söz, roman ve filmlerin payına düşmektedir, cephenin değil.

Savaşın safahatını Rıza Nur’dan dinleyelim:

 

Yunanlılar sökün ettiler. … yine şimalden geliyorlar. Yine aynı oyunu oynuyorlar. Yâni sağ cenahımıza taarruz edecek gibi bütün kuvvetlerini oraya yığıyorlar. … Bizimkiler Sakarya’nın şarkında mevzi aldılar, fakat Porsuk suyundan şimale doğru. Zaten Yunanlılar da buraya geliyor. Hattâ daha şimallerden de gözüküyorlar. Bizimkiler de Sakarya boyunca şimale doğru yayıldılar. Derken Yunanlılar birden Porsuk’un cenubunda gözüktüler. Bizimkiler de derhal cenuba doğru yayıldılar. Yunanlılar, gittikçe cenuba yayılıyorlar ve Katranderesi boyunca şark’a ilerliyorlar. Bizimkiler de onlarla beraber cenuba ve şark’a kayıyorlar. Sakarya ile bu dere bir kavis teşkil ediyorlar, iki ordunun da şimalî ucu Porsuk hizasına indi. Diğer ucu Haymana ovasının üstüne yayıldı. Anladık ki, bizimkiler bu sefer gafil değil. Keyiflendik. Müteharrik [hareketli] bir sistem takip ediyorlar. Düşmana göre vaziyet alıyorlar. Âlâ….

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 860-1.)

 

Böylece iki ordu karşı karşıya gelir:

 

Bu manevralardan sonra harp, 23 Ağustos 1337’de [1921] başladı. Katranlıdere …. Yunanlılar bunun boyunca yayıldılar. Ve şark’ta daha ileri de gittiler. Arkalarını Haymana’ya verdiler. Bizi bozarlarsa, doğru Ankara’ya girecekler. Nihayet dereyi geçtiler. Her tarafta hücum ediyorlar. Bilhassa sol cenahımızı sıkıştırıyorlar….

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 862.)

Düşman, ordumuzu öteden beriden vuruyor. Vurup kırıyor ve geriye itiyor. Hattımızı ötede beride parçalıyor. Ordumuz, karış karış; fakat mütemadiyen şimale atılıyor. Böyle haller içinde sekiz – on gün kadar harp pek şiddetli oldu.

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 863.)

 

Sonunda Yunan ordusu stratejik bir noktayı, Çal Dağı’nı ele geçirmeyi başarır:

 

… Sakarya Harbi diye anılan bu mühim harpte, zabit telefatımız müthiştir. Bu da onların gayretini gösterir. Burada kırılıyorlar, tutunamıyorlar, biraz geri gidip yine harp ediyorlar. Yer veriyorlar; fakat karış karış. Kaçmak yok. Nefer öldükçe yerine depodan geliyor, ölenin silâhını alıp harbediyor. … Nihayet biz adım adım çekile çekile Ankara’nın cenubugarbîsindeki [güneybatısındaki] dağları Yunanlılar tuttular.Sonunda bu dağların en yüksek yeri olan Çal Dağı da aldılar. Ankara’da hastanedeydim. Artık çalışırken top sesleri işitmeğe başladım. Artık harp meydanı Ankara’ya bu kadar yanaştı….

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 863.)

 

Ve iş bu noktaya varınca Mustafa Kemal ric’at (geri çekilme) emri verir:

 

Bu Çal Dağının düşmesi bütün ümitleri bitirdi. Yeniden Türk milletinin istikbali, hürriyeti, hayatı tehlikeye düştü, gidiyor. Artık hep ölü halindeyiz. Kimsede can kalmadı. Ağzımızı bıçak açmıyor. Bunun üzerine Mustafa Kemal umumî ric’at emri vermiş. Bu haber de geldi. Haber geldi, onun Arnavut ve hususî hizmetlerinde kullandığı yaveri Salih [Bozok] de cepheden geldi. Mustafa Kemal’in eşyalarını denk yaptı. [Ankara’dan] Kaçıyorlar. Mustafa Kemal ata binmiş, sarhoşmuş. Düşmüş, kaburga kemiği de kırılmış.

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 863-4.)

 

Ancak, Yunan ordusu Çal Dağı’nı ele geçirdiği halde aslında ric’at etme niyetindedir. Ve Fevzi Çakmak bunu sezer:

 

Yunan’ın Çal üzerine ve sol cenahımıza son şiddetli çullanması meğerse 10 gündür söktüremediğini gören Yunan ordusunun ümitsizliğe düşüp ric’ata karar vererek, bunu setr [örtmek] içinmiş. Böyle yapıyor, bir taraftan da ağırlıklarını Sakarya’nın garp cephesine [arkasına] alıyormuş. Bunu Fevzi sezmiş ve Mustafa Kemal’e demiş: «Aman ric’at etme! Çünkü düşman ric’at ediyor. Ric’at emrini geri al!» Ne ise Mustafa Kemal ric’atı durdurmuş. İşte Fevzi gayet vahim akıbetli bir vaziyeti kurtardı. Zabitlerin kahramanca döğüşüşleri, bu kadar kanları, şehidleri, neferlerden verilen binlerce şehidler, yeniden ordu meydana getirmek için edilen bu kadar emekler, masraflar az kaldı boşa gidiyordu. Bunu Mustafa Kemal yapıyordu. Bereket versin Fevzi’ye.

Fevzi bunu söylemiş, beriki de dinlemiş, fakat Fevzi aynı zamanda başka bir teklif daha yapmış: “Düşman ric’at ediyor. Sağ cenahımızla Sakarya üzerine bir taarruz yapıp düşmanı geçirmiyelim. Ağırlıklarını götüremez, bize kalır» demiş. Bizim ağa bunu dinlememiş. Kemafissâbık [daha önce geçtiği gibi] bu da kuzudur, yine sözünü kabul ettiremeyip susmuş. Halbuki askerler diyorlar ki, büyük bir fırsattı, kaçırıldı. Bu taarruz yapılıp Beylik Köprü, bilhassa Kavuncu Köprüsünü tutsaydık, düşman Haymana Çölüne düşer, şimendifer hattından uzak kalır, perişan olurdu.

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 863-4.)

 

Yunan’ın savaşma azmini kaybetme ve ümitsizliğe düşmesinin nedenlerine gelince:

 

Meğerse Yunandılar …, şimendifer hattından da uzaklaşmışlar. [Bu yüzden] Ordularına yiyecek ve mühimmat yetiştirememişler. Bizim Eskişehir ric’atında gaflet edip bıraktığımız ve onların girip topladıkları keçi, koyun sürülerinin etlerini yemişler. Ekmek bulamıyorlarmış. Keçi eti ishal yapmış, Yunan askerinde salgın halinde ishal zuhur etmiş. Tam sıcakların şiddetli ve malaryanın [sıtmanın] da zamanı olduğu bir mevsimdi. Malarya da bunları perişan etmiş. Nâçar ric’ate karar vermişlermiş. Ordumuzun on günlük mukavemeti harbi bize kazandırmışmış ; fakat büyük ümit ile tâyin edip gönderdiğimiz Başkumandan bunun farkında değilmiş, ric’at emretmiş..

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 864-5.)

[Savaşın başındaki] On günden sonra bir sükûnettir başladı. Yunanlılarda hiç bir taarruz yok, harp yok. Hayret! Anlıyamıyoruz. Bizimkiler de intizar [bekleme] halinde duruyorlar. Hiç kımıldamıyorlar. Meğerse Yunanlılar boyuna ağırlıklarını ve sağ cenahlarını Sakarya’nın garbine [batısına, gerisine] naklediyorlarmış. Nihayet beş altı gün sonra Mustafa Kemal de anlamış ki ric’at ediyorlar, Fevzi’nin dediği taarruzu bu sefer yaptı. Bir iki gün orada harp oldu. Halbuki Yunanlılar bütün ordularını zaten [arkaya] geçirmişler. Hatt-ı ric’atlerine [kaçış hatlarına] vaki olması muhtemel bir hücuma karşı orada kuvvetli bir dündar [ordunun arkasını koruyan kuvvet] tutııyorlarmış. Onlar da ırmağı geçtiler, gittiler. Bu taarruzdan bir fayda çıkmadı. Salimen kurtuldular. Bu suretle Sakarya harbi de bitti. 13 Eylül’de bittiğine göre bu harp yirmi gün sürmüş demektir.

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 864-5.)

 

Mustafa Kemal’in bu ric’at emrinden Kâzım Karabekir de söz etmektedir.

Fakat, tek hatası ric’at emri vermiş olması değildir, Rıza Nur’un anlattığı gibi, çekilmekte olan Yunan ordusuna karşı taarruza geçilmesi emrini vermekte geciktiği için onların salimen gitmelerine ve ağırlıklarını da yanlarında götürmelerine imkân vermiştir.

Üçüncü hatası ise, yedek kuvvetleri yanlış tarafa yerleştirmiş olmasıdır:

 

“Sakarya Meydan Muharebesinin son günü Mustafa Kemal Paşa muharebeyi kaybettiğine hükmederek ric’at [geri çekilme] emri vermiş ise de Fevzi Paşa bunu sabahki vaziyeti gördükten sonra kumandanlara tebliğini münasip görmüş [emri bildirmeyi ertesi güne ertelemiş]. Halbuki sabahleyin düşmanın ric’ati görülünce zaferin bizde kalması bu suretle temin olunmuş… Fevzi Paşa bana bu muharebeden bahsederken, bunu kendi kazandırdığını, fakat herkesin Mustafa Kemal kazandırdı zannettiğini söyledi. Hakikati neden saklıyorsunuz dedim. Şimdilik böylesi muvafık, dedi. Halbuki İsmet’le birlikte, Mustafa Kemal’in Müşirliğe [mareşalliğe] terfiini ve gazilik unvanını Meclise
inha [yazıyla teklif] etmiştir. Mustafa Kemal Livalıktan [tuğgenerallikten] istifa etmişti. Fevzi Paşa ferikti [korgeneral]. İhtimal hir rütbe alırsa kendisi terfi ettirilmiyecek mi diye endişe etti. Vaziyet реk gariptir. [Fevzi Paşa] İhtiyatların [yedek kuvvetlerin] [Mustafa Kemal tarafından] hatalı olarak sağ cenaha toplatıldığını görerek sola alıyor, ric’at emrini tehir ederek felaketi durduruyor, sonra da Mustafa Kemal Paşa’ya yekten müşirlik ve gazilik inha ediyor. Halbuki daha mesele bitmemiş ve Yunan Ordusunu takip ederek kat’î muvaffakiyet kazanılmamış yani daha yapılacak işler varken Mustafa Kemal’e son merhaleyi [askerlikteki son rütbeyi] inha etmek ikinci bir muzafferiyette nasıl ve ne ile tatmin olunabilecektir [ona hangi unvan ve mansıp verilecektir]. Bu vahim hata [bir yıl sonraki] Afyon taarruzundan sonra Mustafa Kemal’e hilafet ve saltanatı tevcihe kadar yürüdü.

(Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, C. 2, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008, 2. b., s. 1107-8, dipnot: 230; http://www.elibrary.az/docs/BOOKS/X1187.pdf)

 

Uğur Mumcu, “Kazım Karabekir Anlatıyor” adlı kitabında Mustafa Kemal’in bu hilafet sevdası konusunu ayrıntılı biçimde aktarmaktadır.

Mustafa Kemal’in şu oldukça imanlı ve dindar Balıkesir hutbesini, halifelik unvanına göz koyduğu sıralarda vermiş bulunmaktadır.

Ancak, İngilizler’in Lozan‘da hilafete vize vermemesi yüzünden bu hevesinden vazgeçmek zorunda kalmıştır.

VATANI KURTARMAK İÇİN SAMSUN’A ÇIKAN, MİLNE HATTI SAYESİNDE KAVGASIZ HARPSİZ KONGRELERİNİ YAPIP TBMM’Yİ KURAN MUSTAFA KEMAL, YUNAN ORDUSUNUN YAKLAŞTIĞINI GÖRÜNCE “CESEDİMİ ÇİĞNEMEDEN ANKARA’YI GEÇEMEZLER” DEMİYOR,

“İLK HEDEFİMİZ KAYSERİ!” DİYOR.

ORDUYU KIZILIRMAK’IN ARDINA ÇEKME, ANKARA’YI YUNAN’A BIRAKMA, KENDİSİ DE DAHA GERİDE, KAYSERİ’DE EMNİYET İÇİNDE MECLİS’ÇİLİK YAPMA KARARI ALIYOR..

“BAŞKOMUTAN OL, ORDUNUN BAŞINA GEÇ, KİŞİSEL RİSK AL!” DİYENLERE ÖFKELENİYOR..

 

atatürk falih rıfkı ile ilgili görsel sonucu"

atatürk falih rıfkı ile ilgili görsel sonucu"

atatürk falih rıfkı ile ilgili görsel sonucu"

rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

lozan rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

lozan rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

yunan kralı konstantin ile ilgili görsel sonucu"

 

 

Haziran 1920 sonlarında, TBMM’nin açılışından iki ay sonra, (Ege’de geçici bir Türk-Yunan sınırı belirlemiş ve Yunan saldırısını durdurmuş olan İngiliz eseri) Milne Hattı işlevini yitirip Yunanlılar taarruza geçince, 70 bin kişilik Türk ordusu yenilgiye uğrayıp darmadağın olmuş ve sadece 30 bin kişilik bir kuvvet Sakarya’nın doğusunda mevzilenebilmişti (Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 492-3).

Falih Rıfkı o günleri şöyle anlatmaktadır:

 

“Nihayet Temmuz sıcaklarında Kral Konstantin zarını attı. Umumî seferberlik yapmıştı. Pek ciddî İngiliz yardımı da görüyordu. Bizim ordumuz, taarruz edecek Yunanlıların üçte biri kadar bir şeydi. Kral ordulariyle Ankara’ya gidecek ve zaferini orada Mustafa Kemal’e dikte edecekti.

“Yine kara günler geldi. İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler. Eskişehir düştü.”

(Atay, Çankaya III, s. 83.)

 

Aslında durum, tam böyle değildi.

Ortada bir İngiliz yardımı yoktu.

T.C. Eskişehir Valiliği’nin resmî sitesinde verilen bilgilere göre, dört ay önce, 20 Mart 1920’de, Milli Alay’a komuta etmekte olan 20. Kolordu komutan vekili Mahmut Bey, Eskişehir’deki işgal kuvvetlerine bir uyarı yapmış ve Eskişehir’i bir saat içinde terketmelerini istemişti. Aynı gün, sürenin uzatılması istekleri reddedilen İngiliz kuvvetleri, çok sayıda araç gereç ve mühimmat bırakarak Eskişehir’i terk etmişlerdi. (http://www.eskisehir.gov.tr/tr/?option=com_content&view=article&id=114&Itemid=321)

Yani bir anlamda, Ankara Hükümeti’ne çok sayıda araç gereç ve mühimmat yardımı yapmış durumdaydılar.

*

İngilizler’in Mustafa Kemal liderliğindeki Ankara’ya dolaylı yardımları bununla da sınırlı değildi.

Yine Eskişehir Valiliği’nin resmî sitesinde verilen bilgilere göre, İngilizler, Eskişehir’den çekilmeden altı ay kadar önce, İsmail Hakkı Bey komutasındaki bir müfreze Kütahya’ya giderek İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir’e doğru çekilmelerini sağlamış bulunuyordu.

Kütahya’da bulunan İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir’e çekilmelerinden sonra, Türk birlikleri Eskişehir-Kütahya Demiryolu üzerinde bulunan Alayunt köprüsünü yıkarak, İngilizler’in Kütahya’ya dönmesi ihtimalini ortadan kaldırmak istemişlerdi.

Bu durum, Eskişehir’de bulunan İstanbul Hükümeti yanlılarını rahatsız etmiş ve Mutasarrıf Hilmi Bey, İngilizler’den yardım istemişti. Ancak İngilizler, bu çatışmaların Osmanlı İmparatorluğu’nun iç sorunu olduğunu belirterek, Mutasarrıf Hilmi’ye destek vermekten kaçınmışlardı. (http://www.eskisehir.gov.tr/tr/?option=com_content&view=article&id=114&Itemid=321)

Yani aslında, İngilizler’in, pratikte, Ankara’ya karşı İstanbul’a yardım etmesi gibi bir durum söz konusu değildi.

*

Aynı şekilde, Yunanistan Kralı Konstantin’e ciddî bir yardımları da olmamıştı. Tam aksine, yine Falih Rıfkı’nın ifade ettiği gibi, Türk-Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilan etmiş bulunuyorlardı (Atay, Çankaya III, s. 82.).

Evet, Milne Hattı’nın ortadan kalkmasıyla birlikte ağır bir yenilgi yaşanmıştı ve herkes, vatanı kurtarmak için Samsun’dan doğan Güneş‘e gözünü çevirmiş durumdaydı.

Vatan kurtarıcısı, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplamış, TBMM’yi kurmuştu, fakat henüz cepheye adımını atmış değildi.

Söz konusu yenilginin ardından, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Eğer Mustafa Kemal de bir yenilmeye uğrarsa ortada hiçbir otorite kalmıyacağını düşünen ve onun cepheye gitmesini doğru bulmayan birkaç arkadaşı müstesna, dostu da düşmanı da Mustafa Kemal’i ordunun başına geçirmek ister”. (Atay, Çankaya III, s. 85.)

Yani, yenilgiler başkalarının payına düşmeliydi, Mustafa Kemal yenilmemeliydi.

Cepheye gitmesi doğru değildi. Cepheye gitmemeliydi.

Bir bakıma, mevzubahis olan Mustafa Kemal’in karizması, imajı ve otoritesiydiyse, vatan da teferruattı. 

Falih Rıfkı, şunları yazmaktadır:

 

“Bu sırada bazı milletvekillerinin hatırlarına Mustafa Kemal’i başkomutan yapmak fikri geldi. Bunlar Meclise tekliflerini verdiler. Teklif üzerine bir gizli oturumda görüşmeler iki gün sürdü. Vatanın son tepesine kadar savaş kararında olan Mustafa Kemal herhangi bir çarpışmanın doğrudan sorumluluğunu üstüne almak istemiyordu.”

(Atay, Çankaya III, s. 94.)

 

Sorumluluk başkalarının üstünde olmalıydı. Mustafa Kemal sadece karar almalıydı.

Falih Rıfkı, sözlerini şöyle sürdürüyor:

 

“… İki gün süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal kürsüye geldi:

“- Bu tekliften maksat nedir? dedi. Eğer işin başında benim bulunmaklığım ise, esasen işin içindeyim. Durumu yakından takip ediyorum. Genelkurmay Başkanı (Fevzi Paşa) ile benim karargâhımız Ankara’dadır. Lâzım gelen tedbirleri buradan alıyoruz. Bu teklif beni Ankara’dan uzaklaştırmaktan başka mana taşımaz.

“Öfkeli idi….”

(Atay, Çankaya III, s. 94.)

 

Mustafa Kemal’in Ankara’dan uzaklaşmaması, cephede düşmanı karşılamasından, vatanı savunmasından daha önemli idi.

Mevzubahis olan Mustafa Kemal’in Ankara’daki konumu idiyse, bir bakıma, vatan da, vatan savunması da teferruattı.

Aslında, Falih Rıfkı’nın yazdıklarına bakılırsa, asıl anlamsız olan, Mustafa Kemal’in bu öfkesiydi, çünkü “… teklif sahipleri Sakarya zaferinin ancak onun cephe başında bulunması ile mümkün olacağı inancında idiler” (Atay, Çankaya III, s. 83).

Teklif sahipleri ile Mustafa Kemal’in dertlerinin başka olduğu anlaşılıyordu..

*

Evet, Atatürk’ün has adamı, milletvekili yapıp sofrasının müdavimi haline getirdiği dostu Falih Rıfkı Atay, bunları yazmış durumda.

Onun verdiği bu bilgileri, Dr. Rıza Nur‘un hatıratında yer alan satırlar da doğruluyor. (Falih Rıfkı’nın aksine Rıza Nur, Kemalistlerin sözüne itibar ettikleri biri değil. Tam aksine, onun hakkında bulabildikleri bütün aşağılama kelimelerini kullanıyorlar. Ancak, böylesi “aşağılık” bir adamın Kurtuluş Savaşı yıllarında nasıl olup da mükerreren bakan yapıldığı ve Lozan’a İsmet İnönü’den sonraki en yetkili şahıs olarak gönderildiği konusuna açıklık getirmekten kaçınıyorlar. TDV İslâm Ansiklopedisi, Rıza Nur hakkında şu bilgileri vermektedir: “Millî Mücadele hükümetlerinde Maarif [Milli Eğitim] (1920-1921), Sıhhiye ve Muâvenet-i İctimâiyye vekili [Sağlık ve Sosyal Yardımlaşma Bakanı] sıfatıyla bulundu, bir süre Hariciye Nezâreti’ne [Dışişleri Bakanlığı’na] vekâlet etti. 1921’de fevkalâde murahhas [olağanüstü delege] sıfatıyla Moskova’ya gitti. Burada Afganistan ile imzalanan antlaşmanın metnini kaleme aldı. 5 Ağustos 1921’de yasalaşan ve Mustafa Kemal’e geçici bir süre için geniş yetkiler tanıyan Başkumandanlık Kanunu tasarısı meclise Rıza Nur ve arkadaşları tarafından verildi. Sakarya Meydan Muharebesi esnasında doktor olarak görev yaptı. 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatı kaldıran kanunun metnini kaleme aldı. Lozan Konferansı’na ikinci delege sıfatıyla katıldı. 1923’te yapılan seçimlerde yine Sinop’tan milletvekili oldu. Ancak bu dönemde kendini daha çok yazı hayatına verdi, on iki cilt tutan Türk Tarihi’ni yazdı. Sinop’ta bir kütüphane kurarak gelir kaynakları ile birlikte Maarif Vekâleti’ne vakfetti. “Türklüğü yükseltmek için” kurduğu bu vakfa 4000 kitap bağışladı. Ayrıca ölümünden sonra mütevelliliğe getirilecek kişinin anne ve baba tarafından iki göbek atalarının Türk olmasını şart koştu. Mustafa Kemal’in idaresiyle anlaşamadığından 1926’da yurt dışına gitti.”)

Rıza Nur, şunları yazmış durumda (Bazı ifadeleri, “Atatürk’ü Koruma Kanunu“na saygı duyan muhbirlerin savcılara iş çıkarmaları ihtimaline binaen sansürlemiş bulunuyoruz):

 

[Rusya’dan döndüğümde] Millet Meclisi’ni eskisi gibi bulmadım. Pek ziyade tahammür, kaynaşma var. Hemen herkes Mustafa Kemâl’den soğumuş. …, meb’uslar [milletvekilleri] yüzde seksen Mustafa Kemâl’in aleyhinde. Muhalif bir grup meydana gelmeğe başlamış. Nutuk’ta (S. 389 ilh…) bunu başka şekilde gösteriyor. [s. 820-1]

… Millet Meclisi hiç tatil yapmazdı, Temmuz iptidalarıydı [Temmuz 1921 başlarıydı]. Bir gün Mustafa Kemâl Meclise geldi. Hususî bir içtima [toplantı] yaptı. Yunanlıların yeniden taarruza başladıklarını söyledi. Al belâyı. Bütün meb’uslur tabiî fevkalâde telâş ettik. Mustafa Kemal dedi ki : «Yunanlılar ordularını Bursa’ya yığmış; oradan İnönü, Eskişehir üzerine yürüyor. Afyonkarahisarı taraflarında hiçbir hareket yok. Demek yine muharebe şimaldedir [kuzeydedir]. (İnönü) Askerimiz fevkalâde intizamlıdır [düzenlidir]. Çok yerde beton siperler, hendekler bile yapılmış; top, tüfenk, mesafeleri bile tesbit edilip nişanlar konmuştur.” 

Helecan ve meraktayız. İki gün sonra geldi. «Keşifler yaptırdık. Tayyare [uçak] keşfi de yaptık. Anlaşıldı. [Yunan] Blöf yapıyor. Ufak bir takım kıt’alar, başka bir şey yok. Demek merak edecek bir şey değil.» Söyledikleri aynen bunlardır. Bu sözleri kaydediyorum. Çünkü, bu, muharebenin âtisini [savaşın geleceğini] izaha yarar mühim sözlerdir.

Düşündüm: Bu adam böyle söyledi. … Yunanlılar neden blöf yapsınlar? İş eğlenmeğe kalmış da nisan balığı oyunu mu oynuyorlar?!.. Bir kaç fırka sevkedip niye çekilsinler? Bunda ne faydaları var? Bunlar birer istifham [soru] işareti. … [s. 822]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, İstanbul: Altındağ Yayınevi, Yayınlayan: Heidi Schmit 4100 Duisburg 11 Deutschland, 1967, s. 820-2. İnternet üzerinden ulaşmak için: https://archive.org/stream/HayatVeHatiratimDrRizaNur/docslide.net_hayat-ve-hatiratim-dr-riza-nur-cilt-3#mode/2up;)

 

Bu ifadelerden, Mustafa Kemal’in Milne Hattı sayesinde yaşadığı rahat günlerin rehavetine kendisini kaptırmış olduğu anlaşılıyor.

Ancak, bu rehavetin sonu, Falih Rıfkı’nın yukarıya aldığımız ifadelerinde belirtilen fecî yenilgi olmuştur.

Rıza Nur, yenilginin vehamet derecesindeki boyutlarını şöyle anlatıyor:

 

Nutuk‘ta (S-337’den itibaren) Sakarya harbinden bahsediyor. Bu harp ve vak’aların içindeyim. Bu sahifeleri okudum. Gördüm ki, bir çok mühim vukuatı zikretmeden geçmiş. Yazdıklarını da tamamiyle başka kalıba koyarak yazmıştır. … Bu mağlûbiyeti güya bilerek yaptığı, sevkülceyşî [stratejik] bir ric’atmiş gibi gösteriyor. Mızrak çuvala sığmaz. Hem o halde İnönü’nde evvelce niye galip gelmiş?!.. [s. 822]

Hasılı Eskişehir, Afyon cephesinde müthiş mağlûp olduk.. Bu öyle bir hezimetti ki, öyle bir kaçış kaçtılar ki, şimendifer köprülerini, rayları bile atmağa [havaya uçurmaya] vakit bulamadılar. Yahut akıl etmediler. Oralardaki sığır, koyun ve keçi sürülerini sürüp getirmediler. Yunanlılar bu hattan güzel istifade ettiler. Sakarya harbinde bu sürülerle beslendiler. Bu sürüler olmasa Sakarya’da yirmi gün duramazlardı. [s. 822-3]

Ben hakikati, gördüğümü, yaptığımı ve bildiğimi yazıyorum.

Biz Mustafa Kemâl’in sözlerine kanıp taarruz yok, mes’ele kapanıyor sanırken, birden Afyonkarahisar tarafından bir patlayıştır, patladı. Yunanlılar oradan bütün şiddetiyle taarruz ettiler. Artık harp emrivaki. Şimale kadar bütün cepheye sirayet etti. En şiddetli taarruz sol cenahımız üzerine. Yâni Kütahya hizalarından Afyonkarahisar ve Seyyid Gazi istikametine doğru. Şimdi bütün meb’uslar aydık. [s. 823]

Şimdiye kadar Yunanlılar iptidada çeteleri püskürtmüşler, bir ciddî ve nizamlı bir harp görmemişlerdi. İlk İnönü’ne [Birinci İnönü Savaşı’na] az bir kuvvetle gelmiştiler. O vakit ki vaziyeti anlayamadıkları anlaşılıyor. İkinci İnönü’nde yine kuvvetler müsavi [denk, eşit] idi, belki bizim daha çok askerimiz vardı. Bir kaç saat daha sabredebilselerdi, galip idiler. Çünkü iki taraf da ric’at ediyordu. Bu harplerde Yunanlılar askerî hiçbir dirayet gösteremediler. Değerli bir düşman olmadıklarını, kıymetli bir askerlik hassasından mahrum olduklarını ispat etmişlerdi. Şimdi büyük kuvvetler yapmışlar, kralları da başlarına geçmiş, mühim bir hareket yapıyorlar. Bizim kuvvetlerimiz de İkinci İnönü’nden beri adam adedince, silâh ve cephânece çok terakki ettirilmişti [geliştirilmişti]. Sivas’a Çolak Selâhaddin’in yerine kumandan yapılan Nureddin Paşa bir düziye orada fırka [tümen] yapıp göndermişti. Ermeni Harbinden sonra Şark [Doğu] Cephesi kıt’alarından ve silâhlarından da bir çoğu Garp [Batı] Cephesine nakledilmişti. Halâ geliyordu. Topal Osman da Giresun eşkıyasından bir fırka kadar asker yapıp, binbaşı Alparslan’ın refakatiyle tanzim etmiş, orduya iltihak etmişti. Rusya’dan da birçok silâh ve mühimmat getirmiştik. Ermenilerden zaptolunan şeyler de şark’tan buraya gönderilmişti. Biz de düşman kuvvetine müsavi bir miktarda idik. Hattâ onlara şu tefevvukumuz [üstünlüğümüz] vardı: Üssülharekemizdeyiz [kendi harekât üssümüzdeyiz]. Hendekler kazılmış, metrisler yapılmış, buralara askerin içeceği su fıçıları bile yerleştirilmiş, top, mitralyöz menzilleri ölçülmüş ve nişanlar konmuştu. [s. 823-4]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 822-4.)

 

Peki, bu yenilgiye yol açan hatalar nelerdi? Rıza Nur’a göre, savaş sırasında akıl almaz sevk ve idare hataları yapılmış bulunuyordu:

 

Mustafa Kemâl’in Meclis’teki beyanatı, harbin sonraki cereyanı, kendisinin ve bizim kumandanın (İsmet) Yunan ordusu hakkında hiç bir malûmata malik olmadığını, tam bir gaflet içinde olduklarını, Yunan ordusunda başlayan hareketi aslâ anlıyamadıklarını göstermektedir.

Meğerse Mustafa Kemâl blöf yapıyorlar dediği vakit, Yunanlılar hakikaten blöf yapmışlar; fakat onun dediği gibi değil. Bu bir setr [örtme] hareketi imiş. Şimal kısmımıza Bursa’dan getirip az bir kuvvet koyup durmuş. Bu kuvvetin arkasından bütün şimaldeki kuvvetlerini gizlice cenube [güneye] kaydırmışlar. Zaten İzmir-Afyon arasında şimendifer [tren] olduğundan kuvve-i külliyelerini [tüm güçlerini] bu hat ile Afyon civarına getirmişmişler. Yâni İnönü’ne hücum edecek bir hareket gösterip, bizim kumandanı aldatmışlar. … [s. 824]

Afyon’daki taarruzun şiddetine rağmen bizim kumandan harp yine İnönü’de olacak, bu bir nümayiştir [gösteriştir] diye bütün kuvvetleri İnönü’ne toplamış. İhtiyatları da Eskişehir’e ve şimaline almış. Bari ihtiyatlı davranarak ortalık bir yere alsa ya.. Bu uzun cephenin cenubunu adetâ boş bırakmış.. Hasılı düşman bizi aldatmağa tamamiyle muvaffak olmuştu. Ondan sonra sol cenahımıza pek faik [üstün] kuvvetlerle çullanmıştır. Sol cenahımızda Deli Halit [Paşa], onun sağında miralay Nâzım var. Yunan ordusu bunları kırıp doğruyor. Bunlar da delice, kahramanca mukavemet ve müthiş harpler yapıyorlar; fakat ne yapacaklar ? Pek faik düşmana bir gün, iki gün, beş gün dayanabilirler. Nihayet ric’at mecburidir. Bunlar İsmet’ten imdat istiyor, yırtınıyorlar, İsmet «Hayır, harp orada değildir. Düşman orada (yâni sol cenahımızda) nümayiş yapıyor. İhtiyatlarımızı oraya çekmek istiyor. Bir nefer dahi gönderemem» diyor ve göndermiyor, ötekiler yine yırtınıyor. Olmuyor. … [s. 824-5]

Tabii Mustafa Kemâl de bu fikirde olmasa onu döndürürdü. Dediler ki, Fevzi Paşa bu iki adama daha harbin iptidasında, taarruzun [saldırının] Afyon üzerinden olacağını söylemişti; fakat dinlememişler. İnanmak lâzımdır. Fevzi Paşa’nın bir iki hizmeti vardır ki, askerlikte Mustafa Kemâl’e de, İsmet’e de pek faik olduğunu göstermişti. 0 vakit Fevzi Hey’et-i Vekîle [Bakanlar Kurulu] Reisi, ve daha birkaç memuriyeti de vardı.

Derken zavallı Nâzım kahramanca döğüşerek şehid düştü. Askeri kamilen kırıldı. Şimdiye kadar hizmetler etmiş, değerli bir zabitti. Sonra cenazesi Ankara’ya getirildi; Hacıbayram Veli’de gömüldü. Nâzım’ın yeri boş kaldı. Yâni delik açıldı. Nâzım’ın sağında Çolak Kemal (Kemaleddin Sami) vardı. Yunanlılar onu da tepelediler, kaçırdılar. Az kaldı esir oluyormuş. Bereket versin yanında oralı bir nefer varmış. Dağda bir yol biliyormuş. Bunları oradan kaçırmış. Delik büyüdü. Cephemizin sol cenahı mahvoldu. Bunlar Kütahya – Afyon hattında oluyor. Halit sol cenahın ucunda ayrı kaldı. Hem vuruşuyor, hem Seyyîdgazi’ye doğru ric’at ediyor. Hali perişan. [s. 825]

İşte ancak bu esnadadır ki, İsmet gaflet uykularından uyandı. Sağırın kulağı duymaz ama, bunun beyni de sağırmış. Kaç gündür harp oluyor, sağ cenahımızda bir şev yok. Kuvve-i külliyemiz orda, istirahatte. Kumandan vaziyeti kavrayamıyor. Nihayet sol cenahımız müthiş bir satır yeyip parçalanınca anlıyor. Şimale yığdığı ihtiyatları ve diğer kuvvetleri şimdi cenuba sevkediyor. Bu bir gülgülü – ağlamalı sahnedir; Ev ateş almış, yanıyor. İçindekiler «Aman itfaiyeci başı tulumbaları acele yolla!» diyorlar, yalvarıyor, bağırıyor, ağlıyorlar, itfaiyeci başı; «Size hayâl olmuş, yangın orda değil, başka yerdedir. Bir hortum bile göndermem» diyor. Derken günler geçiyor; bina yanmış, kül olmuştur. Başka yerde ise bir kıvılcım eseri bile yok. Hadi tulumbalar, binaları yanıp, bitmiş, dumanı tüten yangın yerine gidiniz. Canım iş işten geçti, O evvel gerekti. Bunu da anlamıyor. Yolluyor. Bari kuvve-i külliye sağında, Yunanlılar soluna hücum ederken, onları kurtarmak için sen de onun soluna çullansana. Hayır. Eğer bunu yapsaydı, Yunanlıları perişan etmesi muhtemeldi. Bu fırsatı da kaçırmıştı. Galebe pek mümkündü. Çünkü Yunan kuvvetleri hep solumuzdaydı. [s. 825-6]

… Ben bunları şu, bu rivayetlere göre söylemiyorum. Mağlûp ordu, Sakarya arkasına kaçınca, Millet Meclisi’nden orduya gönderilen tahkik heyeti içinde idim. Kumandanlardan, küçük kumandanlardan, binbaşı, yüzbaşı, mülâzım gibi birçok zabitlerden [subaylardan] dinledim. Bunları ayrı ayrı bana söylediler.

… Bu harpten evvel İsmet ve Mustafa Kemal orduyu gruplara ayırarak, bir bid’at [yenilik] yapmışlardı. Bir takım zabit ve kumandanlar, bunun tehlikeli bir şey olduğunu söyleyip itiraz etmişler, fakat ağalara dinletememişlerdi. Hele böyle harp esnasında bir orduda yeni teşkilât yapmak çok tehlikeli olurmuş. … [s. 827]

… Mustafa Kemâl buna ric’at diyor (Nutuk, S-377), müthiş bir hezimettir. … [s. 828]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 824-8.)

 

Bu vahim yenilgi üzerine Mustafa Kemal ile yakın çevresi, TBMM’yi Kayseri’ye taşıma, orduyu da Kızılırmak’ın gerisine çekme, yani Ankara’yı Yunan’a hediye etme kararı alırlar:

 

Kara haber Ankara’da yıldırım gibi beynimize indi. Eyvah, bu kadar emeklere; nice tehlikelerden atlatıp meydana getirdiğimiz kurtulma hareketi bitiyor. Millet ve devlet yeniden batıyor. Ümit yine söndü. Gülen yüz kalmadı. Herkes yas içinde. Hükümet Ankara’yı bırakıp acele Kayseri’ye nakle karar vermiş. Hey’eti Vekile’de Mustafa Kemal bu kararı verdirmiş. Dosyaları oraya taşıyorlar. Bunların bir kısmı yollarda zayi olmuştur. İsmet, Mustafa Kemal, Fevzi de orduyu Yeşilırmağın [Doğrusu Kızılırmak, yazar daha sonra Kızılırmak diye yazıyor] arkasına nakletmeğe karar vermişler, onu yapacaklar. … [s. 828]

Ankara mahşer; bir ana baba günü oldu. Kayseri’ye ilk kaçanlar Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve Yunus Nadi. Elhamdülillah sekiz on meb’us daha kaçtıysa da başkası kaçmadı. Hükümet, memur ve zabit ailelerini Kayseri’ye yolluyor. Sokaklarda, arabalar, atlar, eşekler, öküzler, kağnılar. Eşyalar arabalara yüklenmiş. Kadınlar eşyaların üstüne oturmuş. Bir tarafında bir kafes, bir tarafında bir oturak, bazısında üç dört tavuk da asılı. Çocuklar analarının kucağında ağlar. Kimsenin bir bildiği yok. Herkes meçhûlât içinde. Yalnız gâvur geliyormuş. Kaçmayı düşünüyorlar ve acele. Hükümet bu sevkıyatı idare ediyor. Araba az. Kimi cebren araba zaptedip ailesini yerleştiriyor. Gücü, gücü yetene. Hükümet meb’usları tahrik ediyor, yollamak istiyor. [s. 828-9]

Sokak, pazar insan dolu. Bir sürü insanlar koşuşup duruyorlar. Ekseri yürüyüşler manasız, şaşkınlık eseri. Bu insanların çoğunun elinde eşya var. Kimi bir endam aynası gezdiriyor, satmak istiyor. Kimi sırtına bir dolap almış, müşteri arıyor, kan ter içinde. Kiminin elinde veya omuzunda halılar. Fiyatlar ölü pahasına; fakat yine alan yok. Kim başına dert alacak? Herkes canını taşıyamıyacak halde, Şaşkın, şaşkın, telâş ve acele içinde. Bir öteye, bir beriye koşuyorlar. Para küçük ve hafif şeydir. Taşınır ve saklanabilir. Eşyayı nereye sığdırmalı?!, insanların benzi, ölü benzi..

… Bu harpten iki ay kadar evvel Temps gazetesinde General Delacroi adında bir Fransız generalinin bir makalesini okumuştum. Diyordu ki : «Yunanlılar büyük bir hücum yapacaklar. Hazırlanıyorlar. Böyle büyük bir hücumu yapabilmek için, insan, silâh, azık ve cephane nakliyatını te’min etmek lâzımdır. Bunun için muhakkak bu hücumu Afyon’dan yapacaklardır. Çünkü, oraya İzmir’den şimendifer var. Başka yerden yapamazlar.»

Sonra Sakarya’ya kaçan ordu enkazında tahkikatım esnasında İsmet’in İnönü’nde harp beklemek hatasını öğrendiğim vakit bu makale hatırıma geldi. Döğündüm. Bu adamlar bari bu makaleyi okusalardı. Bari bundan ders alsalardı. Yâni bir asker böyle bir hücumun ancak Afyon’dan olabileceğini iki kere iki dört eder gibi bilecekti. Bizimkiler bu kadar basit bir şeyi bilememişler, rezil olmuşlar ve olmuşuzdur. [s. 829]

Simdi bu ağalar orduyu Kızılırmak arkasına alacaklar. Hangi orduyu? 120 bin kişilik bir ordu dağılmış, Sakarya’nın arkasına sade yirmi bin kişi gelmiştir. Onun da elinde bir şiş yok. Malzemenin çoğu düşman eline geçmiştir. Bizim asker bozgunlukta fena kaçıyor. Zaten harpten evvel de bir düziye kaçıyorlardı.-Pek kahramanız diye övünmeyelim. Asker artık harplerden bıkmış, fırsat buldukça silâhını atıp, bir kısmı da silâhiyle kaçıyor. Son zamanlarda bunun önünü bir derece İstiklâl Mahkemeleri alabilmişti. …

Türk askeri müdâfaa azminde yekta bir askerdir. Fakat mağlûp olurca adetâ sıfır oluyor. [s. 830]

Ric’atte bir şeyi iyi yaptılar. Hangi hamiyetli zabitler ise onlar ne yapıp yapıp cephane sandıklarının çoğunu şimendifer ile nakledip, Nallıhan’da Kızılırmağın arkasına yığdılar. Gayet fena da iki şey yaptılar. Eskişehir – Ankara şimendifer raylarını ve köprüleri atmadılar. Mevcut koyun, keçi, sığır sürülerini sürüp bizim tarafa getirmediler. Oralarda pek çok koyun ve keçi sürüleri vardır. Sonra bunlar Sakarya Harbinde düşmana gıda olmuştur. Düşman hat [demiryolu] ile de Sakarya üzerine âlâ nakliyat yapmıştır. Halbuki Sakarya’da bozulduktan sonra Yunanlılar kaçarken bu rayları öyle atmışlardır ki, parça parça idi. Adeta her ray parçasının altına bir dinamit koymuşlardı. Sonra aylarca tamir edemedik. [s. 830-1]

… Ankara’da meb’uslar vaziyetten hiç bir şey bilmiyor. Mustafa Kemal’de de sadre şifa verecek bir haber yok. O, hükümet, Ankara’dan kaçma telâşında. Başka şeyi düşündükleri yok. Mustafa Kemâl eşyasını denk denk toplatmış, yolluyor. Meclis’in haline baktım. Herkes şaşkın tavuğa dönmüş, ne olacağına ve ne yapılması lâzım geldiğine dair kimsede bir fikir, bir rey yok. [s. 831]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 828-31.)

 

Peki, birçokları Kayseri’ye gitmişken, birçok evrak ve malzeme oraya gönderilmişken, halk da panik halinde Ankara’yı terk etme telaşına düşmüşken, gidişatı değiştiren ne olmuştur?

İlk etken, yenilginin nedeni ve sonuçlarına ilişkin bir Meclis Tahkik Heyeti (Araştırma Kurulu) kurulması ve bu heyetin, İsmet İnönü’nün muhalefetine rağmen cepheye gitmiş olmasıdır:

 

Bekir Sami, otuz meb’us konuşuyoruz. Ekserisi Adana ve Mersin meb’usları, İsmail Safa, Zamir, ilh… bana : «Ne yapalım? Sen ne dersin?» dediler. Dedim ki : «Vaziyet nedir? Bir bileniniz var mı?» «Yok» dediler. Arkadaşlara «Biz de, hükümet de, Mustafa Kemâl de bir şey bilmiyoruz. … Elde bir ordu kalmış mı, kalmamış mı, top, tüfenk hep zayi olmuş mu? Bildiğimiz yok. …. İptida bunları bilmeli, bilince bir şeyin yapılıp yapılamayacağını kestirmek, ümit varsa yapılacak şeyin ne olduğunu tayin etmek mümkün olur. Bunun için hemen celse [Meclis oturumu] yapın. Arkadaşlardan bir Tahkik Hey’eti teşkil edin. Beni de intihap edin [seçin]. Orduya gidelim. Görüp tahkik edelim, gelip size söyleyelim. Bu işi çabuk yapın. Vakit kârdır. Yunanlılar elbet Ankara üzerine yürüyeceklerdir» dedim. Pek münasip gördüler. Hemen resmî celse yapıp bir meb’us tahkik hey’eti ve beni de intihap ettiler. 14 kişi idik. İçimizde Çolak Selâhaddin, Konyalı Vehbi Hoca, Abdullah Azmi, Erzurumlu Durak da vardı. [s. 831-2]

Hükümete tebliğ edildi. İsmet’e yazmışlar. İsmet bizi kabul etmek istemedi. Sebebi, hatâ ve rezaletleri meydana çıkacak. Bu adam yaman adamdır. Böyle günde, böyle şey düşünülebilir mi? Ama kabahat ve rezaletleri meydana çıkmasın da ne olursa olsun. Bilakis insan bir yardım olur belki diye ister. Hem milletvekillerini nasıl men eder? İsmet : «Asker işine mebus, sivil karışamaz. Bu anarşidir, disipline mugayirdir» diyor. Hem kel, hem fodul!.. Neler yapmış?. Bir koca orduyu sıfıra indirmiş. Simdi bize ne diyor. Yaman hırsız ev sahibini bastırır. “Canım niye telâş ediyor? Biz oraya gidip kumandayı alacak değiliz… Zabitleri, neferlerin önünde döğdürmiyeceğiz. Askeri ihtilâle de teşvik etmiyeceğiz. Bunların sırası mı? Millet hali görmek istiyor. Hakkı değil midir?» dedim. Hasılı şiddetlendik, ısrar ettik. İsmet razı olmadı. Ama biz yola çıktık. Cepheye vardık, mâni’ olamadı. Fakat, gözümüze gözükmedi de.

Cepheyi bir başından başladık, ötür başına gidiyoruz. Ordu Sakarya’nın şark kısmında muhtelif tepelerde. Bu tepelerden cephenin vaziyetlerini, panoramasını görüyoruz. …

Geziyoruz. Ben muhtelif rütbedeki zabitler, hattâ çavuş, onbaşı ve neferler ile de, bir kenara çekip konuşuyorum. Malûmat istiyorum. … [s. 832]

Evvelce tasvir ettiğim gibi, harbi anlattılar. Her grupta hepsinin sözü müttefikti. Sanki bütün ordu bir ağız. Müttefikan diyorlardı ki: «Bizim adedimiz, tüfek ve sair kuvvetimiz düşmandan aşağı değildi. Bilhassa iyice yerleşmiştik. Hendeklerimiz mükemmeldi. Dünyada mağlûp olmazdık. Mağlûbiyetimizin sebebi cahilane sevk ve idare edildiğimizden. Biz, âlimâne idare isteriz.» Hele bu son cümle ve âlimâne tâbiri bir parola gibi herkesin ağzında idi. Devam ediyorlardı: «Bize, bizi âlimâne idare edecek bir kumandan ve Eskişehir – Afyon hattındaki o eski silâh ve kuvveti de verin. Düşmanı burada mutlaka tepeleriz. Boşuna rezil olduk. Muharebeye giremedik… İsmet kumandan olamaz.» İşte İsmet’in orduyu teftişimizi istememesinin hikmeti. Mustafa Kemal şimdi Nutuk’unda onun hatâlarını örtüyor. Çünkü işte müşterektirler [ortaktırlar]. [s. 833]

… Zabitler çok hamiyetli, çok fedakâr, ilk bir defa gönlüme ümit girdi ve doldu.

Tahkikata devam ettim. Geceleri kâh toprakta yattık. Dolaştık. Daha türlü manzaralar gördük. Artık hep aynı şeyi dinliyorum. Demek tahkikata artık devama lüzum yok. Tebellür etti ve tebellür eden şudur: «Ümit zail olmamıştır. Bilhassa zabitlerin hamiyeti galeyanda. Mağlûbiyetlerinden utanıyorlar. Lekeyi temizlemek istiyorlar. Büyük bir gayretle harp edecekler. Hemen hepsi düşmanı yeneceklerini söylüyorlar. Hastalık da anlaşıldı. Şimdi bunlara âlim bir kumandan ve eskisi kadar ordu, tüfek, top, cephane vermeli.»

Mes’ele bundan ibarettir. Bunları yapmak için hemen Ankara’ya gitmeli. Vakit vardır. Ya Yunanlılar harekete geçer vakit bırakmazsa.. Demek pek acele lâzımdır. Arkadaşlara «Gidelim!» dedim. … [s. 833]

Ben tetkikatımın neticesini, ne yapacağımı kimseye söylemiyorum. İfşa edip bir falso olmasın. Meclis’de bir âni darbe ile vaziyeti anlatmak, yapılması lâzım gelen şeyleri söyleyip, yaptırmak istiyorum.

Derken İsmet Paşa bizim eve geldi. Oturduğumuz odanın dört çevresinde sedir gibi minderler var. Ondördümüz sıralanmış oturuyoruz, İsmet yanıma oturdu. Halinde bir endişe, bir ihtiraz var. Hiç lâkırdı söylemiyor. Bir iki hoş beş lakırdı yaptı, fakat yavan. Kulağıma: «Seninle görüşmek istiyorum. Bize gidelim» dedi. Kabul ettim. Geceyarısı yaklaşmıştı. Kalktık kendi evine gittik. Bana bir düziye muhtelif sualler soruyor:

«E… Orduda ne gördünüz? Ne intiba hasıl ettiniz? Meclis’e ne diyeceksiniz? Meb’uslar benim çok aleyhimde mi? Bana bir şey yapabilirler mi sanki? ilh…» böyle şeyler. [s. 838]

Anlaşılıyor ki, İsmet yaptığı işlerden telâşta. Meclis’ten korkuyor. Benim ağzımı arıyor. Meğerse biz cephede dolaşırken Ankara’daki meb’uslar bu hezimetin faili olan İsmet’in Divan-ı Harb’e verilmesini istemişlermiş. Tabiî Mustafa Kemal de müşterek olduğundan mani olmağa çalışmış. Tabiî İsmet haberdar da imiş demek. Benimse bunlardan haberim yok. Tamam… Yanımıza gelmiş, beni evine götürmesi, bu mes’ele. Acaba biz de onun Divan-ı Harbe sevkini mi istiyeceğiz? İçini kurt yiyor. Onu öğrenecek. [s. 838-9]

Açtım ağzımı yumdum gözümü. «Ordu bütün senin aleyhinde. Cahil bir idare ile bu hale geldik. Yoksa mağlûp olmazdık. Alimâne idare isteriz diyorlar. Meclis sana bir şey yapamaz diyorsun. Ben zannederim ki, seni tutar, Meclis’in kapısına asar bile. Bu kahharî hezimetin mes’ulü sensin» dedim. «Ben yalnız değilim ki, Mustafa Kemal Paşa’nın emirlerini yapıyorum» dedi. «Onu da asarlar” dedim. [s. 839]

Şafak söküyordu. Misafir olduğum eve döndüm. Yâni beş – altı saat hararetli münakaşa ettik. Hele bir şeye pek kızmıştım. Bunu bana iki zabit pek acıklı bir surette anlatmıştı. Sakarya’ya vâsıl olunca İsmet iki genç mülâzımın [teğmen] gösterilen mevzide durmadılar diye idâm edilmelerini emretmiş. Bu ceza pek haksız imiş. Çünkü ordu mağlûp olmuş, çözülmüş, herkes kaçan kaçana olmuş. Bunlar da kaçmışlar. Bütün ordu zabit ve kumandanları İsmet’e yalvarıp affını istemişler. Zabitin biri pek değerli imiş. Sonra tamamiyle masum imişler. İsmet dinlememiş, kurşuna dizdirmiş. Diyorlardı ki, böyle kurşuna dizdirmek lâzımsa hepimizi, hele evvelâ İsmet’i kurşuna dizmek lâzımdır. Hep kaçtık. Tamamiyle doğru. Bu adam cehaleti ile kırdırdığı binlerce vatan evlâdı yetişmiyormuş da, üstüne bunları da yollamış. Bunu da acı acı söyliyerek suratına çarptım. Lozan’da birgün bu konuşmaları unutmuş, bana bir kumandanın merhamet tanımaması lüzumunu anlatıyordu. Misâl olarak bu iki zabit vak’asıııı söyledi ve dedi ki: «Mevzilerini terk etmişler, idâm edin dedim. Çünkü disiplin mes’elesi. O vakit orduya bir ders vermek lâzım. Hemen bütün ordu bu zabitlere acıdı. Benden aflarını rica ettiler. Dinlemedim. Dişimi sıktım. İdâm ettim.» Vak’ayı ben unutmuş değildim, isabet oldu. Bir tarafı tenevvür etmemişti [aydınlanmamıştı]. Simdi bizzat İsmet tenvir etti [aydınlattı]. Demek bunu İsmet gözdağı vermek için yapmış. Bunun için iki cana kıyıyor. Bunun da sebebi herkes korkup, kimse sesini çıkarmasın. Demek ona itiraz edip hataları meydana çıkarılamasın, mevkiinden düşmesin diye insandan kurban kesiyor. Hattâ hırsı uğrunda insan ona serçe gibi geliyor. O, bunu bana Lozan’da kendi kumandanlık meziyetini medih için anlattı. Halbuki bu vaziyet tamamiyle şecaat arzederken merd-i kipti sirkatin söyler idi. Şimdi azametinden yerlere sığmayan İsmet’i görenler, o zaman, yâni Polatlı’da görmüş olmalı idiler. [s. 839-40]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 831-40.)

 

Mustafa Kemal ile yakın adamlarının Kayseri’ye çekilmeyi (ya da kaçmayı) kafalarına koymuş olmalarına karşılık, ordudaki subaylardan birçoğu herşeye rağmen direnme yanlısıdırlar:

 

Ankara’ya döndük.

… Şimdi Müdâfa-i Milliye Vekâletinden de [Milli Savunma Bakanlığı’ndan] malûmat toplamak lâzım. Halbuki sabah erken ve ben yatakta iken, evime Binbaşı Mehmed Said, Binbaşı Han [Halit], Yüzbaşı (Adım hatırlayamıyorum. İstanbul meb’usu Ali Rıza’nın kardeşidir. Zavallı ölmüş) geldiler. … Kendi kendime: «Allah yolladı.» dedim …. [s. 840]

Said dedi ki : «Biz müşkülât içindeyiz. Yanlış işler yapılıyor. Bin yazdık. Söyledik. Öteye beriye başvurduk. Terter tepiniyoruz, anlatamıyoruz. Dedik bu işi siz yaparsınız. Size geldik. Aman bir çaresine bakınız. Sizde ümidimiz var. Yoksa mahvolduk. Fevzi Paşa acemi kur’a efradını aldı. Orduya ikmâl neferi olarak gönderiyor. Bu felâkettir. Bunlar bir şeye yaramaz; üste, orduyu da bozar. Bunları derhal cepheden çektirip ordu arkasındaki efrad depolarına aldırın. Bunlara orada sade nişan atmasını öğretsinler, ilk hatta biri ölünce derhal bunlardan bir tane yollasınlar. Ölenin tüfeğini alsın, ateşe başlasın, ikmal neferi olarak 94, 95, 96, 97’liler var. Bunlar harp görmüş. Pişkin efraddır. Derhal bunları silâh altına aldırınız.» Bu malûmat pek kıymetli, işin can alacak yeri idi. Ben zaten bunu öğrenmek istiyordum. Ayağıma geldi. «Peki vakit dardır. Yarın bugün Yunanlılar harekete geçer. Bu efradı on gün içinde orduya yetiştirebilir misiniz Dedim. «Teahhüd ediyorum. Bu iş benim vazifem. Yetiştireceğim» dedi. Bu adam mutlaka Hızır, işin can alacak noktası da bu. Bu da te’min olundu. Bakalım yiyecek, mühimmat işi var. Sordum, «Bu ne olacak?…» Halit «Bu da benim işimdir. Derhal Keskin’e, Çorum’a, Çankırı’ya doğru menziller yapacağım. Ali Rıza Bey (meb’us) de levazımdan yetişmedir. Bilir, o da oralara gider. Hasılı biz de ordunun erzakını yetiştireceğiz» dedi. Bu da oldu. [s. 841]

Teşekkür ettim. «Siz işe hemen başlayın. Ben yarın Meclis’ten bu kararları alırım» dedim. Çok sevindiler. Bu adamlar titriyorlardı. Ölecek gibi telâşta idiler. Ne kadar himmetli ve vatanperver oldukları görülüyordu, insanın içi, samimiyeti, böyle kara günlerde belli oluyor. Hamiyetlerine hayrân oldum. Derhal bu adamları büyük bir muhabbetle sevdim. Halâ severim. Hakikaten bu adamlar ki, en mühim noktayı halletmişlerdir. Sakarya ordusundaki perişan bakiyeyi Eskişehir – Afyon önündeki muntazam ordu ve o miktarda olacak neferleri ve yiyeceği vermiş ve zamanında yetiştirmişlerdir. Hele Mehmed Said Bey’inki diğerlerinden daha mühimdi, işte bazan koca vak’alar içinde böyle nâçiz bir kaç şahıs ne mühim işler görür, mühim zaferlerin temellerini kurar; sonra da Mustafa Kemal ve İsmet gibiler, bu zaferleri kendilerine mal ederler. Halbuki bu adamların hizmetlerini tesbit ve millete ilân etmek bilenlere vazifedir. Bu vazifeyi şimdi yapmakla vicdanım müsterihtir. Hattâ hiç tanımadığım Said Bey’i ondan sonra en iyi dost saydım ye Ankara’daki bağıma meccanen [parasız] oturttum. O da iyi adammış, ben Avrupa’ya çekilince zaruretimi düşünerek kendi arzusu ile kira vermişti. [s. 841-2]

Şimdi silâh meselesi: Tüfek yok diyorlar. Felâket. Tahkikat yaptım. Hükümetin karşısında eski bir hamamda bizim Rusya’dan getirttiğimiz 35.000 Rus tüfeği olduğunu öğrendim. [“Fahir Armaoğlu’nun Sovyet belgelerinden aktardığına göre, anlaşmadan sonraki bir yıl içinde Sovyet Rusya, Ankara Hükümeti’ne karşılıksız olarak 39.275 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 62.986.000 tüfek mermisi, 147.079 top mermisi, 1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası, 4.000 şarapnel mermisi, 1.500 kılıç, 20 bin gaz maskesi ve 10 milyon altın ruble yardım göndermişti. Bkz. Ayşe Hür, “Bir asırlık dostlar: Türkiye-SSCB/Rusya”, Radikal, 21/02/2016, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/bir-asirlik-dostlar-turkiye-sscb-rusya-1514670/Erkân-ı Harbiye Reisi ve Müdâfaa Vekili Fevzi’nin haberi bile yok. Mal bulmuş Mağribî’ye döndüm. Halkın elindeki silâhlar da toplanınca yüzbine çıkacak. Süngü? Düşündüm, yok. Ama buna çare kolay: Bir demir çubuğunun ucunu sivriltsinler, diğer ucunu da halka yapıp, tüfeğin namlusuna geçirsinler. Ama bir daha çıkmayacakmış. Zararı yok. Süvari kılıncı. Ailelerde yatan ve bilhassa atalarımızdan kalma eski kılıçlar vardır; onları toplatalım. Bir de İsmet’in yerine kumandan. Bu da ne yapalım, Mustafa Kemal olur. Fakat bilfiil [fiilen, iş başında] kumandan olsun. Askerin yiyeceği ne olacak? Para yok. Ekmek, fasulye, kahve, şeker, petrol, bez, kumaş, ilh… lâzım. Menba yok. Bütün dükkânlardan askere lâzım ne varsa cebren müsadere edilsin [el konulsun]. Fena zulüm ama, ne çare, evvelâ vatan lâzım. Vatan ve devlet olmayınca mal yerin dibine batsın. Şimdi iş tamam. [s. 842]

Demek her şey yolunda, her şey mümkün, Sakarya boyunda zabitlerin bütün istedikleri oluyor; Yâni «Eskişehir – Afyon hattındaki tüfek, cephaneyi verin. Bu lekeyi kanımızla temizleriz» diyorlardı. işte verilebilecek. Henüz Yunanlılar da harekete geçmedi. Vakit de var. Ne âlâ. Allah’a bin, bin şükür… Bana büyük bir ümit, hattâ mukavemete iman geldi. Neş’elendim. Nutuk için hazırladığım notlara, yapılacak tedbirleri de ilâve edip, nutkumu yazdım. Bunları Meclis’e kabul ettirip hükümete yaptıracağım. Kabul edileceğinden eminim. Çünkü meb’uslar bana bakıyorlar. Her dediğimi yapacaklarını vaad ediyorlar. Bütün Meclis arkamda, ümitleri bende idi. [s. 842]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 840-42.)

 

Rıza Nur’un 14 kişilik Tahkik Heyeti‘nin temsilcisi olarak Meclis’te yaptığı uzun konuşma ve dile getirdiği çözüm teklifleri, TBMM’nin Ankara’da kalıp savaşma kararı almasına yol açar.

Yaptığı teklifler arasında Mustafa Kemal’in başkomutan olması da vardır:

 

Yunan ordusu kumanda heyeti … Eğer derhal yürüseydi, silâh omuzda, askerî bir tenezzüh [piknik] yapar gibi gelecek, hiçbir mukavemet görmeyecek, Ankara’yı da zaptedecekti. Yunan ordusuna karşı koyacak bir ordu yoktu. … Hasılı, Yunan ordusu gaflet edip bize yeni bir ordu yapma için vakit verdi. Ben işimi hazırladım. Meclise koştum. Mustafa Kemal beni koridorda bekliyormuş, telâşla karşıladı. Sapsarı bir beniz. İmdad bekler bir gözle baktı; yüzü yerde. Hey gidi günler!… «Ne yapacağız? Ne yapacaksın?» dedi. Kuzu gibi olmuş, benden istimdat ediyor. Dedim: «Hafi celse [gizli oturum] yapalım. Siz hemen celseyi açınız ve bana söz veriniz.” «Peki» dedi. Koştu, celseyi açtı. Ve bana söz verdi. Kürsüye çıktım. İki-üç saat kadar süren bir nutuk söyledim. Lübbü [özü] şudur: … [s. 843]

“… Zabitler mağlûbiyetten utanıyor, ‘cahilane bir idare bizi bu hale koydu. Yoksa mağlûp olmazdık. Adedimiz kâfi, yerimiz iyi idi. Alimâne idare isteriz. Bize eski aded asker, silâh cephaneyi veriniz. Bir de âlimâne idare edecek kumandan koyunuz. Muhakkak surette Yunanlıları püskürtürüz» diyorlar.

«Arkadaşlar: Bahtiyarım, çünkü askerde maneviyat yüksektir. Tetkik ettim, istediklerini vermek de mümkündür. Allah’a şükür, henüz Yunanlılar da harekete geçmemişlerdir. Bu işi başarmak için bize vakit verdiler. Çok büyük ümit vardır. Me’yus olmayın. Ümidi aslâ kesmeyin. Sakarya’da düşmanı bozmak imkânı var. 

«Alınacak tedbirler: … Bütün kağnılar, öküzler, atlar, ilâh… müsadere edilip nakliyat işine tahsis edilecektir. Orduya yiyecek, petrol, sabun, ilâh… lâzımdır. Herkesin nesi varsa, dükkânlarda neler varsa derhal hükümet tarafından zaptedilip orduya verilecektir. … Herkesin elindeki mavzer ve emsali tüfekler ve fişekler derhal toplanıp, orduya en seri bir surette sevkedilecek. … Mustafa Kemal, bilfiil başkumandan olsun. … Ordu harbi Sakarya’da yapacak. Kızdırmağın arkasına çekilmeyecek. Hükümet ve biz de Ankara’da kalacağız. … Bu işleri derhal karar altına alınız. Derhal hükümet tatbik etsin. [s. 844]

«Maateessüf bunlar bu hükümet ile yürümez. Bu hükümet atalet ve uyuşukluk içinde…Meselâ Fevzi Paşa, hem Hey’et-i Vekile reisi [başbakan], hem Erkân-ı Harbiye Reisi [Genelkurmay Başkanı], hem Müdâfaa-i Milliye Vekili [Milli Savunma Bakanı], hem bilmem daha ne ve neler? Bu nasıl şey? Sade Erkân-ı Harbiye işi bir adamın vaktini alır. Bir adam kâfidir. Fevzi Paşa’ya hitap ediyorum ve soruyorum; bu kadar işi birden nasıl yapıyorsunuz? Muhakkak yapamıyorsunuz. Bu hırsın nedir? … Sen bütün mevkilerini bırak biraz hırsını yen! Sen durmaz çalışırsın, bilirim; fakat bu kadar işe yetişemezsin. Mühim bir andayız. Sen yalnız Erkân-ı Harbiye Reisi ol! Sade ordunun işini düşün, düzelt! Yunanlıları nasıl mağlûp edelim diye imâl-i fikr et! Saatlerce düşün! İmal-i fikir çok mühim şeydir. Bu esnada insanın aklına mühim tedbirler gelir. Müdâfaa-i Milliye’yi başkası alsın. Meselâ onu Refet Paşa’ya verin.” [s. 845-6] [Rıza Nur’un bu teklifi kabul görmüş, Refet Bele Savunma Bakanı yapılmıştır.]

Fevzi kalktı, sırasından bana cevap veriyor. Ben gerisindeyim. Dedi: «Ben haris değilim. Bana emrettiler, şunu uhdene al, aldım, bunu da al, dediler, onu da aldım. Ben kendim istemedim. Ben ne yapayım?…» dedi. Zavallının hali perişan. Porsuk bir uzviyet ve söz… Sesi af diler gibi… Haline acıdım. … [s. 846]

O sözleri âni bir buhran ve ye’isli bir heyecan içinde söyledi. Ruhunun samimi bir aksidir. Binaenaleyh pek doğrudur: «Verdiler, aldım.» Çok doğrudur. Bu adamda zerre kadar benlik, mevcudiyet, izzetinefis yok. Bir efendiye kul, köledir. Zannetmem ki, kurun-u kadîmde [eski çağlarda], esirlik devrinde bir orduya esir düşüp köle olarak satılan hiçbir şahıs bile o vakit efendisine Fevzi kadar, sadakatle ve itaatla hizmet etmiş olsun. Mustafa Kemal’e de böylesi lâzımdır. İsmet’i, Fevzi’yi tam bulmuştur. İkisi de emirber nefer, …. Hakikaten Mustafa Kemal, Fevzi’ye şu vekâleti al, diyor, alıyor. Sonra şunu da al diyor, alıyor. Sonra bırak diyor, bırakıyor. Daha ileri gidiyor, meb’usluğu da terk et diyor, terk ediyor. Sade Erkân-ı Harbiye Reisi ol, diyor, oluyor. Şunu yap diyor, yapıyor, yapma diyor, yapmıyor. Bugüne kadar hayatı hep budur. Hasılı halini güzel ve kendi ağzı ile tasvir ve kabahatini itiraf etmişti. [s. 847-8]

Meb’uslar daha evvel Fevzi’nin seciyesini kısmen öğrenmişlerdi. Bu hallerinden Fevzi’nin “F”si üstüne [Arap alfabesinde] bir nokta daha koyarak, ona Kuzu Paşa diyorlardı. Adı artık budur. Kuzu Paşa aşağı, Kuzu Paşa yukarı. Amma iyi bulmuşlardır. Bir kısmı buna kanaat etmeyip, sonra Öküz Paşa adını verdiler. İtaatı vakıa kuzu gibidir; yine onun gibi düşüncesiz ve inisiyatifsiz; fakat kuzu gibi sâf olsaydı, ben de bu adı münasip görecektim. Değildir. Vakıa bazı halleri öküz gibidir, ama öküz pek de muti değildir, üvendireden [ucunda nodul bulunan uzun değnek] korkar. Bu hiç üvendiresiz itaat ediyor. Sonra öküz gibi kafasız değildir. Zekâsı … zararsız bir zekâdır. Ve yine zararsız akl-ı selimi vardır. Biraz tarihten dem vurur. Bu bapta bazı şeyler okumuşa benzer. Sonra hemen herkes askerlikteki liyakatini söylüyorlar. Hakikaten Eskişehir – Afyon harbinde taarruzun sol cenahımızda olduğunu bilip, söylemiş ve fakat ağalar dinlememiş. Ne yapayım, böyle bilgiden bir fayda yoktur ki, ha bilmiş, ha bilmemiş. Kanaat ettiği şeyi insan, kabul ettirmesini de bilmelidir. Tehdidini ikâa muktedir olmalıdır. Böyle olursa bir şeye yarar. Bunda öyle şeyler yoktur. Bir söyler ve susar. Nitekim Sakarya Harbinde de hakiki vaziyeti o görecektir. Fakat bu sefer yine dediğini kabul ettirememiş, asıl kâr olmamışsa da büyük bir zarar ve felâketten kaçınmak suretiyle mühim kâr olmuştur. Yâni Mustafa Kemal’in ric’at emrini, o geri aldırmıştır. Lâkin [ancak] birkaç gün sonra dediği yapılmıştır. Bunları izah edeceğiz. [s. 848-9]

Nutkuma devam ediyorum. Nutkumun son kısmı şöyledir:

«Siz Ankara’yı bırakıp kaçıyorsunuz. Orduyu Sakarya’dan Kızılırmağın arkasına kaçıracaksınız. Siz, hükümet bu kararı vermiş, yapıyorsunuz. Ben diyorum ki, bu felâkettir. Eskişehir’den Sakarya arkasına gelen ordu, yirmibeş bin kişi kalmış, ordan Kızılırmak’ın arkasına varınca ise, ikibin beşyüz kalacaktır. Büyük bir hatadasınız. Ankara’da kalacağız. Ordu Sakarya’da döğüşecek. Burada muzaffer olacağız. Sizinle taban tabana zıddım. Sizi Millet Meclisi men edecek. Burada ve Sakarya’da kalacaksınız. Ne olursa burada olacak…»

Meclis bütün sözlerimi alkışlarla ve ittifakla kabul etti. O gün ve sonraki günlerde Meclis tamamiyle arkamda idi. [s. 849]

… Mustafa Kemal Meclis’te o günü yirmi – otuz meb’usun içinde bana : «Peki, kabinede sen de bir mevki almalısın,» dedi. Galiba benim, bunları bir mevki kapmak için yaptığımı zannetti. … Güldüm. «Benim mevki ile işim, hevesim yok. …» deyip oradan savuştum. [s. 850]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 843-50.)

 

Meclis, Kayseri’ye çekilme kararını iptal ettirdiği gibi, Mustafa Kemal’e çok sert eleştiriler yöneltilir.

Ancak Mustafa Kemal, Falih Rıfkı‘nın yukarıya almış olduğumuz ifadelerinin de ortaya koyduğu gibi, başkomutan olması ve orduya bizzat ve fiilen kumanda etmesi teklifini kabul etmek istemez:

 

Artık müzakere devam etti. Gittikçe münakaşa alevlendi. Çolak Selâhaddin, Hüseyin Avni, Hulûsi ve daha bir takımları Mustafa Kemal’e hücum ediyorlar. Mağlûbiyetin mes’uliyetini sırtına yükletiyorlar. Doğru, hakları var. Mustafa Kemal de bundan sinirleniyor, çıldıracak. … [s. 850]

Derken Mustafa Kemal Başkumandanlığı kabul etmem, dedi. Ve bunda temerrüd etti. Dedik: «Yahu! etme, kabul et!» «Ben zaten daima idare ediyorum. Geri durduğum yok ki… Ne lüzumu var, beni başkumandan yapacaksınız?» dedi. Ben de: «Yok, resmen ve mes’ul olarak başkumandan olmalısın. O vakit daha iyi gayretle çalışırsın.» Her şey bitmiş, elde ordu diyecek bir şey yok, Mustafa Kemal tamamiyle ümitsiz. Başkumandanlığı asla istemiyor. Çünkü onca mağlûbiyet muhakkak. Başkumandan olursa kendi mağlûp olacak. Şimdiye kadar perde arkasından elindeki İsmet ve Fevzi adındaki iki kuklayı, Hacivat’la, Karagöz gibi oynatmaya alışmış. Mesuliyetli iş olursa onlara veriyor, şeref olursa kendine alıyor. Resmen ve bilfiil kumandanlığı kabul etmeğe asla yanaşmıyor. Bütün Meclis de buna kızıyor. Meclis, pek asabileşti. O, kabul etmem diyor, başka şey bilmiyor. Ve dinlemiyor. Kızmışım. Bir aralık: «Peki! Senin vücudun âleme rahmet mi? Ne güne duruyorsun? Hangi işe yarıyacaksın?» diye bağırdım. Kızılca kıyamet koptu. Mustafa Kemal bana kürsüden küfürler ve tehdid yağdırdı ve bu arada yine dedi ki: «Mağlûbiyet muhakkak. Sen beni rezil olsun, şerefim gitsin diye başkumandan yapmak istiyorsun.” Bu söz bana öyle müthiş geldi ki, çıldıracaktım. «Yahu bu ne adam! Koca bir millet gidiyor; bu, şerefi düşünüyor. Bunu kim yapabilir? Hiç olmazsa insan haya eder de bunu söyliyemez. Of!… Ne … adama çatmışız!… Şeref!… Sanki Suriye’de mağlûp olan da bendim diyordum, işte bu andadır ki, bu adamdan tam nefret etmiş, ona büyük bir kin beslemeğe başlamıştım. … Herkes de bir şey söylüyor. … Topal Osman’ın kendisine verdiği muhafızları Meclis’e getirmiş. Onlara güveniyor, imalı bir surette onlarla Meclis’i tehdit ediyor. Bunlardan birçok herif Meclis koridorunda. [s. 850-1]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 850-1.)

 

Mustafa Kemal, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” dediği söylenen Mustafa Kemal, başkomutan olup cephede savaşa bizzat katılmayı ancak “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indir” formülünün işletilmesi şartıyla kabul etmek ister:

 

Her iş oldu. Benim bütün tekliflerim kabul edildi; fakat kumandanlık meselesi hâlâ olamıyor. Üç gündür uğraşıyoruz, kabul ettiremiyoruz. Halbuki vakit dar. Nihayet bakmış ki, olacak şey değil. Meclis mu’sır [ısrarcı], kabul etmezse hiçbir haysiyeti kalmayacak. Ekseriyet zaten aylardan beri aleyhine dönmüş. Geldi. Resmen celsede şu teklifi yaptı: «Eğer Meclis bütün teşriî [şeriat/yasa yapma, yasama] ve icraî [yürütme/hükümet] selâhiyetlerini bana verirse başkumandanlığı kabul ederim.» Ben bunu işitince iki yumruğumu küt küt diye kafama vurmuştum. Ve: «Eyvah, bu adam ne istiyor? Bu nasıl iş? Bu verilir mi? Bu istenebilir mi?» diye bağırmışım durmuşum. Ben farkında değilim. Sonra yanımdakiler söylediler. Kendi kendime düşünüyordum. [s. 851]

Bu müthiş bir şey. Başkumandan olmak için böyle bir salâhiyete lüzum yok ki… Başkumandan harbi başa çıkarmak için lâzım. Selâhiyetlere zaten maliktir ve onlar kâfidir. …. Kendi kendine kanunlar yapacak. Şunu bunu asıp kesecek. Böyle bir şeyi istemek ne müthiş bir …. Yahut bu adam bunu mahsus istiyor. Biliyor ki, Meclis kendi selahiyetlerinde pek hassas ve kıskançtır; vermeyecek, bu da bu şekilde başkumandanlıktan kurtulacak. Yahut Meclis verirse, bunlarla sonra bize, millete kıran salacak.. Kendine köle gibi itaat etmiyenleri imha edecek. Yapar mı? Yapar. Şaka değil. Kendisi ve keyfine göre kanun yapacak. Onunla istediğini mahkûm edecek. Tarihte bunun yalnız bir misali vardır. Jül Sezar, Roma Senatosu’ndan selâhiyetlerinin bir kısmını almış, kendisini ona «Yarı Allah » tanıtmıştı. Bu da buna benziyordu. [s. 851-2]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 851-52.)

ERZURUM KONGRESİ YA DA “ERZURUM TAKİYYE VE GİZLİ GÜNDEMİ”

(MUSTAFA KEMAL’E GÖRE, TÜRK MİLLETİ PADİŞAH’A İSYAN ETMİŞ VE HAKİMİYETİ ELİNE ALMIŞTI..

FAKAT, MECLİS’TEKİ MİLLETVEKİLLERİNİN, YANİ MİLLETİN VEKİLLERİNİN ÖNEMLİ BİR BÖLÜMÜNÜN BUNDAN HABERİ YOKTU..

VEKALET VERDİKLERİ VEKİLLERİ DURURKEN MİLLETİN HABERİNİN OLMASI İSE ZATEN BEKLENEMEZDİ..

O YÜZDEN MUSTAFA KEMAL, DURUMU MİLLETVEKİLLERİNE VECİZ BİR ŞEKİLDE ÖZETLEDİ: “BU BİR OLDUBİTTİDİR; YA TABİÎ GÖRECEKSİNİZ, YA DA İHTİMAL BAZI KAFALAR KESİLECEKTİR!”

MUHTEŞEM BİR MANTIKTAN GAYET İKNA EDİCİ BİR NUTUK!)

 

İlgili resim

mazhar müfit kansu erzurum'dan ölümüne kadar atatürk'le beraber ile ilgili görsel sonucu

erzurum kongresi ile ilgili görsel sonucu

ERZURUM KONGRESİ ile ilgili görsel sonucu

Erzurum Kongresi günlerinde..

erzurum kongresi ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

ihtimal bazı kafalar kesilecektir ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

İlgili resim

ihtimal bazı kafalar kesilecektir ile ilgili görsel sonucu

ihtimal bazı kafalar kesilecektir ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

atatürk sofra ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

atatürk vals ile ilgili görsel sonucu

 

Mustafa Kemal, olağanüstü bahtlı ve talihli bir adamdı.

Öyle sıradışı bir talihi vardı ki, İngilizler ne yapsa, ona yarıyordu.

Yaramayacak şeyleri de İngilizler, mutlu bir tesadüfle, asla yapmıyorlardı.

Mesela, İstanbul’u, yetmedi Mudanya ile Bandırma’yı işgal eden İngilizler, Falih Rıfkı’nın ifadesine göre, “Anadolu’ya asker yollamak ve Yunanlılara yardım niyetinde değil idiler”. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 66.)

Bunun, Mustafa Kemal’e dolaylı biçimde yardım etmek demek olacağını acaba anlamıyorlar mıydı?

Bu nasıl bir şans, nasıl bir talih, nasıl bir açık bahttı!..

Öyle muazzam bir şanstı ki bu, İngilizler daha fazlasını da yapmışlardı:

Falih Rıfkı’yı dinleyelim:

 

“Haziranda İngiliz nazırları (bakanları), Türk – Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.”

(Atay, Çankaya III, s. 82.)

 

Mustafa Kemal ortaya çıkmadan önce Osmanlı ile Yunanlılar arasında tarafsız kalmayan, onların İzmir’i işgal etmesine izin veren İngilizler, şimdi artık Mustafa Kemal liderliğindeki Türkler’le Yunanlılar arasında “tarafsız takılmaya” başlamış bulunuyorlardı.

Şans diye buna denir işte.

*

Hatta İngilizler, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle “daha ileri giderek“, “Yunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lazım geldiğini söylemişler”.

“Sizin rolünüz burada bitti. Osmanlı’nın işini bitirdik, yeni devlet kuruldu, maksat hasıl oldu. Bakarsın Türkler size mağlup olur da bu ‘yeni devlet’ ‘tek dayanağı’ndan mahrum kalır” diye düşünmüş olamazlar.

Çünkü, bu İngilizler tescilli salak..

Mustafa Kemal ise, değil.. O, şanslı ve de açık bahtlı..

Falih Rıfkı, şunları yazmaktadır:

 

“Türlü durumları, fırsatları ve şartları pek iyi kollamasını ve kullanmasını bildiğinden, harp ve politika işlerini de kıskıvrak iradesine bağlamıştır.”

(Atay, Çankaya III, s. 66.)

 

Ancak, “durumları, fırsatları ve şartları pek iyi kollamasını ve kullanmasını bilmek”, durumlar, fırsatlar ve şartlar elverişsiz olduğunda, aslında tek başına yeterli olmazdı.

Ön şart, “kollanacak ve kullanılacak” durumlar, fırsatlar ve şartların zuhur etmesiydi.

Bunu da, İngilizler, görüldüğü gibi, çok salak bir taife oldukları için, Mustafa Kemal’in bahtını açacak şekilde, mebzul ölçülerde yapmaktan geri kalmıyorlardı.

*

Ama kabul etmek gerekir ki, Mustafa Kemal de, İngilizler tarafından salakça üretilen fırsatları değerlendirmeye yarayacak kapasite ve yeteneğe olağanüstü boyutlarda sahipti.

Sadece şanslı değildi, sıradışı bir yeteneği de şahsında bulunduruyordu..

Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Söyler, inandırır, zora getirir, susturur”du. (Atay, Çankaya III, s. 81.)

Söyleyip inandırırsa, mesele yoktu.

İnandıramazsa, karşısındakileri “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” makamından gazeller ile “zora getiriyor, susturuyordu”.

İngilizler’in salakça sundukları fırsatlar, şans, yetenek, ve dahî zor

İşte başarı heykelinin inşasında kullanılan harcın malzemesinin önemli kısmı bunlardı.

*

Bu malzemede, Meclis’in açılışında yapılan yeminin de gösterdiği gibi, yalan söyleme anlamına gelecek şekilde zamana ve zemine göre konuşma ve takiyye de vardı.

Fakat, hayatta en hakiki mürşidin ilim olduğu henüz keşfedilmemiş, müzakerenin, yani ortak akla başvurmanın önemi anlaşılmamış bulunuyordu.

Mustafa Kemal, Yunanlılar’ı denize döktükten sonra, şöyle konuşacaktı:

 

“Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere [fikir alışverişi, görüşme] ile, münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına, vazıulyed [el koyan] olmuşlardı; bu tasallûtlarını [hakimiyetlerini] altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin [saldırganların] hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil, almış bulunuyor.

Bu bir emrivakidir [oldu bittiye getirmedir]. Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmıyacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş [olup bitmiş] bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal, olacaktır.

Burada içtima edenler [toplananlar], Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır.

“Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

(M. Kemal Atatürk, Nutuk, C. 2, İstanbul: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, 1969, 9. b., s. 690-691; Atay, Çankaya III, s. 149.)

 

Evet, mesele, aslında, Meclis’te millet iradesinin “fikri hür, vicdanı hür” bir şekilde tecelli etmesi, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete bırakılması değildi.

Mesele, “kuvvetle, kudretle ve zorla” (biraz da takiyye ile) emrivaki (oldubitti) kabilinden müzakeresiz (görüşmesiz) ele geçirilmiş bulunan “hakimiyet”in “behemahal” kabul ettirilmesi idi.

*

Hakimiyet milletin eline geçmişti. Meclis’teki milletvekilleri millet iradesini temsil ediyorlardı. Ve millet iradesini temsil eden bu milletvekillerine, “hakimiyetin zorla alındığı” söyleniyordu.

Milletvekilleri, yani milletin vekilleri, millet iradesini ya Mustafa Kemal’in istediği şekilde tecelli ettirecekler, ya da ihtimal ki kafalarını kaybedeceklerdi.

Mustafa Kemal, ne zaman “Padişah ve Halife”ye bağlılık yemini edeceğini ve ne zaman kafa kesme vezninde şiir okuyacağını çok iyi biliyordu.

İngilizler gibi, attığı adımlar başkasının işine yarayan, ona fırsat sunan salaklardan değildi.

Fakat İngilizler de, herşeye rağmen, son tahlilde şanslıydılar.

Belki, Mustafa Kemal’den bile şanslı.. Bütün salaklıklarına rağmen..

Birkaç yıl sonra, Batı’nın “uygarlığı”nı ihraç etmek istedikleri Türkiye topraklarında, istedikleri bütün çağdaşlaşma hareketlerinin gerçekleştiğini göreceklerdi.

“Muasır medeniyet seviyesi”nin, yani çağdaş uygarlık düzeyinin bütün icapları, eksiksiz bir biçimde yerine getirilecekti.

*

Erzurum ve Sivas kongrelerini toplar, Ankara’da TBMM’yi açarken, Mustafa Kemal’in aklında aslında başka şeyler bulunuyordu.

Mazhar Müfit Kansu, şunları yazmış bulunuyor:

 

Erzurum Kongresi’nin bittiği, 7 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Bey (Yiğit) ile dertleşmesini sürdürürken, aniden beni uyandırıp yanına çağırdı. Bir süre, sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“- Mazhar not defterin yanında mı?

“- Hayır Paşam!

“- Zahmet olacak, ama bir merdiven inip alacaksın. Hadi al gel!

“… Hemen aşağıya indim.… Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç nefes üst üste çektikten sonra; ‘Ama, defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin ! Şartım bu!’ dedi. Süreyya da, ben de; ‘Buna emin olabilirsiniz Paşam!’ dedik…. ‘Pekâlâ, yaz! Zaferden sonra şekl-i hükümet (hükümetin şekli) Cumhuriyet olacaktır!… Bu bir. İki!; Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç!; Tesettür (örtünme) kalkacaktır! Dört!; Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir!’ Bu anda, gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu bakış, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşmasıydı. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. ‘Neden durakladın?’ deyince, ‘Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var.’ dedim. Gülerek; ‘Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!’  dedi. Yazmaya devam ettim: ‘Beş!; Lâtin (Avrupa) hurufu (harfleri) kabul edilecek!” deyince ‘Paşam, kâfi, kâfi’ dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın edasıyla, ‘Cumhuriyetin ilânına kadar muvaffak olalım da üst tarafı yeter!’ diyerek defterimi kapadım, koltuğumun altına sıkıştırdım ve inanmayan bir adamın tavrı ile; ‘Paşam, sabah oldu! Siz oturmaya devam edecekseniz bana müsaade edin!’ diyerek yanlarından ayrıldım.”

(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le BeraberC. 1, Ankara, 1966, s. 131 vd.)

 

Halbuki, Mustafa Kemal’in başkanlık etmiş bulunduğu Erzurum Kongresi’nde delegeler, yani “millî irade”, başka kararlar almış bulunuyordu:

 

“1- … Bu sâhada yaşayan bilcümle ‘Anasıri İslamiyye (Müslüman halk), yekdiğerine karşı bir hiss-i fedâkârî ile meşhûn (fedakârlık hissiyle dolu) ve vaz’iyyeti ‘ırkıyye ictimâ’iyyelerine (ırksal ve sosyal durumlarına) riayetkâr, özkardaştırlar.

“2- Osmanlı Vatanı’nın Tamâmiyyeti ve İstiklâli Millimiz’in Te’mini ve Makam-ı Saltanat ü Hilafet’in Masûniyyeti (korunması) içün, Kuvâyî Milliyye’yi ‘amil (etkili) ve İrâdei Miliyye’yi (millî iradeyi) hakim kılmak esastır.

“3- …

“4- Hükûmet-i Merkeziyye’nin (İstanbul’un) bir tazyik-i Düvelin (devletler baskısının) karşısında, buraların terk ve ihmâli ıztırârında (zorunda) kalması ihtimaline göre, Makaam-ı Hilâfet ve Saltanat’a merbûtiyyetini (bağlılığını) ve mevcudiyyet ve Hukuuk-ı milliyeye kâfil (kefil olan) tedâbîr ve mukarrerât (önlem ve kararlar), ittihaz olunmuştur (alınmıştır).”

 

Mustafa Kemal, bu kararların altına imza atmış durumdaydı.

Görünüşte, diğer delegelerle birlikte bunları savunuyordu.

Mazhar Müfit Kansu’ya ise, aslında bir “gizli gündem”inin bulunduğunu, takiyye yaptığını, kimseye söylememesi kaydıyla açıklıyordu.

Ve bütün bunları Mazhar Müfit, Atatürk’ün bir meziyeti olarak aktarıyordu.

FALİH RIFKI ATAY: İTTİHATÇI LİDERLER, “SARHOŞ, AHLÂKSIZ, HARİS (HIRSLI), HİÇBİR RÜTBE VE MAKAMLA DOYMAYAN, EĞLENCE VE İÇKİ DÜŞKÜNÜ, SEFİH” KABUL ETTİKLERİ MUSTAFA KEMAL’E GÜVENMİYORLARDI..

MUSTAFA KEMAL İNGİLİZ VİZESİYLE SAMSUN’A ÇIKARKEN BU ÖNDE GELEN İTTİHATÇILARIN İNGİLİZLER TARAFINDAN MALTA’YA SÜRÜLMÜŞ OLMASI,

MUSTAFA KEMAL’İN MUHTEŞEM TALİHİNİN EN PARLAK SAYFALARINDAN BİRİDİR..

İTTİHATÇILAR GÜVENMİYORDUYSA DA, ONLARA “GICIK” OLAN VAHİDEDDİN, MUSTAFA KEMAL’E GÜVENMİŞTİ..

VE TBMM’NİN AÇILIŞI SIRASINDA YAPILAN YEMİN, VAHİDEDDİN’İN GÜVENİNİ TAZELEMİŞTİ..

ANCAK, TBMM’NİN AÇILMASIYLA BİRLİKTE FİLM KOPMUŞ,

“BİZ, BAŞINDA PADİŞAH’IN BULUNDUĞU DEVLETİN MEMURU SAYILMAYIZ; ARTIK MİLLET HAKİMİYETİ ELİNE GEÇİRDİ, BİZ DE MİLLETİN SEÇİLMİŞ TEMSİLCİLERİ, VEKİLLERİYİZ; TBMM’NİN BAŞI DA MUSTAFA KEMAL’DİR” DİSKURU BAŞLAMIŞTI..

 

meclisi mebusan ingiliz işgali ile ilgili görsel sonucu"

meclisi mebusan 16 mart ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

tbmm açılış 1920 ile ilgili görsel sonucu"

mustafa kemal ittihatçılar ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal ittihatçılar ile ilgili görsel sonucu"

mustafa kemal ittihatçılar ile ilgili görsel sonucu"

mustafa kemal ittihatçılar ile ilgili görsel sonucu"

mustafa kemal ittihatçılar ile ilgili görsel sonucu"

mustafa kemal enver paşa ile ilgili görsel sonucu"

mustafa kemal enver paşa ile ilgili görsel sonucu"

mustafa kemal enver paşa ile ilgili görsel sonucu"

mustafa kemal enver paşa ile ilgili görsel sonucu"

mustafa kemal enver paşa ile ilgili görsel sonucu"

Sir Horace Rumbold, Portrait of a Diplomat 1869-1941 by Gilbert ...

Joseph C.Grew'e göre Lozan Barış Görüşmeleri ve İsmet Paşa ...

Lozan Barış Antlaşması'nın 96. Yıldönümü… - 24SaatGazetesi

Lozan‘dan bir görüntü: İsmet İnönü‘nün solunda duran İsviçre Cumhurbaşkanı’nın solundaki kişi Sir Horace Rumbold.. İstanbul’un işgal günlerinin İngiliz Yüksek Komiseri.

 

 

Yunanlılar’ı Milne Hattı (General Milne tarafından çizilen Türk-Yunan sınırı) ile Ege’de durduran, Mustafa Kemal’in üzerine yürümelerine engel olan İngilizler, “Halife’ye ve hükümetine” Ankara’ya tepki göstermeleri yönünde baskı yaparak, onların Mustafa Kemal tarafından “hainilan edilmesinin zeminini hazırlamışlardı.

Böylece, Mustafa Kemal’in Osmanlı’yı tasfiye ameliyesini kolaylaştırmış oluyorlardı.

Gerçekte ise, Atatürk’ün has adamı Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabında ifade ettiği gibi, Halife’nin ve Osmanlı hükümetinin emri altındaki “Osmanlı Genelkurmayı cephe kuruluşlarına el altından yardımcı idi” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 14).

Hain değillerdi.

Tam aksine, yardımcıydılar, yardım ediyorlardı.

*

Ancak İngilizler, Anadolu’daki Osmanlı Genelkurmayı’na bağlı komutanların sadece Mustafa Kemal’den emir almak zorunda kalmalarına yol açacak şekilde, 16 Mart 1920 günü Harbiye Nezareti’ni (Savunma Bakanlığı’nı) işgal etmişlerdi.

İngilizler aynı gün, Ankara’da bir ay ve bir hafta sonra, yani 23 Nisan 1920 günü toplanacak olan TBMM’nin kuruluşuna zemin hazırlayacak, onu yegâne meşru otorite ve tek merci haline getirecek şekilde, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ı da basmış, mebusların (milletvekillerinin) bazılarını tutuklayıp Malta adasına sürgün etmişlerdi.

Misak-i Millî kararını alıp kamuoyuna ilan eden Meclis-i Mebusan’ın, Mustafa Kemal’in emri altına girmesi mümkün değildi. Çünkü, Meclis’te ağırlığı ellerinde bulunduran İttihatçılar nezdinde o, Padişah görevlendirmiş bile olsa, itaat edilmeye layık biri değildi.

Falih Rıfkı bu hususta şunu söylemektedir:

 

“İttihatçıların daha Selânik’te iken vurdukları damga üstündedir: ‘Haris’dir » [hırslı, ihtiraslı], hiçbir rütbe ve makamla doymaz. İnsanca yaşamayı, eğlenmeyi ve içmeyi sevdiği için o devir anlayışına göre ‘sefih’tir. Ve durmadan tenkit ettiği ve İttihatçıların tutumunu beğenmediği için ‘uzlaşılmaz’ bir adamdır.”

(Atay, Çankaya III, s. 20.)

 

Evet, İttihatçılar, Mustafa Kemal’e, yine Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “sarhoş, ahlâksız ve haris” damgasını vurmuş bulunuyorlardı (Atay, Çankaya III, s. 158).

İşte, İngilizler, Meclis-i Mebusan’daki (Mustafa Kemal’i böyle gören) İttihatçı ileri gelenleri Malta’ya sürmekle, onları oyun dışı etmiş, Mustafa Kemal için araziyi daha elverişli hale getirmiş oluyorlardı.

*

İngilizler’in Meclis-i Mebusan’ı işgal edip dağıtmaları sayesinde Ankara’da TBMM’yi toplamak için uygun zemine kavuşan Mustafa Kemal, böylece, hakimiyetin (egemenliğin) “kayıtsız şartsız” milletin olduğunu, millet iradesinin de yalnız ve yalnız TBMM tarafından temsil edildiğini, TBMM’nin de kendisini reis yapmış olduğunu söyleme imkânına kavuşmuş oluyordu. (Atay, Çankaya III, s. 73.)

Onun, TBMM toplanmadan önce ise, millet iradesinin tecellisi olarak “meşru otorite” konumunda bulunduğunu söyleme imkânı bulunmuyordu.

O ana dek, bütün meşruiyetini, “Padişah ve Halife”ye bağlı hükümetin “gizli gündem”le ordu müfettişi olarak Anadolu’ya gönderdiği bir memur olmasından alıyordu.

Bu yüzden, kendi başına “meşru otorite” olarak bir Meclis toplama yetkisi ve gücü de elinde bulunmuyordu.

Ancak, “Padişah’a ve Halife’ye itaat” çerçevesinde, yani Osmanlı Devleti adına böyle bir girişimde bulunabilir, teşebbüsüne bu şekilde meşruiyet sağlayabilirdi.
*

Bu yüzden, TBMM toplandığında, başta Mustafa Kemal olmak üzere bütün milletvekilleri, “Padişah ve Halife”ye bağlılık yemini etmişti.

Yani, halk tarafından temsilci olarak seçilmiş olmanız, tek başına birşey ifade etmiyordu.

Günümüzde, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmeyen bir milletvekiline verilen oyların hiçbir kıymet-i harbiyesinin bulunmaması, Meclis’in kapısından bile içeriye sokulmaması gibi..

Aynı şekilde, karşı olmak bir tarafa, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olduğunu deklare etmeyen bir siyasal partinin kurulmasının ve yaşamasının mümkün olmaması gibi.. İsterse milletin yüzde 90’ının, 99’unun oyunu alsın..

Kısacası, bugün nasıl “meşruiyet” için Atatürk’e bağlılık dayatılıyorsa, o gün de, meşruiyetin temeli, “Halife ve Padişah’a” bağlılık idi.

Falih Rıfkı şunları yazmaktadır:

 

Buhari-i Şerifler, minarelerde sala ve ‘sevgili padişahımıza sadakat’ yeminleri ile aynı tören yapılmıştır. Meclis toplanır toplanmaz ‘ilk ve son sözü padişah ve halifeye bağlılık’ olduğuna yemin edilmiştir! ‘Cenab-ı Hak ve Resul-i Ekrem’i namına yemin ederiz ki padişaha ve halifeye isyan sözü yalandan ibarettir’.”

“Mustafa Kemal ilk amacına ermiştir. Bir Millet Meclisi vardır. Onun başbakanı ve hükûmeti vardır. Yeni devlet kurulmuştur. İstanbul için tek umut bunu yıkmakta, hatta düşmana yıktırmakta, yeni devletin de tek dayanağı vatanı düşmandan kurtarmaktadır.”

(Atay, Çankaya III, s. 22.)

 

Evet, Mustafa Kemal böylece, “vatanı kurtarmaktan da önde gelen” amacına, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle “ilk amacı”na ulaşmıştı.

*

Bu yeni devletin “tek dayanağı“, Falih Rıfkı’nın ifadesine göre, “vatanı düşmandan kurtarmak”tı.

Böyle olunca, “Türkler ile Yunanlar arasında çatışmaları önlemek için” Milne Hattı’nı Yunanlılar’a dayatan, onların Anadolu içlerine yürümesine engel olan İngilizler’in, mutlu tesadüfler zinciri içerisinde, “yeni devlet”e, vatanı Yunanlılar’dan kurtarma fırsatını vermesi, Mustafa Kemal’in olağanüstü açık bahtı ve matematikteki ihtimal hesaplarını alt üst eden sıradışı şansı çerçevesinde hiç de şaşırtıcı olmazdı.

Yeni devletin “tek dayanağı”na kavuşması, Milne Hattı’nın işlevine son verilmesini gerektiriyordu.

Bu “tek dayanak”; Mustafa Kemal’in harikulade talihi çerçevesinde, “yeni devlet”in kurulmasından iki ay sonra, acayip uygun bir zamanlama ile 22 Haziran 1920 günü gerçekleşiyor, Yunanlılar nihayet Mustafa Kemal’in üzerine yürümeye başlıyorlardı.

Kriz, fırsat anlamına geliyordu. Ya da, fırsat için tam da o sırada kriz gerekiyordu.

Falih Rıfkı, şunları yazmaktadır:

 

“24 Nisan 1920’den beri Mustafa Kemal Paşa Meclis ve Hükûmet Başkanı idi. 18 Haziranda Meclis Misak-ı Milli’ye yemin etmiş, 22 Nisanda Paris Barış Konferansı’na çağrılan İstanbul hükûmeti 25 Haziranda Damat Ferit heyetini görevlendirmişti. Ankara’yı içten yıkma denemesi suya düştüğünü gören İngilizler 25 Haziranda Mudanya ve Bandırma’ya asker çıkarmışlar ve aynı gün Yunanlıları taarruza geçirmişlerdi.

(Atay, Çankaya III, s. 35.)

 

Evet,  “Türkler ile Yunanlar arasında çatışmaları önlemek için” Milne Hattı’nı Yunanlılar’a dayatan, onlara Mustafa Kemal’in üzerine yürümeyi yasaklayan İngilizler, tam da “yeni devlet”in ve “başkan”ının “tek dayanağa” ihtiyaç duyduğu sırada, Mustafa Kemal açısından şanslı ve bahtlı bir zamanlamayla, nihayet Yunanlılar’a Ankara üzerine yürüme iznini vereceklerdi.

*

Murat Bardakçı’nın Şahbaba adlı ayrıntılı ve dikkatli araştırmasında aktardığına göre, “Padişah ve Halife” Vahideddin, Mustafa Kemal’in kendisine (yani Osmanlı Devleti’ne) ihanet ettiğini fark ettiği için, Anadolu’ya gitme ve direniş hareketini bizzat yönetme kararı almış bulunuyordu.

Ancak, İngilizler buna müsade etmemişlerdi.

Okuyalım:

 

Sakarya’dan [10 Eylül 1921] bir buçuk – iki ay önceydi [10 Temmuz 1921 – 24 Temmuz 1921 arasında yaşanan Kütahla-Eskişehir Muharebeleri bozgunu sonrası, Temmuz sonları]. Sultan Vahideddin’in ablası Mediha Sultan’ın oğlu Sami Bey Baltalimanı’ndaki [Sarıyer] sarayda bir gece saat 10 sularında haremini ve çocuklarını topladı. Oğullarına “Sabah erkenden dayıbabayla [Sultan Vahideddin’le] Anadolu’ya geçiyoruz dedi. “Söğüt yatıyla gidiyoruz. Ben dayıbabanın yaverliğini yapacağım. Annelerinize iyi bakın. Tabancalarınız var, Rum gelirse vurun.”

Sami Bey bunları söylerken kızı Hatice ağlıyordu.

Yol hazırlıkları hemen başladı. Bavulların yapılması sabahın dördüne doğru tam tamamlanmıştı ki, hizmetkârlar bir ziyaretçinin geldiğini söylediler.

Misafir, İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold‘du [Sir Horace Rumbold].

Habersiz, üstelik de böyle bir vakitte [sabahın 4’ünde] gelişinden dolayı sadece birkaç kelimeyle özür diledi ve derhal Yıldız’a çıkıp Vahideddin’le görüşmek istediğini söyledi. Kendisi hükümdarı o saatte rahatsız edemezdi ama Sami Bey’le beraber gidebilirlerdi…

Saraya vardıklarında güneş yeni doğuyordu. Yüksek Komiser, yol hazırlığını belli etmemeye çalışan hükümdara hitaben kısa konuştu: “Siz giderseniz, biz de [İngilizler de] gideriz” dedi. “İstanbul’da tek bir İngiliz neferi bile kalmaz. [Büyükçekmece’ye 20 km mesafede bulunan] Çatalca’nın ilerisinde 5 bin Yunan askeri hazır bekliyor. Biz gideriz, onlar gelir. Karar sizin.” 

Sonra “Majesteleri” dedi, hafif şekilde öne eğildi, emperyal bir selam verip salondan çıktı.

Yıldız ve Baltalimanı’nın hizmetkârları hazırlanmış bavulları sabahın erken saatlerinde boşaltmaya başladılar. Elbiseler ve üniformalar çıkartıldıkları gardroplara yeniden yerleştirildi…

Rumbold’un teşebbüsten hangi vasıtayla haberdar olduğu, seyahat hazırlıklarını İngilizler’in kulağına Vahideddin’i kararından vazgeçirmeye çalışanların mı yoksa başka çevrelerin mi fısıldadığı hiç öğrenilemedi.

(Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2006, s. 219.)

 

Gerçekte, bize ezberletilen “resmî tarih”e göre, İngilizler’in “hain” Vahideddin’i Ankara’ya gitmesi için cesaretlendirmeleri, teşvik etmeleri, hatta zorlamaları gerekirdi.

Gitseydi ne olurdu?

Ortada henüz bir başarı yoktu. Yunanlılar Kütahya-Eskişehir Muharebeleri’nde İsmet İnönü komutasındaki 70 bin kişilik orduyu darmadağın etmişlerdi.

Ordudan geriye sadece 30 bin kişi kalmıştı.

Ve, Mustafa Kemal, kalan bu 30 bin kişiyi de Ankara’nın ve Kızılırmak’ın doğusuna çekme kararı almış durumdaydı.

Ayrıca, TBMM’nin de Kayseri’ye taşınması kararı alınmıştı.

Yani Ankara, Yunan’a altın tepsi içinde sunulacaktı.

Ancak, TBMM’deki “muhalif milletvekilleri” buna izin vermeyecekler, Sakarya Meydan Muharebesi’nin yapılmasının zeminini hazırlayacaklardı.

*

Evet, Vahideddin’in Ankara’ya gitmesi, Mustafa Kemal’in Vahideddin’e biat tazelemesinden başka bir sonuç veremezdi.

Ancak Vahideddin, Mustafa Kemal kadar şanslı değildi. İngilizler, onun Samsun’a gidişini engellememişler, istediği “vize”yi vermişler, İstanbul’dan göndermişlerdi.

Hem de kalabalık bir heyetle birlikte..

Vahideddin’in Anadolu’ya geçme teşebbüsünü ise, daha fikir aşamasındayken engellemişler, ve istihbaratlarının hiç de fena olmadığını, gizli servislerinin gayet iyi çalıştığını göstermişlerdi.

Aynı istihbarat (gizli servis), Mustafa Kemal’in Samsun’a hareketi sırasında ise “nal toplamıştı”.

“Resmî tarih”e göre, durum buydu.

*

Vahideddin’in Anadolu’ya geçmekten vazgeçmesi üzerine İngilizler İstanbul’da kalmaya devam etmişler, sonra da, İstanbul’u Mustafa Kemal’e teslim etmişlerdi.

Mustafa Kemal’in ordusundan korktukları için mi?

Atatürk’ün sofra arkadaşı Falih Rıfkı Atay‘ın anlatımına bakılırsa, ortada hiç de korkulacak birşey yoktu:

 

“Fransız Yüksek Komiseri General Pellé de bu sırada [İzmir kurtulduğu sırada] İzmir’e geldi….

“General [Mustafa Kemal’le görüşüp] gemisine dönünce [Mustafa Kemal] bizi yanına çağırdı:

“- [Fransız Genera] ‘Ordularınızı durdurunuz,’ diyor. ‘Muzaffer ordularımızı daha uzun müddet nasıl tutabilirim? Çabuk mütareke (ateşkes) yapılmalıdır,’ dedim. Acele İstanbul’a gidecek…

“Sonra güldü:

“- Bizim muzaffer ordular… Nerelere dağıldıklarını pek iyi bildiğim yok. Bir toplanmaya kalksak kim bilir ne kadar zaman geçer? dedi.

“Bütün orduları bir yumruk gibi sıkıp Yunan ordusunun başına indiren bu komutan, şimdi de:

Mütareke [ateşkes] olmadan [savaşıyor halde] tek bir Türk jandarmasını Trakya’ya geçirmem, diyordu.”

(Atay, Çankaya III, s. 136).

 

TBMM’de “Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz” diye kahramanca nutuk atarken, Fransız Generali’ne, “Trakya’daki, Yunan işgali altında bulunan vatan toprağı için vatandaş kanı akıtmayacağım. Çabuk mütareke ilan edelim” demektedir.

Mütareke olmadan tek bir Türk jandarmasını Trakya’ya geçirmem” diye adeta “Yunan’a garanti” vermektedir.

Ve, “Bizim muzaffer ordular… Nerelere dağıldıklarını pek iyi bildiğim yok. Bir toplanmaya kalksak kim bilir ne kadar zaman geçer?” diye konuşmaktadır.

“YA MALTA, YA ANKARA!”: İNGİLİZLER, OSMANLI BÜROKRASİSİ VE MUSTAFA KEMAL

 

MECLİSİ MEBUSAN ile ilgili görsel sonucu"

MECLİSİ MEBUSAN ile ilgili görsel sonucu"

MECLİSİ MEBUSAN ile ilgili görsel sonucu"

MECLİSİ MEBUSAN ile ilgili görsel sonucu"

malta sürgünleri ile ilgili görsel sonucu"

MECLİSİ MEBUSAN ile ilgili görsel sonucu"

bekir ağa bölüğü ile ilgili görsel sonucu"

malta sürgünleri ile ilgili görsel sonucu"

bekir ağa bölüğü ile ilgili görsel sonucu"

bekir ağa bölüğü ile ilgili görsel sonucu"

bekir ağa bölüğü ile ilgili görsel sonucu"

bekir ağa bölüğü ile ilgili görsel sonucu"

bekir ağa bölüğü ile ilgili görsel sonucu"

 

Falih Rıfkı Atay (1894-1971), Cumhuriyet döneminin en etkin gazeteci ve yazarlarından biri olarak biliniyor. İzmir’in kurtuluşundan sonra Mustafa Kemal ile tanışıp dostluğunu kazanmış ve onu tanıtan anılarıyla ün kazanmıştır. 1923-50 arasında, yani Tek Parti iktidarı sırasında kesintisiz biçimde milletvekili olarak TBMM’de bulunmuştur. Vikipedi‘de belirtildiği gibi, “Atatürk‘e yakınlığı nedeniyle çok önemli olaylara tanıklık etmiş ve kişisel tarihi Cumhuriyet tarihi ile özdeşleşmiştir”.

Atay’ın Çankaya‘sı, Atatürkçü ya da Kemalistlerin çok önemsedikleri bir kitap durumunda.

Mesela, Emin Çölaşan şunları yazmış bulunuyor:

 

“Türk ordusu 9 Eylül 1922’de İzmir’i alıyor. Genç gazeteci Falih Rıfkı ertesi gün vapurla İzmir’e gelip Gazi ile ilk söyleşiyi yapıyor. Gazi ile her konuda yakınlığı ve sofra arkadaşlığı ölümüne kadar -gazeteci ve milletvekili olarak- sürüyor. 1950′li yıllarda yazdığı ‘Çankaya’, gerek yorumları ve gerekse ‘insan Atatürk’ü’ anlatan bölümleriyle muhteşem bir eser. Elimde yetki olsa bu kitabı milyonlarca bastırıp okullarda ders kitabı olarak okuturum.”

(Emin Çölaşan, “Falih Rıfkı Anlatıyor”, Hürriyet, 9 Kasım 2003.)

 

Gerçekten de ders kitabı olarak okutulabilecek bir kitap. Alınacak çok ders var.

Atatürk’ü, muhaliflerinin değil, “milletvekili yapma, yakınlarından olma imtiyazı tanıma ve sofrasından ayırmama” da dahil olmak üzere birçok şekilde ödüllendirdiği sadık bir has adamının anlatımı ile tanımak, tabiri caizse biraz “torpil” geçmek gibi olabilir ama, önyargısız bir bakış açısı bu tür anlatımlara da sırtını dönemez.

Lafı uzatmadan konuya girelim.

Mustafa Kemal’in, 16 Mart 1920 tarihinde, yani Ankara’da TBMM’nin toplanmasından tam bir ay ve bir hafta önce İstanbul’un İngilizler tarafından işgalini, bir “kurucu meclis” oluşturmak için bir fırsat olarak kullandığı görülmektedir. “Kurucu meclis” demek, yeni bir devlet yapılanmasının ve hükümetin ortaya çıkması, İstanbul’daki hükümetin ve Meclis-i Mebusan’ın hükümsüz hale gelmesi demek oluyordu. İstanbul’u işgal eden İngilizler, Mustafa Kemal’e tabi olmayacağı belli olan Meclis-i Mebusan üyelerini tutuklayıp Malta’ya göndermekle, geriye kalanların da Ankara’ya gitmek zorunda kalmalarının önünü açmakla, TBMM’nin kurulması için araziyi hazır hale getirmiş oluyorlardı. Bunun iki açıklaması olabilir: Birincisi, İngilizler siyasetten ve stratejiden anlamayan ahmak bir topluluktur. İkincisi, Osmanlı Devleti’ni ve onun misyonunu usturuplu bir şekilde tarihe gömmek isteyen dessas ve hilebaz İngilizler, Mustafa Kemal’e, bunu yapması için ortam hazırlıyorlardı.

Hangisinin doğru olduğuna tarihçiler karar versinler.

Falih Rıfkı, şunları yazıyor:

 

“Nitekim 16 Mart İstanbul işgalinden sonra Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye’yi geçici bir hükûmet olarak tanıtmak ve o vakit ‘Meclis-i Müessesan’ denen bir ‘Kurucu Meclis’ toplamak ister. Bütün asker ve sivil otoritelere, artık yetkili otorite biziz, İstanbul’la bütün ilgilerinizi keseceksiniz diye bildirir. Komutanların fikirlerini sorar. ‘Kurucu Meclis’ sözü başta Kâzım Karabekir’i kuşkulandırır. Komutanlara ve sivil makamlara bildirdikleri arasında şunlar da vardı: 1- İstanbul işgali her tarafta protesto edilecektir. 2-İstanbul’da hiçbir resmî makamla temas edilmeyecektir. 3- Hıristiyanlara kötü davranılmayacaktır. 4- İngiliz subayları rehin olarak tutulacaktır. Bu rehin ilerde Malta sürgünlerinin kurtarılmasına yarayacaktı.

“Bazı irkilmeler üzerine ikinci bir bildiri ile Kurucu Meclis yerine olağanüstü bir meclis toplanmaya karar verildiğini söyler. Seçim 19 Martta yapılacaktır. İstanbul’da kaçanlar Meclise katılacak, gelmeyenler yerine yenileri seçilecek, belediye ve vilâyet meclisleri ile Müdafaa-i Hukuk heyetleri de temsilci yollıyacaklardı. 441 yerine 381 milletvekili ile yeni Meclis kurulmuştur. 115 memur ve emekli, 61 sarıklı, 51 asker, 26 çiftçi, 37 tüccar, 49 avukat, 21 hekim, 8 şeyh, 6 gazeteci, 5 ağa, 5 aşiret reisi.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 20.)

 

Mustafa Kemal’in o gün için asıl amacının, başında kendisinin bulunduğu yeni bir devlet kurmak olduğu anlaşılmaktadır. İngilizlerin politikası da, mutlu bir tesadüf ile bu gayeye hizmet etmiştir. Tabiat boşluk kabul etmediği için, yeni devletin kurulması, Osmanlı’nın kendiliğinden ortadan kalkması anlamına gelecekti.

TBMM’nin toplanması, Osmanlı Devleti ve hükümetinin “meşru otorite” olmaktan çıkması, onun yerini TBMM’nin alması demek olacaktı. Hakimiyetin millete ait olduğu, millet iradesini de Ankara’daki Meclis’in temsil ettiği söylenebilecekti.

Bu noktada, sadece Meclis-i Mebusan üyeleri için değil, İstanbul’daki tecrübeli subaylar için de “Ya Malta, ya Ankara!” dayatması ortaya çıkmış bulunuyordu.

Falih Rıfkı şunları söylemektedir:

 

“Damat Ferit Paşa yeni hükûmetini 5 Nisanda kurdu idi. Eski kabine ile Harbiye Nazırlığından çekilen Fevzi Paşa bu hükûmete de girmek için Boğaziçi komşusu Cemil Molla’nın aracılığını ister. Gerekçesi, Anadolu ile ancak kendisinin başa çıkacağı, eski paşalardan hükûmetin faydalanamayacağı idi. Cemil Molla gider, Damat Ferit’e bunu söyler. O da doğru bulur. Fakat padişah İngilizlerin Fevzi Paşa’ya güvenmediklerini söylemesi üzerine Damat vazgeçer. Fevzi Paşa da Beykoz’daki evine çekilir. İstanbul’dan Anadolu’ya adam kaçıran o çevre komitesinin başı kendisine gelir. Malta’ya sürüleceğini, en yakın kafile ile Anadolu’ya kaçmasını tavsiye eder. Fevzi Paşa’nın Ankara’ya gitmesi böyle olmuştur.”

(A.g.e., s. 23.)

 

Kısacası, İngilizler, lisan-ı hal ile, adeta “Ya Malta esareti, ya  da Ankara’da Mustafa Kemal’e biat!” dayatmasında bulunmaktadırlar. İstanbul’dakilerin, Malta’ya gönderilmemeleri durumunda, İngilizler’e bir zarar vermeleri söz konusu değil (Ki Ankara’ya göre de, İstanbul’da kalmak, direniş açısından hiçbir anlam ifade etmemektedir). Fakat ortada sonu belirsiz bir Malta esareti söz konusu olunca, bu insanların, Ankara’ya gitmeyi tercih etmeleri gayet doğal.

İngilizler, böyle bir hatayı neden yaparlar?

Ya da, bu bir hata mıdır?

Yoksa, İngilizler’in Birinci Dünya Savaşı sonrası siyaset ve stratejilerinin bir gereği midir?

Buna da, tarihçiler karar versinler.

Ancak, “Ya Malta, ya Ankara!” dayatmasının sonucunun ne olacağı bellidir.

Böylece, devletin itibarlı ve önde gelen adamlarının Mustafa Kemal’in emri altına girmesi mümkün olacak, onun “meşru otorite” olma yönündeki girişimi güç kazanacaktır.

Devam ediyor Falih Rıfkı:

 

“… Adapazarı ayaklanma bölgesi olduğundan Fevzi Paşa kendini götüren subayla, Geyve’de Ali Fuad Paşa’nın (Cebesoy) karargâhına gider. Ali Fuad Ankara’ya haber verir. Mustafa Kemal, Fevzi Paşa’yı affetmez. Ali Fuad, İstanbul hükûmeti Harbiye Nazırının bile Ankara’ya gelip millî idareye katılmış olmasının çok iyi bir hava yaratacağını anlatarak Mustafa Kemal’i caydırır. İşte ikinci Mareşal ve ikinci kurtuluş kahramanımızın, yakalanıp İstanbul’a getirerek, padişaha teslim etmek istediği, sonra da bütün komutanlara kendisini tanımamak emrini verdiği Mustafa Kemal‘le birleşme hikâyesi budur. Ankara’ya gider gitmez, gericilerin de hoşuna gider tipte olduğundan Fevzi Paşa’yı Meclis kürsüsüne çıkarmış, İstanbul’a yerdirmiş, daha birinci günü hizmetine almıştır.

İnönü’nün tarihçilerine göre, İsmet Bey Anadolu’ya ilk önce 1920 başında gelmiş ve Atatürk’e karargâhında misafir olmuştu ve karargâhta savunma hareketlerini bir kurmay subay gibi takip etmekle görevlendirilmişti. Bu, Anadolu’da savunmanın tam bir gerilla niteliği taşıdığı devirdir. Şubat ortasında Harbiye Nazırı Fevzi Paşa İnönü’yü İstanbul’a istemiştir. Onun üzerine Atatürk’le aralarında durum şöyle ele alınmıştır: Gelecek ordu savaşını hazırlamak için para ve subaya ihtiyaç vardır. İstanbul’un yardımı lâzımdır. İhtiyaçları anlatmak ve hazırlıkları yapmak üzere İsmet Bey İstanbul’a gitmelidir. Atatürk nutkunda meseleyi böyle anlattı idi.

Ali Fuad Cebesoy bu ilk gidişinde İsmet Bey’i yanında alıkoymak için hayli çalıştığını, İsmet Bey’in ise Atatürk’ten bir teklif almadığını ileri sürerek geri döndüğünü söylediğini yukarda yazmıştım. Mustafa Kemal, Ali Fuad’ın aracılığını iyi karşılamamıştır. İstanbul işgalinden sonra kendisini de, ya Ankara ya Malta, diye sıkıştırarak Maltepe yolundan götürmüşler, bir söylentiye göre de adını Ankara’dan istenenler listesinde görmediği için geri bile dönmek istemişse de bırakılmıştır.”

(A.g.e., s. 23-4.)

 

Görüldüğü gibi, İngilizler’in İstanbul işgali, kendilerine hiçbir fayda sağlamamış, fakat Mustafa Kemal’in çok işine yaramış.

Birtakım adamlar ortaya çıkmışlar, Ankara’da değil İstanbul’da, İngiliz işgali altındaki bir yerde, sanki İngilizler adına konuşma yetkileri de varmış gibi, Fevzi Çakmak ve Ali Fuad Cebesoy gibi paşaları, “Ya Ankara, ya Malta!” diye sıkıştırmışlar.

Mustafa Kemal, “üzerinde Güneş batmayan bir imparatorluk” kurmuş bulunan İngilizler’in, dünyayı parmaklarında oynatırken kendisi karşısında bu kadar salakça hareket etmelerini acaba hangi meziyetine borçluydu?