“İLK HEDEFİMİZ KAYSERİ!” DİYOR.
ORDUYU KIZILIRMAK’IN ARDINA ÇEKME, ANKARA’YI YUNAN’A BIRAKMA, KENDİSİ DE DAHA GERİDE, KAYSERİ’DE EMNİYET İÇİNDE MECLİS’ÇİLİK YAPMA KARARI ALIYOR..
“BAŞKOMUTAN OL, ORDUNUN BAŞINA GEÇ, KİŞİSEL RİSK AL!” DİYENLERE ÖFKELENİYOR..
Haziran 1920 sonlarında, TBMM’nin açılışından iki ay sonra, (Ege’de geçici bir Türk-Yunan sınırı belirlemiş ve Yunan saldırısını durdurmuş olan İngiliz eseri) Milne Hattı işlevini yitirip Yunanlılar taarruza geçince, 70 bin kişilik Türk ordusu yenilgiye uğrayıp darmadağın olmuş ve sadece 30 bin kişilik bir kuvvet Sakarya’nın doğusunda mevzilenebilmişti (Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 492-3).
Falih Rıfkı o günleri şöyle anlatmaktadır:
“Nihayet Temmuz sıcaklarında Kral Konstantin zarını attı. Umumî seferberlik yapmıştı. Pek ciddî İngiliz yardımı da görüyordu. Bizim ordumuz, taarruz edecek Yunanlıların üçte biri kadar bir şeydi. Kral ordulariyle Ankara’ya gidecek ve zaferini orada Mustafa Kemal’e dikte edecekti.
“Yine kara günler geldi. İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler. Eskişehir düştü.”
(Atay, Çankaya III, s. 83.)
Aslında durum, tam böyle değildi.
Ortada bir İngiliz yardımı yoktu.
T.C. Eskişehir Valiliği’nin resmî sitesinde verilen bilgilere göre, dört ay önce, 20 Mart 1920’de, Milli Alay’a komuta etmekte olan 20. Kolordu komutan vekili Mahmut Bey, Eskişehir’deki işgal kuvvetlerine bir uyarı yapmış ve Eskişehir’i bir saat içinde terketmelerini istemişti. Aynı gün, sürenin uzatılması istekleri reddedilen İngiliz kuvvetleri, çok sayıda araç gereç ve mühimmat bırakarak Eskişehir’i terk etmişlerdi. (http://www.eskisehir.gov.tr/tr/?option=com_content&view=article&id=114&Itemid=321)
Yani bir anlamda, Ankara Hükümeti’ne çok sayıda araç gereç ve mühimmat yardımı yapmış durumdaydılar.
*
İngilizler’in Mustafa Kemal liderliğindeki Ankara’ya dolaylı yardımları bununla da sınırlı değildi.
Yine Eskişehir Valiliği’nin resmî sitesinde verilen bilgilere göre, İngilizler, Eskişehir’den çekilmeden altı ay kadar önce, İsmail Hakkı Bey komutasındaki bir müfreze Kütahya’ya giderek İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir’e doğru çekilmelerini sağlamış bulunuyordu.
Kütahya’da bulunan İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir’e çekilmelerinden sonra, Türk birlikleri Eskişehir-Kütahya Demiryolu üzerinde bulunan Alayunt köprüsünü yıkarak, İngilizler’in Kütahya’ya dönmesi ihtimalini ortadan kaldırmak istemişlerdi.
Bu durum, Eskişehir’de bulunan İstanbul Hükümeti yanlılarını rahatsız etmiş ve Mutasarrıf Hilmi Bey, İngilizler’den yardım istemişti. Ancak İngilizler, bu çatışmaların Osmanlı İmparatorluğu’nun iç sorunu olduğunu belirterek, Mutasarrıf Hilmi’ye destek vermekten kaçınmışlardı. (http://www.eskisehir.gov.tr/tr/?option=com_content&view=article&id=114&Itemid=321)
Yani aslında, İngilizler’in, pratikte, Ankara’ya karşı İstanbul’a yardım etmesi gibi bir durum söz konusu değildi.
*
Aynı şekilde, Yunanistan Kralı Konstantin’e ciddî bir yardımları da olmamıştı. Tam aksine, yine Falih Rıfkı’nın ifade ettiği gibi, Türk-Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilan etmiş bulunuyorlardı (Atay, Çankaya III, s. 82.).
Evet, Milne Hattı’nın ortadan kalkmasıyla birlikte ağır bir yenilgi yaşanmıştı ve herkes, vatanı kurtarmak için Samsun’dan doğan Güneş‘e gözünü çevirmiş durumdaydı.
Vatan kurtarıcısı, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplamış, TBMM’yi kurmuştu, fakat henüz cepheye adımını atmış değildi.
Söz konusu yenilginin ardından, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Eğer Mustafa Kemal de bir yenilmeye uğrarsa ortada hiçbir otorite kalmıyacağını düşünen ve onun cepheye gitmesini doğru bulmayan birkaç arkadaşı müstesna, dostu da düşmanı da Mustafa Kemal’i ordunun başına geçirmek ister”. (Atay, Çankaya III, s. 85.)
Yani, yenilgiler başkalarının payına düşmeliydi, Mustafa Kemal yenilmemeliydi.
Cepheye gitmesi doğru değildi. Cepheye gitmemeliydi.
Bir bakıma, mevzubahis olan Mustafa Kemal’in karizması, imajı ve otoritesiydiyse, vatan da teferruattı.
Falih Rıfkı, şunları yazmaktadır:
“Bu sırada bazı milletvekillerinin hatırlarına Mustafa Kemal’i başkomutan yapmak fikri geldi. Bunlar Meclise tekliflerini verdiler. Teklif üzerine bir gizli oturumda görüşmeler iki gün sürdü. Vatanın son tepesine kadar savaş kararında olan Mustafa Kemal herhangi bir çarpışmanın doğrudan sorumluluğunu üstüne almak istemiyordu.”
(Atay, Çankaya III, s. 94.)
Sorumluluk başkalarının üstünde olmalıydı. Mustafa Kemal sadece karar almalıydı.
Falih Rıfkı, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“… İki gün süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal kürsüye geldi:
“- Bu tekliften maksat nedir? dedi. Eğer işin başında benim bulunmaklığım ise, esasen işin içindeyim. Durumu yakından takip ediyorum. Genelkurmay Başkanı (Fevzi Paşa) ile benim karargâhımız Ankara’dadır. Lâzım gelen tedbirleri buradan alıyoruz. Bu teklif beni Ankara’dan uzaklaştırmaktan başka mana taşımaz.
“Öfkeli idi….”
(Atay, Çankaya III, s. 94.)
Mustafa Kemal’in Ankara’dan uzaklaşmaması, cephede düşmanı karşılamasından, vatanı savunmasından daha önemli idi.
Mevzubahis olan Mustafa Kemal’in Ankara’daki konumu idiyse, bir bakıma, vatan da, vatan savunması da teferruattı.
Aslında, Falih Rıfkı’nın yazdıklarına bakılırsa, asıl anlamsız olan, Mustafa Kemal’in bu öfkesiydi, çünkü “… teklif sahipleri Sakarya zaferinin ancak onun cephe başında bulunması ile mümkün olacağı inancında idiler” (Atay, Çankaya III, s. 83).
Teklif sahipleri ile Mustafa Kemal’in dertlerinin başka olduğu anlaşılıyordu..
*
Evet, Atatürk’ün has adamı, milletvekili yapıp sofrasının müdavimi haline getirdiği dostu Falih Rıfkı Atay, bunları yazmış durumda.
Onun verdiği bu bilgileri, Dr. Rıza Nur‘un hatıratında yer alan satırlar da doğruluyor. (Falih Rıfkı’nın aksine Rıza Nur, Kemalistlerin sözüne itibar ettikleri biri değil. Tam aksine, onun hakkında bulabildikleri bütün aşağılama kelimelerini kullanıyorlar. Ancak, böylesi “aşağılık” bir adamın Kurtuluş Savaşı yıllarında nasıl olup da mükerreren bakan yapıldığı ve Lozan’a İsmet İnönü’den sonraki en yetkili şahıs olarak gönderildiği konusuna açıklık getirmekten kaçınıyorlar. TDV İslâm Ansiklopedisi, Rıza Nur hakkında şu bilgileri vermektedir: “Millî Mücadele hükümetlerinde Maarif [Milli Eğitim] (1920-1921), Sıhhiye ve Muâvenet-i İctimâiyye vekili [Sağlık ve Sosyal Yardımlaşma Bakanı] sıfatıyla bulundu, bir süre Hariciye Nezâreti’ne [Dışişleri Bakanlığı’na] vekâlet etti. 1921’de fevkalâde murahhas [olağanüstü delege] sıfatıyla Moskova’ya gitti. Burada Afganistan ile imzalanan antlaşmanın metnini kaleme aldı. 5 Ağustos 1921’de yasalaşan ve Mustafa Kemal’e geçici bir süre için geniş yetkiler tanıyan Başkumandanlık Kanunu tasarısı meclise Rıza Nur ve arkadaşları tarafından verildi. Sakarya Meydan Muharebesi esnasında doktor olarak görev yaptı. 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatı kaldıran kanunun metnini kaleme aldı. Lozan Konferansı’na ikinci delege sıfatıyla katıldı. 1923’te yapılan seçimlerde yine Sinop’tan milletvekili oldu. Ancak bu dönemde kendini daha çok yazı hayatına verdi, on iki cilt tutan Türk Tarihi’ni yazdı. Sinop’ta bir kütüphane kurarak gelir kaynakları ile birlikte Maarif Vekâleti’ne vakfetti. “Türklüğü yükseltmek için” kurduğu bu vakfa 4000 kitap bağışladı. Ayrıca ölümünden sonra mütevelliliğe getirilecek kişinin anne ve baba tarafından iki göbek atalarının Türk olmasını şart koştu. Mustafa Kemal’in idaresiyle anlaşamadığından 1926’da yurt dışına gitti.”)
Rıza Nur, şunları yazmış durumda (Bazı ifadeleri, “Atatürk’ü Koruma Kanunu“na saygı duyan muhbirlerin savcılara iş çıkarmaları ihtimaline binaen sansürlemiş bulunuyoruz):
[Rusya’dan döndüğümde] Millet Meclisi’ni eskisi gibi bulmadım. Pek ziyade tahammür, kaynaşma var. Hemen herkes Mustafa Kemâl’den soğumuş. …, meb’uslar [milletvekilleri] yüzde seksen Mustafa Kemâl’in aleyhinde. Muhalif bir grup meydana gelmeğe başlamış. Nutuk’ta (S. 389 ilh…) bunu başka şekilde gösteriyor. [s. 820-1]
… Millet Meclisi hiç tatil yapmazdı, Temmuz iptidalarıydı [Temmuz 1921 başlarıydı]. Bir gün Mustafa Kemâl Meclise geldi. Hususî bir içtima [toplantı] yaptı. Yunanlıların yeniden taarruza başladıklarını söyledi. Al belâyı. Bütün meb’uslur tabiî fevkalâde telâş ettik. Mustafa Kemal dedi ki : «Yunanlılar ordularını Bursa’ya yığmış; oradan İnönü, Eskişehir üzerine yürüyor. Afyonkarahisarı taraflarında hiçbir hareket yok. Demek yine muharebe şimaldedir [kuzeydedir]. (İnönü) Askerimiz fevkalâde intizamlıdır [düzenlidir]. Çok yerde beton siperler, hendekler bile yapılmış; top, tüfenk, mesafeleri bile tesbit edilip nişanlar konmuştur.”
Helecan ve meraktayız. İki gün sonra geldi. «Keşifler yaptırdık. Tayyare [uçak] keşfi de yaptık. Anlaşıldı. [Yunan] Blöf yapıyor. Ufak bir takım kıt’alar, başka bir şey yok. Demek merak edecek bir şey değil.» Söyledikleri aynen bunlardır. Bu sözleri kaydediyorum. Çünkü, bu, muharebenin âtisini [savaşın geleceğini] izaha yarar mühim sözlerdir.
Düşündüm: Bu adam böyle söyledi. … Yunanlılar neden blöf yapsınlar? İş eğlenmeğe kalmış da nisan balığı oyunu mu oynuyorlar?!.. Bir kaç fırka sevkedip niye çekilsinler? Bunda ne faydaları var? Bunlar birer istifham [soru] işareti. … [s. 822]
(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, İstanbul: Altındağ Yayınevi, Yayınlayan: Heidi Schmit 4100 Duisburg 11 Deutschland, 1967, s. 820-2. İnternet üzerinden ulaşmak için: https://archive.org/stream/HayatVeHatiratimDrRizaNur/docslide.net_hayat-ve-hatiratim-dr-riza-nur-cilt-3#mode/2up😉
Bu ifadelerden, Mustafa Kemal’in Milne Hattı sayesinde yaşadığı rahat günlerin rehavetine kendisini kaptırmış olduğu anlaşılıyor.
Ancak, bu rehavetin sonu, Falih Rıfkı’nın yukarıya aldığımız ifadelerinde belirtilen fecî yenilgi olmuştur.
Rıza Nur, yenilginin vehamet derecesindeki boyutlarını şöyle anlatıyor:
Nutuk‘ta (S-337’den itibaren) Sakarya harbinden bahsediyor. Bu harp ve vak’aların içindeyim. Bu sahifeleri okudum. Gördüm ki, bir çok mühim vukuatı zikretmeden geçmiş. Yazdıklarını da tamamiyle başka kalıba koyarak yazmıştır. … Bu mağlûbiyeti güya bilerek yaptığı, sevkülceyşî [stratejik] bir ric’atmiş gibi gösteriyor. Mızrak çuvala sığmaz. Hem o halde İnönü’nde evvelce niye galip gelmiş?!.. [s. 822]
Hasılı Eskişehir, Afyon cephesinde müthiş mağlûp olduk.. Bu öyle bir hezimetti ki, öyle bir kaçış kaçtılar ki, şimendifer köprülerini, rayları bile atmağa [havaya uçurmaya] vakit bulamadılar. Yahut akıl etmediler. Oralardaki sığır, koyun ve keçi sürülerini sürüp getirmediler. Yunanlılar bu hattan güzel istifade ettiler. Sakarya harbinde bu sürülerle beslendiler. Bu sürüler olmasa Sakarya’da yirmi gün duramazlardı. [s. 822-3]
Ben hakikati, gördüğümü, yaptığımı ve bildiğimi yazıyorum.
Biz Mustafa Kemâl’in sözlerine kanıp taarruz yok, mes’ele kapanıyor sanırken, birden Afyonkarahisar tarafından bir patlayıştır, patladı. Yunanlılar oradan bütün şiddetiyle taarruz ettiler. Artık harp emrivaki. Şimale kadar bütün cepheye sirayet etti. En şiddetli taarruz sol cenahımız üzerine. Yâni Kütahya hizalarından Afyonkarahisar ve Seyyid Gazi istikametine doğru. Şimdi bütün meb’uslar aydık. [s. 823]
Şimdiye kadar Yunanlılar iptidada çeteleri püskürtmüşler, bir ciddî ve nizamlı bir harp görmemişlerdi. İlk İnönü’ne [Birinci İnönü Savaşı’na] az bir kuvvetle gelmiştiler. O vakit ki vaziyeti anlayamadıkları anlaşılıyor. İkinci İnönü’nde yine kuvvetler müsavi [denk, eşit] idi, belki bizim daha çok askerimiz vardı. Bir kaç saat daha sabredebilselerdi, galip idiler. Çünkü iki taraf da ric’at ediyordu. Bu harplerde Yunanlılar askerî hiçbir dirayet gösteremediler. Değerli bir düşman olmadıklarını, kıymetli bir askerlik hassasından mahrum olduklarını ispat etmişlerdi. Şimdi büyük kuvvetler yapmışlar, kralları da başlarına geçmiş, mühim bir hareket yapıyorlar. Bizim kuvvetlerimiz de İkinci İnönü’nden beri adam adedince, silâh ve cephânece çok terakki ettirilmişti [geliştirilmişti]. Sivas’a Çolak Selâhaddin’in yerine kumandan yapılan Nureddin Paşa bir düziye orada fırka [tümen] yapıp göndermişti. Ermeni Harbinden sonra Şark [Doğu] Cephesi kıt’alarından ve silâhlarından da bir çoğu Garp [Batı] Cephesine nakledilmişti. Halâ geliyordu. Topal Osman da Giresun eşkıyasından bir fırka kadar asker yapıp, binbaşı Alparslan’ın refakatiyle tanzim etmiş, orduya iltihak etmişti. Rusya’dan da birçok silâh ve mühimmat getirmiştik. Ermenilerden zaptolunan şeyler de şark’tan buraya gönderilmişti. Biz de düşman kuvvetine müsavi bir miktarda idik. Hattâ onlara şu tefevvukumuz [üstünlüğümüz] vardı: Üssülharekemizdeyiz [kendi harekât üssümüzdeyiz]. Hendekler kazılmış, metrisler yapılmış, buralara askerin içeceği su fıçıları bile yerleştirilmiş, top, mitralyöz menzilleri ölçülmüş ve nişanlar konmuştu. [s. 823-4]
(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 822-4.)
Peki, bu yenilgiye yol açan hatalar nelerdi? Rıza Nur’a göre, savaş sırasında akıl almaz sevk ve idare hataları yapılmış bulunuyordu:
Mustafa Kemâl’in Meclis’teki beyanatı, harbin sonraki cereyanı, kendisinin ve bizim kumandanın (İsmet) Yunan ordusu hakkında hiç bir malûmata malik olmadığını, tam bir gaflet içinde olduklarını, Yunan ordusunda başlayan hareketi aslâ anlıyamadıklarını göstermektedir.
Meğerse Mustafa Kemâl blöf yapıyorlar dediği vakit, Yunanlılar hakikaten blöf yapmışlar; fakat onun dediği gibi değil. Bu bir setr [örtme] hareketi imiş. Şimal kısmımıza Bursa’dan getirip az bir kuvvet koyup durmuş. Bu kuvvetin arkasından bütün şimaldeki kuvvetlerini gizlice cenube [güneye] kaydırmışlar. Zaten İzmir-Afyon arasında şimendifer [tren] olduğundan kuvve-i külliyelerini [tüm güçlerini] bu hat ile Afyon civarına getirmişmişler. Yâni İnönü’ne hücum edecek bir hareket gösterip, bizim kumandanı aldatmışlar. … [s. 824]
Afyon’daki taarruzun şiddetine rağmen bizim kumandan harp yine İnönü’de olacak, bu bir nümayiştir [gösteriştir] diye bütün kuvvetleri İnönü’ne toplamış. İhtiyatları da Eskişehir’e ve şimaline almış. Bari ihtiyatlı davranarak ortalık bir yere alsa ya.. Bu uzun cephenin cenubunu adetâ boş bırakmış.. Hasılı düşman bizi aldatmağa tamamiyle muvaffak olmuştu. Ondan sonra sol cenahımıza pek faik [üstün] kuvvetlerle çullanmıştır. Sol cenahımızda Deli Halit [Paşa], onun sağında miralay Nâzım var. Yunan ordusu bunları kırıp doğruyor. Bunlar da delice, kahramanca mukavemet ve müthiş harpler yapıyorlar; fakat ne yapacaklar ? Pek faik düşmana bir gün, iki gün, beş gün dayanabilirler. Nihayet ric’at mecburidir. Bunlar İsmet’ten imdat istiyor, yırtınıyorlar, İsmet «Hayır, harp orada değildir. Düşman orada (yâni sol cenahımızda) nümayiş yapıyor. İhtiyatlarımızı oraya çekmek istiyor. Bir nefer dahi gönderemem» diyor ve göndermiyor, ötekiler yine yırtınıyor. Olmuyor. … [s. 824-5]
Tabii Mustafa Kemâl de bu fikirde olmasa onu döndürürdü. Dediler ki, Fevzi Paşa bu iki adama daha harbin iptidasında, taarruzun [saldırının] Afyon üzerinden olacağını söylemişti; fakat dinlememişler. İnanmak lâzımdır. Fevzi Paşa’nın bir iki hizmeti vardır ki, askerlikte Mustafa Kemâl’e de, İsmet’e de pek faik olduğunu göstermişti. 0 vakit Fevzi Hey’et-i Vekîle [Bakanlar Kurulu] Reisi, ve daha birkaç memuriyeti de vardı.
Derken zavallı Nâzım kahramanca döğüşerek şehid düştü. Askeri kamilen kırıldı. Şimdiye kadar hizmetler etmiş, değerli bir zabitti. Sonra cenazesi Ankara’ya getirildi; Hacıbayram Veli’de gömüldü. Nâzım’ın yeri boş kaldı. Yâni delik açıldı. Nâzım’ın sağında Çolak Kemal (Kemaleddin Sami) vardı. Yunanlılar onu da tepelediler, kaçırdılar. Az kaldı esir oluyormuş. Bereket versin yanında oralı bir nefer varmış. Dağda bir yol biliyormuş. Bunları oradan kaçırmış. Delik büyüdü. Cephemizin sol cenahı mahvoldu. Bunlar Kütahya – Afyon hattında oluyor. Halit sol cenahın ucunda ayrı kaldı. Hem vuruşuyor, hem Seyyîdgazi’ye doğru ric’at ediyor. Hali perişan. [s. 825]
İşte ancak bu esnadadır ki, İsmet gaflet uykularından uyandı. Sağırın kulağı duymaz ama, bunun beyni de sağırmış. Kaç gündür harp oluyor, sağ cenahımızda bir şev yok. Kuvve-i külliyemiz orda, istirahatte. Kumandan vaziyeti kavrayamıyor. Nihayet sol cenahımız müthiş bir satır yeyip parçalanınca anlıyor. Şimale yığdığı ihtiyatları ve diğer kuvvetleri şimdi cenuba sevkediyor. Bu bir gülgülü – ağlamalı sahnedir; Ev ateş almış, yanıyor. İçindekiler «Aman itfaiyeci başı tulumbaları acele yolla!» diyorlar, yalvarıyor, bağırıyor, ağlıyorlar, itfaiyeci başı; «Size hayâl olmuş, yangın orda değil, başka yerdedir. Bir hortum bile göndermem» diyor. Derken günler geçiyor; bina yanmış, kül olmuştur. Başka yerde ise bir kıvılcım eseri bile yok. Hadi tulumbalar, binaları yanıp, bitmiş, dumanı tüten yangın yerine gidiniz. Canım iş işten geçti, O evvel gerekti. Bunu da anlamıyor. Yolluyor. Bari kuvve-i külliye sağında, Yunanlılar soluna hücum ederken, onları kurtarmak için sen de onun soluna çullansana. Hayır. Eğer bunu yapsaydı, Yunanlıları perişan etmesi muhtemeldi. Bu fırsatı da kaçırmıştı. Galebe pek mümkündü. Çünkü Yunan kuvvetleri hep solumuzdaydı. [s. 825-6]
… Ben bunları şu, bu rivayetlere göre söylemiyorum. Mağlûp ordu, Sakarya arkasına kaçınca, Millet Meclisi’nden orduya gönderilen tahkik heyeti içinde idim. Kumandanlardan, küçük kumandanlardan, binbaşı, yüzbaşı, mülâzım gibi birçok zabitlerden [subaylardan] dinledim. Bunları ayrı ayrı bana söylediler.
… Bu harpten evvel İsmet ve Mustafa Kemal orduyu gruplara ayırarak, bir bid’at [yenilik] yapmışlardı. Bir takım zabit ve kumandanlar, bunun tehlikeli bir şey olduğunu söyleyip itiraz etmişler, fakat ağalara dinletememişlerdi. Hele böyle harp esnasında bir orduda yeni teşkilât yapmak çok tehlikeli olurmuş. … [s. 827]
… Mustafa Kemâl buna ric’at diyor (Nutuk, S-377), müthiş bir hezimettir. … [s. 828]
(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 824-8.)
Bu vahim yenilgi üzerine Mustafa Kemal ile yakın çevresi, TBMM’yi Kayseri’ye taşıma, orduyu da Kızılırmak’ın gerisine çekme, yani Ankara’yı Yunan’a hediye etme kararı alırlar:
Kara haber Ankara’da yıldırım gibi beynimize indi. Eyvah, bu kadar emeklere; nice tehlikelerden atlatıp meydana getirdiğimiz kurtulma hareketi bitiyor. Millet ve devlet yeniden batıyor. Ümit yine söndü. Gülen yüz kalmadı. Herkes yas içinde. Hükümet Ankara’yı bırakıp acele Kayseri’ye nakle karar vermiş. Hey’eti Vekile’de Mustafa Kemal bu kararı verdirmiş. Dosyaları oraya taşıyorlar. Bunların bir kısmı yollarda zayi olmuştur. İsmet, Mustafa Kemal, Fevzi de orduyu Yeşilırmağın [Doğrusu Kızılırmak, yazar daha sonra Kızılırmak diye yazıyor] arkasına nakletmeğe karar vermişler, onu yapacaklar. … [s. 828]
Ankara mahşer; bir ana baba günü oldu. Kayseri’ye ilk kaçanlar Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve Yunus Nadi. Elhamdülillah sekiz on meb’us daha kaçtıysa da başkası kaçmadı. Hükümet, memur ve zabit ailelerini Kayseri’ye yolluyor. Sokaklarda, arabalar, atlar, eşekler, öküzler, kağnılar. Eşyalar arabalara yüklenmiş. Kadınlar eşyaların üstüne oturmuş. Bir tarafında bir kafes, bir tarafında bir oturak, bazısında üç dört tavuk da asılı. Çocuklar analarının kucağında ağlar. Kimsenin bir bildiği yok. Herkes meçhûlât içinde. Yalnız gâvur geliyormuş. Kaçmayı düşünüyorlar ve acele. Hükümet bu sevkıyatı idare ediyor. Araba az. Kimi cebren araba zaptedip ailesini yerleştiriyor. Gücü, gücü yetene. Hükümet meb’usları tahrik ediyor, yollamak istiyor. [s. 828-9]
Sokak, pazar insan dolu. Bir sürü insanlar koşuşup duruyorlar. Ekseri yürüyüşler manasız, şaşkınlık eseri. Bu insanların çoğunun elinde eşya var. Kimi bir endam aynası gezdiriyor, satmak istiyor. Kimi sırtına bir dolap almış, müşteri arıyor, kan ter içinde. Kiminin elinde veya omuzunda halılar. Fiyatlar ölü pahasına; fakat yine alan yok. Kim başına dert alacak? Herkes canını taşıyamıyacak halde, Şaşkın, şaşkın, telâş ve acele içinde. Bir öteye, bir beriye koşuyorlar. Para küçük ve hafif şeydir. Taşınır ve saklanabilir. Eşyayı nereye sığdırmalı?!, insanların benzi, ölü benzi..
… Bu harpten iki ay kadar evvel Temps gazetesinde General Delacroiadında bir Fransız generalinin bir makalesini okumuştum. Diyordu ki : «Yunanlılar büyük bir hücum yapacaklar. Hazırlanıyorlar. Böyle büyük bir hücumu yapabilmek için, insan, silâh, azık ve cephane nakliyatını te’min etmek lâzımdır. Bunun için muhakkak bu hücumu Afyon’dan yapacaklardır. Çünkü, oraya İzmir’den şimendifer var. Başka yerden yapamazlar.»
Sonra Sakarya’ya kaçan ordu enkazında tahkikatım esnasında İsmet’in İnönü’nde harp beklemek hatasını öğrendiğim vakit bu makale hatırıma geldi. Döğündüm. Bu adamlar bari bu makaleyi okusalardı. Bari bundan ders alsalardı. Yâni bir asker böyle bir hücumun ancak Afyon’dan olabileceğini iki kere iki dört eder gibi bilecekti. Bizimkiler bu kadar basit bir şeyi bilememişler, rezil olmuşlar ve olmuşuzdur. [s. 829]
Simdi bu ağalar orduyu Kızılırmak arkasına alacaklar. Hangi orduyu? 120 bin kişilik bir ordu dağılmış, Sakarya’nın arkasına sade yirmi bin kişi gelmiştir. Onun da elinde bir şiş yok. Malzemenin çoğu düşman eline geçmiştir. Bizim asker bozgunlukta fena kaçıyor. Zaten harpten evvel de bir düziye kaçıyorlardı.-Pek kahramanız diye övünmeyelim. Asker artık harplerden bıkmış, fırsat buldukça silâhını atıp, bir kısmı da silâhiyle kaçıyor. Son zamanlarda bunun önünü bir derece İstiklâl Mahkemelerialabilmişti. …
Türk askeri müdâfaa azminde yekta bir askerdir. Fakat mağlûp olurca adetâ sıfır oluyor. [s. 830]
Ric’atte bir şeyi iyi yaptılar. Hangi hamiyetli zabitler ise onlar ne yapıp yapıp cephane sandıklarının çoğunu şimendifer ile nakledip, Nallıhan’da Kızılırmağın arkasına yığdılar. Gayet fena da iki şey yaptılar. Eskişehir – Ankara şimendifer raylarını ve köprüleri atmadılar. Mevcut koyun, keçi, sığır sürülerini sürüp bizim tarafa getirmediler. Oralarda pek çok koyun ve keçi sürüleri vardır. Sonra bunlar Sakarya Harbinde düşmana gıda olmuştur. Düşman hat [demiryolu] ile de Sakarya üzerine âlâ nakliyat yapmıştır. Halbuki Sakarya’da bozulduktan sonra Yunanlılar kaçarken bu rayları öyle atmışlardır ki, parça parça idi. Adeta her ray parçasının altına bir dinamit koymuşlardı. Sonra aylarca tamir edemedik. [s. 830-1]
… Ankara’da meb’uslar vaziyetten hiç bir şey bilmiyor. Mustafa Kemal’de de sadre şifa verecek bir haber yok. O, hükümet, Ankara’dan kaçma telâşında. Başka şeyi düşündükleri yok. Mustafa Kemâl eşyasını denk denk toplatmış, yolluyor. Meclis’in haline baktım. Herkes şaşkın tavuğa dönmüş, ne olacağına ve ne yapılması lâzım geldiğine dair kimsede bir fikir, bir rey yok. [s. 831]
(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 828-31.)
Peki, birçokları Kayseri’ye gitmişken, birçok evrak ve malzeme oraya gönderilmişken, halk da panik halinde Ankara’yı terk etme telaşına düşmüşken, gidişatı değiştiren ne olmuştur?
İlk etken, yenilginin nedeni ve sonuçlarına ilişkin bir Meclis Tahkik Heyeti(Araştırma Kurulu) kurulması ve bu heyetin, İsmet İnönü’nün muhalefetine rağmen cepheye gitmiş olmasıdır:
Bekir Sami, otuz meb’us konuşuyoruz. Ekserisi Adana ve Mersin meb’usları, İsmail Safa, Zamir, ilh… bana : «Ne yapalım? Sen ne dersin?» dediler. Dedim ki : «Vaziyet nedir? Bir bileniniz var mı?» «Yok» dediler. Arkadaşlara «Biz de, hükümet de, Mustafa Kemâl de bir şey bilmiyoruz. … Elde bir ordu kalmış mı, kalmamış mı, top, tüfenk hep zayi olmuş mu? Bildiğimiz yok. …. İptida bunları bilmeli, bilince bir şeyin yapılıp yapılamayacağını kestirmek, ümit varsa yapılacak şeyin ne olduğunu tayin etmek mümkün olur. Bunun için hemen celse [Meclis oturumu] yapın. Arkadaşlardan bir Tahkik Hey’eti teşkil edin. Beni de intihap edin [seçin]. Orduya gidelim. Görüp tahkik edelim, gelip size söyleyelim. Bu işi çabuk yapın. Vakit kârdır. Yunanlılar elbet Ankara üzerine yürüyeceklerdir» dedim. Pek münasip gördüler. Hemen resmî celse yapıp bir meb’us tahkik hey’eti ve beni de intihap ettiler. 14 kişi idik. İçimizde Çolak Selâhaddin, Konyalı Vehbi Hoca, Abdullah Azmi, Erzurumlu Durak da vardı. [s. 831-2]
Hükümete tebliğ edildi. İsmet’e yazmışlar. İsmet bizi kabul etmek istemedi. Sebebi, hatâ ve rezaletleri meydana çıkacak. Bu adam yaman adamdır. Böyle günde, böyle şey düşünülebilir mi? Ama kabahat ve rezaletleri meydana çıkmasın da ne olursa olsun. Bilakis insan bir yardım olur belki diye ister. Hem milletvekillerini nasıl men eder? İsmet : «Asker işine mebus, sivil karışamaz. Bu anarşidir, disipline mugayirdir» diyor. Hem kel, hem fodul!.. Neler yapmış?. Bir koca orduyu sıfıra indirmiş. Simdi bize ne diyor. Yaman hırsız ev sahibini bastırır. “Canım niye telâş ediyor? Biz oraya gidip kumandayı alacak değiliz… Zabitleri, neferlerin önünde döğdürmiyeceğiz. Askeri ihtilâle de teşvik etmiyeceğiz. Bunların sırası mı? Millet hali görmek istiyor. Hakkı değil midir?» dedim. Hasılı şiddetlendik, ısrar ettik. İsmet razı olmadı. Ama biz yola çıktık. Cepheye vardık, mâni’ olamadı. Fakat, gözümüze gözükmedi de.
Cepheyi bir başından başladık, ötür başına gidiyoruz. Ordu Sakarya’nın şark kısmında muhtelif tepelerde. Bu tepelerden cephenin vaziyetlerini, panoramasını görüyoruz. …
Geziyoruz. Ben muhtelif rütbedeki zabitler, hattâ çavuş, onbaşı ve neferler ile de, bir kenara çekip konuşuyorum. Malûmat istiyorum. … [s. 832]
Evvelce tasvir ettiğim gibi, harbi anlattılar. Her grupta hepsinin sözü müttefikti. Sanki bütün ordu bir ağız. Müttefikan diyorlardı ki: «Bizim adedimiz, tüfek ve sair kuvvetimiz düşmandan aşağı değildi. Bilhassa iyice yerleşmiştik. Hendeklerimiz mükemmeldi. Dünyada mağlûp olmazdık. Mağlûbiyetimizin sebebi cahilane sevk ve idare edildiğimizden. Biz, âlimâne idare isteriz.» Hele bu son cümle ve âlimâne tâbiri bir parola gibi herkesin ağzında idi. Devam ediyorlardı: «Bize, bizi âlimâne idare edecek bir kumandan ve Eskişehir – Afyon hattındaki o eski silâh ve kuvveti de verin. Düşmanı burada mutlaka tepeleriz. Boşuna rezil olduk. Muharebeye giremedik… İsmet kumandan olamaz.» İşte İsmet’in orduyu teftişimizi istememesinin hikmeti. Mustafa Kemal şimdi Nutuk’unda onun hatâlarını örtüyor. Çünkü işte müşterektirler [ortaktırlar]. [s. 833]
… Zabitler çok hamiyetli, çok fedakâr, ilk bir defa gönlüme ümit girdi ve doldu.
Tahkikata devam ettim. Geceleri kâh toprakta yattık. Dolaştık. Daha türlü manzaralar gördük. Artık hep aynı şeyi dinliyorum. Demek tahkikata artık devama lüzum yok. Tebellür etti ve tebellür eden şudur: «Ümit zail olmamıştır. Bilhassa zabitlerin hamiyeti galeyanda. Mağlûbiyetlerinden utanıyorlar. Lekeyi temizlemek istiyorlar. Büyük bir gayretle harp edecekler. Hemen hepsi düşmanı yeneceklerini söylüyorlar. Hastalık da anlaşıldı. Şimdi bunlara âlim bir kumandan ve eskisi kadar ordu, tüfek, top, cephane vermeli.»
Mes’ele bundan ibarettir. Bunları yapmak için hemen Ankara’ya gitmeli. Vakit vardır. Ya Yunanlılar harekete geçer vakit bırakmazsa.. Demek pek acele lâzımdır. Arkadaşlara «Gidelim!» dedim. … [s. 833]
Ben tetkikatımın neticesini, ne yapacağımı kimseye söylemiyorum. İfşa edip bir falso olmasın. Meclis’de bir âni darbe ile vaziyeti anlatmak, yapılması lâzım gelen şeyleri söyleyip, yaptırmak istiyorum.
Derken İsmet Paşa bizim eve geldi. Oturduğumuz odanın dört çevresinde sedir gibi minderler var. Ondördümüz sıralanmış oturuyoruz, İsmet yanıma oturdu. Halinde bir endişe, bir ihtiraz var. Hiç lâkırdı söylemiyor. Bir iki hoş beş lakırdı yaptı, fakat yavan. Kulağıma: «Seninle görüşmek istiyorum. Bize gidelim» dedi. Kabul ettim. Geceyarısı yaklaşmıştı. Kalktık kendi evine gittik. Bana bir düziye muhtelif sualler soruyor:
«E… Orduda ne gördünüz? Ne intiba hasıl ettiniz? Meclis’e ne diyeceksiniz? Meb’uslar benim çok aleyhimde mi? Bana bir şey yapabilirler mi sanki? ilh…» böyle şeyler. [s. 838]
Anlaşılıyor ki, İsmet yaptığı işlerden telâşta. Meclis’ten korkuyor. Benim ağzımı arıyor. Meğerse biz cephede dolaşırken Ankara’daki meb’uslar bu hezimetin faili olan İsmet’in Divan-ı Harb’e verilmesini istemişlermiş. Tabiî Mustafa Kemal de müşterek olduğundan mani olmağa çalışmış. Tabiî İsmet haberdar da imiş demek. Benimse bunlardan haberim yok.Tamam… Yanımıza gelmiş, beni evine götürmesi, bu mes’ele. Acaba biz de onun Divan-ı Harbe sevkini mi istiyeceğiz? İçini kurt yiyor. Onu öğrenecek. [s. 838-9]
Açtım ağzımı yumdum gözümü. «Ordu bütün senin aleyhinde. Cahil bir idare ile bu hale geldik. Yoksa mağlûp olmazdık. Alimâne idare isteriz diyorlar. Meclis sana bir şey yapamaz diyorsun. Ben zannederim ki, seni tutar, Meclis’in kapısına asar bile. Bu kahharî hezimetin mes’ulü sensin»dedim. «Ben yalnız değilim ki, Mustafa Kemal Paşa’nın emirlerini yapıyorum» dedi. «Onu da asarlar” dedim. [s. 839]
Şafak söküyordu. Misafir olduğum eve döndüm. Yâni beş – altı saat hararetli münakaşa ettik. Hele bir şeye pek kızmıştım. Bunu bana iki zabit pek acıklı bir surette anlatmıştı. Sakarya’ya vâsıl olunca İsmet iki genç mülâzımın [teğmen] gösterilen mevzide durmadılar diye idâm edilmelerini emretmiş. Bu ceza pek haksız imiş. Çünkü ordu mağlûp olmuş, çözülmüş, herkes kaçan kaçana olmuş. Bunlar da kaçmışlar. Bütün ordu zabit ve kumandanları İsmet’e yalvarıp affını istemişler. Zabitin biri pek değerli imiş. Sonra tamamiyle masum imişler. İsmet dinlememiş, kurşuna dizdirmiş. Diyorlardı ki, böyle kurşuna dizdirmek lâzımsa hepimizi, hele evvelâ İsmet’i kurşuna dizmek lâzımdır. Hep kaçtık. Tamamiyle doğru. Bu adam cehaleti ile kırdırdığı binlerce vatan evlâdı yetişmiyormuş da, üstüne bunları da yollamış. Bunu da acı acı söyliyerek suratına çarptım. Lozan’da birgün bu konuşmaları unutmuş, bana bir kumandanın merhamet tanımaması lüzumunu anlatıyordu. Misâl olarak bu iki zabit vak’asıııı söyledi ve dedi ki: «Mevzilerini terk etmişler, idâm edin dedim. Çünkü disiplin mes’elesi. O vakit orduya bir ders vermek lâzım. Hemen bütün ordu bu zabitlere acıdı. Benden aflarını rica ettiler. Dinlemedim. Dişimi sıktım. İdâm ettim.» Vak’ayı ben unutmuş değildim, isabet oldu. Bir tarafı tenevvür etmemişti [aydınlanmamıştı]. Simdi bizzat İsmet tenvir etti [aydınlattı]. Demek bunu İsmet gözdağı vermek için yapmış. Bunun için iki cana kıyıyor. Bunun da sebebi herkes korkup, kimse sesini çıkarmasın. Demek ona itiraz edip hataları meydana çıkarılamasın, mevkiinden düşmesin diye insandan kurban kesiyor. Hattâ hırsı uğrunda insan ona serçe gibi geliyor. O, bunu bana Lozan’dakendi kumandanlık meziyetini medih için anlattı. Halbuki bu vaziyet tamamiyle şecaat arzederken merd-i kipti sirkatin söyler idi. Şimdi azametinden yerlere sığmayan İsmet’i görenler, o zaman, yâni Polatlı’da görmüş olmalı idiler. [s. 839-40]
(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 831-40.)
Mustafa Kemal ile yakın adamlarının Kayseri’ye çekilmeyi (ya da kaçmayı)kafalarına koymuş olmalarına karşılık, ordudaki subaylardan birçoğu herşeye rağmen direnme yanlısıdırlar:
Ankara’ya döndük. …
… Şimdi Müdâfa-i Milliye Vekâletinden de [Milli Savunma Bakanlığı’ndan] malûmat toplamak lâzım. Halbuki sabah erken ve ben yatakta iken, evime Binbaşı Mehmed Said, Binbaşı Han [Halit], Yüzbaşı (Adım hatırlayamıyorum. İstanbul meb’usu Ali Rıza’nın kardeşidir. Zavallı ölmüş) geldiler. … Kendi kendime: «Allah yolladı.» dedim …. [s. 840]
Said dedi ki : «Biz müşkülât içindeyiz. Yanlış işler yapılıyor. Bin yazdık. Söyledik. Öteye beriye başvurduk. Terter tepiniyoruz, anlatamıyoruz. Dedik bu işi siz yaparsınız. Size geldik. Aman bir çaresine bakınız. Sizde ümidimiz var. Yoksa mahvolduk. Fevzi Paşa acemi kur’a efradını aldı. Orduya ikmâl neferi olarak gönderiyor. Bu felâkettir. Bunlar bir şeye yaramaz; üste, orduyu da bozar. Bunları derhal cepheden çektirip ordu arkasındaki efrad depolarına aldırın. Bunlara orada sade nişan atmasını öğretsinler, ilk hatta biri ölünce derhal bunlardan bir tane yollasınlar. Ölenin tüfeğini alsın, ateşe başlasın, ikmal neferi olarak 94, 95, 96, 97’liler var. Bunlar harp görmüş. Pişkin efraddır. Derhal bunları silâh altına aldırınız.» Bu malûmat pek kıymetli, işin can alacak yeri idi. Ben zaten bunu öğrenmek istiyordum. Ayağıma geldi. «Peki vakit dardır. Yarın bugün Yunanlılar harekete geçer. Bu efradı on gün içinde orduya yetiştirebilir misiniz?» Dedim. «Teahhüd ediyorum. Bu iş benim vazifem. Yetiştireceğim» dedi. Bu adam mutlaka Hızır, işin can alacak noktası da bu. Bu da te’min olundu. Bakalım yiyecek, mühimmat işi var. Sordum, «Bu ne olacak?…» Halit «Bu da benim işimdir. Derhal Keskin’e, Çorum’a, Çankırı’ya doğru menziller yapacağım. Ali Rıza Bey (meb’us) de levazımdan yetişmedir. Bilir, o da oralara gider. Hasılı biz de ordunun erzakını yetiştireceğiz» dedi. Bu da oldu. [s. 841]
Teşekkür ettim. «Siz işe hemen başlayın. Ben yarın Meclis’ten bu kararları alırım» dedim. Çok sevindiler. Bu adamlar titriyorlardı. Ölecek gibi telâşta idiler. Ne kadar himmetli ve vatanperver oldukları görülüyordu, insanın içi, samimiyeti, böyle kara günlerde belli oluyor. Hamiyetlerine hayrân oldum. Derhal bu adamları büyük bir muhabbetle sevdim. Halâ severim. Hakikaten bu adamlar ki, en mühim noktayı halletmişlerdir.Sakarya ordusundaki perişan bakiyeyi Eskişehir – Afyon önündeki muntazam ordu ve o miktarda olacak neferleri ve yiyeceği vermiş ve zamanında yetiştirmişlerdir. Hele Mehmed Said Bey’inki diğerlerinden daha mühimdi, işte bazan koca vak’alar içinde böyle nâçiz bir kaç şahıs ne mühim işler görür, mühim zaferlerin temellerini kurar; sonra da Mustafa Kemal ve İsmet gibiler, bu zaferleri kendilerine mal ederler. Halbuki bu adamların hizmetlerini tesbit ve millete ilân etmek bilenlere vazifedir. Bu vazifeyi şimdi yapmakla vicdanım müsterihtir. Hattâ hiç tanımadığım Said Bey’i ondan sonra en iyi dost saydım ye Ankara’daki bağıma meccanen [parasız] oturttum. O da iyi adammış, ben Avrupa’ya çekilince zaruretimi düşünerek kendi arzusu ile kira vermişti. [s. 841-2]
Şimdi silâh meselesi: Tüfek yok diyorlar. Felâket. Tahkikat yaptım. Hükümetin karşısında eski bir hamamda bizim Rusya’dan getirttiğimiz 35.000 Rus tüfeği olduğunu öğrendim. [“Fahir Armaoğlu’nun Sovyet belgelerinden aktardığına göre, anlaşmadan sonraki bir yıl içinde Sovyet Rusya, Ankara Hükümeti’ne karşılıksız olarak 39.275 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 62.986.000 tüfek mermisi, 147.079 top mermisi, 1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası, 4.000 şarapnel mermisi, 1.500 kılıç, 20 bin gaz maskesi ve 10 milyon altın ruble yardım göndermişti. Bkz. Ayşe Hür, “Bir asırlık dostlar: Türkiye-SSCB/Rusya”, Radikal, 21/02/2016, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/bir-asirlik-dostlar-turkiye-sscb-rusya-1514670/] Erkân-ı Harbiye Reisi ve Müdâfaa Vekili Fevzi’nin haberi bile yok. Mal bulmuş Mağribî’ye döndüm. Halkın elindeki silâhlar da toplanınca yüzbine çıkacak. Süngü? Düşündüm, yok. Ama buna çare kolay: Bir demir çubuğunun ucunu sivriltsinler, diğer ucunu da halka yapıp, tüfeğin namlusuna geçirsinler. Ama bir daha çıkmayacakmış. Zararı yok. Süvari kılıncı. Ailelerde yatan ve bilhassa atalarımızdan kalma eski kılıçlar vardır; onları toplatalım. Bir de İsmet’in yerine kumandan. Bu da ne yapalım, Mustafa Kemal olur. Fakat bilfiil [fiilen, iş başında] kumandan olsun. Askerin yiyeceği ne olacak? Para yok. Ekmek, fasulye, kahve, şeker, petrol, bez, kumaş, ilh… lâzım. Menba yok. Bütün dükkânlardan askere lâzım ne varsa cebren müsadere edilsin [el konulsun]. Fena zulüm ama, ne çare, evvelâ vatan lâzım. Vatan ve devlet olmayınca mal yerin dibine batsın. Şimdi iş tamam. [s. 842]
Demek her şey yolunda, her şey mümkün, Sakarya boyunda zabitlerin bütün istedikleri oluyor; Yâni «Eskişehir – Afyon hattındaki tüfek, cephaneyi verin. Bu lekeyi kanımızla temizleriz» diyorlardı. işte verilebilecek. Henüz Yunanlılar da harekete geçmedi. Vakit de var. Ne âlâ. Allah’a bin, bin şükür… Bana büyük bir ümit, hattâ mukavemete iman geldi. Neş’elendim. Nutuk için hazırladığım notlara, yapılacak tedbirleri de ilâve edip, nutkumu yazdım. Bunları Meclis’e kabul ettirip hükümete yaptıracağım. Kabul edileceğinden eminim. Çünkü meb’uslar bana bakıyorlar. Her dediğimi yapacaklarını vaad ediyorlar. Bütün Meclis arkamda, ümitleri bende idi. [s. 842]
(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 840-42.)
Rıza Nur’un 14 kişilik Tahkik Heyeti‘nin temsilcisi olarak Meclis’te yaptığı uzun konuşma ve dile getirdiği çözüm teklifleri, TBMM’nin Ankara’da kalıp savaşma kararı almasına yol açar.
Yaptığı teklifler arasında Mustafa Kemal’in başkomutan olması da vardır:
Yunan ordusu kumanda heyeti … Eğer derhal yürüseydi, silâh omuzda, askerî bir tenezzüh [piknik] yapar gibi gelecek, hiçbir mukavemet görmeyecek, Ankara’yı da zaptedecekti. Yunan ordusuna karşı koyacak bir ordu yoktu. … Hasılı, Yunan ordusu gaflet edip bize yeni bir ordu yapma için vakit verdi. Ben işimi hazırladım. Meclise koştum. Mustafa Kemal beni koridorda bekliyormuş, telâşla karşıladı. Sapsarı bir beniz. İmdad bekler bir gözle baktı; yüzü yerde. Hey gidi günler!… «Ne yapacağız? Ne yapacaksın?» dedi. Kuzu gibi olmuş, benden istimdat ediyor. Dedim: «Hafi celse [gizli oturum] yapalım. Siz hemen celseyi açınız ve bana söz veriniz.” «Peki» dedi. Koştu, celseyi açtı. Ve bana söz verdi. Kürsüye çıktım. İki-üç saat kadar süren bir nutuk söyledim. Lübbü [özü] şudur: … [s. 843]
“… Zabitler mağlûbiyetten utanıyor, ‘cahilane bir idare bizi bu hale koydu. Yoksa mağlûp olmazdık. Adedimiz kâfi, yerimiz iyi idi. Alimâne idare isteriz. Bize eski aded asker, silâh cephaneyi veriniz. Bir de âlimâne idare edecek kumandan koyunuz. Muhakkak surette Yunanlıları püskürtürüz» diyorlar.
«Arkadaşlar: Bahtiyarım, çünkü askerde maneviyat yüksektir. Tetkik ettim, istediklerini vermek de mümkündür. Allah’a şükür, henüz Yunanlılar da harekete geçmemişlerdir. Bu işi başarmak için bize vakit verdiler. Çok büyük ümit vardır. Me’yus olmayın. Ümidi aslâ kesmeyin. Sakarya’da düşmanı bozmak imkânı var.
«Alınacak tedbirler: … Bütün kağnılar, öküzler, atlar, ilâh… müsadere edilip nakliyat işine tahsis edilecektir. Orduya yiyecek, petrol, sabun, ilâh… lâzımdır. Herkesin nesi varsa, dükkânlarda neler varsa derhal hükümet tarafından zaptedilip orduya verilecektir. … Herkesin elindeki mavzer ve emsali tüfekler ve fişekler derhal toplanıp, orduya en seri bir surette sevkedilecek. … Mustafa Kemal, bilfiil başkumandan olsun. … Ordu harbi Sakarya’da yapacak. Kızdırmağın arkasına çekilmeyecek. Hükümet ve biz de Ankara’da kalacağız. … Bu işleri derhal karar altına alınız. Derhal hükümet tatbik etsin. [s. 844]
«Maateessüf bunlar bu hükümet ile yürümez. Bu hükümet atalet ve uyuşukluk içinde…Meselâ Fevzi Paşa, hem Hey’et-i Vekile reisi [başbakan], hem Erkân-ı Harbiye Reisi [Genelkurmay Başkanı], hem Müdâfaa-i Milliye Vekili [Milli Savunma Bakanı], hem bilmem daha ne ve neler? Bu nasıl şey? Sade Erkân-ı Harbiye işi bir adamın vaktini alır. Bir adam kâfidir. Fevzi Paşa’ya hitap ediyorum ve soruyorum; bu kadar işi birden nasıl yapıyorsunuz? Muhakkak yapamıyorsunuz. Bu hırsın nedir? … Sen bütün mevkilerini bırak biraz hırsını yen! Sen durmaz çalışırsın, bilirim; fakat bu kadar işe yetişemezsin. Mühim bir andayız. Sen yalnız Erkân-ı Harbiye Reisi ol! Sade ordunun işini düşün, düzelt! Yunanlıları nasıl mağlûp edelim diye imâl-i fikr et! Saatlerce düşün! İmal-i fikir çok mühim şeydir. Bu esnada insanın aklına mühim tedbirler gelir. Müdâfaa-i Milliye’yi başkası alsın. Meselâ onu Refet Paşa’ya verin.” [s. 845-6] [Rıza Nur’un bu teklifi kabul görmüş, Refet Bele Savunma Bakanı yapılmıştır.]
Fevzi kalktı, sırasından bana cevap veriyor. Ben gerisindeyim. Dedi: «Ben haris değilim. Bana emrettiler, şunu uhdene al, aldım, bunu da al, dediler, onu da aldım. Ben kendim istemedim. Ben ne yapayım?…» dedi. Zavallının hali perişan. Porsuk bir uzviyet ve söz… Sesi af diler gibi… Haline acıdım. … [s. 846]
O sözleri âni bir buhran ve ye’isli bir heyecan içinde söyledi. Ruhunun samimi bir aksidir. Binaenaleyh pek doğrudur: «Verdiler, aldım.» Çok doğrudur. Bu adamda zerre kadar benlik, mevcudiyet, izzetinefis yok. Bir efendiye kul, köledir. Zannetmem ki, kurun-u kadîmde [eski çağlarda], esirlik devrinde bir orduya esir düşüp köle olarak satılan hiçbir şahıs bile o vakit efendisine Fevzi kadar, sadakatle ve itaatla hizmet etmiş olsun. Mustafa Kemal’e de böylesi lâzımdır. İsmet’i, Fevzi’yi tam bulmuştur. İkisi de emirber nefer, …. Hakikaten Mustafa Kemal, Fevzi’ye şu vekâleti al, diyor, alıyor. Sonra şunu da al diyor, alıyor. Sonra bırak diyor, bırakıyor. Daha ileri gidiyor, meb’usluğu da terk et diyor, terk ediyor. Sade Erkân-ı Harbiye Reisi ol, diyor, oluyor. Şunu yap diyor, yapıyor, yapma diyor, yapmıyor. Bugüne kadar hayatı hep budur. Hasılı halini güzel ve kendi ağzı ile tasvir ve kabahatini itiraf etmişti. [s. 847-8]
Meb’uslar daha evvel Fevzi’nin seciyesini kısmen öğrenmişlerdi. Bu hallerinden Fevzi’nin “F”si üstüne [Arap alfabesinde] bir nokta daha koyarak, ona Kuzu Paşa diyorlardı. Adı artık budur. Kuzu Paşa aşağı, Kuzu Paşa yukarı. Amma iyi bulmuşlardır. Bir kısmı buna kanaat etmeyip, sonra Öküz Paşa adını verdiler. İtaatı vakıa kuzu gibidir; yine onun gibi düşüncesiz ve inisiyatifsiz; fakat kuzu gibi sâf olsaydı, ben de bu adı münasip görecektim. Değildir. Vakıa bazı halleri öküz gibidir, ama öküz pek de muti değildir, üvendireden [ucunda nodul bulunan uzun değnek] korkar. Bu hiç üvendiresiz itaat ediyor. Sonra öküz gibi kafasız değildir. Zekâsı … zararsız bir zekâdır. Ve yine zararsız akl-ı selimi vardır. Biraz tarihten dem vurur. Bu bapta bazı şeyler okumuşa benzer. Sonra hemen herkes askerlikteki liyakatini söylüyorlar. Hakikaten Eskişehir – Afyon harbinde taarruzun sol cenahımızda olduğunu bilip, söylemiş ve fakat ağalar dinlememiş. Ne yapayım, böyle bilgiden bir fayda yoktur ki, ha bilmiş, ha bilmemiş. Kanaat ettiği şeyi insan, kabul ettirmesini de bilmelidir. Tehdidini ikâa muktedir olmalıdır. Böyle olursa bir şeye yarar. Bunda öyle şeyler yoktur. Bir söyler ve susar. Nitekim Sakarya Harbinde de hakiki vaziyeti o görecektir. Fakat bu sefer yine dediğini kabul ettirememiş, asıl kâr olmamışsa da büyük bir zarar ve felâketten kaçınmak suretiyle mühim kâr olmuştur. Yâni Mustafa Kemal’in ric’at emrini, o geri aldırmıştır. Lâkin [ancak] birkaç gün sonra dediği yapılmıştır. Bunları izah edeceğiz. [s. 848-9]
Nutkuma devam ediyorum. Nutkumun son kısmı şöyledir:
«Siz Ankara’yı bırakıp kaçıyorsunuz. Orduyu Sakarya’dan Kızılırmağın arkasına kaçıracaksınız. Siz, hükümet bu kararı vermiş, yapıyorsunuz. Ben diyorum ki, bu felâkettir. Eskişehir’den Sakarya arkasına gelen ordu, yirmibeş bin kişi kalmış, ordan Kızılırmak’ın arkasına varınca ise, ikibin beşyüz kalacaktır. Büyük bir hatadasınız. Ankara’da kalacağız. Ordu Sakarya’da döğüşecek. Burada muzaffer olacağız. Sizinle taban tabana zıddım. Sizi Millet Meclisi men edecek. Burada ve Sakarya’da kalacaksınız. Ne olursa burada olacak…»
Meclis bütün sözlerimi alkışlarla ve ittifakla kabul etti. O gün ve sonraki günlerde Meclis tamamiyle arkamda idi. [s. 849]
… Mustafa Kemal Meclis’te o günü yirmi – otuz meb’usun içinde bana : «Peki, kabinede sen de bir mevki almalısın,» dedi. Galiba benim, bunları bir mevki kapmak için yaptığımı zannetti. … Güldüm. «Benim mevki ile işim, hevesim yok. …» deyip oradan savuştum. [s. 850]
(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 843-50.)
Meclis, Kayseri’ye çekilme kararını iptal ettirdiği gibi, Mustafa Kemal’e çok sert eleştiriler yöneltilir.
Ancak Mustafa Kemal, Falih Rıfkı‘nın yukarıya almış olduğumuz ifadelerinin de ortaya koyduğu gibi, başkomutan olması ve orduya bizzat ve fiilen kumanda etmesi teklifini kabul etmek istemez:
Artık müzakere devam etti. Gittikçe münakaşa alevlendi. Çolak Selâhaddin, Hüseyin Avni, Hulûsi ve daha bir takımları Mustafa Kemal’e hücum ediyorlar. Mağlûbiyetin mes’uliyetini sırtına yükletiyorlar. Doğru, hakları var. Mustafa Kemal de bundan sinirleniyor, çıldıracak. … [s. 850]
Derken Mustafa Kemal Başkumandanlığı kabul etmem, dedi. Ve bunda temerrüd etti. Dedik: «Yahu! etme, kabul et!» «Ben zaten daima idare ediyorum. Geri durduğum yok ki… Ne lüzumu var, beni başkumandan yapacaksınız?» dedi. Ben de: «Yok, resmen ve mes’ul olarak başkumandan olmalısın. O vakit daha iyi gayretle çalışırsın.» Her şey bitmiş, elde ordu diyecek bir şey yok, Mustafa Kemal tamamiyle ümitsiz. Başkumandanlığı asla istemiyor. Çünkü onca mağlûbiyet muhakkak. Başkumandan olursa kendi mağlûp olacak. Şimdiye kadar perde arkasından elindeki İsmet ve Fevzi adındaki iki kuklayı, Hacivat’la, Karagöz gibi oynatmaya alışmış. Mesuliyetli iş olursa onlara veriyor, şeref olursa kendine alıyor. Resmen ve bilfiil kumandanlığı kabul etmeğe asla yanaşmıyor. Bütün Meclis de buna kızıyor. Meclis, pek asabileşti. O, kabul etmem diyor, başka şey bilmiyor. Ve dinlemiyor. Kızmışım. Bir aralık: «Peki! Senin vücudun âleme rahmet mi? Ne güne duruyorsun? Hangi işe yarıyacaksın?» diye bağırdım. Kızılca kıyamet koptu. Mustafa Kemal bana kürsüden küfürler ve tehdid yağdırdı ve bu arada yine dedi ki: «Mağlûbiyet muhakkak. Sen beni rezil olsun, şerefim gitsin diye başkumandan yapmak istiyorsun.” Bu söz bana öyle müthiş geldi ki, çıldıracaktım. «Yahu bu ne adam! Koca bir millet gidiyor; bu, şerefi düşünüyor. Bunu kim yapabilir? Hiç olmazsa insan haya eder de bunu söyliyemez. Of!… Ne … adama çatmışız!… Şeref!… Sanki Suriye’de mağlûp olan da bendim,» diyordum, işte bu andadır ki, bu adamdan tam nefret etmiş, ona büyük bir kin beslemeğe başlamıştım. … Herkes de bir şey söylüyor. … Topal Osman’ın kendisine verdiği muhafızları Meclis’e getirmiş. Onlara güveniyor, imalı bir surette onlarla Meclis’i tehdit ediyor. Bunlardan birçok herif Meclis koridorunda. [s. 850-1]
(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 850-1.)
Mustafa Kemal, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” dediği söylenen Mustafa Kemal, başkomutan olup cephede savaşa bizzat katılmayı ancak “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indir” formülünün işletilmesi şartıyla kabul etmek ister:
Her iş oldu. Benim bütün tekliflerim kabul edildi; fakat kumandanlık meselesi hâlâ olamıyor. Üç gündür uğraşıyoruz, kabul ettiremiyoruz. Halbuki vakit dar. Nihayet bakmış ki, olacak şey değil. Meclis mu’sır [ısrarcı], kabul etmezse hiçbir haysiyeti kalmayacak. Ekseriyet zaten aylardan beri aleyhine dönmüş. Geldi. Resmen celsede şu teklifi yaptı: «Eğer Meclis bütün teşriî [şeriat/yasa yapma, yasama] ve icraî [yürütme/hükümet] selâhiyetlerini bana verirse başkumandanlığı kabul ederim.» Ben bunu işitince iki yumruğumu küt küt diye kafama vurmuştum. Ve: «Eyvah, bu adam ne istiyor? Bu nasıl iş? Bu verilir mi? Bu istenebilir mi?» diye bağırmışım durmuşum. Ben farkında değilim. Sonra yanımdakiler söylediler. Kendi kendime düşünüyordum. [s. 851]
Bu müthiş bir şey. Başkumandan olmak için böyle bir salâhiyete lüzum yok ki… Başkumandan harbi başa çıkarmak için lâzım. Selâhiyetlere zaten maliktir ve onlar kâfidir. …. Kendi kendine kanunlar yapacak. Şunu bunu asıp kesecek. Böyle bir şeyi istemek ne müthiş bir …. Yahut bu adam bunu mahsus istiyor. Biliyor ki, Meclis kendi selahiyetlerinde pek hassas ve kıskançtır; vermeyecek, bu da bu şekilde başkumandanlıktan kurtulacak. Yahut Meclis verirse, bunlarla sonra bize, millete kıran salacak.. Kendine köle gibi itaat etmiyenleri imha edecek. Yapar mı? Yapar. Şaka değil. Kendisi ve keyfine göre kanun yapacak. Onunla istediğini mahkûm edecek. Tarihte bunun yalnız bir misali vardır. Jül Sezar, Roma Senatosu’ndan selâhiyetlerinin bir kısmını almış, kendisini ona «Yarı Allah » tanıtmıştı. Bu da buna benziyordu. [s. 851-2]
(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 851-52.)
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.