ATATÜRK’ÜN ÖLÜMSÜZ ESERİ

 

İngiliz Casus Arabistanlı Lawrence ve Yaptığı Ajanlıklar - Şimdi ...

Sınırları Çizen Kadın-İngiliz Casus Gertrude Bell , Taha Niyazi ...

Murat Bardakçı yazdı: Cerablus'un 'kraliçe'si: Gertrude Bell'dir ...

IRAK'I KURAN İNGİLİZ KADIN CASUS GERTRUDE BELL ve KERKÜK | TÜRK ...

İngiltere'nin kadın Lawrance'ı: Gertrude Bell

İngilizler 24.04.1919'da Anadoluda bir Türk Hükümeti Kurma Kararı ...

Ataturk Samsun'a gidis vizesi - YouTube

9789758724987: Ataturk'e Nasil Vize Verdim - AbeBooks - Nezih Uzel ...

Karabekir 19 Nisanda Trabzona çıktı ve..

Samsun'a gelen Rum Patriği Bartholomeos'un ziyaret sebebi Rum ...

15 Mayıs 1919'da İzmir'de ne oldu? Kuvayı Milliye'nin kıvılcımı ...

İzmir`in İşgaline İzin Veren İngiltere ve Fransa`dır

MÜRŞİDİ METİN AKPINAR OLAN CÜBBELİ, ŞEYHÜLİSLAM MUSTAFA SABRİ ...

FOTOKART-Atatürk ve İngiliz Kralı Edward Savarona Yatında Fk ...

 

Kemalist/Atatürkçü bir yazar, Yalçın Doğan, 19 Mayıs vesilesiyle böyle yazmış:

 

İşte, ölümsüz eseri:

Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti…

 

İmanlı/inançlı bir ifade, fakat bilimsel gerçeklere aykırı..

Bugünün bilimine göre Güneş ve Dünya bile ölümsüz değil.. Nerde kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti ölümsüz olsun..

Modern bilim gibi İslam’a göre de Güneş ve Dünya, insanlar ve devletler (kendilerini devlet diye takdim eden toplumlar) ölümsüz değiller..

Ancak, ölümü, ölümsüzlüğün söz konusu olduğu bir başka hayat izleyecek..

O hayatta herkes, bu dünyada (dünya hayatında) imal ve inşa ettiği ölümsüz eseriyle karşı karşıya kalacak..

Bu anlamda Atatürk’ün de ölümsüz bir eserinin bulunduğu kesin..

Ve o ölümsüz eserini, ruhu, şu anda mezarında sabah akşam seyrediyor.

İnsanın bir tür ölüm olan uykusunda ruhu ile rüya görmesi, hatta bazen, gelecekte meydana gelecek olayları yaşaması gibi..

*

Yalçın efendinin yazısı gerçekten ilginç..

Okuyalım:

 

1919 Ocak ayı… Şişli’deki ev… Mustafa Kemal’in kaldığı eve İsmet Paşa geliyor. İkisi baş başa. İsmet Paşa “ne haber” diye sorunca, Mustafa Kemal yanıt olarak Türkiye haritasını gösteriyor.

Haritayı görünce, İsmet Paşa cebinden bir pergel çıkartıyor, ne de olsa, deneyli bir kurmay.

Mustafa Kemal pergeli alıyor, pergelin bir ayağı İstanbul’da, öteki ayağını Anadolu’da dolaştırıyor, İsmet Paşa’ya soruyor:

“Anadolu’ya gitmek için en iyi yol hangisi sence?”

İsmet Paşa sevinçle ayağa kalkıyor:

“Paşam, demek karar verdiniz… Anadolu’ya geçmek için pek çok yol var”.

Mustafa Kemal pergelin öteki ayağını Samsun’un üzerine koyuyor. (Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s. 238).

 

Evet, İsmet İnönü’nün (O zaman henüz İnönü olmadığı gibi, paşa da değildir) söylediği gibi, Anadolu’ya gitmek için pek çok yol vardır.

Ancak Mustafa Kemal, o sırada Ege’de henüz bir Yunan işgali bulunmadığı halde, mesela Ege’deki bir Ayvalık‘ı, bir Foça’yı, bir İzmir‘i, yahut Marmara’nın güneyindeki bir Bandırma‘yı, bir Mudanya’yı, bir Gölcük’ü değil, taa doğuda, Anadolu’nun öbür ucunda yer alan Samsun’u seçmiştir.

Seçmiştir ama, henüz yerinden kıpırdamaya hiç niyeti bulunmamaktadır.

Beklemektedir.

Mustafa Kemal öyle, etkisiz ve yetkisiz, tek başına, yanında kimse olmadan, gürültüsüz patırtısız, kaçar gibi herhangi bir yere gidecek bir adam değildir.

*

O sırada, Yalçın efendinin ifadesiyle, “İngilizler’in katkısı” beklenmedik bir şekilde Mustafa Kemal’in imdadına yetişir:

 

Hiç beklenmedik ve de en büyük katkılardan biri Samsun’da görevli İngiliz komutanından geliyor. İngiliz subayı, “Yunanlıların Karadeniz’de bağımsız bir Pontus Devleti kurmak istediklerine” ilişkin İstanbul’a bir rapor gönderiyor.

19 Mayıs 1919 Samsun yolculuğunda dönüm noktalarından biri…

 

Gerçekten de bir dönüm noktası..

Mustafa Kemal, daha yakın yerler dururken, nedense gözünü Samsun’a dikmiş..

Ve bu arada Samsun’daki İngiliz komutan, “Yunanlıların Karadeniz’de bağımsız bir Pontus Devleti kurmak istediklerine” dair İstanbul’a rapor gönderiyor.

Halbuki, Yunanlılar’ın asıl ilgisi, hemen önlerindeki Ege‘yedir.

Fakat, İngilizler’e göre, Yunanlılar çok uzaklara, Samsun’a gözünü dikmiştir.

Ve, İngiliz komutan (Türk değil) bundan rahatsızdır. Nedense?..

Sadece Samsun’daki İngiliz komutan mı?

Hayır, aynı zamanda İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği de “Osmanlı’dan fazla Osmanlıcı, Türk’ten fazla Türkçü gibi” Yunan emellerinden rahatsız olmuştur.

Rahatsız olmakla kalmazlar, telaşlanıp (“Uyan ey Osmanlı, vatan elden cideyur” dercesine) durumu Osmanlı hükümetine bildirirler. (Araplar’ı kışkırtan Lawrence‘leriyle, Gertrude Bell‘leriyle meşhur İngilizler, bir rapor yazmaya vesile olacak şekilde Samsun havalisindeki gayrimüslimleri el altından harekete geçirmiş olabilirler mi? Yok canım, komplocu mantığın, vehim ve paranoyanın lüzumu yok.)

Yalçın efendinin ifadesiyle:

 

İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği, işgal kuvvetlerinin başı, raporu Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya veriyor. Raporu okuyunca telaşlanan Damat Ferit  Dahiliye Nazırına (İçişleri Bakanı) vekalet eden Mehmet Ali Bey’i çağırıyor. Müthiş bir şans, Mehmet Ali Bey Mustafa Kemal’in Samsun’a gitmek istediğini bilenlerden. …

Damat Ferit’in huzuruna çıktığında Mehmet Ali Bey:

“Yerel makamlar Yunanlıların bu girişimini önleyemezler. Rumlar Türk köylerine saldırıyor, yağma ediyor, halkı öldürüyor. Çözüm olarak, hükümetin kendisine güvenebileceği, genç ve enerjik bir subayın Samsun’a gönderilmesini düşünüyorum. Düzeni sağlayacak, böylelikle İngilizleri rahatlatacak birine ihtiyaç var.”

Damat Ferit “bu kim olabilir” diye sorunca, Mehmet Ali Bey hiç tereddüt etmeden, “Mustafa Kemal”.

 

Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal açısından yağmur mevsimi başlamış..

Şans yağmuru mevsimi..

Samsun’a etkisiz yetkisiz, bir başına, yalnız bir Mustafa Kemal olarak gitse olmaz..

Sarı çizmeli Mehmet Ağa’yı kim takar!

Elinde olağanüstü yetkiler, yanında kalabalık bir maiyet, cebinde para bulunması lâzım..

Bunun için de hükümet tarafından görevlendirilmesi gerekiyor.

Ancak, hükümet açısından ortada bir sıkıntı var, durup dururken böylesi bir yetki ile Anadolu’ya birini göndermesi İngilizler‘i “huylandırabilir”.

*

Şansa bakın ki, tam da o sırada Samsun’daki (başka bir yerdeki değil) İngiliz komutan, “Al da gol at!” dercesine İstanbul’a bir pas gönderiyor.

İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği’nin, nedense Karadeniz’deki Yunan emellerinden rahatsız olacağı tutuyor.

Halbuki, aynı İngilizler, (o sırada Osmanlı tarafından henüz bilinmiyor olsa da) Yunanlılar’ı (Venizelos’u) Ege’ye çıkarma yapması, Anadolu’yu işgal etmesi için teşvik etmekte, cesaretlendirmektedirler.

Fakat, nedense, Samsun’daki komutanlarının raporunu (İngilizler’i huylandırmadan, onların engellemesine maruz kalmadan yapmak istedikleri bir görevlendirme için aradıkları fırsatı verecek şekilde) Osmanlı hükümetine derhal gönderirler.

Yani İngilizler, “Alın size bir pas, sağ açık değil sol bek için, başkası olmaz, illa da Samsun” dercesine, tam da Mustafa Kemal’in istediği yer için bir pas göndermişlerdir.

Yani Mustafa Kemal’e, Yalçın efendinin ifadesiyle, Hiç beklenmedik ve de en büyük katkılardan biri Samsun’da görevli İngiliz komutandan” gelmiştir.

Sadece Samsun’daki komutandan mı?

Hayır!

Aynı zamanda İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği‘nden..

Mustafa Kemal, İngiliz katkısı bakımından şanslı adamdır vesselam..

*

Evet, İngilizler, Mustafa Kemal’in ihtiyaç duyduğu “katkı“yı, “bütün katkıların anasını” sağlamışlardır.

Ancak, Mustafa Kemal o sıralarda henüz, “sözü kanun olan” Atatürk değildir..

Osmanlı Devleti (Padişah ve hükümet) tarafından görevlendirilmesini bekleyen bir memur durumundadır.

İngilizler “Ne duruyorsunuz, Samsun’a (Başka yere değil ha, Samsun’a) birini gönderin” demişlerdir, fakat, “Bu görev için bekleyen biri var, Mustafa Kemal, onu gönderin” dememişlerdir.

Mustafa Kemal’in olağanüstü şansı ve bahtı burada da devreye girer, Osmanlı hükümeti, Samsun’a göndermek için onu seçer.

Yalçın efendiye göre, durum şudur:

 

İstanbul Hükümeti’nin niyeti çok başka, evet Rum çetelerini etkisiz hale getirmek ancak:

“İstanbul Hükümeti’ne karşı çıkan çeşitli ulusalcı grupları da dağıtmak”.

 

Yani, memleket bir cihan savaşından çıkmış, mağlup olmuş, asker ve sivil yüz binlerce insan ölmüş, üstüne üstlük kıtlık ve salgın hastalıklar yaşanmış, İstanbul’a İngiliz, Fransız ve İtalyan gelip çöreklenmiş, yenilginin sorumlusu İttihatçı “vatansever ve Türkçü” sergerdeler memleketi bırakıp kaçmış, enkaz devralmış olan felaketzede yeni Osmanlı hükümeti binbir dertle meşgul, o sırada da, nasılsa Anadolu’da (Olsa olsa İttihatçı artığı olabilecek) “ulusalcı” bir taife türemiş, ve bunlar işi gücü bırakıp (bedel ödeme durumundayken zeytinyağı gibi üste çıkıp ev sahibini bastıran şirret yavuz hırsız ataklığıyla) mevcut Osmanlı hükümetine karşı çıkmak için mesaiye başlamışlarmışmış.

Sanki uğraşacak başka bir düşman yokmuş gibi..

Osmanlı hükümeti de, (kapağı Talat Paşa gibi Berlin’e, Cemal Paşa gibi Tiflis’e, Enver Paşa gibi sırasıyla Odessa, Berlin ve Rusya’ya atan ağababaları tarafından başsız ve eli böğründe bırakılmış) Osmanlı tipi “ulusalcılar”ı yola getirmek için, onların hakkından gelecek isim olarak Mustafa Kemal‘i seçmişmiş.

Osmanlı hükümetinin başka derdi yokmuş.. Asıl dert ettiği kesim bu dişleri dökülmüş, tüyleri yolunmuş, burnu yerlere sürtülmüş taifeymiş.

Ve de “ulusalcı” olmadığından emin oldukları, sonuna kadar güvendikleri Mustafa Kemal‘i, bu “ulusalcılar”ı (İttihatçı artığı zombileri) tepelemek üzere göndermekteymiş.

Andersen masalları tadında, insan hayal gücünün sunduğu bütün imkânlardan sonuna kadar yararlanan keyifli bir anlatım..

*

Yalçın efendinin (olağanüstü bir bilgi birikimi ve olağandışı bir zekâ ürünü olan, tarihe masal güzelliği ve ilginçliği kazandıran) yazısını okumaya devam edelim:

 

[İçişleri Bakan Vekili] Mehmet Ali Bey’in çok önemli katkısıyla hazırlanan yetki belgesinde, Mustafa Kemal’in görevi “genel müfettişlik” olarak tanımlanıyor:

“- Asayişi sağlamak,

– Karışıklıkları önlemek,

– Silah ve cephaneyi toplamak,

– Samsun ve beş çevre ilinde idari ve askeri yetkiye sahip olmak”.

 

Körün istediği bir göz, Allah vermiş altı göz..

Üste bir de dürbün.. Eşantiyon kabilinden..

Mustafa Kemal Samsun‘a gitme hayalleri kurarken ona Samsun’un yanı sıra beş il daha altın tepsi içinde sunulmuş. Masal kahramanları bile, o masalların kendi iç mantığı çerçevesinde bu kadar şanslı olamıyorlar.

Üstelik, o illerde hem askerî yetkilere sahip oluyor, hem de idarî..

Yani, sadece komutan değil, genel vali konumunda.. Bu illerde valilere emir verebilir, istediği valiyi görevden alabilir, değiştirebilir.

Yalçın efendiyi dinlemeye devam edelim:

 

Bu geniş yetkiler diğer nazırları (bakanları) kuşkuya düşürebilir, kaygısıyla, Mehmet Ali Bey yetki belgesini, kural dışına çıkarak, önce Sadrazam Damat Ferit’e imzalatmanın daha doğru olacağını düşünerek, onu Cercle d’Orient’de kağıt oynarken buluyor. Oyunla meşgul olan Damat Ferit imzayı basıyor!.. [Tenbih’in notu: Önce diğer bakanlara gitse, “Bundan Padişah’ın ve Sadrazam’ın haberi var mı? Böyle geniş yetki şimdiye kadar kime verilmiş? Sadrazam’ın imzasını görmeden imzalamayız” diyebilirler.]

Şeyhülislam Mustafa Sabri yetki belgesine en son imza atan kişi, çünkü:

“Bu adamın hilafeti de, şeriatı da yıkmak istediği gözlerinden okunuyor.”

 

Evet, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi (Allahu Teala sonsuz rahmet eylesin, Cennet’te yüce makamlara eriştirsin), adamı gözünden tanıyan biri..

Firaset ve basiret sahibi..

Aptal, ahmak ve gafil değil.

Gerçekten de, tam da onun düşündüğü gibi, Mustafa Kemal daha sonraki süreçte Hilafeti de, Şeriat’i de yıkacaktır.

Ancak, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi o sırada, Padişah’a sonsuz bir sadakatle bağlı bir Osmanlı paşası hakkında suizanda bulunan vehimli ve paranoyak biri gibi görülmektedir..

Merhum Ali Ulvi Kurucu‘nun Hatıralar‘ının ikinci cildinde anlatıldığı gibi, Şeyhülislam, Padişah Vahideddin’i de uyarmış, fakat Padişah, onun uyarılarına kulak tıkayarak tercihini (Almanya seyahatinde de kendisine eşlik eden sadık ve itaatkâr yaveri) Mustafa Kemal’den yana yapmıştır.

Yalçın efendiyi dinlemeye devam edelim:

 

Herkes kuşku duyuyor, hatta İngilizler kuşkularını Damat Ferit ile Sultan Vahdettin’e de aktarıyor.

Vahdettin “bizi ancak İngilizler kurtarır” havasında. Yine de, Mustafa Kemal veda etmek için gittiğinde, ona “bir müşkülle karşılaşırsanız, bana haber veriniz” diyerek, yakınlık gösteriyor. Ve de üzerinde kendi tuğrası bulunan altın bir saat armağan ediyor. [Mustafa Kemal’in, Sadrazam] Damat Ferit ile de arasında benzer bir diyalog geçiyor. Yakınlığın nedeni boşa değil. Her ikisi de, Mustafa Kemal’in İstanbul’dan uzaklaşmasını canı gönülden destekliyor.

Mustafa Kemal ile Samsun’a gidecek olan heyete ve yetkilere kim baksa, herkes bir gariplik seziyor, ancak kimse adını koyamıyor. Hatta, son anda Bandırma Vapuru İstanbul Limanından ayrılırken, İngiliz subayı üstlerine “bu nasıl bir heyet, nasıl bir genel müfettişlik” diye, demir almak üzere bulunan vapuru teftiş etmek istediğinde, üstleri “Damat Ferit bize güvence verdi, bir tehlike yok” diyerek, onu durduruyor.

 

Evet, görüldüğü gibi, ancak masallarda rastlanabilecek türden bir şans ve talihler demeti çiçek açmış..

Masallarda, biraz heyecan olsun diye, masal kahramanının önüne devler, cadılar çıkar, olağanüstü zorluklar ve engeller başgösterir, Mustafa Kemal’in hikâyesinde bunlardan bir “gıdım” bile yok.

Fakat Atatürkçüler/Kemalistler, haklarını yemeyelim, bu gerilimsiz/heyecansız/engelsiz/sıkıcı hikâyeye eşsiz bir macera tadı kazandırmayı gayet iyi beceriyorlar. Ezoplar, Andersenler halt etmişler..

Allah var, Yalçın efendi de anlatmayı çok iyi biliyor. Adile Naşit’in “Uykudan Önce”si tadında çok zevkli, keyifli ve de zekice sevimli bir anlatım..

*

Vahideddin, Yalçın efendinin ifadesiyle, “Bizi ancak İngilizler kurtarır” havasında, fakat nasılsa İngilizler’e değil de Mustafa Kemal’e olağanüstü yetkiler veriyor.

Hem Padişah, hem de Sadrazam, Samsun’a gidecek olan Mustafa Kemal’e, nasılsa olağanüstü yakınlık gösteriyorlar.

Ha, aklınıza, (Atatürkçü/Kemalist süper zekâların moralini bozacak türden) bir kötülük gelmesin. “İngilizler’in himayesine güvenen hain” Padişah ve Sadrazam, nasılsa, İstanbul’daki (Sarı Çizmeli Mehmet Ağa kabilinden etkisiz ve yetkisiz, emrinde herhangi bir birlik bulunmayan, Suriye cephesinde İngilizler’e yenilip kaçarak İstanbul’a gelmiş subaylardan bir subay olan) Mustafa Kemal’den nasılsa korkup çekinmekte, ondan kurtulmak istemektedirler.

Ondan asıl korkması gereken Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ise, “Yok, Mustafa Kemal burada, İstanbul’da dursun, gitmesin” demektedir. Nasılsa, o korkmamakta, Padişah’ın aksine, “Şu adam İstanbul’dan gitsin de kurtulayım” diye düşünmemektedir.

Ve nasılsa, Padişah ile Sadrazam, Samsun’a gidip vatanı kurtarmak için can atan, bunun için her türlü fedakârlığa razı olan Mustafa Kemal‘i yetki ve etki bakımından biçare ve perişan bir halde Samsun’a göndermeleri mümkünken, tarihte eşi görülmemiş olağanüstü yetkiler ile donatmaktadırlar.

Bu eşsiz hikâyenin yanında masallar halt etmiş.. Zekâ küpü Kemalistler ne kadar keyif duysalar yeridir.

*

Dahası da var..

Mustafa Kemal ile yanındaki maiyeti taşıyan Bandırma Vapuru İstanbul Limanı’ndan ayrılırken, orada görevli İngiliz subayı üstlerine, Yalçın efendinin ifadesiyle, “Bu nasıl bir heyet, nasıl bir genel müfettişlik?” diyor, demir almak üzere bulunan vapuru teftiş etmek istiyor, üstleri ise, “Damat Ferit bize güvence verdi, bir tehlike yok, bırak gitsinler” diye emir veriyor.

Görüldüğü gibi, denklem biraz karışık.. Padişah ve Sadrazam, Yalçın efendinin ifadesiyle, “Bizi ancak İngilizler kurtarır” havasındalar.

Fakat, İngilizler’i rahatsız eden (Alt düzey istihbaratçı ve subayları, sahadaki “piyon”ları rahatsız eden.. Üst düzey, “üst akıl” sahibi subayları değil) bir görevlendirme yapıyorlar.. Nasılsa?..

İngilizler’in de Sadrazam Damat Ferit’e güvenleri tam.. “Bu adam tam bir salak, ne yaptığını bilmiyor” diye düşünmüyorlar.

Başka zaman “kuşkulandıklarında” hiçbir güvenceye vs. itibar etmeyen (daha sonraki süreçte Millî Savunma Bakanlığı’nı ve Meclis-i Mebusan’ı işgal edecek olan) İngilizler, “içinden Mustafa Kemal geçen” hikâyelerde, nasılsa, verilen güvencelere hemen “tav” oluyorlar.

MUSTAFA KEMAL, İNGİLİZLER’İN ANADOLU’DAKİ GENEL VALİSİ OLMAK İSTEDİ Mİ?

Milli Mücadele'de Mustafa Kemal Paşa'nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri

pera palas ingiliz istanbul işgal ile ilgili görsel sonucu

extra-special correspondent ile ilgili görsel sonucu

kurtuluş savaşı ile ilgili belgeler ile ilgili görsel sonucu

extra-special correspondent ile ilgili görsel sonucu

extra-special correspondent ile ilgili görsel sonucu

 

MUSTAFA KEMAL, ANADOLU’NUN İNGİLİZ MANDASI ALTINA GİRMESİNİ SAVUNDU MU?

SAVUNMADIYSA, NEDEN İNGİLİZLER’LE TEMAS KURMAK İÇİN İSTANBUL’DA İNGİLİZ İŞGAL KOMUTA KADEMESİNİN KALDIĞI PERA PALAS’TA İKÂMET ETTİ?

İNGİLİZLER’LE “İŞBİRLİĞİNİ” SAVUNMADIYSA, ONLARA YAKLAŞMAK İSTEMİYORDUYSA, BÖYLE BİR ÇABASI YOKTUYSA, NEDEN ANNESİNİN AKARETLER’DEKİ EVİNDE KALARAK ONLARDAN UZAK DURMADI?

NEDEN İŞGALCİ İNGİLİZ KOMUTA HEYETİ İLE AYNI OTELDE İKAMET ETTİ?

MUSTAFA KEMAL, GAZETECİ PRICE’IN İDDİA ETTİĞİ ŞEKİLDE İNGİLİZLERLE İŞBİRLİĞİ YAPMAK İSTEDİYSE, VE BUNU BİR TAKTİK GEREĞİ YAPTIYSA, YANİ TAKTİK GEREĞİ, İNANDIĞININ TAM AKSİNİ SAVUNABİLİYORSA, AYNI TAKTİSYENLİĞİNİ PADİŞAH VAHİDEDDİN’E KARŞI DA SERGİLEMİŞ, ONU “KAFAYA ALMIŞ” OLDUĞU SÖYLENEBİLİR Mİ?

EVET, “TAKTİK GEREĞİ” OLDUĞUNDAN FARKLI GÖRÜNEBİLİYORSA, İSTİKLAL HARBİ SONRASI DÖNEME BAKARAK, MUSTAFA KEMAL’İN KİME KARŞI “DAHA SAMİMİ” OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİRİZ ACABA: İNGİLİZLER’E KARŞI MI, VAHİDEDDİN’E KARŞI MI?

BU TÜR “OLAĞAN DIŞI” İŞBİRLİĞİ TEKLİFLERİ DAVUL ZURNA İLE İLAN EDİLMEZ, TEK KANALDAN YÜRÜTÜLMEYE ÇALIŞILIR VE GİZLİLİĞE RİAYET EDİLİR. BU YÜZDEN, MUSTAFA KEMAL’İN İNGİLİZLER’LE İŞBİRLİĞİ TEŞEBBÜSÜNÜ SADECE PRICE’IN (GAZETECİLİK TUTKUSUYLA) DİLE GETİRMİŞ OLMASI “HAYATIN OLAĞAN AKIŞI”NA UYGUNSA DA, TEK KALMIŞ BİR RİVAYET OLMASI İTİBARİYLE YALANLANMAYA MÜSAİTTİR.

ANCAK, AŞAĞIDAKİ METNİN DİPNOT KISMINDA AKTARILDIĞI GİBİ, MUSTAFA KEMAL’İN İNGİLİZLER’E YÖNELİK DOSTANE BEYANLARI O ZAMANKİ BASIN YAYIN ORGANLARINDA YER ALMIŞ DURUMDA. KAMUOYU ÖNÜNDE BÖYLE KONUŞAN KİŞİNİN PERDE ARKASINDA DA BENZER ŞEYLER SÖYLEMESİ YİNE “HAYATIN DOĞAL AKIŞI”NA UYGUNDUR.

*

ARAYIŞ: İSTANBUL GÜNLERİ

İlk Temas: Daily Mail Muhabiri G. Ward Price

 

Doç. Dr. Cemal Güven

 

[Kaynak: Doç. Dr. Cemal Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri (Asker, Siyasi Temsilci ve Gazeteciler), Konya: Eğitim Kitabevi Yayınları, 2012, s. 15-8.)

*

Mondros Mütarekesi’nin akabinde İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa‘nın,
burada görüştüğü ilk yabancı kişi, Daily Mail gazetesi muhabiri G. Ward Price‘dır (20). Price, İstanbul’ da bulunduğu süre içinde aralarında Mustafa Kemal Paşa’nın da bulunduğu, dönemin önemli şahsiyetleri ile mülakatlar yapmıştır.

G. Ward Price’ın, Mustafa Kemal Paşa ile olan bu görüşmesi İstanbul’da Pera
Palas Oteli‘nde gerçekleşmiştir (21).

G. Ward Price ile söz konusu olan görüşme ile ilgili talep Mustafa Kemal
Paşa’ dan gelmişti. Çünkü İstanbul’a geldiği günlerde Mustafa Kemal, İngilizlerle temas kurmayı düşünmekte ve bunun yollarını aramaktaydı. Zira ülkenin karşı karşıya kaldığı bu zor dönemde, yapmayı tasarladığı işler açısından, İngilizlerle hususi ilişki kurmanın faydalı olabileceğini düşünmekteydi. O dönemdeki bazı demeçlerinde de İngilizlere yönelik sıcak mesajlar vermesi, onun bu yolda yaptığı çalışmalara örnek gösterilebilir (22).

Kendisiyle aynı otelde kalan G. Ward Price ile bir görüşme yapmak isteyen Mustafa Kemal Paşa otelin İsviçreli Müdürü vasıtasıyla bu teklifini iletmişti (23). Bu daveti, Price şöyle anlatmaktadır:

 

“İstanbul’a ilk defa 1918 senesinde gelmiştim (24). Bir akşamüzeri Pera Palas Oteli’nde oturuyordum. Bir adam yanıma geldi ve bir Türk generalinin benimle görüşmek istediğini söyledi. İsmini sordum: Mustafa Kemal, dedi. O zamanlar Mustafa Kemal adını daha ziyade mübhem bir şekilde işitmiştim. Daveti memnuniyetle kabul ettim” (25).

 

Price “daveti memnuniyetle kabul ettim ” dese de, Gotthard Jaeschke’nin,
Price’ın, “Extra-special Correspondent” adlı eserine dayanarak verdiği bilgilere
göre: Price, Mustafa Kemal’den bir görüşme talebi geldiğinde, bunu kabul etmenin “bir mahzuru olup olmadığı hakkında” İstanbul’daki İngiliz istihbarat subayı Albay T.G.G. Heywood’a danışmış ve İngiliz albayından, olumlu cevap aldıktan sonra, bu talebi kabul etmişti (26).

14 Kasım 1918 Perşembe günü Pera Palas Oteli’ nde gerçekleşen (27) bu görüşmede Mustafa Kemal ‘in yanında Refet Bey de bulunmuştu (28). Muhtemelen İngilizce cereyan eden konuşmalarda, Refet Bey tercümanlık yapmıştır.

Görüşmede nelerin konuşulduğu konusunda doğrudan Mustafa Kemal Paşa’nın anlattığı bir malumata sahip değiliz. Bu nedenle G. Ward Price ‘ın aktardığı bilgilerden hareket ederek, görüşmede nelerin konuşulduğunu belirtmeye çalışacağız.

[TENBİH’İN NOTU: MUSTAFA KEMAL’İN YANI SIRA, ONUN GİBİ 1881 SELANİK DOĞUMLU OLAN REFET BELE DE SUSMUŞ.. ONUNLA SAMİMİ OLAN MÜNEVVER AYAŞLI ŞÖYLE DİYOR: “BEN, … KENDİSİNDEN RİCA EDERDİM: ‘PAŞAM, NE OLUR, HATIRATINIZI YAZSANIZA, NİÇİN YAZMIYORSUNUZ? BİLİNMEYEN BİR ÇOK MESELELERİN İÇ YÜZÜNÜ BİLİYOR, KARANLIK KALMIŞ HADİSELERİ AYDINLATIYORSUNUZ. BUNLARIN KAPALI KALMASI … YAZIK DEĞİL Mİ?’ O ZAMAN REFET PAŞA SUSAR, ACI ACI GÜLER: ‘BU MİLLETİN HER ŞEYİ YIKILMIŞ, BİR İSTİKLAL HARBİ AYAKTA, HATIRALARIMI YAZAYIM DA, ONU DA BEN Mİ YIKAYIM?’ DERDİ (MÜNEVVER AYAŞLI, İŞİTTİKLERİM… GÖRDÜKLERİM… BİLDİKLERİM…, İSTANBUL, 1973, S. 9). EVET, İNGİLİZ PRICE’LA GÖRÜŞEN MUSTAFA KEMAL’İN YANINDA REFET (BELE) VARDI. PEKİİİ, İSTANBUL’U İNGİLİZLER’DEN SAVAŞSIZ VE DE “PAZARLIKSIZ” TESLİM ALAN KOMUTAN KİMDİ?.. BİLDİNİZ: REFET PAŞA.. VE DE PADİŞAH VAHİDEDDİN’İN YANINA MUSTAFA KEMAL’İN TEMSİLCİSİ OLARAK GİDİP ONU AŞAĞILAYAN VE YURT DIŞINA ÇIKMASI TELKİNİNDE BULUNAN KİMDİ?.. YİNE BİLDİNİZ: AYNI REFET PAŞA.. İSTANBUL’DAKİ KOMUTANLAR, 1919 YILININ MART AYINDA, YANİ SAMSUN’A ÇIKIŞTAN İKİ AY ÖNCE, ERENKÖY’DE BİR EVDE, PADİŞAH VAHİDEDDİN’E VE SADRAZAM’A SUNMAK ÜZERE, ANADOLU’YU ÖRGÜTLEMEK İÇİN GÖNDERİLEBİLECEK İSİMLERİN LİSTESİNİ HAZIRLARLAR. LİSTENİN BAŞINDA, ENVER PAŞA’NIN KARDEŞİ NURİ PAŞA’NIN ADI VARDIR. O SIRADA İSTANBUL’DA JANDARMA GENEL KOMUTANI KONUMUNDA OLAN REFET BELE, ONUN İSMİNİ SİLDİRİP MUSTAFA KEMAL’İN ADINI BAŞA KOYAR. TAHMİN EDİLEBİLECEĞİ GİBİ, BANDIRMA VAPURU’NDA DA MUSTAFA KEMAL’İN YANINDADIR, O SIRADA İKİNCİ ADAMDIR. MUSTAFA KEMAL, SAMSUN’A AYAK BASAR BASMAZ, OSMANLI HÜKÜMETİ’NDEN ALDIĞI OLAĞANÜSTÜ YETKİLERE DAYANARAK REFET BELE’Yİ “TAM YETKİLİ SAMSUN VALİSİ” YAPAR.]

G. Ward Price, Atatürk’ün cenaze töreni için Ankara’ya geldiğinde kendisi ile
Ankara Palas’ta görüşen Ulus Gazetesi muhabiri N.A.’ya Mustafa Kemal’le olan bu mülakatını şöyle aktarmıştır:

 

“Sırtında sivil bir elbise ve başında fes bulunan bu zatın yanına gittim. Bu sivil zat, Mustafa Kemal Paşa idi. Ben, henüz bu ismin şöhretini duymuş değildim. Çanakkale ‘de bizi mağlup eden kumandanın O olduğunu, daha, öğrenmemiştim.

Bu Türk generali üzerimde derin bir intiba bıraktı. O günlerde çok mahzun ve muzdarip görünmekle beraber, kudretli bir seciye ve enerjiye sahip olduğu anlaşılıyordu.

Mustafa Kemal Paşa, bana o gün Türkiye ‘nin büyük harbe bu şekilde girmekle büyük bir hata işlediğini söyledi. Şimdi de hasıl olan vaziyet, işlenmiş olan o hatanın akıbeti ve cezası idi. General bu görüşmede Türklerle İngilizlerin eski dost olduklarından da bahsetti … (29).

 

Price, Mustafa Kemal’in kendisinde derin bir intiba bıraktığını söylemekle birlikte, kendi eserinde bu mülakatı daha farklı olarak vermektedir. Gotthard Jaeschke, Price’ın “Extra-special Correspondent” adlı eserine dayanarak verdiği bilgilere göre; Mustafa Kemal Paşa yapmak istediği bir teklif için İngiliz resmi makamlarıyla temas etmek istediğini Price’a söylemiş ve ondan bu hususta yardımcı olmasını istemiştir.

Yine Mustafa Kemal, Türkler olarak 1. Dünya Harbi’nde yanlış cephede savaştıklarını, öteden beri dostumuz olan İngilizlerle savaş yapmayı asla istemedikleri şeklindeki kanaatini Price’a ifade etmişti. Kendisinin de arzu etmediği bu istenmeyen savaşa girmemizde başta Enver Paşa olmak üzere Alman dostlarının etkisinin ve baskısının rol oynadığım belirterek sözlerinin devamında: “Artık savaşı kaybetmiş olduklarını ve uygulanan bu yanlış siyasetin bedelinin Türklere ağır olarak ödetileceğini söylemişti. Anadolu’nun müttefik devletler tarafından paylaşılacağını bildiğini de ekleyen Mustafa Kemal, Anadolu toprakları üzerindeki bir İngiliz yönetimine karşı, memnuniyetsizlik gösterilmemesi gerektiğini ifade etmişti (30).

İngiliz Gazeteci G. Ward Price, “Extra-special Correspondent” adlı eserinde bu
görüşme hakkında oldukça ilginç bir hususa da yer vermektedir. Buna göre Mustafa Kemal’in İngilizlerden bir de beklentisi olmuştur. Price’ın anlattıklarına göre; Mustafa Kemal, İngilizlerin Anadolu için bir sorumluluk kabul ettiklerinde tecrübeli Türk valileri ile işbirliği içinde çalışmak ihtiyacını duyacaklarından söz etmiş ve sözlerinin devamında da “Böyle bir salahiyet dahilinde hizmetlerimi arz edebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim” demişti. Price’ın iddiasına göre; Mustafa Kemal bir işbirliği çerçevesinde İngilizler tarafından verilebilecek bir valilik görevini kabul edebileceğini belirtiyordu. Price, görüşmeden sonra İngiliz istihbarat subayı Albay Heywood‘a görüşme hakkında bilgi vermiş ve Mustafa Kemal’ in İngilizlerden olan beklentisini belirtmiştir. Albay Heywood’un ise bu görev talebi ile ilgili olarak, mütarekeden [Mondros Mütarekesi’nden] sonra birçok Türk subayının kendileri için bir iş aradıklarını ve bu tür beklentiler içerisinde olduklarım söyleyerek, bu talep üzerinde durmadığını yine Price’ın yazdıklarından öğreniyoruz (31).

Price, bahsi geçen eserinde, görüşmede geçen konularla ilgili anlatımlarına bir
destek olacak mahiyette yıllar sonra Refet Bey ile arasında geçen bir konuşmayı da
nakletmektedir. Buna göre, Price’ın Refet Bey ile yeniden karşılaşması İkinci Dünya Savaşı ‘ndan sonra İstanbul’da olmuştu. İngiliz gazeteci Mustafa Kemal ile yıllar önce yaptığı ilk görüşmesinde hazır bulunan Refet Bey’le yaptığı sohbette bu görüşmeden de bahsetmişlerdi. Bu sohbet esnasında Refet Bey, Mustafa Kemal’in İngilizlerden görev talebiyle ilgili konuya sözü getirerek Onun bu hizmet [valilik] teklifinde samimi olduğunu, o zaman bu teklif kabul edilmiş olsaydı Yakın Doğu tarihinin değişik bir mecraya dönecek olduğunu” belirtmişti (32).

 

DİPNOTLAR:

20. Tarih Coğrafya Dünyası, C.11, Sayı: 7-10, İstanbul- 1959, s.279. …
G. Ward Price, 13 Ekim 1918’de mütarekenin imzalanacağı sıralarda Limni Adası’nda bulunmaktaydı. Mütarekenin imzasından sonra Selanik ordusunun kurmay başkanı olan İngiliz generali bir toıpido ile İstanbul’a giderken onu da beraberine aldı. O sıralarda henüz mayınlar temizlenmemiş olduğu için tehlikeli bir yolculuk geçiren Price, İngiliz generali ile birlikte İstanbul’a gelerek Perapalas oteline yerleşmişlerdir. Bkz. N. A. “Meşhur İngiliz Gazetecisi Ward Price ile Mülâkat”, Ulus, 23 Kasım 1938, s.7. …

21. Sadi Borak, “latife Hanım, Ünlü Gazeteci Price’a Hayatını ve Özelliklerini Anlatıyor “, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. VI, Sayı: 16, Kasım 1989, s. 173.

22. … Mustafa Kemal Paşa, İtilaf Devletleri mensubu yabancılarla temaslar kurmaya çalışarak çıkış yolları aramanın yanında, basın yoluyla da yaptığı açıklamalar ile politik davranıp İngilizlere karşı dostça mesajlar vererek onların şüphelerinden uzak durmayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Nitekim 17 Kasım 1918’de Minber‘de ve 18 Kasım 1918’de Vakit‘de yayımlanan mülakatlarında bunu görmek mümkündür.

Minber gazetesi muhabirinin “İngilizlere karşı perverde eylediğiniz hissiyat hakkında bazı malumat verir misiniz?” sorusuna Mustafa Kemal Paşa şu karşılığı vermiştir: “Bu harpte İngilizlerle Arıburnu, Anafarta ve Filistin cephelerinde karşı karşıya birçok muharebeler verdim. Ben, bu muharebelere ve suret-i umumiyede bu saydığım cephelerde başka mıntıkalarda diğer milletlerle dahi verdiğim muharebelerde daima vatanın müdafaasından ibaret olan bir vazife-i asliye ifa ve bunun için askerlik hizmetimi tahattur etmiyorum. Binaenaleyh [İngilizlere karşı] kalbimde buğz ve adavet hissiyatı yer bulmamıştır. İngilizlerin, Osmanlı milletinin hürrriyetine ve devletimizin istiklaline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet karşısında yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin İngilizlerden daha hayırhah bir dost olamayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları pek tabiidir. Bkz. Minber, 17 Teşrin-i sani (Kasım) 1918, nr. 16, s.2.

Vakit gazetesinde yayınlanan mülakatında da: “Hükümetimizle mütareke akdeden devletlerin ve bu devletler namına mütareke şartnamesini yapan Britanya [İngiliz] hükümetinin Osmanlılara karşı olan hüsnüniyetlerinden şüphe etmek istemem. Eğer mezkür şartname ahkamının tatbikatında suitefehhümü mucip olacak cihet gorülüyorsa bunun sebebini derhal anlamak ve muhatablarımızla anlaşmak lazımdır. Bittabi bu vazife hükümetlere terettüb eder. Benim bildiğime göre hükümetimiz bu babda icabeden teşebbüsatta bulunmuş ve bulunmaktadır … “. Bkz. Vakit, 18 Teşrin-i sani (Kasım) 1918, nr.385, s. I; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.III, Atatürk Araştırma Merkezi Yay., Ankara-1989, s.1.

23. N. A. “Meşhur İngiliz Gazetecisi Ward Price’le Mülakat”, Ulus, 23 Kasım 1938, s.7.

24. İstanbul merkeze ilk gelişidir. 1911 senesinde Çatalca’ya kadar gelmişti. Bkz. Yukarıda verdiğimiz gazetede İstanbul der, ama anlaşılan geldiği yer Çatalca’dır.

25. Tarih Coğrafya Dünyası, C.II, Sayı: 7-10, İstanbul-1959, s.279-280; Altıner, Her Yönüyle Atatürk, s.697; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Kastaş Yay., İstanbul-1987, C.I, s.205; Kemal Arıbumu, Atatürk’ten Anılar, İnkılap Kitabevi, İstanbul-1998, s.64.

26. Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, (Çeviren: Cemal Köprülü), TTK. Yay., Ankara-199, s.98.

27. Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi (30 Ekim 1918-11 Ekim 1922), TIK. Yay., Ankara- 1989, C.I, s.4; Borak, Atatürk’ün İstanbul’daki Çalışmaları … , s.280. Şunu belirtmemiz gerekir ki mülakat tarihi tam doğru olmayabilir, çünkü Mustafa Kemal o günlerde günlük tutmadığı gibi Price da tarihe dair net bir gün vermemiştir.

28. Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1990, s. 178; Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, s.98. …

29. N. A. “Meşhur İngiliz Gazetecisi Ward Price’le Mülakat”, Ulus, 23 Kasım 1938, s. 7. …

30. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, s.98.

31. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, s .98; Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi (1938-1995), C.l, Tekin Yayınevi, İstanbul-1996, s. 121 dipnot bilgisi.

32. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, s.98. …

*

(https://tenbih.wordpress.com/2018/02/10/ataturkculere-ataturku-bu-sekilde-savunmalarini-tavsiye-etmem/)

 

ATATÜRKÇÜLERE, ATATÜRK’Ü BU ŞEKİLDE SAVUNMALARINI TAVSİYE ETMEM…

“PRICE’IN İDDİASINI DOĞRU KABUL EDERSEK…” ŞEKLİNDE CÜMLELER KURARSANIZ, MUHATAPLARINIZ SİZE ŞÖYLE KARŞILIK VEREBİLİRLER:

“BELKİ DE İNGİLİZLER MUSTAFA KEMAL’İN İNGİLİZ VALİSİ OLMA TEKLİFİNİ KABUL ETMİŞ, FAKAT ONUN ‘BAĞIMSIZ GÖRÜNEN GİZLİ GENEL VALİ’ OLMASINI DAHA MASRAFSIZ, DAHA YAPILABİLİR, OSMANLI’YI TASFİYEYE DAHA ELVERİŞLİ, KENDİLERİ AÇISINDAN DAHA ÇATIŞMASIZ VE SAVAŞSIZ, MUSTAFA KEMAL’İN DE DAHA ÇOK HOŞUNA GİDECEK BİR SEÇENEK OLARAK GÖRMÜŞLERDİR.”

EVET, BÖYLE DİYEBİLİRLER..

DEVLETE BAĞLILIĞINI BİN KERE İFADE ETMİŞ, “DEVLET-İ EBED MÜDDET” DİYE ŞİİRLER DÖŞENMİŞ OLAN FETHULLAH’IN VATİKAN’IN “GİZLİ KARDİNAL”İ OLABİLECEĞİNİ KABUL EDENLER, BUNU DA İNANDIRICI BULABİLİRLER.

O YÜZDEN ATATÜRKÇÜLERE TAVSİYEM, PRICE’I SADECE YALANCI İLAN ETMELERİ, SONRA DA SUSMALARIDIR. YANIT VERME SEVDASINA DÜŞMEMELERİDİR.

atatürk ingiliz valisi ile ilgili görsel sonucu

 

ATATÜRK İNGİLİZ VALİS OLMAK İSTİYORDU YALANI

Sinan MEYDAN

 

Daha önce yadığım bir yazıda, İngiliz gazeteci Price’ye dayanarak “Atatürk İngiliz valisi olmak istiyordu” diyen Mustafa Armağan’a yanıt vereceğimni söylemiştim

İşte yanıtım:

Mustafa Kemal, 14 Kasım 1918’de İngiliz Daily Mail gazetesi yazarı Ward Price ile Pera Palas’ta görüşmüştür. Lord Kinross, bu görüşmeyi şöyle anlatmaktadır:

 

“Mustafa Kemal… Pera Palas otelinin müdürüyle haber göndererek gazeteciyi kahve içmeye çağırdı. Ward Price de Genelkurmayın istihbarat servisindeki albaya danıştıktan sonra çağrıyı kabul etti. Mustafa Kemal onu üniformasıyla değil de, sırtında jaketatay ve başında fesle karşıladı. Ward Price, Mustafa Kemal’i yakışıklı ve erkek tipli buldu. Elini kolunu oynatmadan, sakin ve ölçülü bir sesle konuşuyordu.”

 

Mustafa Kemal bu görüşmede Price’e, “Bu böyle olmaz vatanı baştan başa değiştirmek lazım, yenileştirmek lazım” demiştir.

Price, 1939 yılında İstanbul’a gelmiş ve Cumhuriyet gazetesine bir demeç vermiştir.
Price demecinde, 1918’de Mustafa Kemal’le yaptığı görüşmeyi kastederek, “O zamanlar doğrusu bu laflara pek dikkat etmemiştim. Mesleğimin her zaman hatırlayacağım büyük hatası, bu emsalsiz dehayı o zaman keşfedememiş olmamdır” demiştir.

Ancak Price, bu demeçten tam 18 yıl sonra 1957 yılında “Ekstra-special Correspondant” yani “Çok Özel Gazeteci” adlı kitabında, Mustafa Kemal’in 1918’deki görüşmede kendisine,

 

“Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk valileriyle çalışmak gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabileceğim uygun bir yerin mevcut olup olamayacağını bilmek isterim”

 

dediğini iddia etmiştir.

Price, bu görüşme sırasında Albay Refet Bele’nin de orada olduğunu belirtmiştir. Price, ayrıca Mustafa Kemal’in böyle bir göreve istekli olduğunu, kendisinin bu öneriyi İngiliz askeri istihbaratından Albay Hoywood’a bildirdiğini, ancak İngilizlerin bu öneriye o sırada fazla önem vermediğini ileri sürmüştür.

Price’ın, “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istiyordu!” iddiasını “doğru” kabul edecek olursak şöyle yorumlayabiliriz: İşgal İstanbul’unda direniş planları yapan Mustafa Kemal, bütün vatanseverlerin İngilizler tarafından tutuklanıp Malta’ya sürgün edildiği bir ortamda İngilizlerin hedefi olmaktan kurtulmak için, “strateji gereği” İngiliz taraftarıymış gibi görünmek amacıyla Price’e böyle bir öneri sunmuş olabilir. Ya da daha güçlü bir olasılıkla, ulusal direnişi örgütlemek için bir şekilde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmeye çalışan Mustafa Kemal, “İngiliz valisi” olarak kolayca Anadolu’ya geçmeyi düşünmüş olabilir. İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek için “İngiliz vizesine” ihtiyaç duyulan bir ortamda zeki ve taktikçi Mustafa Kemal’in böyle bir plan yapmış olması muhtemeldir. Sadi Borak’ın dediği gibi, “Bir görevle Anadolu’ya geçerek orada ulusal direnişi körüklemek kararında ve azminde olan taktisyen Mustafa Kemal’in bu yola da başvurmasını doğal karşılamak gerekir.” Prof. Andrew Mango da aynı kanıdadır: “…Mustafa Kemal… Belki de İngilizlerin desteğiyle askeri bir yönetici olarak Anadolu’ya dönüp Ermenilere ve Yunanlılara toprak verilmesini önlemek için çalışmayı düşünmüştür. Türklerin çoğu  için de en acil tehlike buydu.”

Sinan Meydan (Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Planları Kitabı’ndan)

(https://sinanmeydancom.tr.gg/-Atat.ue.rk-%26%23304%3Bngiliz-Valisi-Olmak-%26%23304%3Bstiyordu-Yalan%26%23305%3B.htm)

*

07.04.2013 03:59

 

Akıl Oyunları

Price’ın, “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istiyordu!” iddiasını “doğru” kabul etmeden önce sorgulayalım. …

1.Görüşmenin Zamanı: (14 Kasım 1918):Atatürk, daha bir gün önce 13 Kasım’da (İstanbul’un fiilen işgal edildiği gün) İstanbul’a gelmiş ve ayağının tozuyla Pera Palas Oteli’ne yerleşmiştir. Pera Palas Oteli’ne yerleşmesinin temel amacı, işgalci İngiliz ve Fransız subaylarının ve gazetecilerinin de daha çok Pera Palas’ı tercih etmeleridir. Atatürk üniformalarını çıkarıp sivil giysilerini giyerek gizli, açık İngiliz ve Fransız yetkililerin amaçlarını, planlarını öğrenmek istemektedir. Bir askeri ve strateji dehası olan Atatürk, her zaman öncelikle düşmanını tanımayı ilke edinmiştir.  Kısaca demem o ki, Atatürk, İstanbul’a geleli daha bir gün olmuştur ve daha İstanbul’daki siyasi havayı yeterince koklamamış, gerekli görüşmeleri yapmamıştır. Durup dururken bir İngiliz gazeteciye “Beni Anadolu’ya valiniz olarak atayın!” demesi çok anlamsızdır.

[TENBİH’İN NOTU: ATATÜRKÇÜLERE BU TARZ SAVUNMA İFADELERİNİ DE TAVSİYE ETMEM.. ÇÜNKÜ MUHATAPLARI ŞÖYLE DİYEBİLİRLER: “MUSTAFA KEMAL İSTANBUL’A GELELİ SADECE BİR GÜN OLMUŞTUR. BÖYLESİ SAVAŞ ZAMANLARINDA YABANCI ÜLKELERDE GÖREV YAPAN GAZETECİLERİN GENELDE AJAN OLDUKLARI BİLİNEN BİRŞEYDİR. NİTEKİM KENDİSİ DE ZAMANINDA LİBYA’YA GAZETECİ KİMLİĞİ ALTINDA GİDİP İTALYANLARA KARŞI SAVAŞMAK İSTEMİŞTİR. MUSTAFA KEMAL GİBİ BU KONULARDA TECRÜBELİ VE ZEKİ BİR PAŞANIN, İNGİLİZ YETKİLİLERLE İRTİBAT KURMAK İÇİN BİR GAZETECİYE KONUYU AÇMASI, ONLARIN NABZINI YOKLAMASI, GELİP KENDİSİYLE TEMAS KURMALARINI BEKLEMESİ DOĞALDIR. GİDİP İNGİLİZ İŞGAL KOMUTANINA ‘BEN GELDİM, EMREDİN KOMUTANIM!’ DİYECEK HALİ YOKTU.” EVET, MUHATAPLARINIZ BÖYLE DİYEBİLİRLER.]

 

2.Price’nin Çelişkileri: İddia güvenilmezdir; çünkü Ward Price, 1918 yılında Daily Mail gazetesine ve 1939’da Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçlerde “Mustafa Kemal’in İngiliz valisi olmak istediğinden” söz etmezken, 1957 yılında yayınlanan “Çok Özel Gazeteci” adlı kitabında “Mustafa Kemal’in İngiliz valisi olmak istediğini” iddia etmiştir. Eğer iddiası doğruysa neden 1918’de ve 1939’da bu iddiayı dile getirmemiştir?

[TENBİH’İN NOTU: BU DA TAVSİYEYE ŞAYAN, PEK ZEKİCE BİR SAVUNMA DEĞİL.. ÇÜNKÜ MUHATAPLARINIZ ŞÖYLE DİYEBİLİRLER: “PRICE, O GÜNÜN TÜRK BASINININ BÖYLE BİR AÇIKLAMAYI YAYINLAMAYACAĞINI, DAHASI YAYINLAMAK İSTESE DE YAYINLAYAMAYACAĞINI BİLİR. HELE DE CUMHURİYET GİBİ BİR GAZETENİN.. AMA ATATÜRK HEYKELLERİNİN DİKİLDİĞİ TÜRKİYE’DE DEĞİL DE İNGİLTERE’DE, ANILARINDA İSTEDİĞİNİ YAZABİLİR, SÖYLEYEBİLİR. İNGİLİZ YAYINEVLERİ ATATÜRKÇÜ DEĞİLDİR.” EVET, MUHATAPLARINIZ BÖYLE DİYEBİLİRLER.]

 

3.Refet Paşa İddiası: Price, Atatürk’le yaptığı görüşme sırasında Refet Paşa’nın da orada olduğunu ileri sürmüştür, ancak 14 Kasım’da henüz Atatürk, Refet Paşa ile görüşmemiştir. Price başka birini Refet Paşa ile karıştırmış da olabilir tabi!

 

4.Bir Hafta Kadar Önce Atatürk İngilizlere Direnmekten Söz Ediyordu: Atatürk, Price ile İstanbul’da görüşmesinden çok değil daha bir hafta kadar önce (3-8 Kasım 1918’de) Adana’dan Sadrazam ve Harbiye Bakanı Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği telgraflarda açıkça “İngiliz karşıtlığını” ortaya koymuş, emrindeki orduya “İngilizlere ateşle karşılık vermeyi emrettiğini” belirtmiştir:

İşte Price’nin iddiasını yerle bir eden, Atatürk’ün İngilizlere karşı direnişe kararlı olduğunu gösteren o telgraflarından bazı bölümler:

“…İngilizlerin her dediğine boyun eğilecek olursa onların ihtiraslarının önüne geçmeye imkân kalmayacaktır.” 

“…İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya girişecek İngilizlere ateşle engel olunmasını 7. Ordu’ya emrettim.”

“…İngilizlerin elde edeceği sonucu onlara kendi yardımımızla bahşetmek, tarihte Osmanlılık için ve özellikle bugünkü hükümetimiz için kara bir sayfadır.”

“… İngilizlerin iğfalkar hareketlerini, İngilizlerden ziyade haklı görenlerle işbirliği yapmaya yaradılışım müsait değildir.”

Bir hafta önce “İngilizlere ateşle karşılık vermekten” söz eden Atatürk’ün bir hafta sonra “İngiliz valisi olmaktan söz etmesi” ne kadar inandırıcıdır? Price, eğer o günlerde Atatürk’ün daha birkaç gün önce Adana’dan Harbiye Bakanlığı’na gönderdiği “İngiliz karşıtı” bu telgrafları bilseydi, bu gülünç dedikoduyu şüphesiz ki kitabına koymazdı, koyamazdı.

[TENBİH’İN NOTU: BU DA OLMAMIŞ.. ÇÜNKÜ MUHATAPLARINIZ ŞÖYLE İTİRAZ EDEBİLİR: “PEKİ İNGİLİZLER’LE SAVAŞMAK İSTEYEN BİR DİRENİŞ YANLISININ BİR HAFTA SONRA İSTANBUL’DA İŞİ NE? HADİ İSTANBUL’A GELDİ, İŞGALCİ GÜÇLERİN İLERİ GELENLERİNİN KALDIĞI BİR OTELE NEDEN YERLEŞİYOR? NEDEN AKRABALARININ YANINDA KALMIYOR, VEYA BİR EV KİRALAMIYOR? İSTANBUL’DA BAŞKA OTEL Mİ YOKTU, İŞGALCİ İNGİLİZ SUBAYLARIYLA AYNI OTELDE KALMAYI İÇİNE NASIL SİNDİREBİLDİ? ONLARIN PLANLARINI ÖĞRENMEK İÇİNDİYSE, BUNU ONLARA KİNDAR KİNDAR BAKARAK, DİŞ GICIRDATARAK MI YAPACAKTI? KORİDORDA YALNIZ GÖRDÜĞÜNDE ONLARI DÖVECEK MİYDİ? KARŞINIZDAKİNİN PLANLARINI, ONUNLA DOSTÇA KONUŞMADAN NASIL ÖĞRENEBİLİRSİNİZ?” EVET, MUHATAPLARINIZ BU TARZ ŞEYLER SÖYLEYEBİLİRLER.]

 

5. İlk Silahlı Direniş İskenderun Saldırısını Atatürk Gerçekleştirmiştir: Mondros gereği İskenderun Körfezi ve çevresindeki mayınlar 1918 Kasım ayı başından itibaren İngiliz-Fransız mayın tarama gemilerince temizlenmeye başlanmıştır. Ancak İtilaf devletlerinin asıl niyetinin bölgeyi işgal etmek olduğu birkaç gün içinde ortaya çıkmıştır. İtilaf devletlerinin çok stratejik bir konumdaki İskenderun’u işgal etmek istedikleri anlaşılmıştır. İtilaf devletleri 4 Kasım 1918’den itibaren İskenderun’u işgal etmekten söz etmeye başlamışlardır. Ancak Atatürk, emrindeki 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na 5. Kasım 1918’de çektiği telgrafta İskenderun Körfezi’nden çıkarma yapmaya kalkışacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini istemiştir. Atatürk’ün bu emri üzerine 41. Tümen topçu birlikleri İskenderun Körfezi’ne bakan sırtlarda, körfeze girecek düşman donanma ve çıkarma araçlarına ateş edecek biçimde mevzilenmişlerdir. Ayrıca 3. Kolordu topçusuyla da güçlendirilmişlerdir. Atatürk, 6 Kasım 1918’de Başkomutanlık Erkan-ı Haribiye Başkanlığı’na çektiği telgrafta çıkarma teşebbüsü karşısında, ateşle karşılık vereceğini hem İngiliz kumandanlığına hem de Sadrazam ve Başkumandan Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’ya bildirmiştir. Atatürk’ün bu kararlı tutumu karşısında İngilizler Osmanlı hükümetini sıkıştırmaya başlamışlardır. Bazı kaynaklara göre, örneğin 7. Ordu Harekat Şubesi’nde görev yapan subaylara göre İngiliz ve Fransız donanma ve çıkarma birlikleri körfeze girdiklerinde 41. Tümen uyarı ateşi yapmıştır. Bazı kaynaklara göre, örneğin, bir gün sonra, 7 Kasım 1918’de Atatürk tarafından Ahmet İzzet Paşa’ya cevabi telgrafta İngilizler bir çıkarmaya yeltenmediklerinden ateş edilmesine gerek kalmamıştır. Ancak belgeler dikkatle incelendiğinde 6 Kasım 1918’de İskenderun Körfezi’ne girmeye çalışan İngiliz-Fransız çıkarma birliklerine Türk topçusu tarafından ateşle karşılık verildiği anlaşılmaktadır. Süleyman Hatipoğlu’nun, “Filistin Cephesinden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa” adlı kitabında da belirttiği gibi, “7. Ordu Karargahı’nın hareket şubesinde o zaman genç bir subay (yüzbaşı) olarak görev yapmış olan Muzaffer Ergüder’in Samet Kuşçu’ya anlattıklarına ve not ettirdiklerine göre uyarı niteliğindeki topçu ateşi yapılmıştır. 6 Kasım 1918 günü İskenderun Körfezi’ndeki bu ateş ve direniş sonucunda düşman donanması körfezden uzaklaştırılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, kişisel dostlukları bulunan, saygı ve sevgi duyduğu Ahmet İzzet Paşa’yı daha fazla kırmamak, gücendirmemek için ve amaca da vardığı için cevabi telgrafında ‘Ateş edilmesine hacet kalmamış ve buna göre birlik komutanlarına yeniden emir verilmiştir’ diye bildirerek konuyu kapatmak istemişti.” Enver Behnan Şapolyo, bu olayı “ilk kurşun sesi” olarak adlandırmıştır. Samet Kuşçu’nun anlattıklarına bakılacak olursa Kurtuluş Savaşı’nın ilk silahlı direnişi Atatürk’ün emri üzerine gerçekleştirilen 6 Kasım 1918’deki İskenderun Körfezi saldırısıdır. “Kurtuluş Savaşımızın eşsiz mimarı, eşsiz komutan Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile gerçekleşen bu kutsal direniş ilk olandır. O tarihte zaten anayurdun hiçbir köşesine henüz düşman ayağı değmemiş ve işgal başlamamıştır. Milli direniş ve karşı koyma düşünce ve kararı, hiçbir bölgede meydana gelmiş değildir. Milli direnme ve karşı koyma, herkesten ve her yerden önce Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında, yüreğinde ve ruhunda kıvılcım alıp alevlenmiştir.” Daha sonra da 19 Aralık 1918’de Dörtyol Karakese köyünde İtilaf devletlerine karşı ilk silahlı halk direniş gerçekleşmiştir.

14 Kasım 1918’de İstanbul’da “Atatürk’ün İngiliz valisi olmak istediğini” ileri sürenlerin, Atatürk’ün Yıldırım Orduları Komutanı olarak 1-10 Kasım arasında Adana, Kilis ve İskenderun hattında yaptığı İLK DİRENİŞ HAZIRLIKLARINDAN (Adana Mülakatı, Adana’da Şakir Paşa’daki Kırmızı Konakta yaptığı direniş toplantıları ve Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği direniş telgrafları vs) haberi yoktur belli ki! Kısaca demem o ki, 14 Kasım’da “Atatürk bana İngiliz valisi olmak istediğini söyledi” diyen Price, Atatürk’ün çok değil sadece 8 gün önce İskenderun’daki İngiliz donanmasına saldırı emri verdiğinden habersizdir! (Ayrıntılar için bkz. Sinan Meydan, Parola Nuh-Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Planları, Sinan Meydan, Akl-ı Kemal-Atatürk’ün Akıllı Projeleri, 1. Cilt).

[TENBİH’İN NOTU: BU DA OLMAMIŞ.. ÇÜNKÜ ŞÖYLE KARŞILIK VERİLEBİLİR: “BU, LOZAN ANTLAŞMASI’NIN BİR YALAN OLDUĞUNU, İNGİLTERE KRALI’NIN ATATÜRK’ÜN MİSAFİRİ OLARAK İSTANBUL’DA İZZET Ü İHTİRAMLA ASLA AĞIRLANMADIĞINI SÖYLEMEYE VE, ‘İSTİKLAL HARBİNİ YAPAN MUSTAFA KEMAL, BUNUN ARDINDAN NASIL İNGİLİZLER’LE ANLAŞABİLİR? LOZAN DİYE BİRŞEY YOK. İNGİLTERE KRALI DA İSTANBUL’A HİÇ GELMEDİ. FOTOĞRAFLAR MONTAJ, UYDURMA’ DEMEYE BENZER.”]

 

6.Atatürk 21 Mayıs’ta İngilizlerin Teklifini Reddetmişti: Price’nin bu iddiasını çürüten en somut olaylardan biri Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında yaşanmıştır. 21 Mayıs’ta Atatürk, Samsun’da güvenlik durumunu görüşmek üzere İngiliz Güvenlik Yüzbaşısı L. H. Hurst ve iki meslektaşıyla buluşmuştur. İngiliz subaylar Atatürk’e açıkça, Osmanlı hükümetinin ülkeyi yönetemediğini bu nedenle en azından birkaç yıl için yabancıların korumasına ve müdahalesine ihtiyaç olduğunu söylemişlerdi ve Türkiye’nin İngiliz mandası altına girmesini teklif etmişlerdir. Atatürk, “sorunların çözüleceğini” söyleyerek bu teklifi kesin bir tavırla reddetmiştir. Soruyorum; Atatürk gerçekten İngiliz valisi olmak isteseydi, İngilizlerin Samsun’da kendisine yaptıkları bu teklifi geri çevirir miydi?

[TENBİH’İN NOTU: BUNA DA ŞÖYLE İTİRAZ EDİLEBİLİR: “MUSTAFA KEMAL SAMSUN’DA HÂLÂ İNGİLİZLER’LE DOSTÇA GÖRÜŞÜYOR.. ONLAR, MUSTAFA KEMAL’LE ANLAŞABİLECEKLERİNİ DÜŞÜNÜYORLAR, TEKLİFLERE AÇIK OLDUĞU İZLENİMİ EDİNİYORLAR. ANCAK, YA İNGİLİZLER’LE İSTANBUL’DA VARILMIŞ BİR BAŞKA ANLAŞMA VARDIYSA.. MALUM, GİZLİ ANLAŞMALAR, GİZLİ ANLAŞMADIR, HERKESE SÖYLENMEZ. MESELA DEVLETTE ‘ÇOK GİZLİ’ DAMGALI BİR EVRAKI, İLGİLİ ŞAHIS, YANINDA ÇALIŞAN HERKESE GÖSTERMEZ. SUÇTUR. SAMSUN’DAKİ TEKLİFİN KABUL EDİLMEMESİ, İSTANBUL’DA BİR BAŞKA ANLAŞMANIN YAPILMIŞ OLDUĞUNU GÖSTERMEZ ELBETTE, AMA YAPILMAMIŞ OLDUĞUNU DA GÖSTERMEZ.” EVET, MUHATAPLARINIZ BU TARZ İFADELERLE İTİRAZDA BULUNABİLİRLER.]

 

7.Tarihçilerin Görüşleri: Yerli ve yabancı tarihçiler Price’nin bu iddiasının gerçeği yansıtmadığı düşüncesindedirler. Prof. Sina Akşin, “Bu olayı ciddiye almak çok zordur. Vatana ciddi hizmetlerde bulunmaya hazırlandığı ve en az Harbiye Nezaret’i ne göz diktiği bir sırada Mustafa Kemal’in böyle süfli bir teklifi, araya otel müdürünü ve bir gazeteciyi koyarak yapması, inanılacak şeylerden değildir. Böyle bir görüşmenin yapıldığı kesinlikle kanıtlansa bile, önerinin ciddi olarak yapılmadığına hükmetmek gerekir” derken, Doğan Avcıoğlu ve Sadi Borak da Atatürk’ün İngiliz karşıtlığına dikkat çekerek, bu iddianın inandırıcı olmadığını belirtmişlerdir.Yabancı tarihçilerden Prof. Andrew Mango, Price’nın iddiasını, “Yorum farkları ve unutkanlık olabileceği noktası göz ardı edilmemelidir” diyerek sorgularken, Lord Kinross, bu görüşmenin nedenini, Atatürk’ün dolaylı yoldan İngilizlerin ağzını arama isteğine bağlamıştır. Grace Ellison’ın 1928’de yayınlanan “Turkey Tuday” adlı eserinde, Sir Alexander T. Waugh’ın 1930 yılında yayınlanan “Turkey Yesterday, Today and Tomorrow” adlı kitabında ve Prof. Bernard Lewis’in 1961’de yayınlanan “The Emergence of Modern Turkey” adlı çalışmasında gazeteci Ward Price’nın iddiasına yer vermemeleri, bu iddiayı ciddiye almadıklarını göstermektedir. Ciddi tarihçiler, gazeteci Ward Price’nın “iddiasını” doğrulamazken ve dikkate almazken ülkemizdeki “Vahdettinperest İkinci Cumhuriyetçi liboşlar” ve “Atatürk paranoyasına yakalanmış yobazlar”, Price’nın iddiasına dört elle sarılmışlardır. Bu iddiayı son olarak gazeteci yazar Taha Akyol, “Ama Hangi Atatürk” adlı kitabında ve Mustafa Armağan, “Kim Hain Kim Kahraman” adlı bir yazısında gündeme getirerek, sözüm ona, “Mustafa Kemal’in de İngilizci olduğunu” kanıtlamaya çalışmışlardır! Şimdi bu çevrelere, onları hayal kırıklığına uğratacak bir gerçeği hatırlatalım:

[TENBİH’İN NOTU: BU DA OLMAMIŞ. ÇÜNKÜ KARŞI TARAF ŞUNU SÖYLEYEBİLİR: “TARİHÇİLERİN İTİRAZI DA, KABULÜ DE, BİRER YORUMDUR. BELGE YA DA KANIT DEĞİL. BURADA TARTIŞILAN TEK BELGE, PRICE’IN ANILARI.” ]

 

8.İngiliz gazeteci Price’nin Sadram Tevfik Paşa ve Ali Rıza Bey ile görüşmesi: İngiliz gazeteci Ward Price, İstanbul’da sadece Atatürk’le görüşmemiş, aynı zamanda Osmanlı hükümeti temsilcileriyle ve dahası –sıkı durun– Padişah Vahdettin’le de görüşmüştür. Price, 11 Kasım 1918’de Sadrazam Tevfik Paşaile görüşmüş, Tevfik Paşa, Price’e, “Amacımız İngiltere ile eski dostluğu canlandırmaktır” demiştir. Price, 17 Kasım 1918’de de Ayan Meclisi Başkanı Ali Rıza Bey’le görüşmüş, Ali Rıza Bey de kendisine, “İngiltere ile samimi bir ittifakı arzu ederiz” demiştir.

[TENBİH’İN NOTU: YİNE OLMAMIŞ. MUHATAPLARINIZ ŞÖYLE DİYECEKLERDİR: “PRICE’IN LAFLARINA İNANACAKSANIZ, HEPSİNE İNANMANIZ GEREKİR.”]

 

9.İngiliz gazeteci Price’nin Padişah Vahdettin’le görüşmesi: Price, 24 Kasım 1918’de Padişah Vahdettin’le görüşmüş, Vahdettin, İngiliz gazeteciye, “İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ermenilerin öldürülmeleri…. Kalbimi yaralamıştır. Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır… Şimdi bu sebepten memleketim ile Büyük Britanya arasında öteden beri mevcut dostane münasebetleri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım…Diyebilirim ki Türk milleti İngiltere’ye karşı aynı duygularla, hem de umumiyetle çok daha kuvvetle duygulanmaktadır.” demiştir. Vahdettin’in Ward Price’e yaptığı bu açıklamalar, 6 Aralık 1918’de Daily Mail gazetesindeyayımlanmıştır. Atatürk’le yaptığı görüşmeden tam 40 yıl sonra yazdığı anılarında “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istemişti!” diyen Ward Price’ı çok seven “Vahdettinperestler”, aynı Price’ın Vahdettin’in “İngiliz severliğini” olanca açıklığıyla ortaya koyduğunu biliyorlar mıdır acaba? Yoksa biliyorlar da saklıyorlar mıdır, nedir?…

[TENBİH’İN NOTU: BUNA DA ŞÖYLE KARŞI ÇIKILMASI MÜMKÜNDÜR: “MUSTAFA KEMAL PRICE’A, GAZETEDE YAYINLAMASI İÇİN BEYANAT VERMEMİŞ, ARACILIK TEKLİF ETMİŞ. BU, ARALARINDAKİ KİŞİSEL BİR SIR. PRICE, SÖZ KONUSU SIRRI AÇIKLAMAK İÇİN ZAMAN VE ZEMİNİN ANCAK 1950’LERDE UYGUN HALE GELMİŞ BULUNDUĞUNU DÜŞÜNMÜŞ OLABİLİR.” EVET, MUHATAPLARINIZ BUNU SÖYLEYEBİLİRLER.]

 

Diyelim ki İddia Doğu!

Price’ın, “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istiyordu!” iddiasını “doğru” kabul edecek olursak da şöyle yorumlayabiliriz: İşgal İstanbul’unda direniş planları yapan Atatürk, bütün vatanseverlerin İngilizler tarafından tutuklanıp Malta’ya sürgün edildiği bir ortamda her şeyden önce İngilizlerin hedefi olmaktan kurtulmakzorundaydı. Bir strateji ve taktik dehası olan Atatürk, İngiliz baskısından kurtulmak için, “strateji gereği” o süreçte İngilizlere karşı değilmiş gibi görünmek amacıyla Price’e böyle bir öneri sunmuş olabilir. Nitekim o günlerde çıkarmaya başladığı Minber adlı gazetede İngilizleri kızdıracak yayınlardan kaçınmıştır, hatta “İngilizleri uyutucu” bir yayın çizgisi izlemiştir. Nitekim Atatürk Kurtuluş Savaşı’nın başlarında da strateji gereği işbirlikçi padişah Vahdettin’i kuşkulandırmamak için bir süre “Vahdettin’e yakınmış izlenmi” vermiştir. Yine buna benzer şekilde içerdeki dışarıdaki Müslüman unsurların Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesini sağlamak için bir süre “HİLAFETİ kurtarmak” için bu mücadeleyi verdiklerini söylemiştir. Başka ve çok daha güçlü bir olasılık da şudur: İlerleyen günlerde ulusal direnişi örgütlemek için bir şekilde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmeye çalışan Atatürk, “İngiliz valisi” olarak kolayca Anadolu’ya geçmeyi düşünmüş olabilir. İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek için “İngiliz vizesine” ihtiyaç duyulan bir ortamda zeki ve taktikçi Atatürk’ün böyle bir plan yapmış olması muhtemeldir. Sadi Borak’ın dediği gibi, “Bir görevle Anadolu’ya geçerek orada ulusal direnişi körüklemek kararında ve azminde olan taktisyen Mustafa Kemal’in bu yola da başvurmasını doğal karşılamak gerekir.” Prof. Andrew Mango da aynı kanıdadır: “…Mustafa Kemal… Belki de İngilizlerin desteğiyle askeri bir yönetici olarak Anadolu’ya dönüp Ermenilere ve Yunanlılara toprak verilmesini önlemek için çalışmayı düşünmüştür. Türklerin çoğu için de en acil tehlike buydu.”

[TENBİH’İN NOTU: BU TÜR “DİYELİM Kİ DOĞRU…” TARZI SAVUNMA İFADELERİNİ HİÇ TAVSİYE ETMEM.. ÇÜNKÜ MUHATAPLARINIZ ŞÖYLE DİYEBİLİRLER: “MUSTAFA KEMAL ÇOK ZEKİ DE, İNGİLİZLER AHMAK MIYDI? ONLAR STRATEJİDEN HİÇ Mİ ANLAMIYORLARDI? İNGİLİZLER BU TEKLİFİ GELİŞTİRİP ‘GİZLİ GENEL VALİLİK’ HALİNE GETİRMİŞ OLAMAZLAR MI? GENEL VALİLİĞİN EYLEM PLANINI DA ‘İLKE VE İNKILAPLAR’ OLARAK ELİNE TUTUŞTURMUŞ OLAMAZLAR MI?.” EVET, MUHATAPLARINIZ BÖYLE DİYEBİLİR, O YÜZDEN TEK ÇARENİZ VAR: PRICE’IN ADİ BİR YALANCI OLDUĞUNU SÖYLEYİN VE KURTULUN. NASIL OLSA ORTADA ŞAHİT YOK.]

 

Diyelim ki Price Doğru Söylüyor Ne Değişir: İngiliz İşbirlikçisi Vahdettin ve Damat Ferit Aklanır mı?

Diyelim ki gerçekten de Atatürk, 14 Kasım 1918’de Pera Palas’ta İngiliz gazeteci Price, “Anadolu’da İngiliz valisi olmak istediğini” söyledi? Ne değişir? Çünkü sonraki zaman diliminde Atatürk İngiliz valisi falan değil İngilizlerin kabusu olmuştur. Doğan Avcıoğlu’nun dediği gibi, “Kurtuluş Savaşı aslında bir Türk İngiliz Savaşıdır” Atatürk, W. Price’ye “İngiliz valisi olmak istediğini” söylemiş olsa ne değişir? Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz destekli Yunan ordusunu yendiği gerçeği mi değişir? Yoksa İngiliz işbirlikçisi Damat Ferit ve Padişah Vahdettin’in İngilizlerle birlikte Kurtuluş Savaşı’nı bitirmek, Atatürk’ü ve milliyetçileri yok etmek istedikleri, bunun için fetvalar yayınlatıp, bu fetvaları İngiliz uçaklarıyla Anadolu semalarına attırdıkları, Hilafet Ordusu adında bir ihanet ordusu kurup bu orduyu İngiliz silahlarıyla teçhizatlandırıp Atatürk’ün ve milliyetçilerin üzerine gönderdikleri, Mustafa Sagir adlı İngiliz casusunun Atatürk’ü öldürmek için Ankara’ya kadar gittiği gerçeği mi, İngiliz casusu Noel’in Kürtleri Atatürk’e karşı kışkırtmak için yaptığı çalışmalar mı, yoksa İngiliz gizli servisi MI6’nınAtatürk’ü yok etmek için yaptığı çalışmalar mı, işgalci İngilizlerin Anadolu’daki direnişçilere KEMALİST deyip, bu vatansever KEMALİSTLERİ halkın gözleri önünde kurşuna dizdiği gerçeği mi, yoksa İngilizler İstanbul’u işgal edince İstanbul’daki milletvekillerini ve vatanseverleri Malta’ya sürgün edince Atatürk’ün de Anadolu’daki işgalci İngiliz subaylarını esir aldığı gerçeği mi değişir? Ne değişir?

[TENBİH’İN NOTU: ÇOK ŞEY DEĞİŞİR. “DİYELİM Kİ DOĞRU…” DERSENİZ, İNGİLTERE-ANKARA ANLAŞMAZLIĞININ BİR DANIŞIKLI DÖVÜŞ OLDUĞUNUN SÖYLENMESİNE KAPI ARALAMIŞ OLURSUNUZ. ÜSTELİK, FALİH RIFKI ATAY GİBİ İSİMLERİN AÇIKLAMALARI BİLE OLAYIN BÖYLE YORUMLANMASINA ELVERİŞLİ. BKZ: https://salabet.wordpress.com/2016/07/04/ataturkun-has-adami-falih-rifki-atay-cankayasinda-ingilizlerin-mustafa-kemalin-basarili-olmasi-ve-yeni-bir-devlet-kurup-osmanliya-yasam-alani-birakmamasi-icin-sartlari-hazirladigini-mi-a/ TAVSİYEM ŞU: “DİYELİM Kİ DOĞRU” DEMEYİ BIRAKIN.. YALAN DEYİP GEÇİN.]

 

 

Atatürk’ün, Yarbay Özdemir Bey’e Musul’u Misak-ı Milliye kazandırması için verdiği emirler, Özdemir Bey’in milisleriyle 31 Ağustos’ta Irak civarında İngiliz ordusuna karşı kazandığı DERBENT ZAFERİ gerçeği mi değişir? Ne değişir? Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizlerle işbirliği içinde her türlü ihaneti yapan Padişah Vahdettin’in savaş sonunda Atatürk zafer kazanınca İngilizlerle yaptığı HİLAFET ANLAŞMASI gereği (Vahdettin Halifeliği İngilizlere satmıştır. Bunun karşılığında İngiliz korumasında İngiliz etkisinde bir HALİFE olmayı kabul ederek İngilizlere sığınmıştır. Kaçarken hazineyi soymamansın nedeni de budur. Nasıl olsa İngilizlerin kendisine krallar gibi bakacaklarını düşünmüştür. Ama bu oyunu Atatürk bozmuştur. Atatürk, Vahdettin’in “Hilafet hırkasını” alıp Abdülmecit Efendi’ye giydirince çırılçıplak kalan Vahdettin’i İngilizler yarı yolda bırakmış, o da yurt dışında sefalet içinde ölmüştür: İhanetin sonu işte!) yurt dışına kaçtığı gerçeği mi değişir? İngilizlerin Şeyh Sait İsyanı’ndaki kışkırtıcılıkları gerçeği mi değişir? Ne değişir ey GÖREVLİ TARİHÇİ ne?

[TENBİH’İN NOTU: BURADA MESELE MUSTAFA KEMAL OLMAKTAN ÇIKMIŞ, VAHDETTİN HALİNE GELMİŞ.. KONUYLA İLGİSİ YOK AMA, BU TARZ İFADELERİN MUSTAFA KEMAL’İ SAVUNMAYA ELVERİŞLİ OLMADIĞINI ATATÜRKÇÜLER ARTIK ANLAMALILAR. VAHDETTİN İNGİLİZLERLE ANLAŞSAYDI, İNGİLİZLER TEK KURŞUN ATMADAN İSTANBUL’U MUSTAFA KEMAL’E BIRAKMAZLARDI. BU BİR! İKİNCİSİ, VAHDETTİN ÖYLE SATILMAYA HAZIR AÇ GÖZLÜ BİRİ OLSAYDI, İNGİLİZLERİN KENDİSİNE BAKMASINA UMUT BAĞLASA BİLE, İSTANBUL’DAKİ SERVETİ YANINDA GÖTÜRMESİNİN BİR ZARARININ OLMAYACAĞINI DÜŞÜNÜRDÜ. FAZLA MAL GÖZ ÇIKARMAZ. KARDEŞLER BİLE BAZEN ÜÇ KURUŞLUK MİRAS İÇİN BİRBİRİNİ BOĞAZLAYABİLİYOR, TAHTINI BIRAKMAK ZORUNDA KALAN HAİN BİR AÇ GÖZLÜ NE YAPMAZ! ÜÇÜNCÜSÜ, İNGİLİZLER DE ONA, “OĞLUM SEN SALAK MISIN, ŞU MÜCEVHERATI, PARALARI YANINA ALSANA, HALİFELİĞİN İÇİN SANA LAZIM OLACAK. HADİ SENİ MAAŞA BAĞLADIK, YANINDAKİLERE SEN HİÇ Mİ BAHŞİŞ VERMEYECEKSİN, MAAŞ ÖDEMEYECEKSİN? SEN ALMIYORSAN BİZ ALIRIZ. BİZİ MADARA ETTİĞİ SÖYLENEN MUSTAFA KEMAL’E Mİ TERK EDECEĞİZ BU SERVETİ? SEN MANYAKSAN BİZ DE Mİ MANYAĞIZ? OĞLUM SEN KAFAYI MI YEDİN?” DERLERDİ.. NEYSE, ATATÜRKÇÜLERİN ZEKÂ SEVİYESİNİ AŞAN KONULARA FAZLA GİRMEYELİM.]

 

Aslında bu tür “saçma-salak” iddiaların, bir kere daha Atatürk’ün büyüklüğünü gözler önüne sermemize fırsat verdiği için yararlı olduğu bile söylenebilir! Düşünsenize, bugün Atatürk karşıtlarının sahte kahramanları Vahdettin’le ilgili bizim arşivlerimizde ve İngiliz arşivlerinde yüzbinlerce İHANET BELGESİ varken, Vahdettin, Kurtuluş Savaşı boyunca İngilizlere ciltler dolduracak söz ve vaatte bulunmuş, hatta ülkesini 15 yıllığına İngiltere’ye kayıtsız koşulsuz teslim edip Kurtuluş Savaşı’nın ardından İngilizlere sığınıp yurt dışına kaçmışken, Atatürk, bir İngiliz gazeteciye “şunu demiş, bunu demiş” diye bin dereden su getirerek Atatürk’ü suçlamaya çalışmak zorunda kalıyor yalancı tarihçiler. Ne diyebilirim. Büyüksün Atam!

[TENBİH’İN NOTU: NE MUSTAFA KEMAL, NE DE VAHDETTİN!.. ALLAH AZZE VE CELLE EN BÜYÜKTÜR.]

Odatv.com

SAKARYA’DA RİC’AT EMRİ VEREN MUSTAFA KEMAL, YUNAN’IN DAHA ERKEN DAVRANIP KAÇMASI YÜZÜNDEN MAREŞAL VE GAZİ OLUYOR..

NE ŞANS AMA!..

YUNAN GELİYOR DİYE ANKARA’DAN KAÇIP KAYSERİ’YE ÇEKİLMEKTEN BAŞKA BİRŞEY DÜŞÜNMEYEN MUSTAFA KEMAL,

ÖNCE “ZORAKİ BAŞKOMUTAN” OLUYOR..

HEM DE NAZLA NİYAZLA, OLAĞANÜSTÜ YETKİLERE (İMTİYAZA/AYRICALIĞA) SAHİP OLMA VE SORUMLU TUTULMAMA ŞARTIYLA..

“MEVZUBAHİS OLAN VATANSA ŞAHSÎ DURUMUM VE İSTİKBALİM DE TEFERRUATTIR” DEMEYİP, “MEVZUBAHİS OLAN DURUMUMSA VATAN DA TEFERRUATTIR” DEMEK OLAN BİR TAVIR SERGİLEYEREK..

“ZORAKİ BAŞKOMUTAN” SAVAŞTA DA SEBAT EDEMİYOR, DAHA ÖNCE İPTAL ETMEK ZORUNDA KALDIĞI KAYSERİ’YE ÇEKİLME VE RİC’AT EMRİNE DÖNÜŞ YAPIYOR,

ORDUYA RİC’AT EMRİ VERİYOR, FAKAT FEVZİ ÇAKMAK BU EMRİ ORDUYA DUYURMAYI ERTELİYOR.. ERTESİ SABAH BİR BAKIYORLAR Kİ YUNAN RİC’AT ETMEKTE..

BÖYLECE, RİC’AT EMRİ VERMİŞ OLAN ZORAKİ BAŞKOMUTAN, ŞANS ESERİ, ZAFER KAZANMIŞ, DÜŞMANI DİZE GETİRMİŞ BİR KAHRAMANA DÖNÜŞÜYOR..

EN BÜYÜK ŞANSI DA, SONRADAN KENDİSİNE “ŞANSLI KOMUTAN” DEĞİL, “DAHİ KOMUTAN” DENİLMESİ..

DEHA BUYSA DEHASIZLIK NASIL BİRŞEYDİR?

VE MUSTAFA KEMAL’İNKİ DEHA İSE, FEVZİ ÇAKMAK’INKİNE NE DEMEK GEREKİR?

 

kazım karabekir atatürk din ile ilgili görsel sonucu

(Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1960, s. 997.)

 

İlgili resim

(Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İstanbul: Altındağ Yayınları, 1967, C. 3, s. 863-4.)

 

mustafa kemal sakarya rıza nur ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal sakarya rıza nur ile ilgili görsel sonucu

(Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İstanbul: Altındağ Yayınları, 1967, C. 3, s. 863-4.)

 

atatürk at kaburga ile ilgili görsel sonucu"

atatürk at kaburga ile ilgili görsel sonucu"

çal dağı ile ilgili görsel sonucu"

çal dağı ile ilgili görsel sonucu"

sakarya savaşı porsuk çayı ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

mustafa kemal hutbe ile ilgili görsel sonucu

uğur mumcu kazım karabekir anlatıyor ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

falih rıfkı atay ile ilgili görsel sonucu

falih rıfkı atay ile ilgili görsel sonucu

falih rıfkı atay ile ilgili görsel sonucu

sakarya savaşı porsuk çayı ile ilgili görsel sonucu

 

Atatürk’ün has adamı Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sında, Rıza Nur’un da Hayat ve Hatıratım adlı kitabında anlattığı gibi, Sakarya Meydan Muharebesi öncesinde TBMM’de tam dört gün boyunca Mustafa Kemal’in başkomutanlığı konusu tartışılmıştı.

Vatanı kurtarmak için Samsun‘da bir güneş gibi doğmuş olan Mustafa Kemal, cepheye gitmek, savaşa fiilen katılmak ve sorumluluk üstlenmek istemiyordu.

O ve yakın adamları, daha önce, Ankara’nın terk edilerek Meclis’in Kayseri‘ye taşınması ve ordudan geriye kalan döküntünün de Kızılırmak’ın doğusuna çekilmesi kararını almış durumdaydılar. (Kâzım Karabekir Paşa, “Ankara’nın şarkına [doğusuna] kadar ric’at nasıl düşünülür?” diyerek hayretini ve tepkisini dile getirmektedir. Bkz. İstiklâl Harbimiz, C. 2, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008, 2. b., s. 1107; http://www.elibrary.az/docs/BOOKS/X1187.pdf)

Ancak, sadece Mustafa Kemal’e sadakati ile öne çıkan Hamdullah Suphi ve Yunus Nadi gibi beş on milletvekili Kayseri‘ye gitmiş, diğerleri ise yerlerinden kımıldamamışlardı.

Ayrıca Meclis, cepheye, Rıza Nur’un da içinde yer aldığı 14 kişilik bir tahkik heyeti (araştırma kurulu) gönderme kararı almış bulunuyordu.

Rıza Nur‘un bu heyetin temsilcisi sıfatıyla TBMM kürsüsünde heyet raporu mahiyetinde yaptığı konuşma ve dile getirdiği tekliflerin bir sonucu olarak, Ankara’nın terk edilip Kayseri’ye çekilinmesi kararı TBMM tarafından reddedilip kaldırılmış durumdaydı.

Mustafa Kemal‘in başkomutan olup cepheye gitmesi de Rıza Nur’un bu teklifleri çerçevesinde gündeme gelmiş bulunuyordu.

Bununla birlikte, vatanı kurtarmak için Samsun‘a çıkmış olan Mustafa Kemal sorumluluk üstlenerek cepheye gitmek ve cephede risk almak istemiyordu.

O sadece kongrelerde ve TBMM’de nutuk atarak millete heyecan vermek niyetindeydi.

Ve nutuklarını Kayseri‘de daha güvenli bir biçimde atabilirdi.

*

Ancak, TBMM Mustafa Kemal’in vatan için cepheye gidip savaşı yönetmesi konusunda ısrarcıydı.

Onlara göre, “Mevzubahis olan vatansa Mustafa Kemal de teferruat” kabul edilebilmeliydi.

Atatürkçülük ya da Kemalizm henüz icat edilmemişti, Mevzubahis olan Kemal’se vatan da teferruattır” diye düşünenlerin sayısı çok çok azdı.

Fakat, Mustafa Kemal, böylesi bir zihniyetin temel taşlarını döşeyecek bir tutum içindeydi.

Başkomutanlık sorumluluğunu, ancak, TBMM’nin bütün yetkilerinin kendisine devredilmesi ve başarısızlık durumunda kendisinden hiçbir şekilde hesap sorulamaması şartıyla kabul edeceğini açıklamış durumdaydı.

Yani TBMM, “Egemenlik kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indir” demeliydi.

Bu noktada Rıza Nur‘un, belki daha baştan bir defa Mustafa Kemal’in başkomutanlığını teklif etmiş olduğu, ve yine muhtemelen “tükürdüğünü yalama” pozisyonuna düşmemek istediği için, Mustafa Kemal’in şartlarının kabul edilmesi yönünde tavır sergilediği görülür.

Ancak gelinen nokta, onun Mustafa Kemal’in şahsına karşı olan duygu ve düşüncelerinin radikal bir biçimde değişmesine de yol açar:

 

Artık mecliste kavga kıyamet kopuyor. Bu selâhiyetleri vermek istemiyorlar. Müthiş çorba olduk. Her kafadan bir ses. Nihayet düşündüm: «Canım İsmet askerliğini gösterdi. Fevzi bir kumandan olamaz. Galiba Ankara’da başka da yok. Mustafa Kemal Anafarta’da iyi asker olduğunu göstermiş. Bundan münasibi yok. Vahim bir iş ama, şu adama ne istiyorsa verelim de Yunan’ı def edelim. Sonra mümkün olursa çaresine bakarız» dedim. Ve Meclis’e: «Zararı yok. Bunları mı istiyor, onları da verelim de gitsin, düşmanı defetsin. Bu kâfidir» teklifini yaptım. Nihayet Meclis kabul etti. Kendisi de başka bir şey diyemedi. Adnan [Adıvar] bana, «Başkumandanlığa nasbı [atanması] kanununu sen imzala!» dedi. Tabiî bu Adnan’ın fikri değildi, Mustafa Kemal’in idi. Bilmem bunun sebebi ne idi? Ne düşündü? Ben «Canım, şimdi böyle şahsî meselelerin zamanı mı? Vakıa teklif benim ama, kim imzalarsa imzalasın» dedim. Adnan ısrar etti. «Peki!» dedim ve imzaladım. Meclis bu kanun lâyihasını aynen kabul etti ve istediği selâhiyetleri de verdi. Bütün benim teklif ettiğim tedbirleri de Meclis aynen kabul edip, icrasını Başkumandana havale etti. Başkumandan bunları bir seri numaralı emirler ile tebliğ ve icra etti. Yalnız ben herkesin bütün malını müsadere demiştim. Meclis bunu çok görüp, yüzde kırk nisbetine karar verdi. Bir de meclis başkumandanlığa merbut mebuslardan mürekkep bir teftiş heyeti teşkil, beni de bu heyete intihap etti [seçti]. [s. 852-3]

İcraat başladı. … Said Beyi gördüm: «Yolunda. Birkaç güne kadar orduyu eski haline getiriyoruz. Hiç merak etme! Allah senden razı olsun» dedi. Bu halleri gördükçe ümidim daha arttı.

Yunanlılar da Eskişehir’den hareket ettiler. … Yunanlılar gelinceye kadar, ordunun tertibatı ikmâl edildi [tamamlandı]. Mustafa Kemal grup sistemini de ilga edip, eski usulü tatbik etti. … Zaten harp cephesinde eski sistemi bırakıp, grup teşkilâtı yapmak hatâ ve pek sersemlikti. … Demek öteki türlü sökmeyeceğini şimdi anlamış. Zavallı millet, tecrübe tahtası. Hasılı evvelâ bu teşkilâtı bozup, grup teşkilâtı yaptı, şimdi de bunu bozup eski teşkilâtı yeniden kurdu. [s. 853]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, İstanbul: Altındağ Yayınevi, Yayınlayan: Heidi Schmit 4100 Duisburg 11 Deutschland, 1967, s. 852-3; https://archive.org/stream/HayatVeHatiratimDrRizaNur/docslide.net_hayat-ve-hatiratim-dr-riza-nur-cilt-3#mode/2up)

 

Böylece Mustafa Kemal, teklifi kabul edip başkomutan olarak cephenin başına geçmeye razı olur.

Etmek zorunda kalır.

Fakat, “diktatör” yetkilerine sahip olarak..

Atatürk’ün has dostu Falih Rıfkı, nasıl kabul ettiğini şöyle anlatmaktadır:

 

“… Meclisin bütün yetkileri üç ay müddetle kendisine verilmek şartı ile, Başkomutanlığı kabul edeceğini bildiren bir takrir verdi…. İki gün de bu tartışma devam etti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Sakarya’da bir bozgun olsa da durumu elinde tutabilmesine elverişli yetki ile 5 Ağustos 1921’de başkomutanlığa geldi.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 94.)

 

Vatanı kurtarmak için 19 Mayıs 1919’da Samsun’da doğan Güneş, tam iki yıl, iki ay, iki hafta, üç gün sonra, nihayet düşmana, cephede bizzat karşı koymayı kabul etmiş bulunuyordu.

Tam dört gün boyunca tartıştıktan sonra…

Bozgun halinde bile “durumu elinde tutabilmesine elverişli yetki”yi yan cebine koyarak…

Bütün bunlardan sonra “sorumluluk” alıyor, lutfedip “özveri”de bulunuyor, “başkomutan” olarak cepheye gitmeyi kabul ediyordu.

Bu, Mustafa Kemal’in, Falih Rıfkı’nın tabiriyle, “son derece hesapçılığı” idi.

Kaybetmeme garantili hesapçılık…

*

Vatanı kurtarmak için 19 Mayıs 1919’da Samsun’da doğan Güneş, madem ki sorumluluk alma fedakârlığında bulunuyordu, o halde, TBMM’nin bütün yetkisi de, millet iradesi de, kayıtsız şartsız ona devredilmeliydi.

Madem ki o sorumluluk alıyordu, sorumluluk alma özverisinde bulunuyordu, TBMM de, bir anlamda kendisini inkâr etmeli, Mustafa Kemal karşısında kendisini hiçe indirgemeli, yok saymalıydı.

“Biz milletin iradesini temsil ediyoruz. Hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir” demekten vazgeçmeliydi.

“Madem ki vatanı kurtarmak için Samsun’da doğan Güneş sorumluluk alma fedakârlığında bulunuyor, millet iradesi ona feda olsun” demeliydiler.

Başkalarının sorumluluk alması ile, Mustafa Kemal’in sorumluluk alması eşit olamazdı. Bütün sorumluluklar eşitti, ama, Mustafa Kemal’inki çok ama çok daha eşitti.

TBMM, ya Mustafa Kemal’in bir bozgun halinde bile “durumu elinde tutabilmesine elverişli yetki”yi ona vermeli, ya da, cepheye gitmeyip sorumluluğu başkalarının üzerine yıkmasına, sadece kahramanca nutuklar atıp karar almasına razı olmalıydı.

Mevzubahis olan Mustafa Kemal’in “durumu elinde tutması” olunca, vatan da teferruattı.

Mustafa Kemal’in otoritesinin korunması, vatan savunmasından bile daha önemliydi.

Bu, tarihte eşi menendi görülmemiş çok tuhaf bir vatanseverlik biçimiydi.

Öyle bir vatanseverlikti ki, ortada, neyin vatanseverlik ve neyin “kendini severlik” olduğunun anlaşılmasını sağlayacak hiçbir mantık, ölçü ve değer bırakmıyordu.

Tabiri caizse iman ve küfür, vatanseverlik ve kendini severlik birbirine karışmış durumdaydı:

Dinin terk edenin küfürdür işi /  Ol ne küfürdür, imandan içeru // Beni bende demen, bende değilim / Bir ben vardır bende, benden içeru.”

Anlaşılıyordu ki, bir vatanseverlik vardı, vatanseverlikten içerü..

Bir Mustafa Kemal vardı, Mustafa Kemal’den içerü..

*

Evet, Mustafa Kemal, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Yalnız Başkomutan olmak değil, Başkomutan oldukça Meclis’in yetkilerini kullanmak hakkını ister. Bu diktatörlük demektir”. (Atay, Çankaya III, s. 94.)

Madem ki vatanı kurtarmak için Samsun’da doğan Güneş, hayatını tehlikeye atıp cephede sorumluluk alma fedakârlığında bulunmayı kabul etmiştir, o halde, milletvekilleri “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indir” diyebilmeli, Meclis’in bütün yetkilerini ona devretmeliydiler.

Millet iradesinin yerini diktatörlük almalıydı.

Ve, bir bozgun durumunda bile, Mustafa Kemal “durumu elinde” tutabilmeliydi.

Evet, Mustafa Kemal, karakter olarak böyle bir adamdı.

*

Ve, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Ne Ankara üstüne yürüyen Kral Konstantin, ne de Meclis’in içindeki hasımları nasıl bir zekâ ve karakter kuvveti ile boy ölçüştüklerinin farkında değildirler”. (Atay, Çankaya III, s. 94.)

Öyle anlaşılıyor ki, “Padişah ve Halife” Vahideddin, TBMM’nin açılışında Padişah-Halife’ye sadakat yeminleri eden, Erzurum Kongresi’nde gündüz başka, gece başka şeyler söyleyen Mustafa Kemal’in bu ilginç, ve insanlığın pek alışkın olmadığı “karakter kuvveti”nin değilse de, zekâsının farkındaydı.

Ali Ulvi Kurucu‘nun hatıratında Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi‘den naklen anlattığına göre, Şeyhülislam, Vahideddin‘i Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderme kararından vazgeçirmeye çalıştığında, Sultan’ın ona cevabı, “Âteşîn bir zekâ! Âteşîn bir zekâ!” demekten başkası olmamıştı.

*

Bu âteşîn zekânın Sakarya’da ne yaptığına gelince..

Kendi ordusunun ve düşmanın durumunu tam takdir edemediği için zamansız bir ric’at (geri çekilme, kaçış) emri vermiştir.

Sakarya’daki Mustafa Kemal, Anafartalar’da “Ben size taarruzu (ya da ‘savaşmayı’) emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” diyen Mustafa Kemal değildir.

Suriye’deki, ordusuna kaçmayı emreden Mustafa Kemal’dir.

Artık, sıkışık zamanda, “Ben size savaşmayı değil, kaçmayı emrediyorum”diyen bir Mustafa Kemal vardır.

“Ya istiklâl, ya ölüm!” dememektedir. Bu söz, roman ve filmlerin payına düşmektedir, cephenin değil.

Savaşın safahatını Rıza Nur’dan dinleyelim:

 

Yunanlılar sökün ettiler. … yine şimalden geliyorlar. Yine aynı oyunu oynuyorlar. Yâni sağ cenahımıza taarruz edecek gibi bütün kuvvetlerini oraya yığıyorlar. … Bizimkiler Sakarya’nın şarkında mevzi aldılar, fakat Porsuk suyundan şimale doğru. Zaten Yunanlılar da buraya geliyor. Hattâ daha şimallerden de gözüküyorlar. Bizimkiler de Sakarya boyunca şimale doğru yayıldılar. Derken Yunanlılar birden Porsuk’un cenubunda gözüktüler. Bizimkiler de derhal cenuba doğru yayıldılar. Yunanlılar, gittikçe cenuba yayılıyorlar ve Katranderesi boyunca şark’a ilerliyorlar. Bizimkiler de onlarla beraber cenuba ve şark’a kayıyorlar. Sakarya ile bu dere bir kavis teşkil ediyorlar, iki ordunun da şimalî ucu Porsuk hizasına indi. Diğer ucu Haymana ovasının üstüne yayıldı. Anladık ki, bizimkiler bu sefer gafil değil. Keyiflendik. Müteharrik [hareketli] bir sistem takip ediyorlar. Düşmana göre vaziyet alıyorlar. Âlâ….

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 860-1.)

 

Böylece iki ordu karşı karşıya gelir:

 

Bu manevralardan sonra harp, 23 Ağustos 1337’de [1921] başladı. Katranlıdere …. Yunanlılar bunun boyunca yayıldılar. Ve şark’ta daha ileri de gittiler. Arkalarını Haymana’ya verdiler. Bizi bozarlarsa, doğru Ankara’ya girecekler. Nihayet dereyi geçtiler. Her tarafta hücum ediyorlar. Bilhassa sol cenahımızı sıkıştırıyorlar….

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 862.)

Düşman, ordumuzu öteden beriden vuruyor. Vurup kırıyor ve geriye itiyor. Hattımızı ötede beride parçalıyor. Ordumuz, karış karış; fakat mütemadiyen şimale atılıyor. Böyle haller içinde sekiz – on gün kadar harp pek şiddetli oldu.

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 863.)

 

Sonunda Yunan ordusu stratejik bir noktayı, Çal Dağı’nı ele geçirmeyi başarır:

 

… Sakarya Harbi diye anılan bu mühim harpte, zabit telefatımız müthiştir. Bu da onların gayretini gösterir. Burada kırılıyorlar, tutunamıyorlar, biraz geri gidip yine harp ediyorlar. Yer veriyorlar; fakat karış karış. Kaçmak yok. Nefer öldükçe yerine depodan geliyor, ölenin silâhını alıp harbediyor. … Nihayet biz adım adım çekile çekile Ankara’nın cenubugarbîsindeki [güneybatısındaki] dağları Yunanlılar tuttular.Sonunda bu dağların en yüksek yeri olan Çal Dağı da aldılar. Ankara’da hastanedeydim. Artık çalışırken top sesleri işitmeğe başladım. Artık harp meydanı Ankara’ya bu kadar yanaştı….

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 863.)

 

Ve iş bu noktaya varınca Mustafa Kemal ric’at (geri çekilme) emri verir:

 

Bu Çal Dağının düşmesi bütün ümitleri bitirdi. Yeniden Türk milletinin istikbali, hürriyeti, hayatı tehlikeye düştü, gidiyor. Artık hep ölü halindeyiz. Kimsede can kalmadı. Ağzımızı bıçak açmıyor. Bunun üzerine Mustafa Kemal umumî ric’at emri vermiş. Bu haber de geldi. Haber geldi, onun Arnavut ve hususî hizmetlerinde kullandığı yaveri Salih [Bozok] de cepheden geldi. Mustafa Kemal’in eşyalarını denk yaptı. [Ankara’dan] Kaçıyorlar. Mustafa Kemal ata binmiş, sarhoşmuş. Düşmüş, kaburga kemiği de kırılmış.

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 863-4.)

 

Ancak, Yunan ordusu Çal Dağı’nı ele geçirdiği halde aslında ric’at etme niyetindedir. Ve Fevzi Çakmak bunu sezer:

 

Yunan’ın Çal üzerine ve sol cenahımıza son şiddetli çullanması meğerse 10 gündür söktüremediğini gören Yunan ordusunun ümitsizliğe düşüp ric’ata karar vererek, bunu setr [örtmek] içinmiş. Böyle yapıyor, bir taraftan da ağırlıklarını Sakarya’nın garp cephesine [arkasına] alıyormuş. Bunu Fevzi sezmiş ve Mustafa Kemal’e demiş: «Aman ric’at etme! Çünkü düşman ric’at ediyor. Ric’at emrini geri al!» Ne ise Mustafa Kemal ric’atı durdurmuş. İşte Fevzi gayet vahim akıbetli bir vaziyeti kurtardı. Zabitlerin kahramanca döğüşüşleri, bu kadar kanları, şehidleri, neferlerden verilen binlerce şehidler, yeniden ordu meydana getirmek için edilen bu kadar emekler, masraflar az kaldı boşa gidiyordu. Bunu Mustafa Kemal yapıyordu. Bereket versin Fevzi’ye.

Fevzi bunu söylemiş, beriki de dinlemiş, fakat Fevzi aynı zamanda başka bir teklif daha yapmış: “Düşman ric’at ediyor. Sağ cenahımızla Sakarya üzerine bir taarruz yapıp düşmanı geçirmiyelim. Ağırlıklarını götüremez, bize kalır» demiş. Bizim ağa bunu dinlememiş. Kemafissâbık [daha önce geçtiği gibi] bu da kuzudur, yine sözünü kabul ettiremeyip susmuş. Halbuki askerler diyorlar ki, büyük bir fırsattı, kaçırıldı. Bu taarruz yapılıp Beylik Köprü, bilhassa Kavuncu Köprüsünü tutsaydık, düşman Haymana Çölüne düşer, şimendifer hattından uzak kalır, perişan olurdu.

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 863-4.)

 

Yunan’ın savaşma azmini kaybetme ve ümitsizliğe düşmesinin nedenlerine gelince:

 

Meğerse Yunandılar …, şimendifer hattından da uzaklaşmışlar. [Bu yüzden] Ordularına yiyecek ve mühimmat yetiştirememişler. Bizim Eskişehir ric’atında gaflet edip bıraktığımız ve onların girip topladıkları keçi, koyun sürülerinin etlerini yemişler. Ekmek bulamıyorlarmış. Keçi eti ishal yapmış, Yunan askerinde salgın halinde ishal zuhur etmiş. Tam sıcakların şiddetli ve malaryanın [sıtmanın] da zamanı olduğu bir mevsimdi. Malarya da bunları perişan etmiş. Nâçar ric’ate karar vermişlermiş. Ordumuzun on günlük mukavemeti harbi bize kazandırmışmış ; fakat büyük ümit ile tâyin edip gönderdiğimiz Başkumandan bunun farkında değilmiş, ric’at emretmiş..

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 864-5.)

[Savaşın başındaki] On günden sonra bir sükûnettir başladı. Yunanlılarda hiç bir taarruz yok, harp yok. Hayret! Anlıyamıyoruz. Bizimkiler de intizar [bekleme] halinde duruyorlar. Hiç kımıldamıyorlar. Meğerse Yunanlılar boyuna ağırlıklarını ve sağ cenahlarını Sakarya’nın garbine [batısına, gerisine] naklediyorlarmış. Nihayet beş altı gün sonra Mustafa Kemal de anlamış ki ric’at ediyorlar, Fevzi’nin dediği taarruzu bu sefer yaptı. Bir iki gün orada harp oldu. Halbuki Yunanlılar bütün ordularını zaten [arkaya] geçirmişler. Hatt-ı ric’atlerine [kaçış hatlarına] vaki olması muhtemel bir hücuma karşı orada kuvvetli bir dündar [ordunun arkasını koruyan kuvvet] tutııyorlarmış. Onlar da ırmağı geçtiler, gittiler. Bu taarruzdan bir fayda çıkmadı. Salimen kurtuldular. Bu suretle Sakarya harbi de bitti. 13 Eylül’de bittiğine göre bu harp yirmi gün sürmüş demektir.

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 864-5.)

 

Mustafa Kemal’in bu ric’at emrinden Kâzım Karabekir de söz etmektedir.

Fakat, tek hatası ric’at emri vermiş olması değildir, Rıza Nur’un anlattığı gibi, çekilmekte olan Yunan ordusuna karşı taarruza geçilmesi emrini vermekte geciktiği için onların salimen gitmelerine ve ağırlıklarını da yanlarında götürmelerine imkân vermiştir.

Üçüncü hatası ise, yedek kuvvetleri yanlış tarafa yerleştirmiş olmasıdır:

 

“Sakarya Meydan Muharebesinin son günü Mustafa Kemal Paşa muharebeyi kaybettiğine hükmederek ric’at [geri çekilme] emri vermiş ise de Fevzi Paşa bunu sabahki vaziyeti gördükten sonra kumandanlara tebliğini münasip görmüş [emri bildirmeyi ertesi güne ertelemiş]. Halbuki sabahleyin düşmanın ric’ati görülünce zaferin bizde kalması bu suretle temin olunmuş… Fevzi Paşa bana bu muharebeden bahsederken, bunu kendi kazandırdığını, fakat herkesin Mustafa Kemal kazandırdı zannettiğini söyledi. Hakikati neden saklıyorsunuz dedim. Şimdilik böylesi muvafık, dedi. Halbuki İsmet’le birlikte, Mustafa Kemal’in Müşirliğe [mareşalliğe] terfiini ve gazilik unvanını Meclise
inha [yazıyla teklif] etmiştir. Mustafa Kemal Livalıktan [tuğgenerallikten] istifa etmişti. Fevzi Paşa ferikti [korgeneral]. İhtimal hir rütbe alırsa kendisi terfi ettirilmiyecek mi diye endişe etti. Vaziyet реk gariptir. [Fevzi Paşa] İhtiyatların [yedek kuvvetlerin] [Mustafa Kemal tarafından] hatalı olarak sağ cenaha toplatıldığını görerek sola alıyor, ric’at emrini tehir ederek felaketi durduruyor, sonra da Mustafa Kemal Paşa’ya yekten müşirlik ve gazilik inha ediyor. Halbuki daha mesele bitmemiş ve Yunan Ordusunu takip ederek kat’î muvaffakiyet kazanılmamış yani daha yapılacak işler varken Mustafa Kemal’e son merhaleyi [askerlikteki son rütbeyi] inha etmek ikinci bir muzafferiyette nasıl ve ne ile tatmin olunabilecektir [ona hangi unvan ve mansıp verilecektir]. Bu vahim hata [bir yıl sonraki] Afyon taarruzundan sonra Mustafa Kemal’e hilafet ve saltanatı tevcihe kadar yürüdü.

(Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, C. 2, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008, 2. b., s. 1107-8, dipnot: 230; http://www.elibrary.az/docs/BOOKS/X1187.pdf)

 

Uğur Mumcu, “Kazım Karabekir Anlatıyor” adlı kitabında Mustafa Kemal’in bu hilafet sevdası konusunu ayrıntılı biçimde aktarmaktadır.

Mustafa Kemal’in şu oldukça imanlı ve dindar Balıkesir hutbesini, halifelik unvanına göz koyduğu sıralarda vermiş bulunmaktadır.

Ancak, İngilizler’in Lozan‘da hilafete vize vermemesi yüzünden bu hevesinden vazgeçmek zorunda kalmıştır.

ZAFER VE “AZİZ ATATÜRKÇÜ” ŞİRK

 

hak dini kur'an dili ile ilgili görsel sonucu

RUM SURESİ TEFSİRİ’NDEN

(HAK DİNİ KUR’AN DİLİ)

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır

 

“Bununla beraber insanlara bir keder dokunduğu zaman her şeyden geçerek Rablerine yalvarır, dua ederler; sonra tarafından bir rahmet tattırıverdiği zaman da bakarsın onlardan bir kısmı tutar, O Rablerine ortak koşarlar.” (Rum, 30/33)

33-Bu noktada insanların, üzerine yaratılmış olduğu fıtratın başka değil, yalnız, Allah’a yalvarmak olduğunu göstermek için buyuruluyor ki: “Bununla beraber insanlara bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün o güvendiklerinden ve her şeyden geçip, yalnız yaratan Rablerine gönül vererek hep O’na yalvarırlar.” Nitekim Çanakkale, Sakarya, Afyon savaşları sırasında biz Türkler hep böyle olmuştuk. Demek ki fıtrat dini (yaratılışa uygun din) sadece Allah dinidir. Her zaman, baki sağlam din yalnız odur. Böyle iken sonra O, onlara tarafından bir rahmet tattırıverince; o sıkıntıyı açıp bir nimet ihsan ediverince de ne bakarsın içlerinden bir kısmı, o Rablerine ortak koşuyorlardır. Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan oldu, bundan oldu, benden oldu, senden oldu diyerek Allah’ın lütfunu başkalarına isnad etmeye kalkarlar.

34- “Ki kendilerine verdiğimiz nimeti küfran ile, nankörlükle karşılamak için haydin yaşayın, zevk edin bakalım yarın bileceksiniz.”

35- “Yoksa biz onlara bir ferman indirmişiz de O’na ortak koşmalarının caiz olduğunu o mu söylüyor?” Hayır öyle bir kitap ve delil indirilmemiştir. Fakat onlar yukarıda söylendiği şekilde bilgisizce hevaları ardında gitmişler, keyiflerine hoş gelene veya gözlerinin korktuğuna tapmışlardır. Dünyada sebepler yok değildir. Fakat egemenlik, sebeplerin değil, Allah’ındır. Allah izin vermeyince hiçbir sebeple yaprak bile oynamaz. Böyle olduğunu fıtrat bilir, onun için sıkıştığı zaman Allah’a yalvarır.

SULTAN VAHİDEDDİN – MUSTAFA KEMAL PAŞA İLİŞKİSİNE DAİR

HİÇ SORULMAMIŞ SORULAR..

 

suat yalaz elbette vahdettin gönderdi ile ilgili görsel sonucu

 

Önce Suat Yalaz‘ın yazısına göz atalım..

Sonra da sorularımıza geçelim:

 

“Elbette Vahdettin gönderdi”

21.02.2019 22:30

Elbette Vahdettin gönderdi. Çünkü, bu “gönderme” olayı, Mustafa Kemal Paşa’nın altı aydır, oya gibi işlediği bir savaş stratejisinin ürünüydü de onun için.

(Bu konuyu, 2005 yılında, Yeniçağ gazetesindeki “Yeri Geldikçe” adlı sütunumda yazmıştım, en çok “tıklanan” yazı olmuştu.)

“HERKESİN MAKSUDU BİR AMMA… RİVAYET MUHTELİF”

Ortada bir “Anadolu’ya gönderilme” olayı var olmasına var da devrim karşıtı mütefekkir (!) “tarihçi”ler, “halifemiz padişahımız Vahdettin gönderdi” diyorlar.

Cumhuriyetçi, “Mustafa Kemal’in Askerleri” de diyorlar ki: “Hayır! Mustafa Kemal Paşa kendi gitti.”

Şimdi, Kemalist dostlar, eğri oturup doğru konuşalım. Mustafa Kemal Paşa, Vahdettin göndermeden değil Anadolu’ya geçmek İstanbul’dan Beykoz’a gidemezdi.

Gidemezdi, çünkü…

Payitaht (başkent) düşman işgali altında…

Kemal Paşa, kiraladığı Şişli’deki köşkte sıkı gözetim altında. Giren çıkan ziyaretçiler dört işgalci devletin hafiyeleri tarafından fişleniyorlar. İşgalciler, her şeyi “ossaat” öğreniyorlar.

(Sabah’ta yayımlanan, sonra filme alınan “Son Osmanlı Yandım Ali”nin senaryosunda bu görüşmeleri ve konuşmaları bir güzel anlatmıştım.  O sahnelerde Kemal Paşa, Rauf Bey’e, Karabekir Paşa’ya ve diğer sabırsız vatansever subaylara tane tane anlatmıştı “vatanın kurtuluşu” hakkındaki düşüncelerini…)

***

“AMAN BENİ SIK SIK ZİYARETE FALAN GELME”

Kemal Paşa, Harbiye Nazırlığı’nda Genel Kurmay’da görevli İsmet Bey’e boşuna demiyor, “Aman, beni sık sık ziyarete falan gelme…Huylanmasınlar. Sen bana lazımsın” diye.

Eski Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf (Orbay) boşuna uyarmıyor. Anafartalar Kahramanını: “Paşam, Ortalık gergin. Sizi Bekirağa Bölüğü’ne (siyasi tutukluların hapishanesi) almalarından endişe ediyorum” diye.

 “HALİFEMİZ PADİŞAHIMIZ EFENDİMİZ” GÖNDERMEMİŞ OLSAYDI TARİH NASIL TECELLİ EDECEKTİ ACABA

Diyelim ki işgalci devletlerin izniyle, Vahdettin’in fermanıyla, Erzurum’da, 3. Kolordu Komutanlığı’na atanan Kazım Karabekir Paşa, Erzurum’a görevi başına gitmeden, Şişli’ye vedaya geldiğinde (11 Nisan 1919) Mustafa Kemal Paşa’ya:“paşam” diyor, “Vatanın kurtuluşunu ancak Anadolu’dan başlatacağımız mücadele ile başarabiliriz. Burada kalmanız sakıncalı ve boşuna. Gelin başımıza geçin. Bir an önce kurtuluş savaşımızı başlatalım.”

Ne demeliydi acaba insanlık tarihinin bir benzerini görmediği, “savaş oyunları”nın en büyük stratejisti, rezil ettiği düşmanlarının bile hayran olduğu, aleyhinde tek kötü söz söylemedikleri Mustafa Kemal Paşa?

“Galiba haklısın Kâzım. Sen şimdi hemen yola çık. Erzurum’a selametle varınca, Orduevi’nde, bana ufak bir daire ayır… Ben de fazla oyalanmadan, Akaretler’deki anacığım ve Makbule bacımla helalleşeyim. Onlara biraz para bırakıp, İstanbul Muhafızı Canbolat’a da ‘anam, bacım sana emanet’ diyeyim. Sonra da güvendiğim arkadaşlarla, saman yüklü kağnılara saklanıp gizlice İnebolu’ya vardık mı… Oradan da Sinop… Olmadı, Samsun’a ayak basarım, Allah’ın izniyle… Sonrası kolay… Baktık bana verilen otomobil arıza yaptı, biz, oturup beklemek yerine hep birlikte…Aslı bir İsveçizci marşı olan, ‘Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar. Yürüyelim arkadaşlar’ marşıyla, yağmur çamur demeden, dere tepe aşarak sana ulaşırız evelallah” demiş olabilir miydi?

Olursa akıllara zarar bir yaklaşım olmaz mıydı bu?

Demek ki… İkinci Cumhuriyetçiler haklı. Kemal Paşa’yı, cebine biraz para da koyarak (!) Samsun’a çıkması, Türk çetelerini zindana atarak, Topal Osman’ı asarak, Pontusçu Rumlardan da özür dileyerek devleti kurtarması için kim göndermiş?

İngiliz muhibbi halife padişah efendimiz göndermiş.

Şimdi, fanteziyi bırakalım da belgelere dayanan gerçek tarih filmini başa saralım.

Şişli’deki köşkte, Anafartalar Kahramanı Mustafa Kemal Paşa, kendisini ziyarete gelerek, Anadolu’ya geçip Kurtuluş Savaşı’nı başlatmasını isteyen aydınlara ve subaylara, Rauf Bey’e, Karabekir Paşa’ya ve diğer sabırsız vatanseverlere tane tane anlatmıştı “vatanın kurtuluşu” hakkındaki düşüncelerini…

“Padişah tarafından, büyük yetkilerle, resmî bir görev ve ünvanla Anadolu’ya gönderilmezsem kimseye söz geçiremeyiz. Onu da sarayda halletmek üzereyiz. Sabırlı olun” demişti.

Kemal Paşa, asker olarak üstü, düşünce olarak dostu İzzet Paşa’yı yeniden sadrazam seçtirememişti. Meclis-i Mebusan’daki kendisine yakın görünen mebuslar, son gün sözlerinde durmamışlar, Tevfik Paşa kabinesine güven oyu vermişlerdi.

Böylece, Sadrazam İzzet Paşa Hükümeti’nde, Hüseyin Rauf’lu (Orbay), Fethi Bey’li (Okyar), Kazım Karabekir’li bir kabinede, harbiye nazırı olarak, işgalci devletlere karşı vatanın çıkarlarını savunma imkanının kalmadığını anlayınca “Anadolu’ya geçmek, mücadeleye oradan başlamak tek çıkar yol” demişti.

ALİ FUAT CEBESOY HIZIR GİBİ

Mustafa Kemal Paşa, Şişli’deki karargâh gibi kullandığı köşkte kara kara düşünürken, Ali Fuat Paşa, ilginç bir gelişme haberle gelmişti.

[Ali Fuat Paşa] Anne tarafından akrabası olan dayısı, Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’den öğrenmişti…

İşgal Kuvvetleri Başkomutanı İngiliz Amiral Caltrophe padişaha çok ağır bir ültimatom verip, “Karadeniz kıyılarında silahlı Türk Çeteleri, Rumlara ve Hristiyan halka saldırıp cana kıyıyorlar… Buna derhal engel olmaz, suçluları cezalandırmazsanız, ben kendi askerimle sorunu çözerim” demiş. Şimdi, Damat Ferit Paşa, “Pontus Rum Devleti” kurmaya çalışan Rum çeteleriyle vuruşan Topal Osman ile öbür Türk çeteleri durduracak, sözü dinlenir bir Paşa’yı “9. Ordu Müfettişi” ünvanıyla Samsun’a göndermeyi düşünüyorlarmış da bu paşa kim olabilir, onda karar verememişler. Seni ilgilendirir mi?

Kemal Paşa hemen atılmış: “Tam da istediğim gibi bir iş… Hemen, Mehmet Ali Bey’i bul, Ferit Paşa’ya beni önersin, tam aradıkları komutan olduğumu söylesin.”

Mehmet Ali Bey, çok iyi çalışıyor, Sadrazam ve Padişah Vahdettin’e, 9. Ordu Müfettişi olarak, Almanları sevmeyen, son olarak Falkenhayn’a kafa tutup Yıldırım Orduları Kumandanlığı’ndan istifa eden, Enver Paşa ile de arası açık olan Mustafa Kemal Paşa’yı kabul ettiriyor.

***

Mustafa Kemal Paşa, kendine öylesine yetkiler veren bir ferman yaptırıyor ki şeytanın aklına gelmez…

Agatha Christie, Conan Doyle, Jan Fleming’in James Bond’u hiç kalırlar “Sarı Paşa”nın strateji dehası yanında…

Yetki belgesinde, satır aralarına sıkıştırdığı yetkileri gören o günün Harbiye Nazırı Gürcü Şakir Paşa uyanır, “Paşa’m ben bunları imzalayamam” der.

Mustafa Kemal Paşa da “İmzalama. Mühür bas yeter” der.

Şakir Paşa mührü uzatır, Mustafa Kemal Paşa da basar.

“ÇABUK ÇEVİRİN O VAPURU”

Padişahın, Karadeniz kıyılarında, İngiliz askerleriyle çatışan… Hristiyan halka ve Pontusçu Rum çeteleriyle vuruşan silahlanmış Türkleri bastırıp “devleti kurtarması için” Anadolu’ya gönderdiği kumandanın, Gelibolu’da kendilerine kan kusturan Miralay Mustafa Kemal olduğunu öğrenen Caltrophe, saçını başını yolarak: “Anadolu’ya gönderecek başka kumandan bulamadınız mı? Çabuk çevirin o vapuru” diye emirler yağdırır. Karadeniz’e hücumbotlar, savaş gemileri gönderir, ama açık denizde Sarı Paşa’yı ve 22 Kurmay subayını taşıyan gemiyi bulamazlar. Çünkü, emektar Bandırma vapuru, pusulası çalışmadığı için, kıyıdan kıyıdan Sinop’a doğru yol almaya çalışmaktadır.

Mustafa Kemal Paşa, düşmana yakalanmadan, fırtınalı denizde batmadan… Bir an önce karaya ayak basamak için, önce Sinop’a yanaşır. Fakat, Sinop’ta yürünecek yol yoktur. Yeniden denize açılırlar. Herkesi deniz tutmuştur, “Paşa” hariç…

19 MAYIS 1919 SAMSUN

Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları Samsun’a yerleşirler. Ama kentte İngiliz birlikleri vardır. Her şey göz altındadır. Rahat çalışmalarına imkân yoktur…

Paşa’nın böbrek rahatsızlığı bahane edilerek, daha gözden ırak bir kaplıca beldesi olan Havza’ya geçerler… Kemal Paşa’nın ilk işlerinden biri, Pontus Rum çeteleriyle ölümcül bir çatışma içinde olan “Topal” Osman’ı Havza’ya çağırmak olur. Osman Ağa önce çekinir, gelmek istemez. Sonra, güvendiği biri araya girince gelir, “efsane paşa” ile tanışır. (Bu karşılaşmayı, yerel belgelere dayanarak “Topal Osman Ağa” adlı belgesel resimli-roman kitabımda ayrıntılı olarak işledim. SY)

Paşa’nın kendisine, “Yapma, etme. Silahı bırak, uslu otur” diyeceğini zanneder. Oysa, Mustafa Kemal Paşa der ki: “Osman Ağa, küçük çetelerle yürümez bu iş. Bir alay kurmalısın. Sana elimden gelen yardımı yapacağım. Bundan sonra, doğrudan bana bağlı olarak çalışacaksın. Haydi, tez elden güzel haberlerini bekliyorum.”

“Anafartalar Kahramanı” paşasından aldığı “doğrudan bana bağlı olacaksın” sözü, Osman Ağa’yı öyle bir coşturur ki… Birkaç ay içinde, “Tam teçhizatlı” iki alay düzenler…

KARADENİZ KURTULMUŞTUR

Mustafa Kemal Paşa, Amasya’ya geçer. “5. Kafkas Fırkası”nın Saraydüzü kışlasında, telsiz telgraf makineleri başında, ertesi günün sabahına kadar, silah arkadaşlarıyla görüşüp anlaşarak birlikte hazırlanan “Amasya Bildirisi”ni dünya aleme duyurur. (22 Haziran 1919)

Artık esaret altındaki İstanbul Hükumeti ve padişahın değil, sadece ülkenin bağımsızlığı için çarpışacak olan Mustafa Kemal Paşa’nın emirlerine uyulmasını bildirir, Heyet-i Milliye’nin (Millet Meclisi) kurulması için tüm vilayetlerden seçilmiş 3’er kişinin Erzurum’da toplanması için çağrı yapar.

Bildirinin ana sözü: “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

KURTULUŞ SAVAŞI BAŞLAMIŞ TÜRKİYE KURTULMUŞTUR

Dostlar, halen tartışacak mıyız Atatürk’ü Samsun’a Vahdettin’in gönderip göndermediğini?

Bu konuda yazılmış, gerçekçi yüzlerce kitap var.

İki üç isim vereyim yeter:

“Tek Adam”Şevket Süreyya Aydemir, 3 cilt.

“Şu Çılgın Türkler”, “Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa ve Millî Mücadele” Turgut Özakman.

“İşgal ve Direniş” ve “1919 Şifresi” Hulki Cevizoğlu.

Odatv.com

 

Sorularımızı, Suat Yalaz‘ın yazdıklarından hareketle yönelteceğiz..

Diyor ki:

 

Kemal Paşa, kiraladığı Şişli’deki köşkte sıkı gözetim altında. Giren çıkan ziyaretçiler dört işgalci devletin hafiyeleri tarafından fişleniyorlar. İşgalciler, her şeyi “ossaat” öğreniyorlar.

 

Peki, İngilizler, Birinci Dünya Savaşı’nda kendileriyle savaşmış olan Almanlar’ı ve  onların müttefiki Enver Paşa’yı sevmeyen, Alman general Falkenhayn’a kafa tutan Mustafa Kemal’in Şişli’deki köşkünü tarassut altında tutuyorlardı da, Padişah Vahideddin’in yaşadığı Dolmabahçe Sarayı‘nı kendi haline mi bırakmışlardı?

Vahideddin ile Mustafa Kemal’in görüşmelerini niçin sorun yapmamışlardı?

Bu, birinci soru.

*

Gelelim ikinci soruya..

Yalaz’ın anlattığı gibi, Şişli’deki köşkte Mustafa Kemal, “kendisini ziyarete gelerek, Anadolu’ya geçip Kurtuluş Savaşı’nı başlatmasını isteyen aydınlara ve subaylara, Rauf Bey’e, Karabekir Paşa’ya ve diğer sabırsız vatanseverlere”, sabırlı bir vatansever olarak şunu demiş bulunuyordu:

 

Padişah tarafından, büyük yetkilerle, resmî bir görev ve ünvanla Anadolu’ya gönderilmezsem kimseye söz geçiremeyiz. Onu da sarayda halletmek üzereyiz. Sabırlı olun.”

 

Demek ki Mustafa Kemal, Padişah’tan büyük yetkiler, resmî bir görev ve unvan istemiş..

Mevzubahis olan vatansa yetki de, resmî görev de, unvan da teferruattır, hepsinin canı cehenneme!” dememiş.

Peki, Padişah gelip kendisini ziyaret eden herkese istediği büyük yetkileri, resmî bir görevi ve unvanı bol keseden bağışlıyor muymuş?

Böyle bir huyu mu varmış?

Bunları ikinci soru kabul edebilirsiniz, fakat devamı var: Mustafa Kemal, istediklerini alabilmek için Padişah’a hangi vaatlerde bulunuyor, ne tür sözler veriyordu acaba?

Saray’da neyi nasıl hallediyordu?

Elinde sihirli değnek mi vardı?

Padişah’tan yetki almadan Anadolu’ya gitmesi durumunda kimseye söz geçiremeyeceğini bilecek kadar zeki ve realist bir adam, Padişah’a nasıl söz geçirmiş?

Kafasına tabanca mı dayamış? Padişah da korkup tırsmış mı?

*

Gelelim üçüncü soruya..

İstanbul’daki İşgal Kuvvetleri Başkomutanı İngiliz Amiral Caltrophe Padişah’a çok ağır bir ültimatom verip, “Karadeniz kıyılarında silahlı Türk Çeteleri, Rumlara ve Hristiyan halka saldırıp cana kıyıyorlar… Buna derhal engel olmaz, suçluları cezalandırmazsanız, ben kendi askerimle sorunu çözerim”  diyor.

Peki Padişah, Karadeniz kıyılarında yaşanan olaylara nasıl engel olacak, suçluları nasıl cezalandıracaktı?

Karadeniz kıyılarındaki durumu, Yalaz’ın şu ifadeleri ortaya koyuyor:

 

Mustafa Kemal Paşa ve silah arkadaşları Samsun’a yerleşirler. Ama kentte İngiliz birlikleri vardır. Her şey göz altındadır. Rahat çalışmalarına imkân yoktur…

 

İngiliz birlikleri de herhalde orada turistik seyahat için bulunmuyorlardı..

Amiral Caltrophe‘un, emrindeki İngiliz birliklerinden tatili bırakıp asayişi temin etmelerini istemek için Padişah’tan izin alması mı gerekiyordu?

Padişah’a talimat veren, tehdit eden adam, acaba onun ne yapacağını, ne yapabileceğini umuyordu?

Bunlar sorular, fakat üçüncü sorumuz bu değil..

Soru şu: Acaba Amiral Caltrophe, istihbaratı sayesinde (yani İstanbul’daki müslüman ve gayrimüslim işbirlikçileri vasıtasıyla), Mustafa Kemal’in Saray’dan büyük yetkiler, resmî bir görev ve unvan almaya çalıştığını biliyor muydu?

Ve, Padişah’ın da, böylesi olağanüstü yetkiler verilerek yapılmış resmî bir görevlendirme için bir bahane aradığını öğrenmiş miydi?

Ve bu ültimatomu ile, söz konusu bahane pasını Padişah’ın ayağına göndermiş olabilir miydi?

Bu soruyu sormamız nedensiz değil..

Osmanlı’nın sondan ikinci şeyhülislamı ve Padişah’ın çok yakınlarından Mustafa Sabri Efendi, Vahideddin’in Mustafa Kemal ile İngilizler’e oyun oynamak istediğini, fakat İngilizler’in Mustafa Kemal ile Padişah’a oyun oynadıklarını iddia etmektedir.

Bu iddia doğru olabilir mi, ve Caltrophe’un söz konusu ültimatomu bu oyunun bir parçası mıdır?

Bu, sadece bir soru.. Atatürkçü tarihçi ve yazarlar bunu saçma buluyor olabilirler.. Neden saçma olduğunu ayrıntılı bir biçimde anlatmak için bu tür soruları bir fırsat olarak kabul edebilirler.

Böylece bu tür sorular, tarihî gerçeklerin daha iyi anlaşılması için birer vesile olmuş olur.

*

Dördüncü soruya geçelim..

Yalaz’a göre, Amiral Caltrophe’un ültimatomu üzerine (Yani ültimatom işe yaramış) Sadrazam Damat Ferit Paşa, “Pontus Rum Devleti” kurmaya çalışan Rum çeteleriyle vuruşan Topal Osman ile öbür Türk çetelerini durduracak sözü dinlenir bir Paşa’yı “9. Ordu Müfettişi” unvanıyla Samsun’a göndermeyi düşünmeye başlamış.

Gel gelelim, hangi paşayı göndereceğine karar verememiş..

Mesele Ali Fuat Paşa vasıtasıyla Mustafa Kemal’e de aktarılmış..

O da, “Böyle bir ihanet görevini, böyle alçakça bir teklifi ben kabul etmem, benim karakterime uymaz” dememiş.

Yalaz’ın ifadesiyle “hemen atılmış” ve de “Tam da istediğim gibi bir iş” demiş.

Sonra da eklemiş: “Hemen, Mehmet Ali Bey’i bul, Ferit Paşa’ya beni önersin, tam aradıkları komutan olduğumu söylesin.”

Damat Ferit Paşa’nın tam aradığı komutan Mustafa Kemal’miş..

Soruya geçelim..

Burada takiyye var mı, yok mu?

Yani Mustafa Kemal, Damat Ferit’in “tam aradığı komutan” olduğunu söylerken takiyye mi yapıyordu, yoksa samimi miydi?

Sorunun devamı da var..

Mustafa Kemal takiyye yapıyorduysa, Damat Ferit de takiyye yapıyor olabilir miydi? Yoksa, takiyye, sadece Mustafa Kemal’in şahsına özgü bir meziyet miydi?

Ve, Amiral Caltrophe’un ültimatomu da İngiliz usulü bir takiyye miydi?

Tabiî bu noktada başka sorular da yöneltilebilir..

Mesela, neden bu kadar “kolay” bir göreve talip olan “vatan haini” başka bir komutan çıkmadı da bu vazife için sadece Mustafa Kemal ortaya atıldı?

Yoksa bu, Mustafa Kemal’in meseleyi Saray’da halletme çabasının ürünü “adrese teslim” bir görevlendirme miydi?

*

Beşinci soru biraz basit olacak..

Yalaz’ın yazdığına göre, Anadolu’ya gönderilen müfettişin Mustafa Kemal olduğunu öğrenen Caltrophe, saçını başını yolarak, “Anadolu’ya gönderecek başka kumandan bulamadınız mı? Çabuk çevirin o vapuru” diye emirler yağdırmış.

Caltrophe, meseleyi bu kadar önemsemişken, sırf bunun için ültimatom vermişken, ve de Mustafa Kemal’in heyetinin kalabalıklığını gördüğü için vize vermek istemeyen İstihbarat Yüzbaşısı Bennett, kuşkulanıp durumu üstlerine, karargâha iletmişken, nasıl oluyor da Caltrophe’un olaydan, ancak Mustafa Kemal İngilizler’in yetişemeyeceği bir noktaya ulaştıktan sonra haberi oluyor?

Bu bir soru, fakat asıl sorumuz bu değil..

Neden Caltrophe, “Çabuk çevirin o vapuru” diye emirler yağdırmışken, Yalaz’ın ifadesiyle Mustafa Kemal’i yakalamak için “Karadeniz’e hücumbotlar, savaş gemileri” göndermişken, Samsun‘daki İngiliz birliklerine telgrafla, “Oraya Mustafa Kemal diye biri geliyor, derhal kibar bir şekilde misafir edin, serbest hareket etmesine izin vermeyin, ve sonra da mevcutlu olarak herhangi bir gemiyle buraya gönderin. Direnirse derhal tutuklayın” dememişti?

Neden?

Görüldüğü gibi soru basit..

*

Altıncı soruya geçelim..

Mustafa Kemal, İstanbul’dan hareket etmeden önce Padişah’a şu türden şeyler demiş olabilir miydi: “Benim hareketimden sonra İngilizler zat-ı şahanelerine baskı yapacaklardır, o takdirde bendeniz emre itaat etmiyor, emir dinlemiyor gibi yaparım, zat-ı şahaneleri de güya beni cezalandırmak istiyormuş gibi davranırlar. Böylece İngilizler’in zat-ı şahanelerine diyebilecekleri birşey olmaz. Yüksek müsaadelerinizle danışıklı dövüş ile mesafe almayı çalışacağımdan hiç şüpheniz olmasın.” 

Evet, Mustafa Kemal, Vahideddin’e “âteşîn zekâ“sıyla böyle şeyler demiş olabilir miydi?

Bu sorunun hazırlık faslı ya da altyapısı olarak gerek Vahideddin’in, gerekse Mustafa Kemal’in birtakım sözlerini aktarmak mümkün, fakat yazı uzamasın diye geçelim..

BENZERSİZ BİR BİYOGRAFİ, BENZERSİZ BİR MEKTUP

Mustafa Kemal Atatürk - Mücadelesi ve Özel Hayatı

 

Kitap yeni..

Bu yıl yayınlanmış..

İnternetteki reklamlarda yer alan “tanıtım yazısı“nın, yayınevinin kitapla ilgili sayfasında “Kitap Hakkında” başlığıyla verilmiş olduğunu görüyoruz.

Şöyle:

 

Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım’ın oğlu, Latife Hanım’ın eşi, bize bu güzel vatanı bırakan Mustafa Kemal ATATÜRK, gözden kaçmış iç dünyası, mücadelesi ve özel hayatıyla…

Muhterem Valideciğim
Gerçekte vatan ve milletimizi kurtarabilmek için, askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti tek vücut bir hale getirmekle doğacak kudret ve ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Ben de öyle yaptım. Elhamdülillah başarılı oluyorum. Pek yakında elle tutulur sonucu bütün dünya görecektir.
(…)
Ben, birkaç güne kadar bir kongre için Sivas’a gideceğim. Tekrar Erzurum’a döneceğim. Tekrar ediyorum: Her işittiğinize önem vermeyiniz. Pekâlâ bilirsiniz ki ben, yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım.
Bu mektubumu getirecek olan (…) size benim hakkımda istediğiniz kadar bilgi verecektir. Kendisiyle bana bazı elbiselerimi gönderiniz.
Ağustos 1919, Erzurum

Latife Hanım” ve “Halide Edib” kitaplarının yazarı İpek Çalışlar’ın, roman akıcılığında kaleme aldığı bu kitap; titiz, derinlikli bir araştırmaya, Mustafa Kemal’in hayatının geçtiği yerlere yapılan yolculuklara, tanıklıklara ve belgelere dayanıyor. Anlatıya eşlik eden fotoğraflar ve zengin kaynakçasıyla “Mustafa Kemal Atatürk” benzersiz bir biyografi.

 

Görüldüğü gibi, tanıtım yazısında, Mustafa Kemal’in, annesi Zübeyde Hanım’a yazmış olduğu bir mektuptan pasajlara da yer verilmiş.

Demek ki yazar İpek Çalışlar, mektubu çok önemli ve çok çarpıcı bulmuş..

Yayınevi ve editörler de..

Bu konuda yalnız değiller.. Odatv.com ekibi de bir zaman önce, bir 19 mayıs günü vesilesiyle, bu mektubun tamamını yayınlamış bulunuyordu.

Biz de, 19 MAYIS VESİLESİYLE ATATÜRK’ÜN AĞZINDAN İNGİLİZ-ATATÜRK İLİŞKİLERİ başlığıyla söz konusu yazıyı aktarmış bulunuyorduk.

Mektuptaki ifadelerin arasına bazı yorumlar eklemiştik..

İpek Çalışlar’ın kitabına mütevazı bir katkı olsun diye buraya tekrar alıyoruz:

 

“İşte Mustafa Kemal’in, annesi Zübeyde Hanım’a 1919’un Ağustos ayında yazdığı mektup”…

Böyle diyor Odatv.. (Bkz. http://odatv.com/hukumetin-gucu-bana-yetmez-1905171200.html)

Mektup, gerçekten ilginç bir mektup..

Önemli bir tarihî belge..

Okuyalım:

“Muhterem Valideciğim,

İstanbul’dan mufarakatımdan [ayrılışımdan] beri sizlere birkaç telgraftan başka bir şey yazmadım. Bu sebeple büyük merak içinde kaldığınızı tahmin ediyorum. Bilhassa hakkımda gerek ötekinden berikinden ve gerek gazetelerden işittiğiniz natamam [eksik] haberler şüphesiz merakınızı tezyit etmiştir [fazlalaştırmıştır]. Halbuki şimdi vereceğim izahatla mutmain olacağınız veçhile şayan-ı endişe (kaygılanılacak) hiçbir şey yoktur.

Malumunuzdur ki, daha İstanbul’da iken ecnebi [yabancı] kuvvetlerin devleti, milleti fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa cümlesini hapis ve tevkif ve bir kısmını Malta’ya nefy ve tazip etmekte [sürgün ve azap etmekte] pek ileri gidiyorlardı. [TENBİH’İN NOTU: ATATÜRK’ÜN BU BEYANI ÖNEMLİ.. DEMEK Kİ YABANCI DEVLETLER DEVLETİ FEVKALADE YANİ NORMALİN ÜSTÜNDE SIKIŞTIRMIŞLAR.. MİLLETE HİZMET EDEBİLECEK NE KADAR ADAM VARSA YA HAPSETMİŞLER, YA DA MALTA’YA ESİR OLARAK SÜRMÜŞLER.. ORTADA MİLLETE HİZMET EDECEK ADAM BIRAKMAMIŞLAR..] Bana nasılsa ilişememişlerdi. [TENBİH’İN NOTU: İLİŞMEMİŞLERDİ DEĞİL, İLİŞEMEMİŞLERDİ DİYOR.. NEDEN İLİŞEMEMİŞLERDİ? “NASILSA” DEDİĞİNE GÖRE BUNU KENDİSİ DE BİLMİYOR.. ACABA ATATÜRK’Ü ADAMDAN SAYMAMIŞLAR MIYDI?.. YOKSA, ONU MİLLETE HİZMET EDEBİLECEK BİR ADAM KABUL ETMEMİŞLER MİYDİ? BUNU BİLMİYORUZ.. FAKAT, ARAMIZA UZAYDAN GELMİŞ OLMALARI MÜMKÜN OLAN BAZI ATATÜRKÇÜ YAZARLARA GÖRE, İNGİLİZLER ATATÜRK’TEN KORKMUŞTU.. KRALDAN FAZLA KRALCI, PAPA’DAN FAZLA KATOLİK OLMAK HERHALDE BÖYLE BİRŞEYDİR.. ACABA İNGİLİZLER ATATÜRK HAKKINDA BAŞKA ŞEYLER DÜŞÜNMÜŞ OLABİLİRLER MİYDİ? MESELA ONU KAZANMAK GİBİ? BUNU DA BİLMİYORUZ..] Fakat 3. Ordu müfettişi olarak Samsun’a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler. [TENBİH’İN NOTU: ŞİMDİ O “NASILSA” ANLAŞILDI.. DEMEK Kİ MUSTAFA KEMAL PAŞA, İNGİLİZLER’İN KENDİSİNDEN ŞÜPHELENMEDİĞİ BİRİYMİŞ.. ACABA BUNU NEYE BORÇLUYDU, BİLMİYORUZ.. SAMSUN’A AYAK BASAR BASMAZ ŞÜPHELENİYORLAR DA, SAMSUN’A GİTMEK İSTER İSTEMEZ NEDEN ŞÜPHELENMEMİŞLERDİ? BUNU ASLINDA İNGİLİZLER’E SORMAK LAZIMDI..] Hükümete benim sebebi izamımı [gönderilme nedenimi] sordular. [TENBİH’İN NOTU: NEDEN GÖNDERİLMEDEN ÖNCE DEĞİL?.. DİYELİM Kİ SİZ ŞİMDİ ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE VİZE BAŞVURUSUNDA BULUNDUNUZ, GİTME NEDENİNİZ BAŞVURU SIRASINDA MI SORULUR, YOKSA SİZE VİZE VERİLİP SİZ KAPAĞI AMERİKA’YA ATTIKTAN SONRA MI?] Nihayet İstanbul’a celbimi (çağırılmamı) talep ve bunda ısrar ettiler. [TENBİH’İN NOTU: İNGİLİZLER, HERKESİ TUTUKLAR YA DA MALTA’YA SÜRERKEN, NASILSA MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA DOKUNMUYORLAR. ONDAN HİÇ ŞÜPHELENMİYORLAR. DOKUNMAMAK BİR YANA, SAMSUN’A GİTMESİ İÇİN VİZE VERİYORLAR. SONRA DA, SAMSUN’A GİDİP ARTIK İNGİLİZLER’İN VE İSTANBUL HÜKÜMETİ’NİN ELİNİN ULAŞAMAYACAĞI BİR YERE VARINCA DA ANSIZIN PİRELENİYORLAR.. ATATÜRK’ÜN İNGİLİZLER’DEN YANA OLAĞANÜSTÜ YA DA OLAĞAN DIŞI ŞANSLI OLDUĞU MUHAKKAK..] Hükümet beni iğfal ederek (gaflete düşürerek) İstanbul’a celp ve İngilizlere teslim etmek istedi. [TENBİH’İN NOTU: PADİŞAH DEĞİL, HÜKÜMET ONU İĞFAL ETMEK, ALDATMAK, İSTANBUL’A ÇEKİP İNGİLİZLER’E TESLİM ETMEK İSTEMİŞ.. PEKİ, DAHA ÖNCE ONU NİÇİN GÖNDERMİŞLERDİ? GÖNDERMEMEK ELLERİNDEN GELMİYOR MUYDU?] Bunun derhal farkına vardım. [TENBİH’İN NOTU: İŞTE ATATÜRK’ÜN FARKI BU.. O, HERŞEYİN DERHAL FARKINA VARIYOR.. ÜZERİNDE GÜNEŞ BATMAYAN İMPARATORLUK OLDUĞU SÖYLENEN İNGİLTERE İSE, O KADAR DİPLOMATINA, POLİTİKACISINA, STRATEJİSTİNE, TARİHÇİSİNE, BİLİM ADAMINA, KOMUTANINA, İSTİHBARATÇISINA RAĞMEN, DERHAL FARKINA VARAMIYOR.. UYANMAK İÇİN ONUN SAMSUN’A AYAK BASMASINI BEKLİYOR..] Ve bittabi kendi ayağımla gidip esir olmak doğru değildi. Padişahımıza hakikat hali yazdım. [TENBİH’İN NOTU: ATATÜRK’ÜN PADİŞAHI, MALUM, VAHİDEDDİN…] Ve gelemeyeceğimi arz ettim. [TENBİH’İN NOTU: ARZ ETMİŞ.. KENDİSİ ÖYLE DİYOR..] Zat-ı şahane de evvela buna muvafakat etti. [TENBİH’İN NOTU: ZAT-I ŞAHANE..] Fakat daha sonra İngilizlerin tazyiki (baskısı) ziyadeleşti (fazlalaştı). [TENBİH’İN NOTU: YANİ “PADİŞAHIMIZ”I, YANİ “ZAT-I ŞAHANE”Yİ İNGİLİZLER ZORLUYOR VE SIKIŞTIRIYORLAR.. FAZLASIYLA..] Nihayet o da İstanbul’a avdetimi (dönmemi) irade etti (istedi). Bu suretle artık resmî makamımda kalmaya imkan göremediğim gibi askerliğimi muhafaza ettikçe İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına mukabele edilemeyecekti (karşı konulamayacaktı). Bir tarafında bütün Anadolu halkı tekmil millet hakkımda büyük bir muhabbet ve itimat gösterdi. “Seni bırakmayız” dediler. [TENBİH’İN NOTU: TABİÎ Kİ MUSTAFA KEMAL, ANNESİNE YAZDIKLARINI MİLLETE DE SÖYLÜYOR, “ZAT-I ŞAHANE PADİŞAHIMIZ”IN İNGİLİZ ZORLAMASI VE BASKISI YÜZÜNDEN KENDİSİNİ MECBUREN ÇAĞIRDIĞINI AÇIKLIYORDU..] Filhakika vatan ve milletimizi kurtarabilmek için yegane çare askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti yekvücut bir hale getirmekle hasıl olacak kudret ve hareket-i milliyeyi (millî hareketi) hüsn-i istimal eylemekten (güzelce kullanmaktan) başka çare mutasavver değildi (düşünülemezdi). [TENBİH’İN NOTU: BÖYLECE, DENKLEMDEN PADİŞAH VE İSTANBUL HÜKÜMETİ DÜŞMÜŞ OLUYOR, MUSTAFA KEMAL, MİLLET İLE BAŞBAŞA KALMIŞ OLUYORDU.. İNGİLİZ BASKISININ SONUCU.. HANİ SU İÇSE YARIYOR DERLER YA, İNGİLİZLER NE YAPSA ATATÜRK’E YARIYOR..] Binaenaleyh ben de böyle yaptım. Elhamdülillah muvaffak (başarılı) da oluyorum [TENBİH’İN NOTU: SONRADAN ELHAMDÜLİLLAH DEMEYİ UNUTACAK]. Pek yakında netice-i maddiyeyi (maddi sonucu) bütün cihan (dünya) görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. [TENBİH’İN NOTU: SİYASET İCABI POLİTİKA DEĞİŞTİRMEYİ, BÖYLESİNE KESKİN VE KIVRAK MANEVRALAR YAPMAYI ÇOK İYİ BİLDİKLERİ, İNSANLARI “KAZANMA”YA ÖNEM VERDİKLERİ ANLAŞILAN İNGİLİZLER, MUSTAFA KEMAL’İ DAHA İSTANBUL’DAYKEN KAZANMAYA ÇALIŞMIŞ OLABİLİRLER Mİ? YA DA OLAMAZLAR MI? BU KONUDA TARİH KİTAPLARI BİRŞEY YAZMIYOR.. ANCAK, KAZANAMADIKLARI YA DA KAZANMAYA GEREK GÖRMEDİKLERİ BİRÇOK KİŞİYİ TUTUKLADIKLARI VE MALTA’YA SÜRDÜKLERİ MALUM.. MUSTAFA KEMAL’E İSE NASILSA İLİŞEMEMİŞLERDİ. ONDAN ŞÜPHELENMİYORLARDI.] Her şeyi (Padişah’ı ve İstanbul Hükümeti’ni zorladıklarını) inkar ettiler. Ve bütün kabahati bizim hükümete attılar. [TENBİH’İN NOTU: DEMEK Kİ İNGİLİZLER’LE BİR BAĞLANTISI, İRTİBATI, FİKİR ALIŞVERİŞİ VAR..] Hakikaten hükümet de benimle uğraşmak istedi. Fakat kuvveti buna müsait gelmedi. Ve gelemez. [TENBİH’İN NOTU: PEKİ BUNU, İNGİLİZLER NEDEN AKIL ETMEMİŞLER? BUNU ANLAYACAK AKIL BİR TEK MUSTAFA KEMAL’DE Mİ VARMIŞ? HÜKÜMET’İN MUSTAFA KEMAL’LE UĞRAŞMAYA KUVVETİNİN MÜSAİT OLMADIĞINI İNGİLİZLER NEDEN ANLAMAMIŞLAR? YA DA ANLADIKLARI HALDE Mİ ÖYLE DAVRANMIŞLAR?.. MESELE, BİZİM GİBİ VASAT ZEKÂLI FANİLER İÇİN BİRAZ KARIŞIK..] Daha bir zaman bu suretle Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Kariben [yakında] Meclis-i Mebusan (Millet Meclisi) toplanacak ve meşru bir hükümet mevki-i iktidara (iktidar konumuna) geçecektir. [TENBİH’İN NOTU: ÖNCELİKLİ MESELE VATANIN KURTARILMASI DEĞİL, YENİ BİR HÜKÜMET KURMAKMIŞ.. BÜTÜN BU İNGİLİZ TAZYİKİNİN, TUTUKLAMALARIN, MALTA SÜRGÜNLERİNİN, İSTANBUL’DAKİ MECLİS-İ MEBUSAN’IN KAPATILMASININ VS. SONUCU İŞTE BU.. ANKARA’DA YENİ BİR MECLİS OLUŞTURULMASI VE YENİ BİR HÜKÜMET KURULMASI.. İSTANBUL’DAKİ PADİŞAH’A BAĞLI MECLİS’İN VE HÜKÜMET’İN DEVRE DIŞI KALMASI.. SONUÇ BU.. TAZYİKATIN, ZORLAMALARIN SONUCU BU OLDUĞUNA GÖRE, İNGİLİZLER AÇISINDAN, BÜTÜN BU ZORLAMALARIN NEDENİ DE BU MUYDU? HERŞEY BU SONUCUN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN Mİ YAPILDI? BİZİM GİBİ VASAT ZEKÂLI FANİLERİN BU SORUYA DA CEVAP VEREBİLMESİ MÜMKÜN DEĞİL..] Ben de ihtimal o zaman İstanbul’a geleceğim. [TENBİH’İN NOTU: İSTANBUL’A GELMESİ “İHTİMAL“İNİ VATANIN KURTULMASI VE İNGİLİZLER’LE SAVAŞILIP ONLARIN MAĞLUP EDİLMESİNE DEĞİL, KENDİSİNİN İSTANBUL’DAKİ MECLİS-İ MEBUSAN’DAN AYRI YENİ BİR MECLİS VE İSTANBUL’DAKİ OSMANLI HÜKÜMETİ’NDEN FARKLI YENİ BİR HÜKÜMET KURMASINA BAĞLIYOR.. BU KADARI, İSTANBUL’A GİTMESİ “İHTİMAL”İ İÇİN YETERLİ.. SÖZLERİNDEN BU ANLAŞILIYOR.] Sıhhat ve afiyetimi, katiyen hiç merak ve endişe etmeyiniz. …

Ben birkaç güne kadar bir kongre için Sivas’a gideceğim.

Tekrar Erzurum’a döneceğim. Tekrar ediyorum. Her işittiğinize önem vermeyiniz. [TENBİH’İN NOTU: BU, BİZİM İÇİN DE GEÇERLİ OLABİLİR Mİ?..] Pekala bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım. [TENBİH’İN NOTU: O NETİCEYİ İNGİLİZLER DE GÖRMÜŞ OLABİLİRLER Mİ?.. İNGİLİZLER DE “KENDİLERİNİN NE YAPTIĞINI BİLİYOR” OLABİLİRLER Mİ? MUSTAFA KEMAL’E SAMSUN VİZESİ VERİRKEN BİR NETİCE GÖRMÜŞLER MİYDİ? YOKSA NE YAPTIKLARINI BİLMEZ SALAKLAR MIYDILAR?.. BUNLAR, BİZİM GİBİ VASAT ZEKÂLI FANİLERİN CEVAP VEREBİLECEĞİ SORULAR DEĞİL.. BÖYLESİ SORULARI ÜLKEMİZİN DOĞUŞTAN DEHA SAHİBİ ATATÜRKÇÜLERİ BİZİM YERİMİZE CEVAPLANDIRIYORLAR.. BÜYÜK BAHTİYARLIK.. ANCAK, ASIL SORUN, BU İFADELERİN BİZE İLKOKULDA ÖĞRETİLEN ATATÜRK PORTRESİNE PEK UYMUYOR OLUŞU.. BİZE ÖĞRETİLEN ATATÜRK’ÜN, SONUNDA NETİCE GÖRMEYİNCE VATAN İÇİN MÜCADELE ETMEKTEN KAÇINMASI SÖZ KONUSU OLABİLEMEZ.. BİZE ÖĞRETİLEN ATATÜRK, SONUNDA NETİCE GÖRMESE DE KANININ SON DAMLASINA KADAR VATAN İÇİN SAVAŞIR.. “MEVZUBAHİS OLAN VATANSA BENİM NETİCE ALMAM DA TEFERRUATTIR” DİYE DÜŞÜNÜR. SONUNDA NETİCE GÖRMEDİĞİ İÇİN VATAN SAVUNMASI İÇİNE GİRMEMEYİ DÜŞÜNMEZ.. YOK ABİ, BU MEKTUP SAHTE OLABİLİR.. YOK YOK, KESİN SAHTEDİR.. ATATÜRK BÖYLE DÜŞÜNÜYOR OLABİLEMEZ.. İLKOKUL ÖĞRETMENİM ATATÜRK’Ü BÖYLE ÖĞRETMEMİŞTİ. BELKİ DE ATATÜRK’ÜN YAVERİ SALİH BOZOK İNGİLİZ AJANIYDI, ATATÜRK HAKKINDA ŞÜPHELER UYANDIRMAK İÇİN BU MEKTUBU UYDURDU.. ATATÜRK BÖYLE BİR MEKTUP YAZMIŞ OLABİLEMEZ ABİ..]

Saygıyla ellerinizden, hemşiremin gözlerinden öperim. Salih’in (Bozok) gözlerinden öperim. Bana İstanbul havadisi vermeni beklerim.”

(Kaynak: Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, Salih Bozok. Hazırlayan Can Dündar)

(http://odatv.com/hukumetin-gucu-bana-yetmez-1905171200.html)

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ÇOK KISA BİR “GERÇEK TARİH”İ (13)

MİSAK-I MİLLÎ’YE (ULUSAL YEMİN) BAĞLI KALINSAYDI, MUSTAFA KEMAL İLE HEMPALARININ VATANA İHANETTEN YARGILANMALARI GEREKİRDİ..

VE MUHTEMELEN, MECLİS’İN ÖNÜNDE İDAM EDİLMELERİ..

ÇÜNKÜ, FRANSIZLAR’LA BİR ANTLAŞMA YAPIP HATAY VE HALEP’İ, YANİ VATAN TOPRAKLARINI DÜŞMANA TERK ETMİŞLERDİ..

KARŞILIĞINDA ALDIKLARI HİÇBİR ŞEY YOKTU..

FAKAT, BÖYLE BİR ANTLAŞMA YAPTIKLARI İÇİN ÇOK KEYİFLİYDİLER..

“BU ANTLAŞMAYI YAPMAMIZ, FRANSIZLAR’IN BİZİ MUHATAP ALMALARI, ‘TANIMALARI’ ANLAMINA GELİYOR” DİYE SEVİNÇLERİNDEN NE YAPACAKLARINI ŞAŞIRMIŞLARDI..

“MEVZUBAHİS OLAN BİZİM MUHATAP ALINMAMIZ, ADAM YERİNE KONULMAMIZ, ‘TANINMAMIZ’ İSE VATAN TOPRAKLARI TEFERRUATTIR” DEMEK OLAN BİR TAVIR SERGİLEMİŞLERDİ..

ÇİĞNEMEK NE KELİME, MİSAK-I MİLLÎ’YE RESMEN TÜKÜRMÜŞLERDİ..

BENZETMEK GİBİ OLMASIN, “BABA MİRASI” (OSMANLI MİRASI) EVİN İKİ ODASINA DÜŞMAN POSTU SERMİŞ, BABA’NIN MAİYETİ BU İŞGALİ TANIMAMA “MİSAK”I (YEMİNİ) ETMİŞ, SİZ DE BU YEMİNE BAĞLILIK YEMİNİ ETMİŞSİNİZ, SONRA DA HAYIRSIZ MİRASYEDİ OLARAK BU İŞGALİ ONAYLAYAN BİR ANTLAŞMA YAPIYOR, TAPU BELGESİ DÜZENLİYOR, ARDINDAN DA İŞGALCİNİN KOLUNA GİRİP SEVİNÇTEN AĞZINIZ KULAKLARINIZDA OLDUĞU HALDE ÖVÜNÜYORSUNUZ:

“MAHALLE KABADAYISI BABAM YERİNE BENİ ‘TANIDI’, BENİ MUHATAP ALDI, ZAFER KAZANDIM! BEN BÜYÜDÜM ABİ!.. YAŞASIIIIN, ARTIK TANINIYORUUUUM… LAY LAY LAY DA LAY LAY LOM…”

*

Misak-ı Millî sınırları:

murat bardakçı atatürk vahdettin mektup ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

recep peker falih rıfkı atay ile ilgili görsel sonucu

ŞAPKA DEVRİMİ ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

maraş'ın kurtuluşu ile ilgili görsel sonucu

urfanın kurtuluşu ile ilgili görsel sonucu

urfanın kurtuluşu ile ilgili görsel sonucu

antebin kurtuluşu ile ilgili görsel sonucu

antebin kurtuluşu ile ilgili görsel sonucu

antebin kurtuluşu ile ilgili görsel sonucu

TBMM fransa ankara antlaşması ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

TBMM fransa ankara antlaşması ile ilgili görsel sonucu

TBMM fransa ankara antlaşması ile ilgili görsel sonucu

 

 

Mustafa Kemal, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” diyor, fakat, Falih Rıfkı’nın belirttiği şekilde eşsiz “deha“sıyla, “başarı hesapçılığı”yla “Mevzubahis olan benim gizli gündemim ve bu çerçevedeki başka gayelerim ise vatan da teferruattır anlayışı çerçevesinde hareket ediyordu.

Falih Rıfkı’ya göre, bu “deha”nın, bir takiyye, aldatma ya da döneklik değil, “sabır” niteliği vardı:

 

“… Mustafa Kemal, savaşın, gayesi(nin) makam-ı mukaddes-i hilâfeti (kutlu hilafet makamını) kurtarmak olduğunu sık sık tekrarlamak zorunda kalırdı. Dehanın sabır niteliğine en iyi misal, büyük liderin gericiliğe karşı yıllar süren sessiz ve uysal katlanışıdır.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 102.)

 

Mustafa Kemal, gerektiğinde “sessiz ve uysal”, munis ve itaatkâr davranmayı çok iyi biliyordu. 

TBMM’nin açılışından üç ay önce, 19 Ocak 1920 tarihinde, Samsun’a çıkışından tam sekiz ay sonra, Sultan Vahideddin’e iletilmek üzere onun başyaveri Naci Bey’e Ankara’dan gönderdiği mektubunda şunları yazacak kadar “uysal”dı:

 

Padişah hazretlerinin yaveri Naci Beyefendi’ye:

“Muhterem Beyefendi,

“… Allah’a hamdolsun … Kuvâ-yı Milliye’nin asıl hedefi … heybetli Padişah hazretlerini … korumaktır. Temsil hey’etimiz, Efendimiz hazretlerinin … bütün İslâm dünyası üzerinde … hâkim ve söz sahibi olmasını …. gaye kabul eylemiştir.

“… Vaktiyle Padişahımızın ayak toprağına bizzat kabul şerefine erdiğim zaman arzettiğim bu düşünce ve bağlılık, Anadolu’da … kuvvetlenmiştir. … bu hususu da padişahımızın ayağının toprağına humâyuna tekrar arzedip ulaştırmanızı faydalı görüyorum…. Padişahın isteklerine bağlı olan temel düşüncelerimize dair ayrıntıyı ve açıklamaları Padişahımızın ayağının toprağına yakından arzetmek üzere eski Denizcilik Bakanı Rauf Beyefendi ile padişahımızın valilerden Bekir Sami Beyefendi, İstanbul’a gittiler. Padişah tarafından kabul edilme şerefine nâil olmalarının sağlanmasını istirhâm ederim. Âcizleri, Halife hazretlerinin gökyüzü seviyesindeki sarayının eşiğine bizzat yüz sürmek şerefinden mahrum kalmanın daha fazla devam etmeyeceği ümidi ve her zaman tekrarladığım sadakat ve bağlılık duygularımın sonsuz olduğunu Padişahın huzuruna bir defa daha sunmayı başarma fikriyle bahtiyâr olarak yüksek ululamalarımı ve kuvvetlendirilmiş saygılarımı takdime aracılık etmenizi rica eylerim efendim.

“Mustafa Kemal”

 

“Dehanın sabır niteliğinin” bir sonucu olan bu sessizlik ve uysallık, önce Vahideddin’in güvenini kazanmasını sağlamış, sonra da, Anadolu’daki devlet erkânının, mülkî âmirlerin ve kanaat önderlerinin ona itimat etmesine yol açmıştı.

Onlar, Mustafa Kemal’e inanmış ve güvenmişlerdi. Fakat Mustafa Kemal onlar hakkında çok başka şeyler tasarlıyordu.

Falih Rıfkı bu konuda şöyle konuşmaktadır:

 

“Mustafa Kemal zaferi bir eline geçirse, hemen geriye dönerek kılıcını gericiliğin tepesine indirecekti.”

(Atay, Çankaya III, s. 103.)

 

Bu “geriye dönmek“, ne ihanetti, ne aldatma, ne de döneklik..

Ne de takiyyeydi..

Yüze gülüp arkadan kuyu kazma, karşısındakinin güvenini istismar da değildi..

Bu, “dehanın sabır niteliğinin sonucu olan sessizlik ve uysallığı” izleyen ilericilikti.

Mustafa Kemal usulü ilericilik böyle birşeydi..

Bin 400 sene öncesine değil, 5 bin 400 yıl geriye gitme anlamına gelen bir ilericilikti bu..

Bin 400 yıl önce konulmuş olan içki yasağının yerini, 5 bin 400 yıl öncesinin ayyaşlığı alabilmeliydi.

Bin 400 yıl önce konulmuş olan faiz yasağının yerini, 5 bin 400 yıl öncesinin faiz sömürüsü alabilmeliydi.

Bin 400 yıl önce konulmuş olan “fuhuş ve kadınların meta haline getirilmesi yasağının” yerini, 5 bin 400 yıl öncesinin fuhuş sömürüsü alabilmeliydi.

Bin 400 yıl önce konulmuş olan kumar yasağının yerini, 5 bin 400 yıl öncesinin kumarbazlığı alabilmeliydi.

Evet, “dehanın ilericiliği”, pratikte büyük ölçüde bu anlama geliyordu.

*

Fakat “deha”nın kendine özgü bir “dürüstlük” standardı da vardı ve bu çerçevede, şimdilik sessiz ve uysal davranıyor, tam aksi yönde hareket edeceğini gösteren yeminler ediyordu.

Yemin üstüne yemin..

“Dahi” Mustafa Kemal, “Padişah ve Halife”ye isyan sözünün yalandan ibaret olduğuna dair milletin önünde yemin ettiği gibi, başkalarına da aynı yemini ettirmekten geri kalmamıştı:

 

Buhari-i Şerifler, minarelerde sala ve ‘sevgili padişahımıza sadakat’ yeminleri ile aynı tören yapılmıştır. Meclis toplanır toplanmaz ‘ilk ve son sözü padişah ve halifeye bağlılık’ olduğuna yemin edilmiştir! ‘Cenab-ı Hak ve Resul-i Ekrem’i namına yemin ederiz ki padişaha ve halifeye isyan sözü yalandan ibarettir.”

“Mustafa Kemal ilk amacına ermiştir. Bir Millet Meclisi vardır. Onun başbakanı ve hükûmeti vardır. Yeni devlet kurulmuştur. İstanbul için tek umut bunu yıkmakta, hatta düşmana yıktırmakta, yeni devletin de tek dayanağı vatanı düşmandan kurtarmaktadır.”

(Atay, Çankaya III, s. 22.)

 

Evet, Mustafa Kemal’in “ilk amacı”, vatanı kurtarmak değildi..

İlk amacı, başına kendisinin geçmesini sağlayacak şekilde yeni bir meclisin kurulmasını sağlamaktı.

Bu yeni meclis, ona, kendisinin artık Padişah ve Halife’nin emri altındaki bir devlet memuru, bir subay değil, milletin temsilcilerinin seçtiği “reis” olduğunu, hakimiyetin millete ait olması hasebiyle, milletin temsilcilerinin seçtiği “reis” olarak artık kendisinin “hâkim” konumda bulunduğunu, “padişah ya da halife diye birşey tanımadığını” söyleme imkânını verecekti.

Onun açısından bu, ilk amaçtı.

Erzurum Kongresi’nde gündüz, amacının Hilafet ve Saltanat’ı korumak olduğunu ilan ediyor, gece Mazhar Müfit Kansu‘ya, gerçek gayesinin tam aksi olduğunu, “gizlemesi” kaydıyla söylüyor, sonra da TBMM’yi açarken, “Cenab-ı Hak ve Resul-i Ekrem’i namına yemin ederiz ki padişaha ve halifeye isyan sözü yalandan ibarettir” diye yalandan yemin ediyordu.

Böylesi “dahiyane” bir politika dünya tarihinde görülmüş birşey değildi.. Bu eşsiz deha Mustafa Kemal’e aitti..

O yüzden, onun kendisine özgü, nev’i şahsına münhasır dehası çerçevesinde, meclisi açmak, “memleketin menfaati”nden önde geliyordu.

Mustafa Kemal’in başında bulunduğu meclis söz konusu olduğundavatan da teferruattı.

Falih Rıfkı’nın anlatımına göre, bunu Mustafa Kemal, şu şekilde ifade etmişti:

 

“… (Sofrada bulunan Recep Peker’e dönerek) Hatırlar mısın Recep, yeni gelmiştin, sana da fikrini sordum, memleketin menfaati bunda ise fedakârlık etmelisiniz, demiştin. Fakat ben, tarihî bir görevimiz var; Meclisi açmak! Bu görevi yerine getirelim de sonra düşünürüz, cevabını verdim ve Meclisin hemen toplanması için tedbir aldım.”

(Atay, Çankaya III, s. 21).

 

Evet, “deha”nın “tarihî bir görevi” vardı.

Ve bu görev, memleketin menfaatinden önce geliyordu.

Memleketin menfaati, sonra düşünülecek birşeydi.

Memleket bekleyebilirdi, acelesi yoktu.

Mustafa Kemal, “tarihî görevi” olan bu “ilk amacı” için, memleketin menfaatini de teferruat kabul edebiliyordu.

Bu tarihî görevi kimden almıştı, ya da ona kimler vermişti, bu konuda birşey diyemeyiz.

Bilebilmek için Pera Palas‘ta İngiliz işgal komutanlarıyla aynı masada “meşhur Türk kahvesi höpürdetecek” düzeyde “büyük vatansever” olmak gerekiyor.

*

Bu görevi, “Padişah ve Halife”nin ve ordu müfettişi olarak emri altında bulunduğu Harbiye Nezareti’nin (Savunma Bakanlığı’nın) vermediği kesindi.

Evet, Mustafa Kemal, “tarihî görevi” olan bu “ilk amacı”na ulaşmak, kendisinin başında bulunduğu yeni bir devlet yapılanması oluşturmak için, Misak-ı Millî (Millî Yemin) çerçevesinde kabul edilen vatan topraklarını da feda edebilmişti.

Oysa, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan‘ın İngilizler tarafından dağıtılması üzerine ortaya çıkan boşlukta kurulması mümkün hale gelmiş bulunan TBMM, tıpkı Meclis-i Mebusan gibi, Misak-ı Millî kararı almış bulunuyordu.

Falih Rıfkı, Mustafa Kemal’in tutumunu anlatırken, “Mustafa Kemal ise Misak-ı Millî der, ne Nuh ne Peygamber demez” diye yazabilmişti (Atay, Çankaya III, s. 21).

Misak-ı Millî’ye (Millî Yemin’e) göre, Hatay ve Halep de vatan toprakları arasında idi.

*

Bugünün Cumhuriyet nesli, “Halep de nereden vatan toprağı oluyormuş?” diye düşünebilir.

Fakat, bir Osmanlı için Halep, Büyük Selçuklu Devleti döneminden beri müslüman Türk’ün vatan toprakları içinde yer alıyordu.

Halep, Osmanlı toprağıydı, nasıl Birinci Dünya Savaşı yüzünden İstanbul İngilizler tarafından işgal edildiyse, Eskişehir, Kütahya, Aydın, Bursa, İzmir vs. Yunan’ın eline düştüyse, Maraş, Urfa, Antep, Hatay ve Halep de Fransızlar’ın saldırısına maruz kalmıştı.

Eskişehir, Kütahya, Uşak, Bursa vs. halkı, tıpkı Maraş, Urfa ve Antep halkının Fransızlar’a karşı yaptıkları gibi Yunan’la savaşıp kendi kendilerini kurtarsaydılar, sonra da Mustafa Kemal ile hempaları bir antlaşma ile Aydın ile İzmir’i Yunan’a bırakıp, ardından da “Böylece Yunanistan, yeni devletimizi, TBMM’nin varlığını resmen tanımış oldu” deyip bayram yapsalardı, onlara, “Siz tek kurşun atmadan vatan toprağını Yunan’a neden peşkeş çektiniz. Vatan hainisiniz!” denilmez miydi?!

O gün için Aydın ile Halep’in ne farkı vardı?!

Yoksa aradaki fark, Yunan’ın İngilizler’in son tahlilde bir kuklası, bir piyonu olması, Fransızlar’ın ise İngilizler’in, onlara eşit ve denk bağımsız bir partneri/ortağı olması mıydı?

Neden İngiliz’e ve onun kuklası Yunan’a öyle, Fransız’a böyleydi?

Ve Yunan’a hiç toprak bırakılmak istenmezken, ve Yunan İzmir’de denize dökülünce İngilizler “Yunanistan yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık, İstanbul’u bırakıp gidiyoruz” diyebilmişlerken, düzenli/nizamî orduya bile sahip olmayan Maraş, Urfa ve Antep’te halkın karşısında tutunamayan Fransızlar, Misak-ı Millî’ye dahil olan Hatay’ı ve Halep’i kendiliklerinden niçin bırakıp gitmemişler, ellerinde tutmuşlardı?

Onlara Hatay ve Halep neden, bir “tanınma” karşılığında bol keseden hediye edilmişti?

İngiliz’in ve piyonu Yunan’ın “tanıması” neden önemsenmemişti?

Bu farklılığın ardındaki sihir ya da keramet neydi?

Bu işte bizim bilmediğimiz nasıl bir sır vardı?

*

Hayal gücüne dayalı masalları tarihî gerçekler zanneden Kemalist taifeye göre, İngilizler’in İstanbul gibi çok önemli bir şehri böyle kavgasız gürültüsüz bırakmasının nedenleri çok basitti.

Birincisi, İngiltere Birinci Dünya Savaşı’nda 1 milyona yakın kayıp vermişti, askerî, maddî ve moral gücü yoktu.

Peki, Türkler (yani Osmanlı) kayıp vermemiş miydi? Üstelik, Türkler (Osmanlı), savaşın mağlup tarafıydı.. İngilizler ise galip durumdaydılar..

Türkler gidip Londra’yı işgal etmiş, bu arada İrlandalılar İngiltere içlerine saldırmış değildiler. İngiliz, gelip İstanbul’u işgal etmişti.

Güçleri yoktuysa İstanbul’u nasıl işgal etmişlerdi?

İngiliz’in askerî, maddî ve moral gücü yokmuşmuş.. Yoktuysa Lozan’da neden Musul ve Kerkük İngiliz’in insafına bırakılmıştı?

Neden masaya yumruk vurulmamıştı?

*

Masalın ikinci maddesine geçelim..

Anadolu’da Yunan’a karşı kazanılan zafer ve Irak’ta 31 Ağustos 1922’de İngilizler’e karşı kazanılan Derbent zaferi İngilizler’in yeni bir savaşı göze almalarına engel olmuşmuş..

Evet, Derbent zaferiyle Musul, Kerkük ve Süleymaniye İngilizler’den alınmıştı.

Zaferi kazanan birlik, Türk subaylarının komutası altındaki, Fransız Ordusu’ndan kaçmış Tunuslu ve Cezayirli askerler ile Kürtler‘di.

Peki, İngilizler bu şehirleri nasıl olup da tekrar ele geçirmişlerdi?

Olayın devamını neden anlatmıyorsunuz?

İngiliz’in savaşacak askerî, maddî ve moral gücü yoktu da, bu zaferden 10 ay sonra, Nisan 1923’ten itibaren Kuzey Irak’taki birliklerini nasıl takviye etmiş ve askerî varlığını nasıl güçlendirmişti?

Derbent zaferini kazanan birliğimizin başındaki subaylar, Nisan ayı sonunda zor duruma düşüp geri çekilme kararı almamışlar mıydı?

Ve de, İngilizler, geri çekiliş yollarını bile tutmuş oldukları için Türkiye’ye gelemeyip, sarp dağlarda beş gün süren zor bir yolculuk yaparak 29 Nisan’da İran’a sığınmamışlar mıydı?

10 Mayıs günü de oradan Van’a geçmemişler miydi?

O sırada, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasına daha iki buçuk ay vardı.

Böyle bir durumda, Derbent zaferinin izini ve tozunu silmiş olan İngilizler’in mi morali daha iyi olurdu, yoksa bizim tarafın mı?

Evet, Kemalistler hikâyeyi eksik ve yanlış anlatıyor, çarpıtıyor, masala dönüştürüyorlar.

Cahilliklerinden, bilmediklerinden değil, sahtekâr ve yalancı olduklarından..

Yalancılık bunların alâmet-i farikası..

Ne kadar büyük yalan söylerlerse o kadar büyük deha sahibi olduklarına inanıyorlar.

*

Masalın üçüncü ayağına geçelim..

“Kurtuluş Savaşı sırasında İrlanda, Mısır, Afganistan, Hindistan ve Irak’ta çıkan İngiliz karşıtı isyan ve bağımsızlık hareketleri de İngiltere’yi bu sömürgelerini elde tutmak için Anadolu’da bir maceraya girmekten alıkoymuştur”muş.

Böyle yazıyorlar.

Ayrıca, “Atatürk’ün bu ülkelerdeki hareketleri desteklemesi ve İslam dünyasının da İstanbul’un işgaline tepkisi İngiltere’yi kaygılandırmışr”mış.

Mustafa Kemal o hareketleri desteklese ne yazardı, desteklemese ne yazardı? “Kelin ilacı olsa kendi başına sürer” özdeyişi o zaman da geçerliydi; Hindistan müslümanları Anadolu’ya para yardımı yapıyordu, Ankara’dakiler Hindistan’a değil.

“Kendisi muhtac-ı himmet bir dede / Nerde kaldı gayriye himmet ede!”

İngilizler’in salt İstanbul’u ve Marmara Denizi’nin güneyindeki birkaç kasabayı işgal edip Anadolu içlerine yürümemeleri, o günkü konjonktürle belki izah edilebilir, fakat ellerindeki İstanbul’u tek bir kurşun atmadan, “görünürde herhangi bir taviz almadan” terk etmelerinin ardındaki sır, böylesi eften püften masallarla açıklığa kavuşturulamaz.

*

Evet, Mustafa Kemal sadece Hilafet ve Saltanat makamına, yani Osmanlı Devleti’ne bağlılık yeminini değil, Misak-ı Millî‘yi (Millî Yemin’i) de çiğnemiş bulunuyordu.

“Yeni devlet”inin, yani kendisinin fiilî devlet başkanlığının, yabancı ülkeler tarafından tanınması için..

Mevzubahis olan Mustafa Kemal’in başında bulunduğu yeni oluşumun tanınması idiyse, Misak-ı Millî de, vatan toprakları da teferruattı.

Fransızlar’a karşı herhangi bir savaş vermiş değildi. Maraş, Urfa ve Antep halkı, kendi yerel teşebbüsleri ve örgütlenmeleri eliyle düşmanı kovmuş bulunuyorlardı.

Fransızlar, henüz hukukî varlığı son bulmamış olan Osmanlı Devleti ile değil de, Mustafa Kemal ile, “vatan topraklarının paylaşılması” anlaşması yapmayı, kendi çıkarları açısından tercih etmişlerdi.

Böylece, 20 Ekim 1921 tarihinde, “yeni” TBMM Hükümeti ile Fransa arasında Ankara Antlaşması imzalanmıştı.

Mustafa Kemal, Fransızlar’la, hiç savaşmadan, anlaşmıştı.

TBMM, Misak-ı Millî için kurulmuşken, tam tersi yönde yol alınmış, TBMM için, Misak-ı Millî’den vazgeçilmişti.

Evet, bir kez daha altını çizelim, TBMM Misak-ı Millî için kurulmuşken, TBMM için Misak-ı Millî’den vazgeçilmişti.

Araç ile amaç yer değiştirmiş bulunuyordu.

TBMM, vatan topraklarının savunulması için bir araç olarak kurulmuşken, TBMM Hükümeti’nin tanınması gayesi çerçevesinde vatan topraklarından vazgeçilmişti.

*

Bu antlaşmaya göre, Türkiye ile, Fransız işgali altındaki Suriye arasındaki sınır çizgisi, İskenderun Körfezi üzerinde Payas mevkiinin hemen güneyinde başlayacak ve Meydan-ı Ekbez’e doğru gidecektir. (Bkz. Dr. Bige Yavuz, “1921 Tarihli Türk-Fransız Anlaşması’nın Hazırlık Aşamaları”, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-23/1921-tarihli-turk-fransiz-anlasmasinin-hazirlik-asamalari)

Atatürkçü ya da Kemalistler’e göre, bu antlaşma, çok büyük bir başarıdır.

Neden?

Misak-ı Millî’den vazgeçildiği, vatan toprakları Fransızlar’a terk edildiği için mi?

Hayır!

Şundan dolayı büyük başarıdır:

 

“… İtilaf kanadından bir ülkenin tek başına da olsa Ankara Hükümeti ile bir anlaşma imzalaması onun bu hükümeti yasal olarak tanıdığının bir göstergesidir, bu da TBMM Hükümeti’nin diplomatik alanda kazandığı önemli bir zaferdir.”

(Dr. Bige Yavuz, a.g.m., http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-23/1921-tarihli-turk-fransiz-anlasmasinin-hazirlik-asamalari)

 

Evet, amaç ile araç yer değiştirmiş bulunuyordu.

Vatanı kurtarmak için kurulan TBMM Hükümeti, kendisini kurtarmak için, yani “tanınmak” için, Mustafa Kemal’in “devlet başkanlığının” tanınması için, tek kurşun atmadan vatan topraklarını Fransa’ya peşkeş çekiyordu.

Fransa, Osmanlı Devleti ile değil de, Ankara’daki “yeni devlet” ile, babasının hayrına mı antlaşma yapıyordu?

Tabiî ki Fransa, bunu kendi “ulusal çıkar”ları için daha elverişli görmüştü.

Ankara da, sadece bir “tanınma” için, Misak-ı Millî’yi ve vatan topraklarını feda etmişti.

*

Böyle hareket ediyor, fakat farklı konuşuyorlardı.

Mustafa Kemal, Meclis’te esip gürlüyor, mangalda kül bırakmıyordu: 

 

Hattı [sınırı] müdafaa yoktur, sathı [bütün yüzeyi, bütün araziyi] müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz.

 

Fakat aynı Mustafa Kemal, vatandaş kanıyla sulanmadan, bir damla bile kan akıtılmadan, Halep’i, hatta Hatay’ı sevinçle, güle oynaya, büyük bir başarı kazanmış gibi Fransa’ya bırakmıştı.

*

Halbuki, TBMM’nin kuruluşunun ardından yaptıkları yemine, Misak-ı Millî’ye bağlı kalınsa, vatana ihanetten yargılanmaları ve muhtemelen idam edilmeleri gerekiyordu.

Evet, vatana ihanet ve idamla yargılanmaktan söz ediyoruz.

Fakat, idam edilmek, başkalarının payına düşecekti.

Birileri, şapka giymeyi kabul etmedikleri için idam edileceklerdi.

Onlara göre şapka, vatandan da, insan hayatından da, İslam’dan da, Kur’an‘dan da daha önemliydi.

Ve bu hengâmede İskilipli Atıf Hoca da, Frenk Mukallitliği (Batı Taklitçiliği) adlı bir kitap yazdığı için, İstiklal Mahkemesi tarafından asılacaktı.

Bu kitabı, şapka devrimine karşı yazmış değildi.. Eserini yazdığı sıralarda henüz ufukta bir şapka devrimi görünmüyordu.

Buna rağmen, “Bizim şapka devrimimize ve diğer devrimlerimize uymayan fikirler ortaya atmışsın.. Fikri hür, vicdanı hür davranmamışsın, o halde seni asıyoruz” demişlerdi.

Derenin aşağısındaki kuzu, suyun başını tutmuş olan kurdun suyunu bulandırmıştı. Mantık buydu.. Hukuk yoktuysa da böyle “deha” boyutunda bir mantık vardı.

Yine de millet şanslıydı.. Hafazanallah atlet, gömlek, tişört, fanila, “g string”, şort, naylon çorap vs. devrimleri yapılmış olsaydı memlekette insan kalmaz hepsi giderdi. 

Şapka “devrim”i…

Evet insanlık tarihi, tekerleğin, buharlı motorun, bilgisayarın vs. icadı, elektriğin keşfi gibi “devrim”lere sahne olmuştu, fakat şapka devrimi türünden müthiş bir hizmeti milletine sunan bir ‘dahi‘ sadece bizim ülkemizde yetişmişti.

Birileri ne kadar övünseler azdı!

 

Devamı için bakınız: 

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ÇOK KISA BİR “GERÇEK TARİH”İ (14)

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ÇOK KISA BİR “GERÇEK TARİH”İ (8)

VATANI KURTARMAK İÇİN SAMSUN’A ÇIKAN, MİLNE HATTI SAYESİNDE KAVGASIZ HARPSİZ KONGRELERİNİ YAPIP TBMM’Yİ KURAN MUSTAFA KEMAL, YUNAN ORDUSUNUN YAKLAŞTIĞINI GÖRÜNCE “CESEDİMİ ÇİĞNEMEDEN ANKARA’YI GEÇEMEZLER” DEMİYOR,

“İLK HEDEFİMİZ KAYSERİ!” DİYOR.

ORDUYU KIZILIRMAK’IN ARDINA ÇEKME, ANKARA’YI YUNAN’A BIRAKMA, KENDİSİ DE DAHA GERİDE, KAYSERİ’DE EMNİYET İÇİNDE MECLİS’ÇİLİK YAPMA KARARI ALIYOR..

“BAŞKOMUTAN OL, ORDUNUN BAŞINA GEÇ, KİŞİSEL RİSK AL!” DİYENLERE ÖFKELENİYOR..

 

atatürk falih rıfkı ile ilgili görsel sonucu"

atatürk falih rıfkı ile ilgili görsel sonucu"

atatürk falih rıfkı ile ilgili görsel sonucu"

rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

lozan rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

lozan rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

rıza nur ile ilgili görsel sonucu"

yunan kralı konstantin ile ilgili görsel sonucu"

 

 

Haziran 1920 sonlarında, TBMM’nin açılışından iki ay sonra, (Ege’de geçici bir Türk-Yunan sınırı belirlemiş ve Yunan saldırısını durdurmuş olan İngiliz eseri) Milne Hattı işlevini yitirip Yunanlılar taarruza geçince, 70 bin kişilik Türk ordusu yenilgiye uğrayıp darmadağın olmuş ve sadece 30 bin kişilik bir kuvvet Sakarya’nın doğusunda mevzilenebilmişti (Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 492-3).

Falih Rıfkı o günleri şöyle anlatmaktadır:

 

“Nihayet Temmuz sıcaklarında Kral Konstantin zarını attı. Umumî seferberlik yapmıştı. Pek ciddî İngiliz yardımı da görüyordu. Bizim ordumuz, taarruz edecek Yunanlıların üçte biri kadar bir şeydi. Kral ordulariyle Ankara’ya gidecek ve zaferini orada Mustafa Kemal’e dikte edecekti.

“Yine kara günler geldi. İlk çarpışmalarda ordumuzu yendiler. Eskişehir düştü.”

(Atay, Çankaya III, s. 83.)

 

Aslında durum, tam böyle değildi.

Ortada bir İngiliz yardımı yoktu.

T.C. Eskişehir Valiliği’nin resmî sitesinde verilen bilgilere göre, dört ay önce, 20 Mart 1920’de, Milli Alay’a komuta etmekte olan 20. Kolordu komutan vekili Mahmut Bey, Eskişehir’deki işgal kuvvetlerine bir uyarı yapmış ve Eskişehir’i bir saat içinde terketmelerini istemişti. Aynı gün, sürenin uzatılması istekleri reddedilen İngiliz kuvvetleri, çok sayıda araç gereç ve mühimmat bırakarak Eskişehir’i terk etmişlerdi. (http://www.eskisehir.gov.tr/tr/?option=com_content&view=article&id=114&Itemid=321)

Yani bir anlamda, Ankara Hükümeti’ne çok sayıda araç gereç ve mühimmat yardımı yapmış durumdaydılar.

*

İngilizler’in Mustafa Kemal liderliğindeki Ankara’ya dolaylı yardımları bununla da sınırlı değildi.

Yine Eskişehir Valiliği’nin resmî sitesinde verilen bilgilere göre, İngilizler, Eskişehir’den çekilmeden altı ay kadar önce, İsmail Hakkı Bey komutasındaki bir müfreze Kütahya’ya giderek İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir’e doğru çekilmelerini sağlamış bulunuyordu.

Kütahya’da bulunan İngiliz kuvvetlerinin Eskişehir’e çekilmelerinden sonra, Türk birlikleri Eskişehir-Kütahya Demiryolu üzerinde bulunan Alayunt köprüsünü yıkarak, İngilizler’in Kütahya’ya dönmesi ihtimalini ortadan kaldırmak istemişlerdi.

Bu durum, Eskişehir’de bulunan İstanbul Hükümeti yanlılarını rahatsız etmiş ve Mutasarrıf Hilmi Bey, İngilizler’den yardım istemişti. Ancak İngilizler, bu çatışmaların Osmanlı İmparatorluğu’nun iç sorunu olduğunu belirterek, Mutasarrıf Hilmi’ye destek vermekten kaçınmışlardı. (http://www.eskisehir.gov.tr/tr/?option=com_content&view=article&id=114&Itemid=321)

Yani aslında, İngilizler’in, pratikte, Ankara’ya karşı İstanbul’a yardım etmesi gibi bir durum söz konusu değildi.

*

Aynı şekilde, Yunanistan Kralı Konstantin’e ciddî bir yardımları da olmamıştı. Tam aksine, yine Falih Rıfkı’nın ifade ettiği gibi, Türk-Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilan etmiş bulunuyorlardı (Atay, Çankaya III, s. 82.).

Evet, Milne Hattı’nın ortadan kalkmasıyla birlikte ağır bir yenilgi yaşanmıştı ve herkes, vatanı kurtarmak için Samsun’dan doğan Güneş‘e gözünü çevirmiş durumdaydı.

Vatan kurtarıcısı, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplamış, TBMM’yi kurmuştu, fakat henüz cepheye adımını atmış değildi.

Söz konusu yenilginin ardından, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Eğer Mustafa Kemal de bir yenilmeye uğrarsa ortada hiçbir otorite kalmıyacağını düşünen ve onun cepheye gitmesini doğru bulmayan birkaç arkadaşı müstesna, dostu da düşmanı da Mustafa Kemal’i ordunun başına geçirmek ister”. (Atay, Çankaya III, s. 85.)

Yani, yenilgiler başkalarının payına düşmeliydi, Mustafa Kemal yenilmemeliydi.

Cepheye gitmesi doğru değildi. Cepheye gitmemeliydi.

Bir bakıma, mevzubahis olan Mustafa Kemal’in karizması, imajı ve otoritesiydiyse, vatan da teferruattı. 

Falih Rıfkı, şunları yazmaktadır:

 

“Bu sırada bazı milletvekillerinin hatırlarına Mustafa Kemal’i başkomutan yapmak fikri geldi. Bunlar Meclise tekliflerini verdiler. Teklif üzerine bir gizli oturumda görüşmeler iki gün sürdü. Vatanın son tepesine kadar savaş kararında olan Mustafa Kemal herhangi bir çarpışmanın doğrudan sorumluluğunu üstüne almak istemiyordu.”

(Atay, Çankaya III, s. 94.)

 

Sorumluluk başkalarının üstünde olmalıydı. Mustafa Kemal sadece karar almalıydı.

Falih Rıfkı, sözlerini şöyle sürdürüyor:

 

“… İki gün süren tartışmalardan sonra Mustafa Kemal kürsüye geldi:

“- Bu tekliften maksat nedir? dedi. Eğer işin başında benim bulunmaklığım ise, esasen işin içindeyim. Durumu yakından takip ediyorum. Genelkurmay Başkanı (Fevzi Paşa) ile benim karargâhımız Ankara’dadır. Lâzım gelen tedbirleri buradan alıyoruz. Bu teklif beni Ankara’dan uzaklaştırmaktan başka mana taşımaz.

“Öfkeli idi….”

(Atay, Çankaya III, s. 94.)

 

Mustafa Kemal’in Ankara’dan uzaklaşmaması, cephede düşmanı karşılamasından, vatanı savunmasından daha önemli idi.

Mevzubahis olan Mustafa Kemal’in Ankara’daki konumu idiyse, bir bakıma, vatan da, vatan savunması da teferruattı.

Aslında, Falih Rıfkı’nın yazdıklarına bakılırsa, asıl anlamsız olan, Mustafa Kemal’in bu öfkesiydi, çünkü “… teklif sahipleri Sakarya zaferinin ancak onun cephe başında bulunması ile mümkün olacağı inancında idiler” (Atay, Çankaya III, s. 83).

Teklif sahipleri ile Mustafa Kemal’in dertlerinin başka olduğu anlaşılıyordu..

*

Evet, Atatürk’ün has adamı, milletvekili yapıp sofrasının müdavimi haline getirdiği dostu Falih Rıfkı Atay, bunları yazmış durumda.

Onun verdiği bu bilgileri, Dr. Rıza Nur‘un hatıratında yer alan satırlar da doğruluyor. (Falih Rıfkı’nın aksine Rıza Nur, Kemalistlerin sözüne itibar ettikleri biri değil. Tam aksine, onun hakkında bulabildikleri bütün aşağılama kelimelerini kullanıyorlar. Ancak, böylesi “aşağılık” bir adamın Kurtuluş Savaşı yıllarında nasıl olup da mükerreren bakan yapıldığı ve Lozan’a İsmet İnönü’den sonraki en yetkili şahıs olarak gönderildiği konusuna açıklık getirmekten kaçınıyorlar. TDV İslâm Ansiklopedisi, Rıza Nur hakkında şu bilgileri vermektedir“Millî Mücadele hükümetlerinde Maarif [Milli Eğitim] (1920-1921), Sıhhiye ve Muâvenet-i İctimâiyye vekili [Sağlık ve Sosyal Yardımlaşma Bakanı] sıfatıyla bulundu, bir süre Hariciye Nezâreti’ne [Dışişleri Bakanlığı’na] vekâlet etti. 1921’de fevkalâde murahhas [olağanüstü delege] sıfatıyla Moskova’ya gitti. Burada Afganistan ile imzalanan antlaşmanın metnini kaleme aldı. 5 Ağustos 1921’de yasalaşan ve Mustafa Kemal’e geçici bir süre için geniş yetkiler tanıyan Başkumandanlık Kanunu tasarısı meclise Rıza Nur ve arkadaşları tarafından verildi. Sakarya Meydan Muharebesi esnasında doktor olarak görev yaptı. 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatı kaldıran kanunun metnini kaleme aldı. Lozan Konferansı’na ikinci delege sıfatıyla katıldı. 1923’te yapılan seçimlerde yine Sinop’tan milletvekili oldu. Ancak bu dönemde kendini daha çok yazı hayatına verdi, on iki cilt tutan Türk Tarihi’ni yazdı. Sinop’ta bir kütüphane kurarak gelir kaynakları ile birlikte Maarif Vekâleti’ne vakfetti. “Türklüğü yükseltmek için” kurduğu bu vakfa 4000 kitap bağışladı. Ayrıca ölümünden sonra mütevelliliğe getirilecek kişinin anne ve baba tarafından iki göbek atalarının Türk olmasını şart koştu. Mustafa Kemal’in idaresiyle anlaşamadığından 1926’da yurt dışına gitti.”)

Rıza Nur, şunları yazmış durumda (Bazı ifadeleri, “Atatürk’ü Koruma Kanunu“na saygı duyan muhbirlerin savcılara iş çıkarmaları ihtimaline binaen sansürlemiş bulunuyoruz):

 

[Rusya’dan döndüğümde] Millet Meclisi’ni eskisi gibi bulmadım. Pek ziyade tahammür, kaynaşma var. Hemen herkes Mustafa Kemâl’den soğumuş. …, meb’uslar [milletvekilleri] yüzde seksen Mustafa Kemâl’in aleyhinde. Muhalif bir grup meydana gelmeğe başlamış. Nutuk’ta (S. 389 ilh…) bunu başka şekilde gösteriyor. [s. 820-1]

… Millet Meclisi hiç tatil yapmazdı, Temmuz iptidalarıydı [Temmuz 1921 başlarıydı]. Bir gün Mustafa Kemâl Meclise geldi. Hususî bir içtima [toplantı] yaptı. Yunanlıların yeniden taarruza başladıklarını söyledi. Al belâyı. Bütün meb’uslur tabiî fevkalâde telâş ettik. Mustafa Kemal dedi ki : «Yunanlılar ordularını Bursa’ya yığmış; oradan İnönü, Eskişehir üzerine yürüyor. Afyonkarahisarı taraflarında hiçbir hareket yok. Demek yine muharebe şimaldedir [kuzeydedir]. (İnönü) Askerimiz fevkalâde intizamlıdır [düzenlidir]. Çok yerde beton siperler, hendekler bile yapılmış; top, tüfenk, mesafeleri bile tesbit edilip nişanlar konmuştur.” 

Helecan ve meraktayız. İki gün sonra geldi. «Keşifler yaptırdık. Tayyare [uçak] keşfi de yaptık. Anlaşıldı. [Yunan] Blöf yapıyor. Ufak bir takım kıt’alar, başka bir şey yok. Demek merak edecek bir şey değil.» Söyledikleri aynen bunlardır. Bu sözleri kaydediyorum. Çünkü, bu, muharebenin âtisini [savaşın geleceğini] izaha yarar mühim sözlerdir.

Düşündüm: Bu adam böyle söyledi. … Yunanlılar neden blöf yapsınlar? İş eğlenmeğe kalmış da nisan balığı oyunu mu oynuyorlar?!.. Bir kaç fırka sevkedip niye çekilsinler? Bunda ne faydaları var? Bunlar birer istifham [soru] işareti. … [s. 822]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, İstanbul: Altındağ Yayınevi, Yayınlayan: Heidi Schmit 4100 Duisburg 11 Deutschland, 1967, s. 820-2. İnternet üzerinden ulaşmak için: https://archive.org/stream/HayatVeHatiratimDrRizaNur/docslide.net_hayat-ve-hatiratim-dr-riza-nur-cilt-3#mode/2up😉

 

Bu ifadelerden, Mustafa Kemal’in Milne Hattı sayesinde yaşadığı rahat günlerin rehavetine kendisini kaptırmış olduğu anlaşılıyor.

Ancak, bu rehavetin sonu, Falih Rıfkı’nın yukarıya aldığımız ifadelerinde belirtilen fecî yenilgi olmuştur.

Rıza Nur, yenilginin vehamet derecesindeki boyutlarını şöyle anlatıyor:

 

Nutuk‘ta (S-337’den itibaren) Sakarya harbinden bahsediyor. Bu harp ve vak’aların içindeyim. Bu sahifeleri okudum. Gördüm ki, bir çok mühim vukuatı zikretmeden geçmiş. Yazdıklarını da tamamiyle başka kalıba koyarak yazmıştır. … Bu mağlûbiyeti güya bilerek yaptığı, sevkülceyşî [stratejik] bir ric’atmiş gibi gösteriyor. Mızrak çuvala sığmaz. Hem o halde İnönü’nde evvelce niye galip gelmiş?!.. [s. 822]

Hasılı Eskişehir, Afyon cephesinde müthiş mağlûp olduk.. Bu öyle bir hezimetti ki, öyle bir kaçış kaçtılar ki, şimendifer köprülerini, rayları bile atmağa [havaya uçurmaya] vakit bulamadılar. Yahut akıl etmediler. Oralardaki sığır, koyun ve keçi sürülerini sürüp getirmediler. Yunanlılar bu hattan güzel istifade ettiler. Sakarya harbinde bu sürülerle beslendiler. Bu sürüler olmasa Sakarya’da yirmi gün duramazlardı. [s. 822-3]

Ben hakikati, gördüğümü, yaptığımı ve bildiğimi yazıyorum.

Biz Mustafa Kemâl’in sözlerine kanıp taarruz yok, mes’ele kapanıyor sanırken, birden Afyonkarahisar tarafından bir patlayıştır, patladı. Yunanlılar oradan bütün şiddetiyle taarruz ettiler. Artık harp emrivaki. Şimale kadar bütün cepheye sirayet etti. En şiddetli taarruz sol cenahımız üzerine. Yâni Kütahya hizalarından Afyonkarahisar ve Seyyid Gazi istikametine doğru. Şimdi bütün meb’uslar aydık. [s. 823]

Şimdiye kadar Yunanlılar iptidada çeteleri püskürtmüşler, bir ciddî ve nizamlı bir harp görmemişlerdi. İlk İnönü’ne [Birinci İnönü Savaşı’na] az bir kuvvetle gelmiştiler. O vakit ki vaziyeti anlayamadıkları anlaşılıyor. İkinci İnönü’nde yine kuvvetler müsavi [denk, eşit] idi, belki bizim daha çok askerimiz vardı. Bir kaç saat daha sabredebilselerdi, galip idiler. Çünkü iki taraf da ric’at ediyordu. Bu harplerde Yunanlılar askerî hiçbir dirayet gösteremediler. Değerli bir düşman olmadıklarını, kıymetli bir askerlik hassasından mahrum olduklarını ispat etmişlerdi. Şimdi büyük kuvvetler yapmışlar, kralları da başlarına geçmiş, mühim bir hareket yapıyorlar. Bizim kuvvetlerimiz de İkinci İnönü’nden beri adam adedince, silâh ve cephânece çok terakki ettirilmişti [geliştirilmişti]. Sivas’a Çolak Selâhaddin’in yerine kumandan yapılan Nureddin Paşa bir düziye orada fırka [tümen] yapıp göndermişti. Ermeni Harbinden sonra Şark [Doğu] Cephesi kıt’alarından ve silâhlarından da bir çoğu Garp [Batı] Cephesine nakledilmişti. Halâ geliyordu. Topal Osman da Giresun eşkıyasından bir fırka kadar asker yapıp, binbaşı Alparslan’ın refakatiyle tanzim etmiş, orduya iltihak etmişti. Rusya’dan da birçok silâh ve mühimmat getirmiştik. Ermenilerden zaptolunan şeyler de şark’tan buraya gönderilmişti. Biz de düşman kuvvetine müsavi bir miktarda idik. Hattâ onlara şu tefevvukumuz [üstünlüğümüz] vardı: Üssülharekemizdeyiz [kendi harekât üssümüzdeyiz]. Hendekler kazılmış, metrisler yapılmış, buralara askerin içeceği su fıçıları bile yerleştirilmiş, top, mitralyöz menzilleri ölçülmüş ve nişanlar konmuştu. [s. 823-4]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 822-4.)

 

Peki, bu yenilgiye yol açan hatalar nelerdi? Rıza Nur’a göre, savaş sırasında akıl almaz sevk ve idare hataları yapılmış bulunuyordu:

 

Mustafa Kemâl’in Meclis’teki beyanatı, harbin sonraki cereyanı, kendisinin ve bizim kumandanın (İsmet) Yunan ordusu hakkında hiç bir malûmata malik olmadığını, tam bir gaflet içinde olduklarını, Yunan ordusunda başlayan hareketi aslâ anlıyamadıklarını göstermektedir.

Meğerse Mustafa Kemâl blöf yapıyorlar dediği vakit, Yunanlılar hakikaten blöf yapmışlar; fakat onun dediği gibi değil. Bu bir setr [örtme] hareketi imiş. Şimal kısmımıza Bursa’dan getirip az bir kuvvet koyup durmuş. Bu kuvvetin arkasından bütün şimaldeki kuvvetlerini gizlice cenube [güneye] kaydırmışlar. Zaten İzmir-Afyon arasında şimendifer [tren] olduğundan kuvve-i külliyelerini [tüm güçlerini] bu hat ile Afyon civarına getirmişmişler. Yâni İnönü’ne hücum edecek bir hareket gösterip, bizim kumandanı aldatmışlar. … [s. 824]

Afyon’daki taarruzun şiddetine rağmen bizim kumandan harp yine İnönü’de olacak, bu bir nümayiştir [gösteriştir] diye bütün kuvvetleri İnönü’ne toplamış. İhtiyatları da Eskişehir’e ve şimaline almış. Bari ihtiyatlı davranarak ortalık bir yere alsa ya.. Bu uzun cephenin cenubunu adetâ boş bırakmış.. Hasılı düşman bizi aldatmağa tamamiyle muvaffak olmuştu. Ondan sonra sol cenahımıza pek faik [üstün] kuvvetlerle çullanmıştır. Sol cenahımızda Deli Halit [Paşa], onun sağında miralay Nâzım var. Yunan ordusu bunları kırıp doğruyor. Bunlar da delice, kahramanca mukavemet ve müthiş harpler yapıyorlar; fakat ne yapacaklar ? Pek faik düşmana bir gün, iki gün, beş gün dayanabilirler. Nihayet ric’at mecburidir. Bunlar İsmet’ten imdat istiyor, yırtınıyorlar, İsmet «Hayır, harp orada değildir. Düşman orada (yâni sol cenahımızda) nümayiş yapıyor. İhtiyatlarımızı oraya çekmek istiyor. Bir nefer dahi gönderemem» diyor ve göndermiyor, ötekiler yine yırtınıyor. Olmuyor. … [s. 824-5]

Tabii Mustafa Kemâl de bu fikirde olmasa onu döndürürdü. Dediler ki, Fevzi Paşa bu iki adama daha harbin iptidasında, taarruzun [saldırının] Afyon üzerinden olacağını söylemişti; fakat dinlememişler. İnanmak lâzımdır. Fevzi Paşa’nın bir iki hizmeti vardır ki, askerlikte Mustafa Kemâl’e de, İsmet’e de pek faik olduğunu göstermişti. 0 vakit Fevzi Hey’et-i Vekîle [Bakanlar Kurulu] Reisi, ve daha birkaç memuriyeti de vardı.

Derken zavallı Nâzım kahramanca döğüşerek şehid düştü. Askeri kamilen kırıldı. Şimdiye kadar hizmetler etmiş, değerli bir zabitti. Sonra cenazesi Ankara’ya getirildi; Hacıbayram Veli’de gömüldü. Nâzım’ın yeri boş kaldı. Yâni delik açıldı. Nâzım’ın sağında Çolak Kemal (Kemaleddin Sami) vardı. Yunanlılar onu da tepelediler, kaçırdılar. Az kaldı esir oluyormuş. Bereket versin yanında oralı bir nefer varmış. Dağda bir yol biliyormuş. Bunları oradan kaçırmış. Delik büyüdü. Cephemizin sol cenahı mahvoldu. Bunlar Kütahya – Afyon hattında oluyor. Halit sol cenahın ucunda ayrı kaldı. Hem vuruşuyor, hem Seyyîdgazi’ye doğru ric’at ediyor. Hali perişan. [s. 825]

İşte ancak bu esnadadır ki, İsmet gaflet uykularından uyandı. Sağırın kulağı duymaz ama, bunun beyni de sağırmış. Kaç gündür harp oluyor, sağ cenahımızda bir şev yok. Kuvve-i külliyemiz orda, istirahatte. Kumandan vaziyeti kavrayamıyor. Nihayet sol cenahımız müthiş bir satır yeyip parçalanınca anlıyor. Şimale yığdığı ihtiyatları ve diğer kuvvetleri şimdi cenuba sevkediyor. Bu bir gülgülü – ağlamalı sahnedir; Ev ateş almış, yanıyor. İçindekiler «Aman itfaiyeci başı tulumbaları acele yolla!» diyorlar, yalvarıyor, bağırıyor, ağlıyorlar, itfaiyeci başı; «Size hayâl olmuş, yangın orda değil, başka yerdedir. Bir hortum bile göndermem» diyor. Derken günler geçiyor; bina yanmış, kül olmuştur. Başka yerde ise bir kıvılcım eseri bile yok. Hadi tulumbalar, binaları yanıp, bitmiş, dumanı tüten yangın yerine gidiniz. Canım iş işten geçti, O evvel gerekti. Bunu da anlamıyor. Yolluyor. Bari kuvve-i külliye sağında, Yunanlılar soluna hücum ederken, onları kurtarmak için sen de onun soluna çullansana. Hayır. Eğer bunu yapsaydı, Yunanlıları perişan etmesi muhtemeldi. Bu fırsatı da kaçırmıştı. Galebe pek mümkündü. Çünkü Yunan kuvvetleri hep solumuzdaydı. [s. 825-6]

… Ben bunları şu, bu rivayetlere göre söylemiyorum. Mağlûp ordu, Sakarya arkasına kaçınca, Millet Meclisi’nden orduya gönderilen tahkik heyeti içinde idim. Kumandanlardan, küçük kumandanlardan, binbaşı, yüzbaşı, mülâzım gibi birçok zabitlerden [subaylardan] dinledim. Bunları ayrı ayrı bana söylediler.

… Bu harpten evvel İsmet ve Mustafa Kemal orduyu gruplara ayırarak, bir bid’at [yenilik] yapmışlardı. Bir takım zabit ve kumandanlar, bunun tehlikeli bir şey olduğunu söyleyip itiraz etmişler, fakat ağalara dinletememişlerdi. Hele böyle harp esnasında bir orduda yeni teşkilât yapmak çok tehlikeli olurmuş. … [s. 827]

… Mustafa Kemâl buna ric’at diyor (Nutuk, S-377), müthiş bir hezimettir. … [s. 828]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 824-8.)

 

Bu vahim yenilgi üzerine Mustafa Kemal ile yakın çevresi, TBMM’yi Kayseri’ye taşıma, orduyu da Kızılırmak’ın gerisine çekme, yani Ankara’yı Yunan’a hediye etme kararı alırlar:

 

Kara haber Ankara’da yıldırım gibi beynimize indi. Eyvah, bu kadar emeklere; nice tehlikelerden atlatıp meydana getirdiğimiz kurtulma hareketi bitiyor. Millet ve devlet yeniden batıyor. Ümit yine söndü. Gülen yüz kalmadı. Herkes yas içinde. Hükümet Ankara’yı bırakıp acele Kayseri’ye nakle karar vermiş. Hey’eti Vekile’de Mustafa Kemal bu kararı verdirmiş. Dosyaları oraya taşıyorlar. Bunların bir kısmı yollarda zayi olmuştur. İsmet, Mustafa Kemal, Fevzi de orduyu Yeşilırmağın [Doğrusu Kızılırmak, yazar daha sonra Kızılırmak diye yazıyor] arkasına nakletmeğe karar vermişler, onu yapacaklar. … [s. 828]

Ankara mahşer; bir ana baba günü oldu. Kayseri’ye ilk kaçanlar Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve Yunus Nadi. Elhamdülillah sekiz on meb’us daha kaçtıysa da başkası kaçmadı. Hükümet, memur ve zabit ailelerini Kayseri’ye yolluyor. Sokaklarda, arabalar, atlar, eşekler, öküzler, kağnılar. Eşyalar arabalara yüklenmiş. Kadınlar eşyaların üstüne oturmuş. Bir tarafında bir kafes, bir tarafında bir oturak, bazısında üç dört tavuk da asılı. Çocuklar analarının kucağında ağlar. Kimsenin bir bildiği yok. Herkes meçhûlât içinde. Yalnız gâvur geliyormuş. Kaçmayı düşünüyorlar ve acele. Hükümet bu sevkıyatı idare ediyor. Araba az. Kimi cebren araba zaptedip ailesini yerleştiriyor. Gücü, gücü yetene. Hükümet meb’usları tahrik ediyor, yollamak istiyor. [s. 828-9]

Sokak, pazar insan dolu. Bir sürü insanlar koşuşup duruyorlar. Ekseri yürüyüşler manasız, şaşkınlık eseri. Bu insanların çoğunun elinde eşya var. Kimi bir endam aynası gezdiriyor, satmak istiyor. Kimi sırtına bir dolap almış, müşteri arıyor, kan ter içinde. Kiminin elinde veya omuzunda halılar. Fiyatlar ölü pahasına; fakat yine alan yok. Kim başına dert alacak? Herkes canını taşıyamıyacak halde, Şaşkın, şaşkın, telâş ve acele içinde. Bir öteye, bir beriye koşuyorlar. Para küçük ve hafif şeydir. Taşınır ve saklanabilir. Eşyayı nereye sığdırmalı?!, insanların benzi, ölü benzi..

… Bu harpten iki ay kadar evvel Temps gazetesinde General Delacroiadında bir Fransız generalinin bir makalesini okumuştum. Diyordu ki : «Yunanlılar büyük bir hücum yapacaklar. Hazırlanıyorlar. Böyle büyük bir hücumu yapabilmek için, insan, silâh, azık ve cephane nakliyatını te’min etmek lâzımdır. Bunun için muhakkak bu hücumu Afyon’dan yapacaklardır. Çünkü, oraya İzmir’den şimendifer var. Başka yerden yapamazlar.»

Sonra Sakarya’ya kaçan ordu enkazında tahkikatım esnasında İsmet’in İnönü’nde harp beklemek hatasını öğrendiğim vakit bu makale hatırıma geldi. Döğündüm. Bu adamlar bari bu makaleyi okusalardı. Bari bundan ders alsalardı. Yâni bir asker böyle bir hücumun ancak Afyon’dan olabileceğini iki kere iki dört eder gibi bilecekti. Bizimkiler bu kadar basit bir şeyi bilememişler, rezil olmuşlar ve olmuşuzdur. [s. 829]

Simdi bu ağalar orduyu Kızılırmak arkasına alacaklar. Hangi orduyu? 120 bin kişilik bir ordu dağılmış, Sakarya’nın arkasına sade yirmi bin kişi gelmiştir. Onun da elinde bir şiş yok. Malzemenin çoğu düşman eline geçmiştir. Bizim asker bozgunlukta fena kaçıyor. Zaten harpten evvel de bir düziye kaçıyorlardı.-Pek kahramanız diye övünmeyelim. Asker artık harplerden bıkmış, fırsat buldukça silâhını atıp, bir kısmı da silâhiyle kaçıyor. Son zamanlarda bunun önünü bir derece İstiklâl Mahkemelerialabilmişti. …

Türk askeri müdâfaa azminde yekta bir askerdir. Fakat mağlûp olurca adetâ sıfır oluyor. [s. 830]

Ric’atte bir şeyi iyi yaptılar. Hangi hamiyetli zabitler ise onlar ne yapıp yapıp cephane sandıklarının çoğunu şimendifer ile nakledip, Nallıhan’da Kızılırmağın arkasına yığdılar. Gayet fena da iki şey yaptılar. Eskişehir – Ankara şimendifer raylarını ve köprüleri atmadılar. Mevcut koyun, keçi, sığır sürülerini sürüp bizim tarafa getirmediler. Oralarda pek çok koyun ve keçi sürüleri vardır. Sonra bunlar Sakarya Harbinde düşmana gıda olmuştur. Düşman hat [demiryolu] ile de Sakarya üzerine âlâ nakliyat yapmıştır. Halbuki Sakarya’da bozulduktan sonra Yunanlılar kaçarken bu rayları öyle atmışlardır ki, parça parça idi. Adeta her ray parçasının altına bir dinamit koymuşlardı. Sonra aylarca tamir edemedik. [s. 830-1]

… Ankara’da meb’uslar vaziyetten hiç bir şey bilmiyor. Mustafa Kemal’de de sadre şifa verecek bir haber yok. O, hükümet, Ankara’dan kaçma telâşında. Başka şeyi düşündükleri yok. Mustafa Kemâl eşyasını denk denk toplatmış, yolluyor. Meclis’in haline baktım. Herkes şaşkın tavuğa dönmüş, ne olacağına ve ne yapılması lâzım geldiğine dair kimsede bir fikir, bir rey yok. [s. 831]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 828-31.)

 

Peki, birçokları Kayseri’ye gitmişken, birçok evrak ve malzeme oraya gönderilmişken, halk da panik halinde Ankara’yı terk etme telaşına düşmüşken, gidişatı değiştiren ne olmuştur?

İlk etken, yenilginin nedeni ve sonuçlarına ilişkin bir Meclis Tahkik Heyeti(Araştırma Kurulu) kurulması ve bu heyetin, İsmet İnönü’nün muhalefetine rağmen cepheye gitmiş olmasıdır:

 

Bekir Sami, otuz meb’us konuşuyoruz. Ekserisi Adana ve Mersin meb’usları, İsmail Safa, Zamir, ilh… bana : «Ne yapalım? Sen ne dersin?» dediler. Dedim ki : «Vaziyet nedir? Bir bileniniz var mı?» «Yok» dediler. Arkadaşlara «Biz de, hükümet de, Mustafa Kemâl de bir şey bilmiyoruz. … Elde bir ordu kalmış mı, kalmamış mı, top, tüfenk hep zayi olmuş mu? Bildiğimiz yok. …. İptida bunları bilmeli, bilince bir şeyin yapılıp yapılamayacağını kestirmek, ümit varsa yapılacak şeyin ne olduğunu tayin etmek mümkün olur. Bunun için hemen celse [Meclis oturumu] yapın. Arkadaşlardan bir Tahkik Hey’eti teşkil edin. Beni de intihap edin [seçin]. Orduya gidelim. Görüp tahkik edelim, gelip size söyleyelim. Bu işi çabuk yapın. Vakit kârdır. Yunanlılar elbet Ankara üzerine yürüyeceklerdir» dedim. Pek münasip gördüler. Hemen resmî celse yapıp bir meb’us tahkik hey’eti ve beni de intihap ettiler. 14 kişi idik. İçimizde Çolak Selâhaddin, Konyalı Vehbi Hoca, Abdullah Azmi, Erzurumlu Durak da vardı. [s. 831-2]

Hükümete tebliğ edildi. İsmet’e yazmışlar. İsmet bizi kabul etmek istemedi. Sebebi, hatâ ve rezaletleri meydana çıkacak. Bu adam yaman adamdır. Böyle günde, böyle şey düşünülebilir mi? Ama kabahat ve rezaletleri meydana çıkmasın da ne olursa olsun. Bilakis insan bir yardım olur belki diye ister. Hem milletvekillerini nasıl men eder? İsmet : «Asker işine mebus, sivil karışamaz. Bu anarşidir, disipline mugayirdir» diyor. Hem kel, hem fodul!.. Neler yapmış?. Bir koca orduyu sıfıra indirmiş. Simdi bize ne diyor. Yaman hırsız ev sahibini bastırır. “Canım niye telâş ediyor? Biz oraya gidip kumandayı alacak değiliz… Zabitleri, neferlerin önünde döğdürmiyeceğiz. Askeri ihtilâle de teşvik etmiyeceğiz. Bunların sırası mı? Millet hali görmek istiyor. Hakkı değil midir?» dedim. Hasılı şiddetlendik, ısrar ettik. İsmet razı olmadı. Ama biz yola çıktık. Cepheye vardık, mâni’ olamadı. Fakat, gözümüze gözükmedi de.

Cepheyi bir başından başladık, ötür başına gidiyoruz. Ordu Sakarya’nın şark kısmında muhtelif tepelerde. Bu tepelerden cephenin vaziyetlerini, panoramasını görüyoruz. …

Geziyoruz. Ben muhtelif rütbedeki zabitler, hattâ çavuş, onbaşı ve neferler ile de, bir kenara çekip konuşuyorum. Malûmat istiyorum. … [s. 832]

Evvelce tasvir ettiğim gibi, harbi anlattılar. Her grupta hepsinin sözü müttefikti. Sanki bütün ordu bir ağız. Müttefikan diyorlardı ki: «Bizim adedimiz, tüfek ve sair kuvvetimiz düşmandan aşağı değildi. Bilhassa iyice yerleşmiştik. Hendeklerimiz mükemmeldi. Dünyada mağlûp olmazdık. Mağlûbiyetimizin sebebi cahilane sevk ve idare edildiğimizden. Biz, âlimâne idare isteriz.» Hele bu son cümle ve âlimâne tâbiri bir parola gibi herkesin ağzında idi. Devam ediyorlardı: «Bize, bizi âlimâne idare edecek bir kumandan ve Eskişehir – Afyon hattındaki o eski silâh ve kuvveti de verin. Düşmanı burada mutlaka tepeleriz. Boşuna rezil olduk. Muharebeye giremedik… İsmet kumandan olamaz.» İşte İsmet’in orduyu teftişimizi istememesinin hikmeti. Mustafa Kemal şimdi Nutuk’unda onun hatâlarını örtüyor. Çünkü işte müşterektirler [ortaktırlar]. [s. 833]

… Zabitler çok hamiyetli, çok fedakâr, ilk bir defa gönlüme ümit girdi ve doldu.

Tahkikata devam ettim. Geceleri kâh toprakta yattık. Dolaştık. Daha türlü manzaralar gördük. Artık hep aynı şeyi dinliyorum. Demek tahkikata artık devama lüzum yok. Tebellür etti ve tebellür eden şudur: «Ümit zail olmamıştır. Bilhassa zabitlerin hamiyeti galeyanda. Mağlûbiyetlerinden utanıyorlar. Lekeyi temizlemek istiyorlar. Büyük bir gayretle harp edecekler. Hemen hepsi düşmanı yeneceklerini söylüyorlar. Hastalık da anlaşıldı. Şimdi bunlara âlim bir kumandan ve eskisi kadar ordu, tüfek, top, cephane vermeli.»

Mes’ele bundan ibarettir. Bunları yapmak için hemen Ankara’ya gitmeli. Vakit vardır. Ya Yunanlılar harekete geçer vakit bırakmazsa.. Demek pek acele lâzımdır. Arkadaşlara «Gidelim!» dedim. … [s. 833]

Ben tetkikatımın neticesini, ne yapacağımı kimseye söylemiyorum. İfşa edip bir falso olmasın. Meclis’de bir âni darbe ile vaziyeti anlatmak, yapılması lâzım gelen şeyleri söyleyip, yaptırmak istiyorum.

Derken İsmet Paşa bizim eve geldi. Oturduğumuz odanın dört çevresinde sedir gibi minderler var. Ondördümüz sıralanmış oturuyoruz, İsmet yanıma oturdu. Halinde bir endişe, bir ihtiraz var. Hiç lâkırdı söylemiyor. Bir iki hoş beş lakırdı yaptı, fakat yavan. Kulağıma: «Seninle görüşmek istiyorum. Bize gidelim» dedi. Kabul ettim. Geceyarısı yaklaşmıştı. Kalktık kendi evine gittik. Bana bir düziye muhtelif sualler soruyor:

«E… Orduda ne gördünüz? Ne intiba hasıl ettiniz? Meclis’e ne diyeceksiniz? Meb’uslar benim çok aleyhimde mi? Bana bir şey yapabilirler mi sanki? ilh…» böyle şeyler. [s. 838]

Anlaşılıyor ki, İsmet yaptığı işlerden telâşta. Meclis’ten korkuyor. Benim ağzımı arıyor. Meğerse biz cephede dolaşırken Ankara’daki meb’uslar bu hezimetin faili olan İsmet’in Divan-ı Harb’e verilmesini istemişlermiş. Tabiî Mustafa Kemal de müşterek olduğundan mani olmağa çalışmış. Tabiî İsmet haberdar da imiş demek. Benimse bunlardan haberim yok.Tamam… Yanımıza gelmiş, beni evine götürmesi, bu mes’ele. Acaba biz de onun Divan-ı Harbe sevkini mi istiyeceğiz? İçini kurt yiyor. Onu öğrenecek. [s. 838-9]

Açtım ağzımı yumdum gözümü. «Ordu bütün senin aleyhinde. Cahil bir idare ile bu hale geldik. Yoksa mağlûp olmazdık. Alimâne idare isteriz diyorlar. Meclis sana bir şey yapamaz diyorsun. Ben zannederim ki, seni tutar, Meclis’in kapısına asar bile. Bu kahharî hezimetin mes’ulü sensin»dedim. «Ben yalnız değilim ki, Mustafa Kemal Paşa’nın emirlerini yapıyorum» dedi. «Onu da asarlar” dedim. [s. 839]

Şafak söküyordu. Misafir olduğum eve döndüm. Yâni beş – altı saat hararetli münakaşa ettik. Hele bir şeye pek kızmıştım. Bunu bana iki zabit pek acıklı bir surette anlatmıştı. Sakarya’ya vâsıl olunca İsmet iki genç mülâzımın [teğmen] gösterilen mevzide durmadılar diye idâm edilmelerini emretmiş. Bu ceza pek haksız imiş. Çünkü ordu mağlûp olmuş, çözülmüş, herkes kaçan kaçana olmuş. Bunlar da kaçmışlar. Bütün ordu zabit ve kumandanları İsmet’e yalvarıp affını istemişler. Zabitin biri pek değerli imiş. Sonra tamamiyle masum imişler. İsmet dinlememiş, kurşuna dizdirmiş. Diyorlardı ki, böyle kurşuna dizdirmek lâzımsa hepimizi, hele evvelâ İsmet’i kurşuna dizmek lâzımdır. Hep kaçtık. Tamamiyle doğru. Bu adam cehaleti ile kırdırdığı binlerce vatan evlâdı yetişmiyormuş da, üstüne bunları da yollamış. Bunu da acı acı söyliyerek suratına çarptım. Lozan’da birgün bu konuşmaları unutmuş, bana bir kumandanın merhamet tanımaması lüzumunu anlatıyordu. Misâl olarak bu iki zabit vak’asıııı söyledi ve dedi ki: «Mevzilerini terk etmişler, idâm edin dedim. Çünkü disiplin mes’elesi. O vakit orduya bir ders vermek lâzım. Hemen bütün ordu bu zabitlere acıdı. Benden aflarını rica ettiler. Dinlemedim. Dişimi sıktım. İdâm ettim.» Vak’ayı ben unutmuş değildim, isabet oldu. Bir tarafı tenevvür etmemişti [aydınlanmamıştı]. Simdi bizzat İsmet tenvir etti [aydınlattı]. Demek bunu İsmet gözdağı vermek için yapmış. Bunun için iki cana kıyıyor. Bunun da sebebi herkes korkup, kimse sesini çıkarmasın. Demek ona itiraz edip hataları meydana çıkarılamasın, mevkiinden düşmesin diye insandan kurban kesiyor. Hattâ hırsı uğrunda insan ona serçe gibi geliyor. O, bunu bana Lozan’dakendi kumandanlık meziyetini medih için anlattı. Halbuki bu vaziyet tamamiyle şecaat arzederken merd-i kipti sirkatin söyler idi. Şimdi azametinden yerlere sığmayan İsmet’i görenler, o zaman, yâni Polatlı’da görmüş olmalı idiler. [s. 839-40]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 831-40.)

 

Mustafa Kemal ile yakın adamlarının Kayseri’ye çekilmeyi (ya da kaçmayı)kafalarına koymuş olmalarına karşılık, ordudaki subaylardan birçoğu herşeye rağmen direnme yanlısıdırlar:

 

Ankara’ya döndük. …

… Şimdi Müdâfa-i Milliye Vekâletinden de [Milli Savunma Bakanlığı’ndan] malûmat toplamak lâzım. Halbuki sabah erken ve ben yatakta iken, evime Binbaşı Mehmed Said, Binbaşı Han [Halit], Yüzbaşı (Adım hatırlayamıyorum. İstanbul meb’usu Ali Rıza’nın kardeşidir. Zavallı ölmüş) geldiler. … Kendi kendime: «Allah yolladı.» dedim …. [s. 840]

Said dedi ki : «Biz müşkülât içindeyiz. Yanlış işler yapılıyor. Bin yazdık. Söyledik. Öteye beriye başvurduk. Terter tepiniyoruz, anlatamıyoruz. Dedik bu işi siz yaparsınız. Size geldik. Aman bir çaresine bakınız. Sizde ümidimiz var. Yoksa mahvolduk. Fevzi Paşa acemi kur’a efradını aldı. Orduya ikmâl neferi olarak gönderiyor. Bu felâkettir. Bunlar bir şeye yaramaz; üste, orduyu da bozar. Bunları derhal cepheden çektirip ordu arkasındaki efrad depolarına aldırın. Bunlara orada sade nişan atmasını öğretsinler, ilk hatta biri ölünce derhal bunlardan bir tane yollasınlar. Ölenin tüfeğini alsın, ateşe başlasın, ikmal neferi olarak 94, 95, 96, 97’liler var. Bunlar harp görmüş. Pişkin efraddır. Derhal bunları silâh altına aldırınız.» Bu malûmat pek kıymetli, işin can alacak yeri idi. Ben zaten bunu öğrenmek istiyordum. Ayağıma geldi. «Peki vakit dardır. Yarın bugün Yunanlılar harekete geçer. Bu efradı on gün içinde orduya yetiştirebilir misiniz Dedim. «Teahhüd ediyorum. Bu iş benim vazifem. Yetiştireceğim» dedi. Bu adam mutlaka Hızır, işin can alacak noktası da bu. Bu da te’min olundu. Bakalım yiyecek, mühimmat işi var. Sordum, «Bu ne olacak?…» Halit «Bu da benim işimdir. Derhal Keskin’e, Çorum’a, Çankırı’ya doğru menziller yapacağım. Ali Rıza Bey (meb’us) de levazımdan yetişmedir. Bilir, o da oralara gider. Hasılı biz de ordunun erzakını yetiştireceğiz» dedi. Bu da oldu. [s. 841]

Teşekkür ettim. «Siz işe hemen başlayın. Ben yarın Meclis’ten bu kararları alırım» dedim. Çok sevindiler. Bu adamlar titriyorlardı. Ölecek gibi telâşta idiler. Ne kadar himmetli ve vatanperver oldukları görülüyordu, insanın içi, samimiyeti, böyle kara günlerde belli oluyor. Hamiyetlerine hayrân oldum. Derhal bu adamları büyük bir muhabbetle sevdim. Halâ severim. Hakikaten bu adamlar ki, en mühim noktayı halletmişlerdir.Sakarya ordusundaki perişan bakiyeyi Eskişehir – Afyon önündeki muntazam ordu ve o miktarda olacak neferleri ve yiyeceği vermiş ve zamanında yetiştirmişlerdir. Hele Mehmed Said Bey’inki diğerlerinden daha mühimdi, işte bazan koca vak’alar içinde böyle nâçiz bir kaç şahıs ne mühim işler görür, mühim zaferlerin temellerini kurar; sonra da Mustafa Kemal ve İsmet gibiler, bu zaferleri kendilerine mal ederler. Halbuki bu adamların hizmetlerini tesbit ve millete ilân etmek bilenlere vazifedir. Bu vazifeyi şimdi yapmakla vicdanım müsterihtir. Hattâ hiç tanımadığım Said Bey’i ondan sonra en iyi dost saydım ye Ankara’daki bağıma meccanen [parasız] oturttum. O da iyi adammış, ben Avrupa’ya çekilince zaruretimi düşünerek kendi arzusu ile kira vermişti. [s. 841-2]

Şimdi silâh meselesi: Tüfek yok diyorlar. Felâket. Tahkikat yaptım. Hükümetin karşısında eski bir hamamda bizim Rusya’dan getirttiğimiz 35.000 Rus tüfeği olduğunu öğrendim. [“Fahir Armaoğlu’nun Sovyet belgelerinden aktardığına göre, anlaşmadan sonraki bir yıl içinde Sovyet Rusya, Ankara Hükümeti’ne karşılıksız olarak 39.275 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 62.986.000 tüfek mermisi, 147.079 top mermisi, 1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası, 4.000 şarapnel mermisi, 1.500 kılıç, 20 bin gaz maskesi ve 10 milyon altın ruble yardım göndermişti. Bkz. Ayşe Hür, “Bir asırlık dostlar: Türkiye-SSCB/Rusya”, Radikal, 21/02/2016, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/bir-asirlik-dostlar-turkiye-sscb-rusya-1514670/Erkân-ı Harbiye Reisi ve Müdâfaa Vekili Fevzi’nin haberi bile yok. Mal bulmuş Mağribî’ye döndüm. Halkın elindeki silâhlar da toplanınca yüzbine çıkacak. Süngü? Düşündüm, yok. Ama buna çare kolay: Bir demir çubuğunun ucunu sivriltsinler, diğer ucunu da halka yapıp, tüfeğin namlusuna geçirsinler. Ama bir daha çıkmayacakmış. Zararı yok. Süvari kılıncı. Ailelerde yatan ve bilhassa atalarımızdan kalma eski kılıçlar vardır; onları toplatalım. Bir de İsmet’in yerine kumandan. Bu da ne yapalım, Mustafa Kemal olur. Fakat bilfiil [fiilen, iş başında] kumandan olsun. Askerin yiyeceği ne olacak? Para yok. Ekmek, fasulye, kahve, şeker, petrol, bez, kumaş, ilh… lâzım. Menba yok. Bütün dükkânlardan askere lâzım ne varsa cebren müsadere edilsin [el konulsun]. Fena zulüm ama, ne çare, evvelâ vatan lâzım. Vatan ve devlet olmayınca mal yerin dibine batsın. Şimdi iş tamam. [s. 842]

Demek her şey yolunda, her şey mümkün, Sakarya boyunda zabitlerin bütün istedikleri oluyor; Yâni «Eskişehir – Afyon hattındaki tüfek, cephaneyi verin. Bu lekeyi kanımızla temizleriz» diyorlardı. işte verilebilecek. Henüz Yunanlılar da harekete geçmedi. Vakit de var. Ne âlâ. Allah’a bin, bin şükür… Bana büyük bir ümit, hattâ mukavemete iman geldi. Neş’elendim. Nutuk için hazırladığım notlara, yapılacak tedbirleri de ilâve edip, nutkumu yazdım. Bunları Meclis’e kabul ettirip hükümete yaptıracağım. Kabul edileceğinden eminim. Çünkü meb’uslar bana bakıyorlar. Her dediğimi yapacaklarını vaad ediyorlar. Bütün Meclis arkamda, ümitleri bende idi. [s. 842]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 840-42.)

 

Rıza Nur’un 14 kişilik Tahkik Heyeti‘nin temsilcisi olarak Meclis’te yaptığı uzun konuşma ve dile getirdiği çözüm teklifleri, TBMM’nin Ankara’da kalıp savaşma kararı almasına yol açar.

Yaptığı teklifler arasında Mustafa Kemal’in başkomutan olması da vardır:

 

Yunan ordusu kumanda heyeti … Eğer derhal yürüseydi, silâh omuzda, askerî bir tenezzüh [piknik] yapar gibi gelecek, hiçbir mukavemet görmeyecek, Ankara’yı da zaptedecekti. Yunan ordusuna karşı koyacak bir ordu yoktu. … Hasılı, Yunan ordusu gaflet edip bize yeni bir ordu yapma için vakit verdi. Ben işimi hazırladım. Meclise koştum. Mustafa Kemal beni koridorda bekliyormuş, telâşla karşıladı. Sapsarı bir beniz. İmdad bekler bir gözle baktı; yüzü yerde. Hey gidi günler!… «Ne yapacağız? Ne yapacaksın?» dedi. Kuzu gibi olmuş, benden istimdat ediyor. Dedim: «Hafi celse [gizli oturum] yapalım. Siz hemen celseyi açınız ve bana söz veriniz.” «Peki» dedi. Koştu, celseyi açtı. Ve bana söz verdi. Kürsüye çıktım. İki-üç saat kadar süren bir nutuk söyledim. Lübbü [özü] şudur: … [s. 843]

“… Zabitler mağlûbiyetten utanıyor, ‘cahilane bir idare bizi bu hale koydu. Yoksa mağlûp olmazdık. Adedimiz kâfi, yerimiz iyi idi. Alimâne idare isteriz. Bize eski aded asker, silâh cephaneyi veriniz. Bir de âlimâne idare edecek kumandan koyunuz. Muhakkak surette Yunanlıları püskürtürüz» diyorlar.

«Arkadaşlar: Bahtiyarım, çünkü askerde maneviyat yüksektir. Tetkik ettim, istediklerini vermek de mümkündür. Allah’a şükür, henüz Yunanlılar da harekete geçmemişlerdir. Bu işi başarmak için bize vakit verdiler. Çok büyük ümit vardır. Me’yus olmayın. Ümidi aslâ kesmeyin. Sakarya’da düşmanı bozmak imkânı var. 

«Alınacak tedbirler: … Bütün kağnılar, öküzler, atlar, ilâh… müsadere edilip nakliyat işine tahsis edilecektir. Orduya yiyecek, petrol, sabun, ilâh… lâzımdır. Herkesin nesi varsa, dükkânlarda neler varsa derhal hükümet tarafından zaptedilip orduya verilecektir. … Herkesin elindeki mavzer ve emsali tüfekler ve fişekler derhal toplanıp, orduya en seri bir surette sevkedilecek. … Mustafa Kemal, bilfiil başkumandan olsun. … Ordu harbi Sakarya’da yapacak. Kızdırmağın arkasına çekilmeyecek. Hükümet ve biz de Ankara’da kalacağız. … Bu işleri derhal karar altına alınız. Derhal hükümet tatbik etsin. [s. 844]

«Maateessüf bunlar bu hükümet ile yürümez. Bu hükümet atalet ve uyuşukluk içinde…Meselâ Fevzi Paşa, hem Hey’et-i Vekile reisi [başbakan], hem Erkân-ı Harbiye Reisi [Genelkurmay Başkanı], hem Müdâfaa-i Milliye Vekili [Milli Savunma Bakanı], hem bilmem daha ne ve neler? Bu nasıl şey? Sade Erkân-ı Harbiye işi bir adamın vaktini alır. Bir adam kâfidir. Fevzi Paşa’ya hitap ediyorum ve soruyorum; bu kadar işi birden nasıl yapıyorsunuz? Muhakkak yapamıyorsunuz. Bu hırsın nedir? … Sen bütün mevkilerini bırak biraz hırsını yen! Sen durmaz çalışırsın, bilirim; fakat bu kadar işe yetişemezsin. Mühim bir andayız. Sen yalnız Erkân-ı Harbiye Reisi ol! Sade ordunun işini düşün, düzelt! Yunanlıları nasıl mağlûp edelim diye imâl-i fikr et! Saatlerce düşün! İmal-i fikir çok mühim şeydir. Bu esnada insanın aklına mühim tedbirler gelir. Müdâfaa-i Milliye’yi başkası alsın. Meselâ onu Refet Paşa’ya verin.” [s. 845-6] [Rıza Nur’un bu teklifi kabul görmüş, Refet Bele Savunma Bakanı yapılmıştır.]

Fevzi kalktı, sırasından bana cevap veriyor. Ben gerisindeyim. Dedi: «Ben haris değilim. Bana emrettiler, şunu uhdene al, aldım, bunu da al, dediler, onu da aldım. Ben kendim istemedim. Ben ne yapayım?…» dedi. Zavallının hali perişan. Porsuk bir uzviyet ve söz… Sesi af diler gibi… Haline acıdım. … [s. 846]

O sözleri âni bir buhran ve ye’isli bir heyecan içinde söyledi. Ruhunun samimi bir aksidir. Binaenaleyh pek doğrudur: «Verdiler, aldım.» Çok doğrudur. Bu adamda zerre kadar benlik, mevcudiyet, izzetinefis yok. Bir efendiye kul, köledir. Zannetmem ki, kurun-u kadîmde [eski çağlarda], esirlik devrinde bir orduya esir düşüp köle olarak satılan hiçbir şahıs bile o vakit efendisine Fevzi kadar, sadakatle ve itaatla hizmet etmiş olsun. Mustafa Kemal’e de böylesi lâzımdır. İsmet’i, Fevzi’yi tam bulmuştur. İkisi de emirber nefer, …. Hakikaten Mustafa Kemal, Fevzi’ye şu vekâleti al, diyor, alıyor. Sonra şunu da al diyor, alıyor. Sonra bırak diyor, bırakıyor. Daha ileri gidiyor, meb’usluğu da terk et diyor, terk ediyor. Sade Erkân-ı Harbiye Reisi ol, diyor, oluyor. Şunu yap diyor, yapıyor, yapma diyor, yapmıyor. Bugüne kadar hayatı hep budur. Hasılı halini güzel ve kendi ağzı ile tasvir ve kabahatini itiraf etmişti. [s. 847-8]

Meb’uslar daha evvel Fevzi’nin seciyesini kısmen öğrenmişlerdi. Bu hallerinden Fevzi’nin “F”si üstüne [Arap alfabesinde] bir nokta daha koyarak, ona Kuzu Paşa diyorlardı. Adı artık budur. Kuzu Paşa aşağı, Kuzu Paşa yukarı. Amma iyi bulmuşlardır. Bir kısmı buna kanaat etmeyip, sonra Öküz Paşa adını verdiler. İtaatı vakıa kuzu gibidir; yine onun gibi düşüncesiz ve inisiyatifsiz; fakat kuzu gibi sâf olsaydı, ben de bu adı münasip görecektim. Değildir. Vakıa bazı halleri öküz gibidir, ama öküz pek de muti değildir, üvendireden [ucunda nodul bulunan uzun değnek] korkar. Bu hiç üvendiresiz itaat ediyor. Sonra öküz gibi kafasız değildir. Zekâsı … zararsız bir zekâdır. Ve yine zararsız akl-ı selimi vardır. Biraz tarihten dem vurur. Bu bapta bazı şeyler okumuşa benzer. Sonra hemen herkes askerlikteki liyakatini söylüyorlar. Hakikaten Eskişehir – Afyon harbinde taarruzun sol cenahımızda olduğunu bilip, söylemiş ve fakat ağalar dinlememiş. Ne yapayım, böyle bilgiden bir fayda yoktur ki, ha bilmiş, ha bilmemiş. Kanaat ettiği şeyi insan, kabul ettirmesini de bilmelidir. Tehdidini ikâa muktedir olmalıdır. Böyle olursa bir şeye yarar. Bunda öyle şeyler yoktur. Bir söyler ve susar. Nitekim Sakarya Harbinde de hakiki vaziyeti o görecektir. Fakat bu sefer yine dediğini kabul ettirememiş, asıl kâr olmamışsa da büyük bir zarar ve felâketten kaçınmak suretiyle mühim kâr olmuştur. Yâni Mustafa Kemal’in ric’at emrini, o geri aldırmıştır. Lâkin [ancak] birkaç gün sonra dediği yapılmıştır. Bunları izah edeceğiz. [s. 848-9]

Nutkuma devam ediyorum. Nutkumun son kısmı şöyledir:

«Siz Ankara’yı bırakıp kaçıyorsunuz. Orduyu Sakarya’dan Kızılırmağın arkasına kaçıracaksınız. Siz, hükümet bu kararı vermiş, yapıyorsunuz. Ben diyorum ki, bu felâkettir. Eskişehir’den Sakarya arkasına gelen ordu, yirmibeş bin kişi kalmış, ordan Kızılırmak’ın arkasına varınca ise, ikibin beşyüz kalacaktır. Büyük bir hatadasınız. Ankara’da kalacağız. Ordu Sakarya’da döğüşecek. Burada muzaffer olacağız. Sizinle taban tabana zıddım. Sizi Millet Meclisi men edecek. Burada ve Sakarya’da kalacaksınız. Ne olursa burada olacak…»

Meclis bütün sözlerimi alkışlarla ve ittifakla kabul etti. O gün ve sonraki günlerde Meclis tamamiyle arkamda idi. [s. 849]

… Mustafa Kemal Meclis’te o günü yirmi – otuz meb’usun içinde bana : «Peki, kabinede sen de bir mevki almalısın,» dedi. Galiba benim, bunları bir mevki kapmak için yaptığımı zannetti. … Güldüm. «Benim mevki ile işim, hevesim yok. …» deyip oradan savuştum. [s. 850]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 843-50.)

 

Meclis, Kayseri’ye çekilme kararını iptal ettirdiği gibi, Mustafa Kemal’e çok sert eleştiriler yöneltilir.

Ancak Mustafa Kemal, Falih Rıfkı‘nın yukarıya almış olduğumuz ifadelerinin de ortaya koyduğu gibi, başkomutan olması ve orduya bizzat ve fiilen kumanda etmesi teklifini kabul etmek istemez:

 

Artık müzakere devam etti. Gittikçe münakaşa alevlendi. Çolak Selâhaddin, Hüseyin Avni, Hulûsi ve daha bir takımları Mustafa Kemal’e hücum ediyorlar. Mağlûbiyetin mes’uliyetini sırtına yükletiyorlar. Doğru, hakları var. Mustafa Kemal de bundan sinirleniyor, çıldıracak. … [s. 850]

Derken Mustafa Kemal Başkumandanlığı kabul etmemdedi. Ve bunda temerrüd etti. Dedik: «Yahu! etme, kabul et!» «Ben zaten daima idare ediyorum. Geri durduğum yok ki… Ne lüzumu var, beni başkumandan yapacaksınız?» dedi. Ben de: «Yok, resmen ve mes’ul olarak başkumandan olmalısın. O vakit daha iyi gayretle çalışırsın.» Her şey bitmiş, elde ordu diyecek bir şey yok, Mustafa Kemal tamamiyle ümitsiz. Başkumandanlığı asla istemiyor. Çünkü onca mağlûbiyet muhakkak. Başkumandan olursa kendi mağlûp olacak. Şimdiye kadar perde arkasından elindeki İsmet ve Fevzi adındaki iki kuklayı, Hacivat’la, Karagöz gibi oynatmaya alışmış. Mesuliyetli iş olursa onlara veriyor, şeref olursa kendine alıyor. Resmen ve bilfiil kumandanlığı kabul etmeğe asla yanaşmıyor. Bütün Meclis de buna kızıyor. Meclis, pek asabileşti. O, kabul etmem diyor, başka şey bilmiyor. Ve dinlemiyor. Kızmışım. Bir aralık: «Peki! Senin vücudun âleme rahmet mi? Ne güne duruyorsun? Hangi işe yarıyacaksın?» diye bağırdım. Kızılca kıyamet koptu. Mustafa Kemal bana kürsüden küfürler ve tehdid yağdırdı ve bu arada yine dedi ki: «Mağlûbiyet muhakkak. Sen beni rezil olsun, şerefim gitsin diye başkumandan yapmak istiyorsun.” Bu söz bana öyle müthiş geldi ki, çıldıracaktım. «Yahu bu ne adam! Koca bir millet gidiyor; bu, şerefi düşünüyor. Bunu kim yapabilir? Hiç olmazsa insan haya eder de bunu söyliyemez. Of!… Ne … adama çatmışız!… Şeref!… Sanki Suriye’de mağlûp olan da bendim diyordum, işte bu andadır ki, bu adamdan tam nefret etmiş, ona büyük bir kin beslemeğe başlamıştım. … Herkes de bir şey söylüyor. … Topal Osman’ın kendisine verdiği muhafızları Meclis’e getirmiş. Onlara güveniyor, imalı bir surette onlarla Meclis’i tehdit ediyorBunlardan birçok herif Meclis koridorunda. [s. 850-1]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 850-1.)

 

Mustafa Kemal, “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” dediği söylenen Mustafa Kemal, başkomutan olup cephede savaşa bizzat katılmayı ancak “Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal’indir” formülünün işletilmesi şartıyla kabul etmek ister:

 

Her iş oldu. Benim bütün tekliflerim kabul edildi; fakat kumandanlık meselesi hâlâ olamıyor. Üç gündür uğraşıyoruz, kabul ettiremiyoruz. Halbuki vakit dar. Nihayet bakmış ki, olacak şey değil. Meclis mu’sır [ısrarcı], kabul etmezse hiçbir haysiyeti kalmayacak. Ekseriyet zaten aylardan beri aleyhine dönmüş. Geldi. Resmen celsede şu teklifi yaptı: «Eğer Meclis bütün teşriî [şeriat/yasa yapma, yasama] ve icraî [yürütme/hükümet] selâhiyetlerini bana verirse başkumandanlığı kabul ederim.» Ben bunu işitince iki yumruğumu küt küt diye kafama vurmuştum. Ve: «Eyvah, bu adam ne istiyor? Bu nasıl iş? Bu verilir mi? Bu istenebilir mi?» diye bağırmışım durmuşum. Ben farkında değilim. Sonra yanımdakiler söylediler. Kendi kendime düşünüyordum. [s. 851]

Bu müthiş bir şey. Başkumandan olmak için böyle bir salâhiyete lüzum yok ki… Başkumandan harbi başa çıkarmak için lâzım. Selâhiyetlere zaten maliktir ve onlar kâfidir. …. Kendi kendine kanunlar yapacak. Şunu bunu asıp kesecek. Böyle bir şeyi istemek ne müthiş bir …. Yahut bu adam bunu mahsus istiyor. Biliyor ki, Meclis kendi selahiyetlerinde pek hassas ve kıskançtır; vermeyecek, bu da bu şekilde başkumandanlıktan kurtulacak. Yahut Meclis verirse, bunlarla sonra bize, millete kıran salacak.. Kendine köle gibi itaat etmiyenleri imha edecek. Yapar mı? Yapar. Şaka değil. Kendisi ve keyfine göre kanun yapacak. Onunla istediğini mahkûm edecek. Tarihte bunun yalnız bir misali vardır. Jül Sezar, Roma Senatosu’ndan selâhiyetlerinin bir kısmını almış, kendisini ona «Yarı Allah » tanıtmıştı. Bu da buna benziyordu. [s. 851-2]

(Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, C. 3, s. 851-52.)

 

Devamı için bakınız: 

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ÇOK KISA BİR “GERÇEK TARİH”İ (9)

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ÇOK KISA BİR “GERÇEK TARİH”İ (7)

İSTİKLÂL HARBİ’NİN İSİMSİZ KAHRAMANLARI, ÖDÜLLENDİRİLMİŞ HAYDUTLARI VE ZAFERDEN SONRA PARSAYI TOPLAYIP MALI GÖTÜREN SAHTEKÂRLARI

 

kurtuluş savaşı haritası ile ilgili görsel sonucu

“22.6.1920 Batı Cephesi” olarak adlandırılan en soldaki kırmızı çizgiler Milne Hattı’nı gösteriyor. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile bu tarih arasında tam 13 ay, yani 1 yıl 1 ay var. Mustafa Kemal kongrelerini yapıp TBMM’yi açtıktan iki ay sonra Milne Hattı işlevini yitiriyor, İngilizler Yunan’a Anadolu içlerine yürüme izni vermek zorunda kalıyorlar. En sağdaki, Beypazarı ve Polatlı üzerinden geçen çizgi ise, Sakarya Savaşı hattını gösteriyor. Yunan ordusu Ankara’ya 40-50 km kadar yaklaşmış durumdaydı. 

 

İlgili resim

İlgili resim

hıyaneti vataniye kanunu ile ilgili görsel sonucu

hıyaneti vataniye kanunu ile ilgili görsel sonucu

hıyaneti vataniye kanunu ile ilgili görsel sonucu

atatürk kral edward ile ilgili görsel sonucu

 

Falih Rıfkı Atay’ın, Emin Çölaşan gibi Atatürkçüler tarafından “muhteşem bir eser” olarak nitelendirilen, ders kitabı olarak okutulması istenen Çankaya adlı kitabı, gerçekten de, İstiklal Savaşı’nı ve Mustafa Kemal’i iyi anlamayı sağlayan bir hazine..

Şimdilerde hep, Osmanlı Devleti ve Padişah Vahideddin yanlısı hocaların Ankara aleyhindeki fetvaları hatırlanıyor, hatırlatılıyorsa da, Mustafa Kemal de, fetva silahından sonuna kadar yararlanmış bulunuyordu.

Falih Rıfkı, durumu şöyle özetlemektedir:

 

“Halifenin fetvalarına göre Topal Osman’lar, Demirci Efe’ler ve Çerkez Ethem’ler asi, Anzavur’lar kahraman, Anadolu hocalarının fetvalarına göre de Mustafa Kemal ve Büyük Millet Meclisine karşı koyanlar asi, onları [asileri] vuranlar kahramandı.“

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 47.)

 

Sonradan, Mustafa Kemal de, Çerkez Ethem gibiler hakkında “Halife” gibi düşünmeye başlayacak, onları asi ve hain ilan edecekti.

Falih Rıfkı, “Niçin, nizamlı ordu millî dayatış hareketlerine hâkim olabilmek için Kuvay-ı Milliye çetelerine vurmak lâzım gelmiştir?” sorusunu yöneltir. (Atay, Çankaya III, s. 48.)

Nizamlı (düzenli) ordu ve onun komutanı Mustafa Kemal, “millî” direniş hareketleri üzerinde hâkimiyet kurabilmek için, düşmandan önce, onları “vurmuştur”.

*

Evet, aslında Mustafa Kemal önce, “nizamlı ordu” diye birşey yokken, Kuva-yı Milliye (Millî Kuvvetler) eliyle, kendisinin otoritesini tanımayan ve adlarına “isyancılar” denilen grupları “vurmuştur”.

Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “1920-1921 yılı arasındaki yer yer ayaklanmalar, bu çete kuvvetleriyle bastırılmıştır”. (Atay, Çankaya III, s. 49.)

Bu arada nizamlı ordu oluşturulmuş, onlar yeterli güce ulaşınca da, “vurulma” sırası Kuva-yı Milliye’ye gelmiştir.

İngilizler’in Milne Hattı sayesinde (ki, geçici bir Türk-Yunan sınırı durumundaydı), sıra hâlâ Yunanlılar’a gelmiş değildi..

İngilizler, “Şu Mustafa Kemal’in defterini dürmenin tam sırası, Anadolu’da ona isyan etmiş bir sürü grup var, kargaşa hâkim, Kemal’in elinde kuvvet de yok, Yunan’ı bir bırakırsak bir ayda taa Erzurum’a giderler. Ne Ankara kalır, ne TBMM” demiyorlar.

Demiyorlar.. Salaklar ya!

Aynı şekilde Yunan ordusu da, “Ya hu biz buraya sadece İzmir, Aydın ve Manisa’da beklemek için mi geldik.. Elimizde fırsat varken yürüyüp gidelim” demiyorlar.

Diyemiyorlar. Çünkü, İngiliz General Milne, kendi adıyla bir hat/sınır çizip, “Burayı geçemezsiniz, bekleyeceksiniz!” demiş durumda.

Emir “büyük yer”den.

İngilizler, Mustafa Kemal “iç isyanları” bastırana kadar böyle bekliyor, ve Yunan’ı da bekletiyorlar.

İç isyanlar bastırıldıktan, idam korkusuyla da olsa herkes “Mustafa Kemal’in vatanı kurtaracağına” iman etmek zorunda kaldıktan sonra İngilizler, Mustafa Kemal’in barış masasındaki temsilcisi yahut avukatıymış gibi Yunan’a, “Kardeşler, kavgaya ne lüzum var, lütfen medenî olalım; biz ordunun medenî, barışçı ve aynı zamanda centilmen olanını severiz, artık işi bize bırakın” diyorlar.

Falih Rıfkı’dan dinleyelim:

 

“Haziranda İngiliz nazırları (bakanları), Türk – Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.”

(Atay, Çankaya III, s. 82.)

 

“Mustafa Kemal’i durdur, bitir!” diyerek Vahideddin‘in ensesinde boza pişirmiş, onu, “vatanı kurtarmak için Anadolu’da ter döken kahraman Mustafa Kemal’le uğraşan” bir vatan haini ve İngiliz işbirlikçisi konumuna düşürmüş olan İngilizler, ne hikmetse, Yunan ordusuna, “Bu Halife-Sultan Vahideddin’in şahsında Osmanlı Devleti‘ne sadakat gösteren Anadolu’daki gruplar Mustafa Kemal’le baş edemediler.. Haydi aslan parçaları, şimdi sıra sizde, Vahideddin‘in adamları birşey yapamadıysa siz varsınız, yürüyün Ankara’ya! İlk hedefiniz Karadeniz, asın, kesin, parçalayın!” demiyorlar.

Gayet halim selim, barışçı bir tavırla Yunan’a, “Tamam senin rolün bitti.. İzmir’e çıkman yüzünden vatanı kurtarmak için Samsun’a çıkan Kemal, Osmanlı Devleti’ne sadık kalan vatan hainlerinden vatanı kurtardı, bir de sizden kurtarmasına gerek kalmadı” dercesine, “İşi bize bırak!” diyorlar.

Ancak Yunan komuta kademesi bunu kabul etmiyor.

Çünkü, İngilizler’in aksine, Mustafa Kemal’le aynı otelde, Pera Palas‘ta kalma, karşılıklı kahve ikramında bulunup meşhur Türk kahvesini birlikte höpürdetme şerefine nail olamadıkları için, onun nasıl eşsiz ve değerli bir “düşman” olduğunu bilmiyorlar.

*

Evet, İngilizler’in Milne Hattı, Mustafa Kemal’e hem “Vahdettinci hainler”den, hem de Kuva-yı Milliye “çete”lerinden kurtulma imkânını vermiş, ihtiyaç duyduğu zamanı ona bol bol sağlamıştı.

Uygun zaman gelince, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Mustafa Kemal Paşa ordu ile çeteler arasında bir çatışma için hazırlanılmasını emretti (Atay, Çankaya III, s. 60).

Falih Rıfkı durumu şöyle özetlemektedir:

 

“İçlerinden yalnız Topal Osman kuvveti Mustafa Kemal’in muhafız kıt’ası olarak İzmir zaferinden biraz sonraya kadar ayakta kalmıştır.”

(Atay, Çankaya III, s. 48.)

 

Ancak, Topal Osman da, uygun zaman gelince, “vurulmak”tan kurtulamamıştır:

 

“Karadeniz kıyılarının bu destan kahramanı, sonuna kadar Mustafa Kemal’e bağlı kalan, çetesinin adamlarına Çankaya’da ve köşkle şehir arasındaki yolda nöbet bekleten Topal Osman da, en sonunda, nizamlı ordunun kıt’a komutanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur.”

(Atay, Çankaya III, s. 48.)

 

Falih Rıfkı, söz konusu çeteler için şunları söylemektedir:

 

“Kuvay-ı Milliye çetelerinin başında kahramanlar da, haydutlar da, sahtekârlar da bulunmuştur. Kahramanlardan pek çoğunun adı unutulmuştur. Bunlar görevlerini bitirince yuvalarına çekilmişler, zaferden sonra da ne edebiyattan, ne devletten hizmetlerinin ödenmesini istememişlerdir.

(Atay, Çankaya III, s. 49.)

 

Ancak, Falih Rıfkı, aynı şeyleri, nizamlı ordunun başındakiler için söylememektedir. “Nizamlı ordunun başında kahramanlar da, haydutlar da, sahtekârlar da bulunmuştur. Kahramanlardan pek çoğunun adı unutulmuştur.Bunlar görevlerini bitirince yuvalarına çekilmişler, zaferden sonra da, hizmetlerinin bedelinin ne edebiyatçı taifesinin şiir, roman, hikâye ve piyeslerindeki övgüler ve yüceltmelerle ödenmesini beklemişler, ne de devletten, hizmetlerinin karşılığı olarak önemli görevlere konma, heykellerinin yapılıpresimlerinin biryerlere asılması, kendilerine saray ve köşklerde yaşama imkânının tanınması gibi imtiyazlar elde etmişlerdir” dememektedir.

Başka birşeyi söylemektedir:

 

“Mustafa Kemal son derece hesapçı idi ve bir başarı hesapçısı idi.” (Atay, Çankaya III, s. 48.)

 

Bu sözler, fanatik bir Atatürkçünün, Soner Yalçın‘ın, Yaşar Nuri Öztürk adlı ilahiyat profesörünün ardından yaktığı ağıtla birlikte hatırlanmayı hak etmektedir:

 

“Üstadımız Uğur Dündar‘ın Halk Arenası programında [Yaşar Nuri Öztürk] kulağıma eğilip ‘çok sevineceğin bir kitap yazacağım; Che‘yi anlatacağım’ demişti.
“Dediğini yaptı.
 ‘Kur’an Penceresinden Özgürlük ve İsyan kitabını çıkardı; ve Che‘ye ithaf etti.
“Şöyle yazdı:
“Che, ‘Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et. İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür sürer. Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır. Bu dünyada bırakabileceğin en iyi miras dürüstlüktür der. Che‘nin bu ölümsüz sözlerinin altına hak ederek imza atabilecek bir tane dinci bulun da görelim! O imzayı atacak dindar bulursunuz ama bir tek dinci bulamazsınız.”

 

O sözlerin altına, aslında, herkes imza atardı.

Zor olan, imza atmak değildi.. Yaşamaktı..

Mustafa Kemal de, ardında çok önemli bir miras bırakmıştı.. “Son derece hesapçılığı” ile “Mustafa Kemal dürüstlüğü”nü..

Nasıl, bir “Atatürk milliyetçiliği” olabiliyorduysa, nev’i şahsına münhasır bir “Mustafa Kemal dürüstlüğü” de olabilmeliydi.

Bu hesapçılık ve özel dürüstlükte, Che’nin sözünü ettiği şekilde bir “kaybetme” seçeneği de yoktu.

Bu, bir “kaybetmeme garantili dürüstlük”tü ve hesapçılıkla atbaşı gidiyordu.

*

Evet, iç isyanlar bastırılıp “yeni devlet”in “tek dayanağı” olan “vatanı kurtarma” işine sıra geldiğinde, Mustafa Kemal, bu özel dürüstlük ve hesapçılık çerçevesinde, cepheden uzak durmak, savaşı Ankara’da masa başından idare etmek istemişti.

Ancak, bu “masa başı komutanlığı” işe yaramamıştı.

Haziran 1920 sonlarında, TBMM’nin açılışından iki ay sonra, Milne Hattı işlevini yitirip Yunanlılar taarruza geçince, 70 bin kişilik Türk ordusu yenilgiye uğrayıp geriye çekilmiş ve sadece 30 bin kişilik bir kuvvet Sakarya’nın doğusunda mevzilenebilmişti. (Atay, Çankaya III, s. 492-3.)

Evet, 70 bin kişilik ordu mağlup olduğu gibi, asker sayısı da 30 bine düşmüştü..

40 bin kişi kayıptı..

Yunan ordusu Ankara’nın burnunun dibine gelmişti..

Peki, o güne kadar cepheye adımını bile atmamış, Ankara’da oturup sağa sola emir vermiş bulunan kahraman Mustafa Kemal, bu kritik aşamada, millete, orduya, Mehmetçitlere cesaret vermek için ne yapmıştı?

Hemen cepheye mi koşmuştu? “Tutmayın beni, Ankara’da bir saniye bile oturmak bana yakışmaz” mı demişti?

Meclis kürsüsüne çıkıp, “Ya istiklal ya ölüm! Yunan ordusu benim cesedimi çiğnemeden Ankara’ya asla giremez” mi demişti?

Hayır, etrafındaki yakın adamlarıyla, TBMM’yi Kayseri’ye taşıma kararı almıştı.

Cepheye gitmek, ordunun başına geçmek gibi bir niyeti de yoktu..

Bazı milletvekilleri (mebuslar), “Git ordunun başına geç!” diyecekler, buna karşı acayip sinirlenecek, TBMM’de tam dört gün “Gidersin, gitmezsin” tartışması yaşanacaktı.

*

Tarihte benzer durumlarda diğer liderler nasıl davranmışlardı?

Mesela Romen Diyojen 200 bin kişilik ordusuyla Malazgirt’e geldiğinde Sultan Alparslan Muhammed (Asıl adı Muhammed’dir), askerinin çok az oluşu nedeniyle barış teklif etmiş, Bizans İmparatoru ise elçileri kovmuştu. Selçuklu başkentinde kışlayacağını söylemişti.

Sultan Alparslan, komutanlarına ve askerlerine, “Siz cephede durun, savaşın, ben her ihtimale karşı başkenti doğuya taşıyayım, hadi bana müsaade” anlamına gelecek bir teklifte bulunmamıştı.

Bir başka örnek Yavuz Sultan Selim.. Şah İsmail’in üzerine yürüdüğünde, vezirlerin de kışkırtmasıyla Yeniçeri taifesi ayak diretmiş, başkente geri dönmek istemişler, hatta Sultan’ın çadırına kurşun sıkmışlardı. Yavuz Sultan Selim ise, “Tek başıma da olsam gideceğim” demişti.

Diğer bir örnek Fatih Sultan Mehmet.. Belgrat kuşatmasında işler ters gidip düşman galip gelmeye başladığında yanındakilerin ısrarlarına rağmen geri çekilmeyi kabul etmemiş, “Bu, sıngınlık (yenilgi) alâmetidir” demiş, yerinde durmuş, otağına kadar gelen düşmanla bizzat kendisi çarpışmak zorunda kalmıştır. Ve kalçasından yara almıştır. Halbuki, ordusunun firar halinde olduğunu görmekteydi. Boğdan‘a yapılan bir seferde hücum emri verdiği Yeniçeriler düşmanın yoğun tüfek ve top atışı karşısında beş on adım atıp yere yattıklarında, atını tek başına düşmanın üzerine dörtnala sürmüş, böylece ordu cesarete gelip arkasından gitmiştir.

Yunan ordusu Ankara’ya yaklaştığında Mustafa Kemal, vatanı kurtarmak için Samsun’a çıkmış olan Mustafa Kemal, kendisine yapılan Kayseri’ye çekilme teklifini “Bu, yenilgi alâmetidir” diyerek reddetmiş değildi. Tam aksine, bu teklifin sahibi bizzat kendisi ve kurmaylarıydı.

Ve Meclis, Mustafa Kemal ile yakın adamları tarafından önemli bir bölümü “bozguncu” diye nitelenen Meclis, bu Kayseri’ye çekilme (ya da kaçma) teklifini reddetmişti.

(Devamı için bakınız: 

https://tenbih.wordpress.com/2018/05/18/kurtulus-savasinin-cok-kisa-bir-gercek-tarihi-8/)

 

 

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ÇOK KISA BİR “GERÇEK TARİH”İ (6)

İNGİLİZLER’İN MİLNE HATTI İLE YUNAN’I DURDURMASI SAYESİNDE MUSTAFA KEMAL, BAŞLANGIÇTA YUNAN’LA DEĞİL, KENDİSİNİN VATANI KURTARACAĞINA İMAN ETMEYENLERLE SAVAŞMIŞTI..

MUSTAFA KEMAL’İN VATANI KURTARACAĞINA İMAN ETMEZSENİZ KATLİNİZ VACİPTİ (BURADA VACİP KELİMESİ İSLAM HUKUKU TERİMİ OLARAK DEĞİL, SÖZLÜK ANLAMINDA KULLANILMIŞTIR)

MUSTAFA KEMAL’İN VATANI KURTARACAĞINA İMAN ETMEYİP ONU SORGULAYANLAR, “BEN FİKRİ VE VİCDANI HÜR BİR BİREYİM” DİYENLER, OTOMATİK OLARAK VATAN HAİNİ SAYILIYORDU..

EVET, FALİH RIFKI’NIN İFADESİNE GÖRE, BAŞLANGIÇTA YUNAN SALDIRISI “SÖZDE”DİR..

“SÖZDE”DİR, ÇÜNKÜ, İNGİLİZLER “MİLNE HATTI” İLE YUNAN’I DURDURMUŞLARDIR..

ANADOLU İÇLERİNE YÜRÜMELERİNE İZİN VERMEMEKTEDİRLER..

BU ARADA MUSTAFA KEMAL, VATANI YUNAN’DAN DEĞİL, KENDİSİNE İMAN VE İTAAT ETMEYEN VATANDAŞLARDAN KURTARMAK İÇİN SAVAŞMAKTADIR..

BUNUN İÇİN DE YUNAN KARŞISINDA MEVZİLENMİŞ OLAN MİLİS GÜÇLERDEN YARARLANMAKTA, “ŞİMDİ YUNAN’LA UĞRAŞMANIN SIRASI DEĞİL” DEMEKTEDİR..

MUSTAFA KEMAL’E İMAN ETMEMENİN CEZASI ÖLÜMDÜR..

 

demirci efe ile ilgili görsel sonucu

 

çerkez ethem ile ilgili görsel sonucu

çerkez ethem ile ilgili görsel sonucu

demirci efe ile ilgili görsel sonucu

demirci efe ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

İlgili resim

İlgili resim

İlgili resim

çapanoğlu camii ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

çapanoğlu camii ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

istiklal mahkemeleri ile ilgili görsel sonucu

istiklal mahkemeleri ile ilgili görsel sonucu

istiklal mahkemeleri ile ilgili görsel sonucu

 

İstiklal Harbi boyunca Mustafa Kemal’in şansının olağanüstü boyutlarda yaver gittiği, İngilizler’in de, bu şansın yaver gitmesine yol açacak şekilde, kendilerinden hiç beklenmeyen bir sakarlık ve salaklıkla hareket etmiş oldukları görülmektedir.

Dolayısıyla, Mustafa Kemal’in en büyük şansı aslında İngilizler’in bu beklenmedik ve umulmadık beceriksizlik ve salaklığıydı.. İngilizler’di..

Şairin, “Bütün sürgünlerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği” dediği gibi, Mustafa Kemal’in diğer bütün şanslılıkları da, bir bakıma bu şansın bir süreğiydi.

İngilizler, Yunanlılar’ı Milne Hattı (geçici Türk-Yunan sınırı) ile Ege’de durdurmamış, 1920 Haziranı’nın sonlarına kadar Ege’de beklemek zorunda bırakmamış olsalardı, Anadolu içlerine yürümelerine izin verselerdi, Mustafa Kemal’in Anadolu’daki “kendisinin liderliğini kabul etmeme” anlamına gelen isyanlarla baş etmesi mümkün olmazdı.

*

Mustafa Kemal, Çerkez Ethem örneğinin de gösterdiği gibi, halkın düşmanla savaşmasını yeterli görmüyor, onlara, kendisine itaat ve bağlılığı, vazgeçilmez bir şart olarak dayatıyordu.

Hatta, vatanı savunmaktan da önde gelen bir şart olarak..

Bunun için Meclis’te İhanet-i Vataniyye (Vatana İhanet) Kanunu çıkartılmış ve İstiklal Mahkemeleri kurulmuştu.

Vatanı kurtarmak için düşmanla savaşma diye birşey henüz yoktu, cephede tek bir kurşun bile atılmamıştı, sadece vatanı, “Mustafa Kemal’e boyun eğmeyen vatan hainlerinden” kurtarma savaşı vardı.

Mustafa Kemal’e tabi olmayı kabul etmediğiniz anda otomatikman vatan haini oluyordunuz.

Vatan için düşmanla savaşıyor olsanız bile durum buydu.

Mustafa Kemal’e “iman etmeme”nin cezası ölümdü.

Çünkü, vatanı kurtarmak için düşmana karşı cephede henüz hiçbir şey yapmamış olan Mustafa Kemal’in vatanı kurtaracağına iman etmemek vatana ihanetti, ve idamlık bir suçtu.

*

Maraş, Urfa ve Antep, Fransızlar’a karşı kendi başlarına savaşmış ve kendilerini kurtarmışlardı.

Beri tarafta ise, İngilizler’in Milne Hattı, Mustafa Kemal’e, sadece iç isyanlarla uğraşma fırsatı ve zamanı kazandırmamış, aynı zamanda, Ege’deki savaş tecrübesi olan çeteleri bu gaye doğrultusunda kullanma imkânı da vermişti.

Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Ayaklanmalara karşı Çerkez Ethem ve Demirci Efe gibi zorbaları kullanmaktan başka da çare yoktu”. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 26.)

Evet, Çerkez Ethem ve Demirci Efe gibi isimlerden istenen, Yunan‘a karşı savaşmaları, vatanı kurtarmaya çalışmaları değildi.

Yunan’ı İngilizler, Milne Hattı ile durdurmuş bulunuyorlardı. İzmir, Aydın ve Manisa şimdilik onlarda kalabilirdi.

Vatanı, Mustafa Kemal’in vatanı kurtaracağına iman etmeyenlerden kurtarmak gerekiyordu.

Bunun için de Çerkez Ethem ve Demirci Efe gibi “zorba”ların yardımına ihtiyaç vardı.

Ege’de vs. Mustafa Kemal’e biat etmeyenleri cezalandıran Çerkez Ethem ve Demirci Efe gibiler, vatanı savunan kahramanlar veya hiç değilse sıradan vatanseverler değildiler. Zorbaydılar.

Kendisine itaat etmeyenleri vatana ihanetle suçlayan ve İstiklal Mahkemeleri eliyle ipe gönderen Mustafa Kemal ise, henüz düşmana bir tek kurşun bile sıkmamış olsa da, zorba değildi, kahramandı, vatanseverdi.

Mustafa Kemal’in adam öldürmesi zorbalık değildi.

*

İngilizler’in kendilerinden beklenmeyen ve umulmayan bir salaklık ve sakarlıkla aldıkları kararlar sonucunda şansın ve bahtın zirvesinde yaşayan Mustafa Kemal, Milne Hattı sayesinde, asıl işi Yunan’la savaşmak olan Çerkez Ethem ve Demirci Efe gibi “zorbaları”, kendisine yönelik isyanları bastırmak için kullanabilmişti.

Mesela, Yozgat’taki Çapanoğlu isyanını bastıran (Ki Osmanlı’daki âyanlardan olan bu Çapanoğlu sülalesi, 18’inci yüzyıldan beri Yozgat, Kayseri ve Sivas havalisini fiilen yönetmekteydi), Çerkez Ethem’di.

Çapanoğlu’nun topladığı köylü ve çiftçilerin, Çerkez Ethem’in savaş tecrübesi olan deneyimli çetesi karşısında tutunması mümkün değildi.

İngilizler’in Mustafa Kemal’e armağanı sayabileceğimiz Milne Hattı sayesinde “zorba” Çerkez Ethem, Ege’deki cepheyi terk edebiliyor, Yozgat’taki vatan haini isyancılarla savaşabiliyordu.

Onlar vatan hainiydi, çünkü Mustafa Kemal’in vatanı kurtaracağına iman etmemişlerdi.

*

Evet, “salak ve sakar” İngilizler sayesinde Mustafa Kemal, Yunanlılar karşısında kendisini güvende hissediyordu.

Onun Yunan’dan yana endişesi yoktu.

O, kendisinin “önderliğine” iman etmeyen hain ve gafilleri “zorla”, idam tehdidiyle iman ettirme savaşı veriyordu.

Falih Rıfkı, şunları yazmaktadır:

 

“Düzce-Bolu bölgesi temizlenmiştir, ama, Yozgat ve çevresi ayaklanması tehlikeli bir hâl almıştır. Oraya da Ethem’i göndermek şart. Ethem, kuvvetlerinin bir kısmını Salihli cephesine gönderir. Sözde Yunan ordusu saldırmak üzeredir de onu geri çevirecek. Ankara bu kuvvet yollanışını duyunca telâşa düşer.”

(Atay, Çankaya III, s. 29.)

 

Kısacası, o sıralarda, İngilizler sayesinde, aslında bir Yunan saldırısı bulunmamaktadır.

Yunan saldırısı, sözdedir.. “Sözde Yunan saldırısı” söz konusudur.

Ankara, bir Yunan saldırısının söz konusu olmayacağından emin olduğu için, böyle bir saldırı için telâşlanmaya gerek duymamaktadır.

Tam aksine, bir Yunan saldırısı olursa diye alınan tedbirden dolayı telâşa kapılmaktadır.

Vatanı Yunan’a karşı savunma düşüncesi, Ankara’yı telaşlandırmaktadır.

Bu, çok ilginç ve sıradışı bir vatanseverlik ve vatan savunması anlayışıdır.

Bu vatanseverlik, en az İngilizler’in salaklık ve sakarlığı kadar beklenmedik ve umulmadık bir vatanseverliktir.

Bu yeni icat vatanseverliğe göre, mevzubahis olan Mustafa Kemal’e iman ve itaat ise, vatan savunması hazırlığı da teferruattır.

*

Ankara’ya göre, Ethem’in, “vatanı savunmak” için cephede bulunmasına hiç gerek yoktur.

Falih Rıfkı, Çerkez Ethem’le yapılan özel toplantı hakkında şunları söylemektedir:

 

“İsmet Bey durum üzerine bir açıklama yaptı. Ethem:

– Buraya gelişim bence önemsiz sizce önemli. Yozgat isyanı hakkında bilgi edinmek, Yunan cephesi ile mi Yozgat’la mı uğraşmak daha gerekli olduğuna karar vermektir, dedi.

“Ethem’in anlattığına göre, Mustafa Kemal Paşa hiç ses çıkarmamakta. Fevzi Paşa ya İsmet Bey’e, ya Ethem’e hak vermektedir. Ama Fevzi Paşa’ya göre bir Yunan saldırısı henüz beklenemez. İsmet Bey’e göre isyan bastırılmadan ne Ethem, ne kuvvetleri cepheye dönmemelidir.”

(Atay, Çankaya III, s. 30.)

 

“Zorba” Çerkez’e verilen görev, Anadolu’daki herkesin Ankara’ya, yani Mustafa Kemal’e iman ve itaat etmesini sağlamasıdır.

Ona bu fırsatı veren de, İngilizler’in Milne Hattı’dır.

Çünkü, “Mustafa Kemal’i boğmak isteyen, bunun için de hain Vahideddin’i kullanan” İngilizler, tescilli salaklar oldukları için, Çerkez Ethem gibilere, Anadolu’da Mustafa Kemal’in otoritesini kurma fırsatını altın tepsi içinde sunmuşlardır.

Komplo yoktur.. Bütün sebep, Mustafa Kemal’in olağanüstü şansı ve bahtı, ve de İngilizler’in akla havsalaya sığmayan beceriksizlik, acemilik, sakarlık ve salaklığıdır.

Mustafa Kemal, sonradan defterini düreceği Çerkez’i, o toplantıda, sadece “hiç ses çıkarmadan“, yani itirazda bulunmadan dinlemekle yetinmez, aynı zamanda “haksız bulmadığını” söyleyerek onaylar da..

Falih Rıfkı, şunları söylemektedir:

 

“Sonra kendisi Yozgat’a giderse içlerinden birinin cephe işlerini üstüne almasını şart koştu. Mustafa Kemal Paşa Yozgat hareketi devam ettiği kadar (sürece) Fevzi Paşa’nın cephe işleri ile uğraşması(nın) uygun olacağını söyledi: Şikâyetlerinizde haksız değilsiniz, ama milletvekillerinden birtakımının nasıl fenalıklar çevirdiklerini, birtakımının da İstanbul hükûmeti tarafını tuttuklarını bilmiyorsunuz. Çoktan beri çıkarmaya çalıştığımız İhanet-i Vataniyye Kanunu’nu [Vatana İhanet Yasası’nı] Meclisten geçirinceye kadar göbeğimiz çatladı. Karşı taraf da çalışmalarımızı felce uğratmak için her şeyi yapıyor. Son fetvaları ve fesatları ile az çok edindiğimiz kuvvetleri dağıtmışlardır. Faaliyetlerimiz bu yüzden sekteye uğramıştır. Onun için sizi cepheden çağırmak zorunda kaldık,’ dedi.”

(Atay, Çankaya III, s. 30-1.)

 

Şair’in, “Bütün suç bende değil, göklerden gelen bir karar vardır” dediği gibi, bütün keramet Mustafa Kemal’in durumları ve fırsatları çok iyi kullanmasından kaynaklanmıyordu.

Hepsinin temelinde, İngilizler’in bir Milne Hattı kararı yer alıyordu.

Milne Hattı; Çerkez Ethem ve Demirci Efe gibi “zorbalar“a, vatanı Yunan’a karşı savunmak yerine, Anadolu’yu Mustafa Kemal’in idaresi altına sokmak için, “Osmanlı Devleti’ne sadakatini koruyanları” tepeleme imkânını veriyordu.

“Çıkarılması göbek çatlatan” Vatana İhanet Kanunu da, sonradan, Çerkez Ethem gibi zorbalar sayesinde asker toplayan Ankara’nın, bu askerler ile, “hain” Çerkez gibilerin üzerine yürümesine hizmet edecekti.

“Samsun’dan doğan Güneş” Mustafa Kemal, vatanı, düşmandan değil, kendisine iman ve itaat etmeyen “bozguncu takımı“ndan, “zorbalar” eliyle kurtarmaktaydı.

Millet iradesini temsil eden milletvekillerinin “birtakımı” da fenalık çevirmekteydi. Yani “millet iradesi” kısmen fenalık anlamına geliyordu. Bir başka “birtakımı” da, ettiği yemine sadık kalarak, Osmanlı Devleti’ne, Osmanlı hükûmetine bağlılığını korumaktaydı.

Bu yüzden, Falih Rıfkı’nın dediği gibi, “Mecliste bozguncu takımının fesatlarını durdurmak lâzımdı” (Atay, Çankaya III, s. 29.)

*

Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindi, ama, Mustafa Kemal açısından fenalık anlamına gelmeme şartıyla ve Osmanlı Devleti hükûmetine sadakat göstermeme kaydıyla.

Hakimiyet, Mustafa Kemal’e kayıtsız şartsız iman ve itaat etmek kaydı ve şartıyla, kayıtsız ve şartsız milletindi.

Bu yüzden, Cumhuriyet kurulduktan sonra, hakimiyet, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalma kaydı ve şartıyla, kayıtsız ve şartsız olarak milletin olacaktı.

Peki ya, “yerlerin ve göklerin yaratıcısı Allahu Teala’nın (c.c.) ve O’nun elçisi Yüce Peygamber-i Zîşan’ın (s.a.s.)” ilkelerine bağlı kalmak şartıyla hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olması?..

O, irtica idi.

Devamı için bakınız: 

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN ÇOK KISA BİR “GERÇEK TARİH”İ (7)

 

https://salabet.wordpress.com/2016/07/07/ataturkun-has-adami-falih-rifki-onu-nasil-tanitiyor-5/