MURAT BELGE’NİN CEVAP ARADIĞI SORU: MUSTAFA KEMAL (ATATÜRK), İNGİLİZ AJANI MIYDI?

 

Korkunç iftira: Türkiye Gazetesi yazarı, Atatürk'ün 'ajan ...

Korkunç iftira: Türkiye Gazetesi yazarı, Atatürk'ün 'ajan ...

 

T24.com yazarı Murat Belge, 10 gün önce bu konuyu yazısına taşıdı.

Murat Belge, Cumhuriyet’in ilk yıllarının “seçkin”lerinden Burhan Belge‘nin oğlu..

Burhan Belge’nin kim olduğu aklınızda kalmamış olabilir, fakat Atatürk’ün sohbet halkasındaki kadınlardan şu meşhur film yıldızı Zsa Zsa Gabor‘un kocası olduğunu söylersem “Haa, o mu?” diyeceğinizi tahmin ediyorum.

*

Belge, şunları yazdı:

 

Biri, bir jandarma astsubayı kalktı, Atatürk’ün “İngiliz ajanı” olduğunu söyledi. Olayların akışına şöyle bir göz atıldığında, akla, mantığa uyacak bir yanı yok. Mustafa Kemal gibi bir ajanı olan Britanya niçin yıllar boyu Yunanistan’ın Anadolu’da varlığını destekledi? Niçin İstanbul hükümetinin idam fermanı çıkarmasına, Anzavur isyanına göz yumdu? 

Britanya’da hükümetin tutumuna rağmen Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesinden yana olanlar vardı. Bunların başında “Intelligence”ta çalışan Herbert Aubry gelir. Eski “Birikim“in ikinci sayısında onun “Ben Kendim” diye Türkçe bir adla yayımladığı otobiyografisinden, ahbap olduğu Talat Paşa’yla son görüşmelerinin hikâyesini yayımlamıştık. Orada Talat Türkiye yerine Yunanistan’ı desteklemekle Britanya’nın Komünist Rusya’ya karşı yeterince güçlü cephe kurmadığı için Lloyd George politikasını eleştirir, Aubry de buna hak verir.

Gal kökenli Lloyd George bir “liberal”dir. Antik Yunan medeniyetine hayrandır ve doğal olarak sempatisi Yunanistan’dan yanadır. Batı’nın Osmanlı’ya karşı sevgisizliğinin bir önyargı olduğunu söyleyip dururuz da, 1915 Kıyımı herkesin zihnindedir. Dolayısıyla Lloyd George ve Asquith vb., yani “liberaller”, antipatilerinin bir “önyargı” olduğunu herhalde düşünmüyorlardı. Ama onların tavrını benimsemeyen Britanyalılar da -az da olsa- vardı. Aubry’nin “Türk dostluğu” herhalde yalnız “reel-politik” gereği değildi.

Atatürk, “İngiliz ajanı” olduğuna hükmettirecek ne yaptı? “Kapitalizmden yanaydı” mı diyeceğiz? O zaman bu ülkede birkaç milyon İngiliz ajanı var demektir. “Ülkeyi Batılılaştırdı” mı diyeceğiz? Birkaç milyon da bu eder. Ama herhalde kafasında bu “komplo”yu kuran kişinin asıl derdi bu. “Batı, Batı” dediğine göre, İngiliz ajanıdır.

Gerçi, böyle ilkel bir zihniyeti olduğunu düşünmediğimiz Kemal Tahir’in de (“Yorgun Savaşçı“da) aynı anlama gelen imaları vardır. “İngiliz, kimi gönderdiğini bilmez mi?” yollu sözler eder. Ama Kemal Tahir’in de böyle şaşırtıcı “buluş”lar yapmaya, durduramadığı bir merakı vardır. Kimsenin görmediği bir şeyi görmeyi çok sevdiği için gördüğüne kendini inandırır da. Ayrıca, Kemal Tahir’in- hele Asyai üretim tarzı buluşunu yaptıktan sonra- oldukça koyu bir “Batı fobyası” oluşmuştur. Onun için yalnız Atatürk’ü değil, Türkiye’nin hayli uzun Batılılaşma serüveninde payı olan herkese böyle bir gözle bakmaya başlamıştır.

Ayrıca “komplo teorisi üretimi“nin bu toplumda ne kadar popüler bir spor olduğunu da düşünmeliyiz. Birçok Türk Marksisti’ne göre “tarihin motoru” aslında Marx’ın dediği gibi “sınıf mücadelesi” değil, komplodur.

 

Murat Belge’nin sözleri böyle..

*

Birisi kalkıp “Mustafa Kemal İngiliz ajanıydı” demekle, Mustafa Kemal’in ajan olduğunu ispatlamış olmaz.

Sadece bir iddiada bulunmuş ya da kendi kanaatini dile getirmiş olur.

Bizim bu yazımızın amacı, Atatürk’ün ajan olduğu ya da olmadığı yönünde bir ispat çabası içine girmek değil.

Dikkat çekmek istediğimiz husus şu: İddia etmek, ispat etmek olmadığı gibi, Murat Belge’nin akıl yürütüşü de, aksi yönde bir ispat için yeterli değildir.

*

Ajanlık gibi olgular, salt “olayların akışı” ile izah edilemez.

Bununla birlikte, İngiltere (Britanya) – Yunanistan – Mustafa Kemal (Ankara Hükümeti) ilişkilerinin seyri, Murat Belge’nin ifade ettiği gibi değil.

Yunanlıların İzmir’i işgali, Mustafa Kemal henüz Anadolu’ya adımını atmamışken gerçekleşti. 15 Mayıs 1919’da..

Bir gün sonra Mustafa Kemal Samsun‘a doğru yola çıkarıldı.

Çünkü, Yunanlılar’ın Anadolu’ya yaptığı çıkarma, Padişah Vahideddin’i ve Hükümet’i telaşa düşürdü.

Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gitmesi ve Erzurum Kongresi‘ni toplaması, orada birtakım kararlar açıklaması, zannedilenin aksine, İngilizler’i telaşa düşürmedi.

Tam aksine,  Erzurum Kongresi 7 Ağustos’ta bittikten üç gün sonra, 10 Ağustos 1919 tarihinde İngiliz Generali Milne, Yunan Orduları Başkumandanlığı’na, işgalleri altındaki sınırdan ileriye geçmemeleri emrini verdi.

Bu sınır, Milne Hattı diye bilinmektedir.

*

Peki Yunanlılar bu Milne Hattı’nın ilerisine yürümeye ne zaman başladılar?

Mustafa Kemal sırasıyla Sivas Kongresi‘ni topladıktan, sonra Ankara’ya gittikten, ve de 23 Nisan 1920 günü TBMM‘yi açtıktan sonra..

22 Haziran 1920 tarihinde, yani TBMM açıldıktan iki ay sonra..

Yani İngilizler, Yunanlılar’ı 10 aydan fazla bir zaman beklettiler.

Bu noktada, “Mustafa Kemal hazır olmadığı için mi?” sorusunun akla gelmemesinin nasıl sağlanabileceğini şahsen ben bilemiyorum.

Bildiğim şu, zihinlere ambargo koymak mümkün değil.

*

İngilizler, Yunanlılar’ı desteklemediler.

Ya ne yaptılar?

Atatürk’ün sofrasının müdavimlerinden (ve de milletvekili yaptığı şahıslardan) Falih Rıfkı Atay şunu yazıyor:

 

“Haziranda [1920] İngiliz nazırları [bakanları], Türk – Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderekYunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 82.)

 

Yani durum, Murat Belge’nin zannettiği gibi değil.

*

“[İngiltere] Niçin İstanbul hükümetinin idam fermanı çıkarmasına, Anzavur isyanına göz yumdu?” sorusu da, “gizli servis mantığı” ile düşünen birisi için fazla bir anlam ifade etmez.

Tekrar belirtelim, bu yazı, Atatürk’ün ajan olmadığını ya da olduğunu ispatlamak gibi bir gaye taşımıyor.

Murat Belge gibi isimlere, Atatürk’ü savunmak için bu tür akıl yürütmelerde bulunmalarının bir faydası olmadığını anlatmaya çalışıyoruz.

Gizli servis mantığı” dedik (Mantığı kelimesinin yerine yöntemi, taktiği vs. gibi bir kavramı da koyabilirsiniz).. MİT ajanlarından Mahir Kaynak‘tan öğrendiğimiz birşey var: Gizli servis operasyonlarında eylemin kendisi değil, sonucu ve kime yarayacağı, nasıl bir etki uyandıracağı önemlidir.

Ayrıca, gizli servislerin bazen ajanlarının bazı şeylere katlanmalarına göz yumduklarını da biliyoruz. Bu, istihbaratçılığın/ajanlığın doğasında/fıtratında var. Gizli servisler, plan ve projelerinin tamamlanması için birçok şeye göz yummak zorunda kalırlar.

Mesela, 1971 yılında darbe girişimini açığa çıkaran Mahir Kaynak‘ın diğer darbecilerle birlikte hapse girmesine MİT göz yummak durumundaydı.. Mahir Kaynak da bunu tercih ediyordu. Teamül böyleydi..

Konuya dönersek, İstanbul’da verilen idam fetvası Mustafa Kemal için sinek vızıltısıydı.. Ona bir zararı olmadı, fakat İstanbul’un itibarının ve imajının yara almasına, hain olarak görülmesine, ve Mustafa Kemal’in Padişah tarafından mağdur edilmiş bir fedakâr vatan savunucusu olarak algılanmasına hizmet etti.

*

Komplo teorisi bahsine gelelim..

Mustafa Kemal’in, ihtiyaç duyduğu zaman komplo teorilerine başvurduğunu ve tasfiye etmek istediği kişilere ajanlık suçlamasında bulunduğunu biliyoruz.

Örnek verelim..

TBMM açıldıktan dört buçuk ay sonra, 4 Eylül 1920 tarihinde TBMM’de içişleri bakanı (dahiliye vekili) seçimi olmuştu.

Mustafa Kemal’in adayı Miralay Refet‘ti.

Ancak Meclis, onu değil, Tokat milletvekili Nazım Bey‘i seçmişti.

Mustafa Kemal’in buna karşı tepkisi ne oldu peki?

“Millet iradesi böyle tecelli etti, bize düşen, saygı göstermektir” mi dedi?

Hayır!

Kendisini ziyarete gelen Nazım Bey’le görüşmeyi kabul etmedi. Onu istiskal etti, aşağıladı.

Bununla da yetinmedi, ona aba altından sopa gösterme anlamına gelecek şekilde Çerkez Ethem‘i devreye koydu.

Çerkez Ethem olayı şöyle anlatıyor:

 

“Mustafa Kemal Paşa gelmişti. Yanında Diyarbakır mebusu Şükrü Bey vardı. Salona girince etrafında bulunduğumuz büyük masanın başına onlar geçtiler. Mustafa Kemal Paşa müteessir görünüyordu, bir müddet sonra bahsi açtı. Nazım Bey’in kırtasiyeci bir adam olduğu etrafında konuştu, içişlerinin henüz nazik ve ehemmiyetli bir safhada bulunduğunu söyledi ve bana bakarak Meclis’teki mebuslardan şikâyet etti. Herhangi bir iç karışıklıktan ve uygunsuzluktan dolayı mesuliyet kabul edemiyeceğini, icap ederse Meclis riyasetinden istifaya da hazır bulunduğunu ima etti. Ben, Tokat Mebusu Nazım Bey’i tanımıyordum. Onun yerine Mustafa Kemal Paşa’nın iltimas ettiği Miralay Refet Bey’i son tertipler sırasında ve ondan daha evvel Demirci Mehmet Efe’nin yanında görmüş, konuşmuştum. İdare kabiliyetinin derecesini tabiatiyle bilmiyordum. Hazır bulunanlar ekseriyetle yine Mustafa Kemal Paşa’nın tarafını tutuyorlar, hususî surette bu meseleye müdahale etmemi istiyorlardı. Ricaları şu idi: ‘Eğer Nazım Bey’e bir selam gönderirseniz onun istifa etmesi pek mümkündür’. Ben böyle bir selamı ve tarafımdan yapılacak tavsiyenin tehdit manasını taşıyacağını düşünerek kendilerine dedim ki: ‘Şu halde ben yarın kendisini yerinde ziyaret eder, münasip surette istifasını rica ederim.'”

 

Ancak, Mustafa Kemal ile yanındakilerin yarını beklemeye tahammülü yoktur.

Mesele hemen o gece, Nazım Bey göreve başlamadan kapatılmalıdır.

Şükrü Bey hemen o gece Çerkez’in selamını götürür, bir saat sonra elinde Nazım Bey’in istifa mektubu olduğu halde dönüp gelir. (Çerkes Ethem’in Ele Geçen Hatıraları, İstanbul: Güniz Basımevi, 1962, s. 102-6’dan aktaran İsmail Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2016, s. 266-7.)

Mustafa Kemal, meşhur Nutuk’unda Nazım Bey’in istifasından bahseder, fakat Çerkez Ethem’in rolüne hiç girmez. Nazım Bey’i istifaya kendisinin davet ettiğini belirtir.

Ve de ayrıca, komplo teorisi anlamına gelen bir üslupla, Nazım Bey hakkında, “Ecnebi mehafiline casusluk ettiğine de şüphe etmiyordum” der.

Ancak, Küçükkılınç’ın ifadesiyle, “Meclis’in bir mebusun ‘casus’ oluşundan bigâne ve bihaber onu içişleri bakanı seçmeyeceği de tartışmasızdır”. (Küçükkılınç, Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık, s. 266.)

Tabiî, dilerseniz tartışırsınız, fakat o zaman, ilke olarak, kendinizi de tartışmaya açmış olursunuz.

Ayrıca, “Benim şüphelerim iyi, başkalarınınki kötüdür. Benim komplo teorim iyi, başkalarınınki fenadır” şeklindeki bir paylaşıma da, ilkel zihniyet sahipleri bile gülerler.

İNGİLİZLER’İN, MUSTAFA KEMAL’E FIRSAT VERECEK ŞEKİLDE YUNANLILAR’I DURDURDUĞUNU,

ANADOLU İÇLERİNE YÜRÜMELERİNE İZİN VERMEDİĞİNİ,

SİZİN İNKILAP TARİHİ KİTAPLARINIZ YAZMAZ..

(İNGİLİZ USULÜ GEÇİCİ TÜRK-YUNAN BARIŞI VE SINIRI: MİLNE HATTI)

general milne ile ilgili görsel sonucu"
general george francis milne Turks area greece ile ilgili görsel sonucu

Sağ üst köşedeki “Western front on 22.06.1920” (22 Haziran 1920’deki Batı sınırı) ifadesinde yer alan 22.06.1920 tarihi, Milne Hattı‘nın geçerliliğini sürdürdüğü son tarihi gösteriyor. Nokta ve kesikli çizgilerle işaretlenen hattın Manisa, İzmir ve Aydın’ı kapsadığı görülüyor. 

 

MİLNE HATTI ile ilgili görsel sonucu

(Kırmızı çizgilerle gösterilen Milne Hattı, İzmir, Ayvalık, Manisa ve Aydın’ı kapsamak üzere, 22.6.1920 tarihine kadar, yani TBMM’nin açılışından iki ay sonrasına değin geçerliliğini korudu. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışından 1 yıl 1 ay sonrasına kadar.. Yunanlılar, İngilizler izin vermediği için, söz konusu hattı geçmediler.)

mahir kaynak ile ilgili görsel sonucu"

mahir kaynak ile ilgili görsel sonucu"

 

İNGİLİZLER’İN MUSTAFA KEMAL’E ZIMNÎ/ÖRTÜK MESAJI:

“BEN YUNAN’I BURADA BEKLETİRİM,

SEN KONGRELERİNİ YAP, MECLİS’İNİ TOPLA,

PADİŞAH’IN MEMURU DEĞİL,

MİLLETİN TEMSİLCİSİ OLDUĞUNU İLAN ET!”

 

Falih Rıfkı Atay’ın, Emin Çölaşan gibi Atatürkçü ya da Kemalistlerin “muhteşem bir eser” olarak nitelendirdikleri, “ders kitabı olarak okutulmasını” temenni ettikleri Çankaya adlı kitabı üzerinden Atatürk’ü tanıma çabamıza devam edelim.

Falih Rıfkı, şöyle diyor:

 

“Yunanlılar Milne hattını tutmuşlardı. Bu hat Menemen boğazı demek. İngilizler bir Yunan saldırısına başvurmazdan önce halife ve hükûmetinin Ankara’yı ordu itaatsizliği ve halk ayaklanmaları ile sararak yıkmak istemişlerdi.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 25.)

 

Bu ifadeleri anlamak için, işe “Milne Hattı”ndan başlamak gerekiyor.

Milne Hattı, ismini İngiliz generali Milne’den almış bulunuyor.

Vikipedi‘den okuyalım:

 

Milne Hattı, Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, Türk kuvvetleri ile Yunan kuvvetleri arasında belirlenen hat. Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanlarından biri olan İngiliz General George Milne, İstanbul hükümetlerinin çalışmalarını yönlendirmeye yönelik çabalarıyla tanınıyordu. Milne, Anadolu’nun batısında Türkler ile Yunanlar arasında çatışmaları önlemek için bir sınır belirledi ve 3 Kasım 1919’da Harbiye Nezareti’ne bildirdi. Bu hat, Ayvalık’ın kuzeyindeki Aymazdağı’ndan güneye doğru Tatarköy, Keşelli, Sart, Bademlik, Umurlu ve Selçuk’tan geçiyordu.”

 

Harbiye Nezareti’ne 3 Kasım 1919’da bildirilmişti ama, aslında General Milne, İngilizler Türkler’e karşı çok anlayışlı olduğundan, yaklaşık üç ay önce, 10 Ağustos 1919 tarihinde Yunan Orduları Başkumandanlığı’na verdiği emirde, işgalleri altında bulunan sınırdan ileri geçmemelerini istemişti.

*

Burada birkaç önemli hususa işaret etmek gerekiyor.

Birincisi, “Türkler ile Yunanlar arasında çatışmaları önlemek” isteyen, Yunanlılar’ı sadece bir emirle durduran İngilizler’in, daha önce onlara,  15 Mayıs 1919 günü İzmir’e çıkarma yapma iznini vermiş olmaları.

Bunun doğrudan etkisi, Mustafa Kemal’in bir gün sonra, yani 16 Mayıs günü, İstanbul Hükümeti’nin görevlendirmesi çerçevesinde, ordu müfettişi olarak kalabalık bir heyetle alelacele Samsun’a doğru yola çıkarılması oldu.

Aynı İngilizler, daha sonra, “Türkler ile Yunanlar arasında çatışmaları önlemek” için, Yunan kuvvetlerine, Milne Hattı denilen bir sınır çizgisini geçmeyi yasakladılar.

Asıl gaye, “Mustafa Kemal ile Yunanlılar arasında yaşanacak zamansız çatışmaları önlemek” olabilir miydi?

*

Çünkü o sıralarda Mustafa Kemal Yunanlılar’la çatışmaya girmek için henüz hazır değildi. Onun asıl hedefi, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın yerini alacak şekilde TBMM adı altında bir meclis toplamak ve onun başına geçmekti.

Falih Rıfkı, “Mustafa Kemal’in son İstanbul Meclisine güveni yoktu” diyor (Atay, Çankaya III, s. 21).

Anlaşıldığı kadarıyla, bunun nedeni, Meclis-i Mebusan’daki mebusların (milletvekillerinin), Osmanlı Padişahı yerine Mustafa Kemal’in emri altına girmeyi kabul etmeyecek olmalarıydı.

Mustafa Kemal’in bu konuda İstanbul Meclisi’ne güvenmesi mümkün değildi.

Oysa, bu güvenilmeyen Meclis, Misak-ı Millî’yi kabul etmiş bulunuyordu.

Ve, “Mustafa Kemal’i boğmak isteyen” İngilizler, İstanbul’da, “kontrolleri altında” toplanan Meclis-i Mebusan, kâğıt üstünde Misak-ı Millî kararı alma ve laf üretme dışında hiçbir şey yapamayacakken, bunu dağıtıyor, oradaki etkili isimleri tutuklayıp Malta adasına gönderiyor, İstanbul’dan uzaklaştırıyor, Mustafa Kemal’e arayıp da bulması mümkün olmayan bir fırsatı altın tepsi içinde sunuyorlardı.

Sadece Mustafa Kemal’in değil, İngilizler’in de, Meclis-i Mebusan’a güveni yoktu.

*

“Mustafa Kemal’i yok etmek isteyen” aynı İngilizler, Milne Hattı gibi bir engel koyarak, Mustafa Kemal’in o hattın gerisinde, emniyet ve selamet içinde yeni bir devlet yapılanması oluşturup Yunanlılar’ın üzerine yürümek için hazırlanmasına imkân tanıyorlardı.

Yunanlılar’ı durduruyorlar, fakat Mustafa Kemal’i durdurmak için “etkili” hiçbir şey yapmıyorlardı.

Daha doğrusu, Falih Rıfkı’ya göre, şunu yapıyorlardı:

 

“İngilizler bir Yunan saldırısına başvurmazdan önce halife ve hükûmetinin Ankara’yı ordu itaatsizliği ve halk ayaklanmaları ile sararak yıkmak istemişlerdi.”  (Atay, Çankaya III, s. 25.)

 

İngilizler, Mustafa Kemal daha ortada yokken durduk yere bir Yunan saldırısına başvuruyor, o Samsun’a çıkıp Erzurum’da kongre toplayınca, daha fazla telaşlanmaları gerekirken birden sakinleşiyor, mülayim bir şekilde Yunan saldırısını durduruyorlardı.

Yunanlılar’ı durduruyorlar, fakat “Halife” ile “hükümeti”ne, Ankara’ya karşı tedbirler almaları için baskı yapıyorlardı.

*

Bu noktada, meşhur MİT görevlisi Prof. Mahir Kaynak‘ı yâd etmek gerekiyor.

Bir eylemin gerçek gayesini anlamak için, öncelikle, onun kimlerin işine yarayacağını ve nasıl algılanacağını dikkate almak gerekir.

İngilizler’in gerçek gayesi, Erzurum’da kongre düzenlemiş olan Mustafa Kemal faktörünü ortadan kaldırmak olsaydı, Yunanlılar’ı asla durdurmamaları, böyle bir niyetleri vardıysa bile bundan vazgeçmeleri gerekirdi.

Bunu yapmadılar. Yunanlılar’ı durdurdular.

Yunanlılar’a, Mustafa Kemal’e düşmanlık yapma fırsatı tanımazken, “Halife”ye ve “hükümeti”ne, Ankara’ya cephe almaları için baskı ve tazyikte bulunuyorlardı.

Halife’nin ve hükümetinin gerçek bir gücü bulunsaydı, herhalde daha önce, Mustafa Kemal’in Samsun’a hareket etmesinden evvel, İzmir’e çıkarma yapıp Anadolu’yu işgale başlamış olan Yunanlılar’a karşı harekete geçerdi.

Dolayısıyla, Halife’nin ve hükümetinin, Falih Rıfkı’nın belirttiği şekilde Ankara’ya cephe almaya zorlanması, “vatan haini” konumuna düşürülmesi ve itibarsızlaştırılmasından başka bir sonuç veremezdi.

Böylece İngilizler, gelecekte Vahideddin için inşa edilecek olan devasa “vatan hainliği” sarayının temellerini atmış oluyorlardı.

Bu “İngiliz politikası”nın Mustafa Kemal’in gelir ve kâr hanesindeki izdüşümü ise mağduriyet ve kahramanlık kalemleri kapsamında yer alıyordu.

Ayrıca Mustafa Kemal, ayağındaki postalın altındaki tozu toprağı, sürekli bağlılık arzetmekte ve sadakat sözü vermekte olduğu Sultan’ın mabadine “ilke ve inkılap” mühürü olarak aşketmesi için lazım olan gerekçeye kavuşmuş oluyordu.

İngiliz “devlet aklı” ya da “üst akıl”ı..

*

İngilizler şayet bunu bilinçli bir biçimde yapmadılarsa, Mustafa Kemal’in olağanüstü şanslı ve İngilizler’in de tarihte benzeri görülmemiş salaklar olduklarını kabul etmek gerekir.

Atatürk’le ilgili resmî bir site (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesindeki Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’nın atam.gov.tr sitesi), bu Milne Hattı konusunu şöyle anlatıyor:

 

“Paris Barış Konferansı’nda, Yüksek Şura 18 Temmuz 1919 tarihinde Yunanlılar ile Türk Millî Kuvvetleri arasında bir sınır tesbiti yapılmasını ve bu görevin Kuzey Anadolu İtilâf Devletleri İşgal Kuvvetleri Komutanı General Sir George Milne’e verilmesini kararlaştırdı. Yüksek Komiserler 2 Ağustos 1919’da konuyla ilgili notanın metni üzerinde anlaştılar. General Milne bu amaçla İzmir’e gelip karargâhını kurdu ve General Milne başkanlığındaki ‘Tahdit-i Hudut Komisyonu’ Yunanlılarla Türkler arasında hudut [sınır] tayin ve tesbiti için çalışmalara başladı.”

 

O sıralarda Mustafa Kemal Erzurum’da kongre düzenlemiş durumda, ikincisini Sivas’ta yapmak için uğraşıyor.

Olağanüstü şanslı bir insan. Anadolu’nun Yunanlılar’ca işgali, bizzat İngilizler ve Fransızlar tarafından durduruluyor. Mustafa Kemal de, rahat rahat kongrelerini yapıyor, “Ben, Halife’nin ve hükümetinin görevlendirdiği, Harbiye Nezareti’nin (Savunma Bakanlığı’nın) gönderdiği bir memur değilim. Milletin iradesini temsil eden Meclis’in seçtiği reisim, devlet başkanıyım” diyebilecek şekilde yeni Meclis’ini topluyor.

Fakat, Meclis-i Mebusan ve Osmanlı’nın son padişahı Vahdettin, Mustafa Kemal kadar şanslı değil.

Bu dünyada herkesin bahtı yaver gidecek diye bir kural yok.

 

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

atatürk kral edward ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

ingilizler pera palas ile ilgili görsel sonucu"

ingilizler pera palas ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

atatürk kral edward ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

ingilizler pera palas ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

atatürk kral edward ile ilgili görsel sonucu

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

kral edward atatürk ile ilgili görsel sonucu"

ATATÜRK’ÜN AĞZINDAN İNGİLİZ-ATATÜRK İLİŞKİLERİ

(https://tenbih.wordpress.com/2017/05/19/19-mayis-vesilesiyle-ataturkun-agzindan-ingiliz-ataturk-iliskileri/)

atatürk ingiltere kralı ile ilgili görsel sonucu

atatürk ve kral edward ile ilgili görsel sonucu

atatürk edward ile ilgili görsel sonucu

*

 

“İşte Mustafa Kemal’in, annesi Zübeyde Hanım’a 1919’un Ağustos ayında yazdığı mektup”…

Böyle diyor Odatv.. (Bkz. http://odatv.com/hukumetin-gucu-bana-yetmez-1905171200.html)

Mektup, gerçekten ilginç bir mektup..

Önemli bir tarihî belge..

Okuyalım:

 

“Muhterem Valideciğim,

İstanbul’dan mufarakatımdan [ayrılışımdan] beri sizlere birkaç telgraftan başka bir şey yazmadım. Bu sebeple büyük merak içinde kaldığınızı tahmin ediyorum. Bilhassa hakkımda gerek ötekinden berikinden ve gerek gazetelerden işittiğiniz natamam [eksik] haberler şüphesiz merakınızı tezyit etmiştir [fazlalaştırmıştır]. Halbuki şimdi vereceğim izahatla mutmain olacağınız veçhile şayan-ı endişe (kaygılanılacak) hiçbir şey yoktur.

Malumunuzdur ki, daha İstanbul’da iken ecnebi [yabancı] kuvvetlerin devleti, milleti fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa cümlesini hapis ve tevkif ve bir kısmını Malta’ya nefy ve tazip etmekte [sürgün ve azap etmekte] pek ileri gidiyorlardı. [TENBİH’İN NOTU: ATATÜRK’ÜN BU BEYANI ÖNEMLİ.. DEMEK Kİ YABANCI DEVLETLER DEVLETİ FEVKALADE YANİ NORMALİN ÜSTÜNDE SIKIŞTIRMIŞLAR.. MİLLETE HİZMET EDEBİLECEK NE KADAR ADAM VARSA YA HAPSETMİŞLER, YA DA MALTA’YA ESİR OLARAK SÜRMÜŞLER.. ORTADA MİLLETE HİZMET EDECEK ADAM BIRAKMAMIŞLAR..] Bana nasılsa ilişememişlerdi. [TENBİH’İN NOTU: İLİŞMEMİŞLERDİ DEĞİL, İLİŞEMEMİŞLERDİ DİYOR.. NEDEN İLİŞEMEMİŞLERDİ? “NASILSA” DEDİĞİNE GÖRE BUNU KENDİSİ DE BİLMİYOR.. ACABA ATATÜRK’Ü ADAMDAN SAYMAMIŞLAR MIYDI?.. YOKSA, ONU MİLLETE HİZMET EDEBİLECEK BİR ADAM KABUL ETMEMİŞLER MİYDİ? BUNU BİLMİYORUZ.. FAKAT, ARAMIZA UZAYDAN GELMİŞ OLMALARI MÜMKÜN OLAN BAZI ATATÜRKÇÜ YAZARLARA GÖRE, İNGİLİZLER ATATÜRK’TEN KORKMUŞTU.. KRALDAN FAZLA KRALCI, PAPA’DAN FAZLA KATOLİK OLMAK HERHALDE BÖYLE BİRŞEYDİR.. ACABA İNGİLİZLER ATATÜRK HAKKINDA BAŞKA ŞEYLER DÜŞÜNMÜŞ OLABİLİRLER MİYDİ? MESELA ONU KAZANMAK GİBİ? BUNU DA BİLMİYORUZ..] Fakat 3. Ordu müfettişi olarak Samsun’a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler. [TENBİH’İN NOTU: ŞİMDİ O “NASILSA” ANLAŞILDI.. DEMEK Kİ MUSTAFA KEMAL PAŞA, İNGİLİZLER’İN KENDİSİNDEN ŞÜPHELENMEDİĞİ BİRİYMİŞ.. ACABA BUNU NEYE BORÇLUYDU, BİLMİYORUZ.. SAMSUN’A AYAK BASAR BASMAZ ŞÜPHELENİYORLAR DA, SAMSUN’A GİTMEK İSTER İSTEMEZ NEDEN ŞÜPHELENMEMİŞLERDİ? BUNU ASLINDA İNGİLİZLER’E SORMAK LAZIMDI..] Hükümete benim sebebi izamımı [gönderilme nedenimi] sordular. [TENBİH’İN NOTU: NEDEN GÖNDERİLMEDEN ÖNCE DEĞİL?.. DİYELİM Kİ SİZ ŞİMDİ ABD BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE VİZE BAŞVURUSUNDA BULUNDUNUZ, GİTME NEDENİNİZ BAŞVURU SIRASINDA MI SORULUR, YOKSA SİZE VİZE VERİLİP SİZ KAPAĞI AMERİKA’YA ATTIKTAN SONRA MI?] Nihayet İstanbul’a celbimi (çağırılmamı) talep ve bunda ısrar ettiler. [TENBİH’İN NOTU: İNGİLİZLER, HERKESİ TUTUKLAR YA DA MALTA’YA SÜRERKEN, NASILSA MUSTAFA KEMAL PAŞA’YA DOKUNMUYORLAR. ONDAN HİÇ ŞÜPHELENMİYORLAR. DOKUNMAMAK BİR YANA, SAMSUN’A GİTMESİ İÇİN VİZE VERİYORLAR. SONRA DA, SAMSUN’A GİDİP ARTIK İNGİLİZLER’İN VE İSTANBUL HÜKÜMETİ’NİN ELİNİN ULAŞAMAYACAĞI BİR YERE VARINCA DA ANSIZIN PİRELENİYORLAR.. ATATÜRK’ÜN İNGİLİZLER’DEN YANA OLAĞANÜSTÜ YA DA OLAĞAN DIŞI ŞANSLI OLDUĞU MUHAKKAK..] Hükümet beni iğfal ederek (gaflete düşürerek) İstanbul’a celp ve İngilizlere teslim etmek istedi. [TENBİH’İN NOTU: PADİŞAH DEĞİL, HÜKÜMET ONU İĞFAL ETMEK, ALDATMAK, İSTANBUL’A ÇEKİP İNGİLİZLER’E TESLİM ETMEK İSTEMİŞ.. PEKİ, DAHA ÖNCE ONU NİÇİN GÖNDERMİŞLERDİ? GÖNDERMEMEK ELLERİNDEN GELMİYOR MUYDU?] Bunun derhal farkına vardım. [TENBİH’İN NOTU: İŞTE ATATÜRK’ÜN FARKI BU.. O, HERŞEYİN DERHAL FARKINA VARIYOR.. ÜZERİNDE GÜNEŞ BATMAYAN İMPARATORLUK OLDUĞU SÖYLENEN İNGİLTERE İSE, O KADAR DİPLOMATINA, POLİTİKACISINA, STRATEJİSTİNE, TARİHÇİSİNE, BİLİM ADAMINA, KOMUTANINA, İSTİHBARATÇISINA RAĞMEN, DERHAL FARKINA VARAMIYOR.. UYANMAK İÇİN ONUN SAMSUN’A AYAK BASMASINI BEKLİYOR..] Ve bittabi kendi ayağımla gidip esir olmak doğru değildi. Padişahımıza hakikat hali yazdım. [TENBİH’İN NOTU: ATATÜRK’ÜN PADİŞAHI, MALUM, VAHİDEDDİN…] Ve gelemeyeceğimi arz ettim. [TENBİH’İN NOTU: ARZ ETMİŞ.. KENDİSİ ÖYLE DİYOR..] Zat-ı şahane de evvela buna muvafakat etti. [TENBİH’İN NOTU: ZAT-I ŞAHANE..] Fakat daha sonra İngilizlerin tazyiki (baskısı) ziyadeleşti (fazlalaştı). [TENBİH’İN NOTU: YANİ “PADİŞAHIMIZ”I, YANİ “ZAT-I ŞAHANE”Yİ İNGİLİZLER ZORLUYOR VE SIKIŞTIRIYORLAR.. FAZLASIYLA..] Nihayet o da İstanbul’a avdetimi (dönmemi) irade etti (istedi). Bu suretle artık resmî makamımda kalmaya imkan göremediğim gibi askerliğimi muhafaza ettikçe İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına mukabele edilemeyecekti (karşı konulamayacaktı). Bir tarafında bütün Anadolu halkı tekmil millet hakkımda büyük bir muhabbet ve itimat gösterdi. “Seni bırakmayız” dediler. [TENBİH’İN NOTU: TABİÎ Kİ MUSTAFA KEMAL, ANNESİNE YAZDIKLARINI MİLLETE DE SÖYLÜYOR, “ZAT-I ŞAHANE PADİŞAHIMIZ”IN İNGİLİZ ZORLAMASI VE BASKISI YÜZÜNDEN KENDİSİNİ MECBUREN ÇAĞIRDIĞINI AÇIKLIYORDU..] Filhakika vatan ve milletimizi kurtarabilmek için yegane çare askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti yekvücut bir hale getirmekle hasıl olacak kudret ve hareket-i milliyeyi (millî hareketi) hüsn-i istimal eylemekten (güzelce kullanmaktan) başka çare mutasavver değildi (düşünülemezdi). [TENBİH’İN NOTU: BÖYLECE, DENKLEMDEN PADİŞAH VE İSTANBUL HÜKÜMETİ DÜŞMÜŞ OLUYOR, MUSTAFA KEMAL, MİLLET İLE BAŞBAŞA KALMIŞ OLUYORDU.. İNGİLİZ BASKISININ SONUCU.. HANİ SU İÇSE YARIYOR DERLER YA, İNGİLİZLER NE YAPSA ATATÜRK’E YARIYOR..] Binaenaleyh ben de böyle yaptım. Elhamdülillah muvaffak (başarılı) da oluyorum [TENBİH’İN NOTU: SONRADAN ELHAMDÜLİLLAH DEMEYİ UNUTACAK]. Pek yakında netice-i maddiyeyi (maddi sonucu) bütün cihan (dünya) görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. [TENBİH’İN NOTU: SİYASET İCABI POLİTİKA DEĞİŞTİRMEYİ, BÖYLESİNE KESKİN VE KIVRAK MANEVRALAR YAPMAYI ÇOK İYİ BİLDİKLERİ, İNSANLARI “KAZANMA”YA ÖNEM VERDİKLERİ ANLAŞILAN İNGİLİZLER, MUSTAFA KEMAL’İ DAHA İSTANBUL’DAYKEN KAZANMAYA ÇALIŞMIŞ OLABİLİRLER Mİ? YA DA OLAMAZLAR MI? BU KONUDA TARİH KİTAPLARI BİRŞEY YAZMIYOR.. ANCAK, KAZANAMADIKLARI YA DA KAZANMAYA GEREK GÖRMEDİKLERİ BİRÇOK KİŞİYİ TUTUKLADIKLARI VE MALTA’YA SÜRDÜKLERİ MALUM.. MUSTAFA KEMAL’E İSE NASILSA İLİŞEMEMİŞLERDİ. ONDAN ŞÜPHELENMİYORLARDI.] Her şeyi (Padişah’ı ve İstanbul Hükümeti’ni zorladıklarını) inkar ettiler. Ve bütün kabahati bizim hükümete attılar. [TENBİH’İN NOTU: DEMEK Kİ İNGİLİZLER’LE BİR BAĞLANTISI, İRTİBATI, FİKİR ALIŞVERİŞİ VAR..] Hakikaten hükümet de benimle uğraşmak istedi. Fakat kuvveti buna müsait gelmedi. Ve gelemez. [TENBİH’İN NOTU: PEKİ BUNU, İNGİLİZLER NEDEN AKIL ETMEMİŞLER? BUNU ANLAYACAK AKIL BİR TEK MUSTAFA KEMAL’DE Mİ VARMIŞ? HÜKÜMET’İN MUSTAFA KEMAL’LE UĞRAŞMAYA KUVVETİNİN MÜSAİT OLMADIĞINI İNGİLİZLER NEDEN ANLAMAMIŞLAR? YA DA ANLADIKLARI HALDE Mİ ÖYLE DAVRANMIŞLAR?.. MESELE, BİZİM GİBİ VASAT ZEKÂLI FANİLER İÇİN BİRAZ KARIŞIK..] Daha bir zaman bu suretle Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Kariben [yakında] Meclis-i Mebusan (Millet Meclisi) toplanacak ve meşru bir hükümet mevki-i iktidara (iktidar konumuna) geçecektir. [TENBİH’İN NOTU: ÖNCELİKLİ MESELE VATANIN KURTARILMASI DEĞİL, YENİ BİR HÜKÜMET KURMAKMIŞ.. BÜTÜN BU İNGİLİZ TAZYİKİNİN, TUTUKLAMALARIN, MALTA SÜRGÜNLERİNİN, İSTANBUL’DAKİ MECLİS-İ MEBUSAN’IN KAPATILMASININ VS. SONUCU İŞTE BU.. ANKARA’DA YENİ BİR MECLİS OLUŞTURULMASI VE YENİ BİR HÜKÜMET KURULMASI.. İSTANBUL’DAKİ PADİŞAH’A BAĞLI MECLİS’İN VE HÜKÜMET’İN DEVRE DIŞI KALMASI.. SONUÇ BU.. TAZYİKATIN, ZORLAMALARIN SONUCU BU OLDUĞUNA GÖRE, İNGİLİZLER AÇISINDAN, BÜTÜN BU ZORLAMALARIN NEDENİ DE BU MUYDU? HERŞEY BU SONUCUN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN Mİ YAPILDI? BİZİM GİBİ VASAT ZEKÂLI FANİLERİN BU SORUYA DA CEVAP VEREBİLMESİ MÜMKÜN DEĞİL..] Ben de ihtimal o zaman İstanbul’a geleceğim. [TENBİH’İN NOTU: İSTANBUL’A GELMESİ “İHTİMAL“İNİ VATANIN KURTULMASI VE İNGİLİZLER’LE SAVAŞILIP ONLARIN MAĞLUP EDİLMESİNE DEĞİL, KENDİSİNİN İSTANBUL’DAKİ MECLİS-İ MEBUSAN’DAN AYRI YENİ BİR MECLİS VE İSTANBUL’DAKİ OSMANLI HÜKÜMETİ’NDEN FARKLI YENİ BİR HÜKÜMET KURMASINA BAĞLIYOR.. BU KADARI, İSTANBUL’A GİTMESİ “İHTİMAL”İ İÇİN YETERLİ.. SÖZLERİNDEN BU ANLAŞILIYOR.] Sıhhat ve afiyetimi, katiyen hiç merak ve endişe etmeyiniz. …

Ben birkaç güne kadar bir kongre için Sivas’a gideceğim.

Tekrar Erzurum’a döneceğim. Tekrar ediyorum. Her işittiğinize önem vermeyiniz. [TENBİH’İN NOTU: BU, BİZİM İÇİN DE GEÇERLİ OLABİLİR Mİ?..] Pekala bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım. [TENBİH’İN NOTU: O NETİCEYİ İNGİLİZLER DE GÖRMÜŞ OLABİLİRLER Mİ?.. İNGİLİZLER DE “KENDİLERİNİN NE YAPTIĞINI BİLİYOR” OLABİLİRLER Mİ? MUSTAFA KEMAL’E SAMSUN VİZESİ VERİRKEN BİR NETİCE GÖRMÜŞLER MİYDİ? YOKSA NE YAPTIKLARINI BİLMEZ SALAKLAR MIYDILAR?.. BUNLAR, BİZİM GİBİ VASAT ZEKÂLI FANİLERİN CEVAP VEREBİLECEĞİ SORULAR DEĞİL.. BÖYLESİ SORULARI ÜLKEMİZİN DOĞUŞTAN DEHA SAHİBİ ATATÜRKÇÜLERİ BİZİM YERİMİZE CEVAPLANDIRIYORLAR.. BÜYÜK BAHTİYARLIK.. ANCAK, ASIL SORUN, BU İFADELERİN BİZE İLKOKULDA ÖĞRETİLEN ATATÜRK PORTRESİNE PEK UYMUYOR OLUŞU.. BİZE ÖĞRETİLEN ATATÜRK’ÜN, SONUNDA NETİCE GÖRMEYİNCE VATAN İÇİN MÜCADELE ETMEKTEN KAÇINMASI SÖZ KONUSU OLABİLEMEZ.. BİZE ÖĞRETİLEN ATATÜRK, SONUNDA NETİCE GÖRMESE DE KANININ SON DAMLASINA KADAR VATAN İÇİN SAVAŞIR.. “MEVZUBAHİS OLAN VATANSA BENİM NETİCE ALMAM DA TEFERRUATTIR” DİYE DÜŞÜNÜR. SONUNDA NETİCE GÖRMEDİĞİ İÇİN VATAN SAVUNMASI İÇİNE GİRMEMEYİ DÜŞÜNMEZ.. YOK ABİ, BU MEKTUP SAHTE OLABİLİR.. YOK YOK, KESİN SAHTEDİR.. ATATÜRK BÖYLE DÜŞÜNÜYOR OLABİLEMEZ.. İLKOKUL ÖĞRETMENİM ATATÜRK’Ü BÖYLE ÖĞRETMEMİŞTİ. BELKİ DE ATATÜRK’ÜN YAVERİ SALİH BOZOK İNGİLİZ AJANIYDI, ATATÜRK HAKKINDA ŞÜPHELER UYANDIRMAK İÇİN BU MEKTUBU UYDURDU.. ATATÜRK BÖYLE BİR MEKTUP YAZMIŞ OLABİLEMEZ ABİ..]

Saygıyla ellerinizden, hemşiremin gözlerinden öperim. Salih’in (Bozok) gözlerinden öperim. Bana İstanbul havadisi vermeni beklerim.”

 

(Kaynak: Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, Salih Bozok. Hazırlayan Can Dündar)

(http://odatv.com/hukumetin-gucu-bana-yetmez-1905171200.html)

BU “İNGİLİZLER VE ATATÜRK” MESELESİ ÖNEMLİ

atatürk ingiliz kralı ile ilgili görsel sonucu

atatürk ingiliz kralı ile ilgili görsel sonucu

atatürk ingiliz kralı ile ilgili görsel sonucu

 

Odatv yazarı Nihat Genç, son yazısında şu görüşleri dile getiriyor:

 

Tarihi anlarda büyük boşluklar bıraktığınız zaman ihanete varan fikirler bu boşluklar üzerinden ‘gerçekleri’ saptıran saçma sapan manyaklıklara doğru ilerler, ki tarihimiz bunun bir çok örneğiyle dolu.

Mesela, Cemal Paşa Kudüs’ü Mustafa Kemal de Halep’i bırakıp geldiler. İngiliz işbirlikçisi Arap isyancılar karşısında ‘yenilmiştik’ ve dünyanın en güzel ve en değerli iki şehrini terketmiştik ve bu geri çekiliş Osmanlı tarihinin en trajik ve kritik noktasıdır.

Ben, hiçbir tarihçinin ya da İslamcı’nın ya da Atatürk düşmanının Mustafa Kemal Halep’i niye düşmana bırakıp çekildi, diye Mustafa Kemal’e muhalefet ettiğini duymadım.

Ancak aynı Atatürk İstanbul’u düşman işgalinden kurtarınca, ortalık ayağa kalktı, nasıl olur da koca İngiliz İmparatorluğu İstanbul’u terkeder, bu işin içinde gizli bir anlaşma var, diye halen yeri görü inletmekteler ve İslamcılık ideolojisini de bu İngilizlerle anlaşma üzerine inşa etmişlerdir.

Yenildiğimizde ses yok, ama yenince problem büyük bir dert oluyor?

İngiliz İmparatorluğu yedi uzun yıldır savaştadır, kaçak sayısı ordunun dörtte birine yükselmiştir, psikiyatri vaka sayısı İngiliz Ordusu’nun yarısına varmıştır ve savaş sürecinde Londra’da hükümet üstüne hükümet devrilmekte ve bir yıl yaşayabilen hükümet kalmamıştır.

Savaş uzadıkça savaşın yorgunluğu ordunun gücünü kırar, ve uzun süren savaşlarda ordular kendilerine yenilirler, ancak yüz yıldır bu gerçeği İslamcılar’a anlatmak mümkün olmadı.

TÜRK HALKI YENMİŞTİR, BU KADAR

Vay efendim, Kuvayı Milliye Ordusu İngilizler’i nasıl yener?

Keşke yenmeseydi diyen de var bu yüzden İzmir Marşı’nı söylemeyen de var, yendi kardeşim, İzmir’e giren Türk Ordusu’nun coşkusu kendinden üç dört kat büyük orduları korkutttu, İzmir’e giren muzaffer Türk Ordusu pekala Meriç’i de aşabilirdi, akıllı İngiliz diplomasisi bu muzaffer ordunun ilerlemesini durdurmak için masaya oturması şarttı, öyle yaptı.

15 Temmuz gecesi Türk halkı Amerika Nato ve Avrupa işbirliğiyle kalkışılan Fetö darbesini yenmiştir, bu kadar.

Bu gerçeği neden aklımız almıyor?

Halkın direnişi darbecileri püskürtmüştür, nokta, bunun gururunu yaşayın ve keyfini çıkartın ve şanlı tarihini yazın.

(http://odatv.com/kontrol-isi-zivanadan-cikti-1907171200.html)

 

İlk cümleden başlayalım:

 

“Tarihi anlarda büyük boşluklar bıraktığınız zaman ihanete varan fikirler bu boşluklar üzerinden ‘gerçekleri’ saptıran saçma sapan manyaklıklara doğru ilerler, ki tarihimiz bunun bir çok örneğiyle dolu.”

 

Nihat Genç böyle diyor.

Doğru söylüyor.

“Tarihî anlarda büyük boşluklar” bırakmamak, boşlukları gerçeklerle doldurmak gerekiyor.

Yoksa, varacağımız nokta kendimizi aldatmak olur. Nihat Genç’e göre ise, manyaklık..

Genç, “Mustafa Kemal ve Halep” meselesine de değiniyor.

Umarım, tarihçiler bu konuyla yakından ilgilenirler..

İstanbul meselesine gelince..

Genç, şöyle diyor:

 

Ancak aynı Atatürk İstanbul’u düşman işgalinden kurtarınca, ortalık ayağa kalktı, nasıl olur da koca İngiliz İmparatorluğu İstanbul’u terkeder, bu işin içinde gizli bir anlaşma var, diye halen yeri görü inletmekteler ve İslamcılık ideolojisini de bu İngilizlerle anlaşma üzerine inşa etmişlerdir.

 

Nihat Genç’e göre, İngilizler’in İstanbul’u kolayca terk etmesini bir “gizli anlaşma“ya bağlamak yanlış..

Ona göre, İngilizler’in çekilmesinin nedeni şu:

 

İngiliz İmparatorluğu yedi uzun yıldır savaştadır, kaçak sayısı ordunun dörtte birine yükselmiştir, psikiyatri vaka sayısı İngiliz Ordusu’nun yarısına varmıştır ve savaş sürecinde Londra’da hükümet üstüne hükümet devrilmekte ve bir yıl yaşayabilen hükümet kalmamıştır.

Savaş uzadıkça savaşın yorgunluğu ordunun gücünü kırar, ve uzun süren savaşlarda ordular kendilerine yenilirler, ancak yüz yıldır bu gerçeği İslamcılar’a anlatmak mümkün olmadı.

 

Ancak, bu açıklama biçiminin, tek başına ikna edici olmadığını belirtmek gerekiyor.

Doğrudur ya da yanlıştır demiyoruz.. İkna edici değil diyoruz..

Birincisi, “yedi uzun” yıldır savaşta olan İngiliz İmparatorluğu’nun karşısındaki güç, Osmanlı tebası, tam on yıldır savaştaydı..

Çünkü, Birinci Dünya Savaşı öncesinde bir de iki yıllık Balkan Harbi var..

İkincisi, İngiliz İmparatorluğu, o sırada, galip devlet durumundaydı.

Üçüncüsü, Anadolu insanı hâlâ (Yunan’a karşı) yorgun argın savaşırken, İngilizler keyiflerine bakıyorlardı. Ülkeleri işgal altında değildi, kıtlık yoktu, salgın hastalıklardan kaynaklanan toplu ölümler yoktu..

Dördüncüsü, Nihat Genç’in “Savaş uzadıkça savaşın yorgunluğu ordunun gücünü kırar, ve uzun süren savaşlarda ordular kendilerine yenilirler” sözü, sadece İngilizler için geçerli bir kural değildir.

Beşincisi, bu beşincisi çok daha önemli.

Misak-ı Millî’ye göre, Musul ve Kerkük‘ün Türkiye sınırları içinde olması gerekiyordu.

Madem tablo böyleydi, İngilizler neden Musul ve Kerkük’ten çekip gitmediler?

Neden, Ankara Hükümeti bu konuda geri adım attı?

İşte burada, Nihat Genç’in ilk cümlesinde geçen “tarihi anlardaki büyük boşluk” kendisini gösteriyor.

Demek ki, “… yüz yıldır bu gerçeği İslamcılar’a anlatmak mümkün olmadı” diyen Nihat Genç’in anlatması gereken başka gerçekler de mevcut..

Sabırla ve sükunetle dinlemeye hazırız.

*

Nihat Genç, yazısını, “Vay efendim, Kuvayı Milliye Ordusu İngilizler’i nasıl yener?” ifadesiyle sürdürüyor.

Yani, eleştirdiği İslamcıların böyle demiş olduklarını varsayıyor.

Yanılıyor.

Kuva-yı Milliye Ordusu ile İngilizler arasında yaşanmış bir savaş, çatışma vs. yok.

Dolayısıyla, yenme diye birşey de yok.

Bir çatışma olsa ve yenme durumu bulunsaydı, “gizli anlaşma“dan söz edenlerin bütün iddiaları temelsiz hale gelirdi.

İyi de olurdu.

*

Nihat Genç’e göre, şöyle düşünmemiz gerekiyor:

 

İzmir’e giren Türk Ordusu’nun coşkusu kendinden üç dört kat büyük orduları korkutttu, İzmir’e giren muzaffer Türk Ordusu pekala Meriç’i de aşabilirdi, akıllı İngiliz diplomasisi bu muzaffer ordunun ilerlemesini durdurmak için masaya oturması şarttı, öyle yaptı.

 

Genç’in bu ifadeleri de “büyük boşluk”lar içeriyor.

Atatürk’ü Nihat Genç’ten çok çok daha iyi tanıyan, “tarih”ten değil, “yaşadığı günler”den bahseden Falih Rıfkı Atay (ki kendileri Atatürk’ün sofra arkadaşıdır, onun tarafından “daimî” milletvekili yapılmıştır) farklı şeyler söylüyor.

Birincisi, İngilizler, Ağustos 1919’da ilan ettikleri “Milne Hattı/Sınırı” ile (İsim, General Milne’den geliyor), Anadolu’daki Yunan yürüyüşünü Ege’deki küçük bir bölge ile sınırlı tutmuş, Yunanlılar’ın ilerlemesine izin vermemişlerdi.

Ne zamana kadar?

On ay sonrasına, yani Haziran 1920’ye kadar..

Mustafa Kemal, bu arada TBMM’yi kurmuş, Ankara’da yeni hükümeti ilan etmişti.

İngilizler şayet Yunanlılar’ı durdurmasalardı, buna imkân ve zaman bulamayacaktı.

Bu arada İngilizler bir başka şeyi daha yapmışlar, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan‘ı kapatıp bazı üyelerini Malta‘ya sürerek, TBMM’nin Türk halkının tek temsilcisi haline gelmesinin önünü açmışlardı.

Hayır, “gizli anlaşma” demiyorum.. Sadece “Böyle olmuş” diyorum.

Gerisini Falih Rıfkı’dan dinleyelim:

 

“24 Nisan 1920’den beri Mustafa Kemal Paşa Meclis ve Hükûmet Başkanı idi. 18 Haziranda Meclis Misak-ı Milli’ye yemin etmiş, 22 Nisanda Paris Barış Konferansı’na çağrılan İstanbul hükûmeti 25 Haziranda Damat Ferit heyetini görevlendirmişti. Ankara’yı içten yıkma denemesi suya düştüğünü gören İngilizler 25 Haziranda Mudanya ve Bandırma’ya asker çıkarmışlar ve aynı gün Yunanlıları taarruza geçirmişlerdi.

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, , s. 35.)

 

Ancak, Mudanya ile Bandırma’yı işgal eden İngilizler, Falih Rıfkı’nın ifadesine göre, “Anadolu’ya asker yollamak ve Yunanlılara yardım niyetinde değil idiler”. (A.g.e., s. 66.)

Dahası var:

 

“Haziranda İngiliz nazırları, Türk – Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderekYunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.” (A.g.e., s. 82.)

 

Demek ki, İngilizler, Türk-Yunan harbinde “tarafsız” kalmışlar.

Hayır, “gizli anlaşma”dan söz etmiyoruz.

Ayrıca, İngilizler, bir jest daha yapmışlar: İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağına dair teminat vermişler.

Evet, Ankara Hükümeti’nin Yunanlılar’a karşı kazandığı bir zafer henüz yok..

Ve İngilizler bu vaatlerde bulunuyorlar.

Vaat de değil, teminat.. Güvence..

Sebep?

Sebep, Nihat Genç gibi düşünürsek, İngilizler’in Kuva-yı Milliye Ordusu‘ndan korkmuş, “tırsmış” olmaları..

Ama, aynı İngilizler, Anadolu içlerine yürüyen Yunanlılar’dan korkmuyorlar, onları bir işaretle Milne Hattı ile durduruyor, bir işaretle yürütüyor, bir başka işaretle de İstanbul’dan uzak tutuyorlar.

Fakat ortada tuhaf bir durum var: İngilizler’den korkan Yunanlılar, İngilizler’in korktuğu Ankara’nın üzerine, acayip bir cesaretle saldırıyorlar.

Yunanlılar Ankara’dan korkmuyor, İngilizler korkuyor.. (Gizli anlaşma bulunmadığına göre, Nihat Genç’in dediği gibi, korkuyor olmalılar.)

Tarih böyle birşey..

Falih Rıfkı’nın anlattığına göre, İngilizler bu kadarıyla da yetinmediler, Daha ileri giderekYunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.” (A.g.e., s. 82.)

İngilizler, henüz hiçbir çatışmaya girmemiş olan Ankara Hükümeti’nden korkup tırstıkları için Yunanlılar’a “Artık yeter!” diyor, fakat Yunanlılar, Ankara Hükümeti’nden hiç korkmadığı, onu kolay lokma olarak gördüğü için buna razı olmuyor.

Hayır, bu, İngilizler’le Ankara arasındaki “gizli anlaşma”dan kaynaklanıyor demiyoruz.

Nihat Genç haklıysa eğer, Ankara’nın, İngilizler’i fena halde korkutmasından ileri geliyor.

*

Nihat Genç, yazısında, “sümüklü Mehdi” dediği Fethullah‘ın her sözünde ve işinde hikmet arayan, sorgulamadan, akıllarını kullanmadan ona tabi olan kitleye, alabildiğine hakaretler döşenmiş.

Sadece Fethullah değil, Mustafa Kemal de dahil herkes sorgulanabilmelidir. (Müslümanlar, Hristiyanlar’ın Hz. İsa’yı tanrılaştırmaları gibi aşırılıklardan kaçınmakla birlikte, Allahu Teala öyle istediği için peygamberleri sorgulamaz, onların Allahu Teala’nın emriyle hareket ettiklerini bilirler.)

Hoca Sadeddin Efendi (ki, Yavuz Sultan Selim‘in sırdaşı Hasan Can‘ın torunudur), Tâcü’t-Tevârîh‘inde, Yıldırım Bayezid‘i çok ağır ifadelerle tenkit eder.

Meziyetlerini de, kusurlarını da teker teker sıralar.

Kitabını takdim ettiği Osmanlı padişahı ise, Yıldırım Bayezid’in torunu..

Ve o padişah, “Dedemin hatırasına saygısızlık ediyorsun” demiyor. Hoca Sadeddin Efendi’yi cezalandırmak gibi bir tavır sergilemiyor.

Bunu bir suç olarak görmüyor.

Osmanlı, kendisini de, şahısları da, ecdadını da putlaştırmıyordu.

Şimdi, Nihat Genç’in yazdıklarına bu zaviyeden bir bakalım. Dediği şu: Fethullah’ı değil, Atatürk’ü asla sorgulamadan yücelteceksiniz, yüceltmelisiniz.

Teklif ettiği şey, basitçe bu..

Değilse, ne?

Aslında, Atatürk’ü Fethullah değil, haşa bir tanrı konumuna yüceltiyor.

Bu kafaya göre, nasıl Allahu Teala’nın Kur’an-ı Kerîm‘deki hiçbir sözünü sorgulamamak gerekiyorsa, Atatürk’ün de aynı şekilde hiçbir sözünü, eylemini sorgulamamak, hepsinde bir hikmet aramak gerekiyor.

Atatürkçü ya da Kemalist olarak Atatürk’e layık gördükleri makam, bir müslüman için, Allahu Teala’nın sahip olduğu makam..

Fethullahçı değiliz, Pensilvanya’ya kadar yolu var.. Fakat, Fethullahçı değiliz diye, Atatürk’ü haşa Allahu Teala’nın makamına çıkaranları tasvip etmekten de Allahu Teala’ya sığınırız.

İslamcılar, Atatürk söz konusu olduğunda, Hoca Sadeddin Efendi’nin Osmanlı‘da sahip bulunduğu kadar fikir hürriyetine sahip olmaktan başka birşey istemiyorlar.

Fikri hür, vicdanı hür yaşamak, Atatürkçü olmaya zorlanmamak istiyorlar.

Turgut Özal’ın bu ülkenin başbakanı olarak 1988 yılında ifade ettiği gibi, “Atatürk tabu değildir” diyorlar.

Nihat Genç gibiler şunu anlamalı:

İnsanların netameli konularda korkup susmaları, onları aklınız, fikriniz ve bilginizle susturmanız anlamına gelmiyor.