GERİ ZEKÂLI BUDALALAR KUMPANYASININ BREMEN TİPİ MIZIKACILARI:

LAİK DENSİZ KADINLAR, BAŞÖRTÜLÜ CHP’Lİ DENSİZLER VS. VS.

(İŞTE, MİLLETİN BAŞINA İSTANBUL SÖZLEŞMESİ DENİLEN MUSİBETİ BELA EDEN AKPARTİ’NİN ESKİ İCRAATININ SAVUNUCULARI..

BAKALIM AKPARTİ BUNLARLA ARASINA MESAFE KOYMAYI BAŞARABİLECEK Mİ?)

 

 

“CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun türbanlı danışmanı Nuray Çepni dikkat çeken açıklamalarda bulundu.”

Odatv denilen kanalizasyon haberi böyle vermiş.

Evet, Kılıçdaroğlu’nun akıl yoksunu danışmanı şunu söylemiş:

 

“Bir kadın düşünün hayatının her adımında toplum tarafından oluşturulmuş haksızlık çemberine sarılan kadınları düşünün. Bir cinsiyete mensup kişiler tarafından güven, namus, ölüm ve eşit yaşama hakkından mahrum bırakılma, dayatmaya maruz bırakılan kadınları düşünün. İğne iplikle ördükleri iple kendini asan kadınları düşünün. ’Ben ölmek istemiyorum’ diyen ve kocası tarafından öldürülen Emine Bulut’u ve ‘anne ölme’ diyen kızını düşünün.”

 

Bu ülke neden geri zekâlılık bakımından bu kadar zengin Allah’ım?

Neden bu ülke budala beyinsizler cenneti?

Bu aptal kadın ne sanıyorsa?..

Geri zekâlı angut! O adını andığın Emine Bulut, İstanbul Sözleşmesi yürürlükteyken öldürüldü.

Cinayet işlemeye, müebbet de olsa ceza almaya razı olmuş bir adamı, İstanbul Sözleşmesi nasıl durduracak, aptal?

Yani, cinayet işleyenler şöyle mi düşünecekler: Böyle yaparsam İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı hareket etmiş olurum. Ayıp olur.. Yapmayayım..

*

T24.com denilen kanalizasyon (manevî lağım) ise, yayınladığı haberine şöyle bir başlık atmış:

“Kadınlar, İstanbul Sözleşmesi için bir araya geldi: Emine Bulut’un çocuğu önünde öldürülmesi aile yapısını bozmuyor mu?”

Evrim Teorisi denilen zırvaya inansaydım şöyle derdim: Bu maymun torunları (T24 editörleri ve haberleştirdikleri kadınlar) bedensel görünüm bakımından evrim geçirmişler fakat kafalarının çalışma düzeninde bir gelişme yaşanmamış.

A geri zekâlı angutlar çetesi, Emine Bulut cinayeti, bu hükümet “Emine Bulut öldürülsün” diye yasa çıkardığı için öldürülmedi?

Ayrıca bu cinayet, İstanbul Sözleşmesi denilen paçavrayı bu Akparti Hükümeti başımıza bela etmeden bir gün önce de işlenmedi?

Bu tür cinayetler İstanbul Sözleşmesi imzalandıktan sonra kesilmiş olsaydı, bu türden laflar söylemeniz mantıklı olabilirdi.

*

Evrimcilerin “bilimsel” kabul ettikleri anlayışa göre maymun torunu olan bu kişilerden (Ki muhtemelen önemli bir bölümü maymun torunu olduklarına inanıyorlardır, dolayısıyla biyolojik torun değilse de “manevî torun” durumundalar) mantıklı düşünmelerini beklemek abes olur.

Ancak, İstanbul Sözleşmesi meselesinde asıl suçlu bunlar değil..

Bunların bütün yapabildikleri sokaklarda maymun gibi bağırmaktan ibaret.

Millete tabiri caizse “asıl kazığı” atan, Akparti Hükümeti.

MİLLET “İSTANBUL SÖZLEŞMESİ” İPTAL EDİLİR Mİ DİYE BEKLERKEN ERDOĞAN’IN VERDİĞİ MESAJ..

(İSTANBUL SÖZLEŞMESİ İPTAL EDİLMEZ..

ÇÜNKÜ LAİK-KEMALİST DEVLET İÇİN ALLAHU TEALA’NIN SÖZÜNÜN YÜCELTİLMESİ VE RIZASI DEĞİL, AVRUPALI’NIN GÖZÜNE VE KANATLARI ALTINA GİRME “STRATEJİK HEDEF”TİR..

BÖYLE BİR TÜRKİYE SADECE SAĞLIKLI AVRUPALI’NIN TURİZM İÇİN GELİP TATİL YAPTIĞI, GEZİP TOZUP YİYİP İÇTİĞİ,

HASTA AVRUPALI’NIN DA “SAĞLIK TURİZMİ” KAPSAMINDA GELİP “HİZMET” ALDIĞI BİR ÜLKE OLABİLİR..

ÖYLE VİZYON VE MİSYONDAN ANCAK BU ÇIKAR..

ÇAĞDAŞ ANLAMDA “BÜYÜK DÜŞÜNME” BÖYLE BİRŞEY)

 

Tourism Today - Turizmden Haberler - Turizm Haberleri

 

9 Mayıs 2020 Cumartesi 12:34

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bu kez ortak düşmanımız sınır tanımayan bir virüs. Avrupa Birliği’nin artık aynı gemide olduğumuzu anladığını umuyorum.” dedi.

 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bugün, Avrupa Birliği fikrine hayat veren Schuman Deklarasyonu’nun kabul edilmesinin 70. yıldönümüdür. Avrupa Birliği’ne adaylık statümüzün tescil edildiği 1999 yılından bu yana “9 Mayıs Avrupa Günü”nü tüm Avrupa halklarıyla birlikte ülkemizde de kutluyoruz.” ifadelerini kullandı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB Günü mesajında şunları kaydetti;

“Schuman Deklarasyonu’nun ardındaki düşünceler, tüm dünyayı yıkan bir savaşın ardından Avrupa’nın küllerinden yeniden doğmasını, ülkelerin farklılıklarını ve düşmanlıklarını bir kenara bırakarak barış, güvenlik, kalkınma ve refah için biraraya gelmesini sağlamıştı. Bugün yine yıkıcı bir felaket ile karşı karşıyayız. Bu kez ortak düşmanımız, hiçbir sınır tanımayan, sadece sağlığımızı değil refahımızı, sosyal düzenimizi ve insani bağlarımızı tehdit eden bir virüs. Bu gözle görülmeyen küçük düşman bize, son dönemde unutma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığımız, popülist politikalara ve kısa dönem ulusal çıkarlara feda etmeye hazır hale geldiğimiz “birlik olma”nın, birlik içinde güçlü olmanın anlamını tekrar hatırlatmıştır.

Her felaketin fırsatları da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Avrupa Birliği’nin doğru ve zamanında atacağı adımlarla bu krizden de güçlenerek çıkacağına inanıyorum. Ayrımcılık ve nefret dili bir kenara bırakıldığında, Avrupamızın ortak menfaati küçük siyasi oyunlara veya ulusal çıkarlara feda edilmediğinde, kapsayıcı ve adil olunduğunda daha güzel günlerin bizim olacağına inancım tamdır. Önümüzde hem salgınla mücadele hem salgın sonrası dönemde ekonomik açıdan yeniden toparlanma hem de kıtamızı etkileyen bölgesel gelişmeleri yönlendirme ve düzensiz göç ile terörle mücadele çalışmalarına ağırlık vereceğimiz zor günler bulunmaktadır.

Bu zor günlerin, Türkiye – AB ilişkilerini yeniden canlandırmak konusunda sunacağı fırsatları iyi değerlendirmeliyiz. Şimdiye kadar ülkemize pek çok konuda ayrımcı ve dışlayıcı tutum takınan AB’nin, artık hepimizin aynı gemide olduğunu anladığını umuyorum. Salgın döneminde pek çok AB üyesi ülkenin ülkemizden yardım talebinde bulunduğu, ülkemizin sağlık sistemi ve aldığı önlemler ile pek çok AB üye ve aday ülkesine örnek olabilecek düzeyde bulunduğu görülmüştür. AB üyeliğine aday, müzakere eden, AB ile gümrük birliği içinde olan, AB’nin en önemli ticaret ve yatırım ortaklarından Türkiye’nin, Birliğin salgın süresince ve salgın sonrası dönemde alacağı tüm önlemlere ve çalışmalara katılması AB’yi ancak daha güçlü kılacaktır.

Dönem her alanda güçlerimizi birleştirme dönemidir. Ülkemizin tam üyeliği ekonomik, siyasi, güvenlik ve sosyal katkıların yanı sıra Avrupa Birliği’ne daha katılımcı ve kucaklayıcı bir vizyon kazandıracak ve AB’yi küresel bir aktör haline getirecektir. Türkiye olarak, müzakere sürecinde karşılaştığımız tüm zorluklara rağmen stratejik hedef gördüğümüz Avrupa Birliği‘ne tam üyeliğe ulaşmakta kararlıyız.

Bu düşüncelerle, “Avrupa Günü”nün, kıtamızın bugün içinde bulunduğu durumun ve geleceğine ilişkin planların, yapıcı ve vizyoner bir yaklaşımla değerlendirilmesine vesile olmasını diliyor, vatandaşlarım başta olmak üzere tüm Avrupalıların 9 Mayıs Avrupa Günü’nü tebrik ediyorum.”

AB Türkiye Delegasyonu: Dilekleriniz için çok teşekkür ederiz

AB Türkiye Delegasyonu, Avrupa Günü mesajı nedeniyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’a teşekkür etti.

Delegasyonun mesajında, “Ekselansları Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın AB Günü mesajını aldık. Sayın Cumhurbaşkanı, İyi dilekleriniz için çok teşekkür ederiz!” ifadelerine yer verildi.

 

(https://www.trthaber.com/haber/gundem/cumhurbaskani-erdogan-ab-ile-ayni-gemideyiz-483059.html)

MACARLAR KADAR BİLE OLAMAYAN BİR AKPARTİ..

MACAR PARLAMENTOSU KADAR BİLE OLAMAYAN BİR TBMM..

MACAR MİLLETVEKİLLERİ KADAR BİLE “MİLLÎ VE YERLİ” OLAMAYAN “(SÖZDE) İSLAM ÂLEMİNİN UMUDU” ERDOĞAN..

ANKARA BAROSU’NDAKİ DANGALAKLARIN DİYANET İŞLERİ BAŞKANI’NINA YÖNELİK LAFLARI SİNEK VIZILTISIDIR.. ASIL SORUN, KAZIKLI VOYVODA’YA ÖZENEN “YERLİ-MİLLİ”LERİN MİLLET İÇİN YONTTUĞU İSTANBUL SÖZLEŞMESİ ADLI “YAĞLI KAZIK”..

BU MİLLET İÇİN ASIL MUZIR OLAN, RAGIP ZARAKOLU ADLI AHI GİTMİŞ VAHI KALMIŞ DÜMBELEĞİN (“YANLIŞ YORUMLUYORSUNUZ” DİYE ÇARK EDEBİLDİĞİ “TEVİLE MÜSAİT, İMAYA DAYALI”, CİDDİYE ALINMASA KİMSENİN HABERİNİN OLMAYACAĞI VE ÖNEMSEMEYECEĞİ) ETKİSİZ BAYAT LAF SALATASI DEĞİLDİR..

AKPARTİ’NİN “USTALIK ESERİ”, USTACA KURULMUŞ BİR MANEVÎ DARAĞACI, İDAM SEHPASI VE YAĞLI URGAN OLAN İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’DİR..

 

İstanbul Sözleşmesi Macar Parlamentosu’ndan geçemedi

AA, 7 Mayıs 2020

 

Macaristan Parlamentosu’nda, hükümete İstanbul Sözleşmesi’ni onaylamaması yönünde çağrı yapan siyasi deklarasyon kabul edildi.

Hükümetin koalisyon ortağı Hıristiyan Demokratik Halk Partisi (KDNP) milletvekilleri tarafından parlamentoya sunulan deklarasyon, 35 “hayır”, 3 “çekimser’’ ve 115 “evet’’ oyuyla onaylandı.

Sözleşmeyi  ilk imzaya açan, ilk onaylayan ülke Türkiye  olurken sözleşmenin hiçbir maddesine  çekince dahi  koyulmadı

Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu Komitesi tarafından 7 Nisan 2011 tarihinde Strazburg’da onaylanan ve tam adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”, Türkiye’nin öncülüğünde 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılmıştır. Sözleşme burada imzaya açıldığından dolayı İstanbul Sözleşmesi olarak anılmaya başlanmıştır. Sözleşmeyi imzalayan irade, Müslüman bir ülke olmamıza rağmen sözleşmenin dördüncü maddesinin üçüncü fıkrasındaki “cinsel tercih ya da cinsel yönelimin” güvence altına alınmasına dahi itiraz etmemiştir.

AYNI DURUŞU SERGİLEME ÇAĞRISI

Deklarasyonda, hükümete İstanbul Sözleşmesi’ni onaylamaması ve Avrupa Birliği (AB) kurumlarında da aynı duruşu sergilemesi çağrısı yapıldı. Sözleşme, Macar hükümeti tarafından 2014’te imzalanmış, parlamentoda onaylanmadığı için yürürlüğe girmemişti.

 

(https://www.milligazete.com.tr/haber/4332398/istanbul-sozlesmesi-macar-parlamentosundan-gecemedi)

(http://www.haber7.com/dunya/haber/2971888-macaristan-istanbul-sozlesmesi-karsiti-deklarasyonu-kabul-etti)

“ASIL HEDEF İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’DİR”

 

Hedefteki isim Ankara Barosu Başkanı konuştu - Güncel haberler

Harekete geçtiler; "Aile yıkan yasalar kalksın! İstanbul Sözleşmesi iptal  olsun!"

Petition update · CEDAW, AİHS ve İstanbul Sözleşmesi İnsanlığa ...

Ahmet Şimşirgil on Twitter: "Savaşta bedenler ölür. Bir ölür bin ...

 

Ankara Barosu Başkanı diye bilinen Erinç Sağkan, Baro’nun ‘Nefret suçu işleniyor’ yönündeki açıklamasının hükümetin gündem değiştirme ihtiyacından kaynaklandığını, asıl hedefin İstanbul Sözleşmesi olduğunu söylemiş.

Görüldüğü gibi, bu bön suratlı ibnelik avukatı, işine geldiği zaman “niyet okuma“yı gayet iyi biliyor.

Ancak, anlamadığı şu: Gerçekten aptal olduğu için, aptalı oynamasına gerek yok.

Kendisi olması, kendisi olarak kalmaya çalışması yeterli.

Ulan ahmak, İstanbul Sözleşmesi‘ni başımıza bela eden bu hükümet değil mi?

*

Evet, böyle aptalca “niyet okuma” numarası yapmayı biliyor.

Fakat, kendisinin gerçek niyetini ise saklıyor.

Ankara Barosu’nun yaptığı şey İslam düşmanlığından, İslam’ı aşağılamaktan ibaret.

Fakat, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın açıklamalarına karşı yaptıkları yazılı açıklamanın hukuki reflekslerle yapıldığını iddia ediyorlar.

Hükümete “asıl hedef” yakıştırıyorlar, sıra kendilerine gelince, apaçık İslam düşmanlıkları hukukî refleks oluyor.

Bu bön bakışlı angut tutmuş bir de, “Baro olarak görevimiz gereği insan haklarını ve hukuku savunmak zorundayız” masalı anlatıyor.

Bunlara göre, yedi sekiz nesil önceki ecdad insan sayılmıyor. Onların hiçbir hakkı yok.

Onların inançları da aşağılanmayı hak ediyor. Onlar gibi düşünenlerin hukukunu savunmak gerekmiyor.

*

Bu angut, Erbaş’ın açıklamalarının toplumun belli bir kesimini bir başka kesime karşı hedef göstermeye ve ötekileştirmeye yönelik ifadeler içerdiğini de iddia ediyor.

Gerçekten derdin buysa, “yedi sekiz nesil önceki insanların zihniyeti olarak yaftaladığın ve aşağıladığın İslam”a inanan insanları sen “bir başka kesime hedef” gösteren açıklamayı neden yaptın peki?

İslam’ı köylü kurnazlığıyla dolaylı ifadelerle hedef almadan ve aşağılamadan ibnelik, puştluk, zina ve fuhuş avukatlığı yapsan, senin için en azından “Ahlâksızlığı çifte standart sergilemeden ve tutarsızlığa düşmeden savunuyorlar” dememiz mümkün olacaktı.

Dört kere ahlâksızsın.. Çünkü hem ahlâksızlığın avukatlığını yapıyorsun, hem halkın bir kesimini (İslam’ı ve İslam’a inananları) aşağılıyorsun, hem sözde hak ve hukuk savunucusu gibi ortaya çıkma dümeni çeviriyorsun, hem de muhatapların söz konusu olduğunda hemen “niyet okuma” moduna geçiyorsun.

İbneler ve puştların ahlâksızlığı bir kerelik, sizinki dört..

Üstelik, o kesimin bir kısmı belki yaptığı şeyi beğenmiyordur, bir hak olarak da görmüyordur. Savunmuyordur da..

Asıl aşağılık ve adi insanlar sizlersiniz.

*

Bu bön bakışlı angut şöyle demiş:

 

“Hedefte olan şey İstanbul Sözleşmesi, bu sözleşmenin feshi uzun süredir belli çevreler tarafından dile getiriliyordu. Bu sözleşme kalkmadığı müddetçe ötekileştirilmek istenen bir kesimle ilgili herhangi bir yasaklayıcı yasal düzenleme getiremezsiniz. Belki de konuşulması gereken konu bu. Diyanet İşleri Başkanı özelinde bir nefret söylemini konuşmamız gerekirken konu TCK 216 kapsamında Ankara Barosu’na getirildi.”

 

Bunda haklı..

Konuşulması gereken konu bu.

Hükümet samimi ise, milletin başına bela ettiği bu İstanbul Sözleşmesi cinayetini temizlemelidir.

Ankara Barosu ve Diyanet İşleri Başkanı’nın ismi üzerinden yapılan tartışmaların hiçbir önemi yok.

Ankara Barosu Başkanı, hükümete yol göstermiş: Yapılacak şey, Sözleşme’nin iptalinden ibaret.

Hükümet bunu yapmadıkça, Ankara Barosu’nun bugünkü şirretliğinin örtük ve manevî destekleyicisi olmaktan kurtulamaz.

Durumu, Ankara Barosu’nunkinden daha kötüdür.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ VE AİLE

 

ismail kılıçarslan ile ilgili görsel sonucu

ismail kılıçarslan ile ilgili görsel sonucu

 

Yeni Şafak‘ın şişkosu son yazısında yine soytarılık sanatının en seçkin örneklerinden birini vermiş.

Yazısının başlığı şöyle: “Sen eve uğrarsan aile elden gitmez“.

Köşesine boca ettiği ilk kusmuk parçaları şunlar:

 

Hastasıyım şu buluverdiğimiz kolay kolay çözümlerin. Siyasilere bilgisayar oyunu oynattığımızda gençlere ulaşmış, insanlara en basit politik düzlemden laf soktuğumuzda rahatlamış, youtubedan bir playlist dinleme kabiliyet ve becerimiz var diye dini konuların hepsinde uzman olmuş oluyoruz.

Bu kolaycılığın son zamanlarda beni sinirden deliye döndüren örneği ise “aile elden gidiyor” mızmızlanması. Ağzını açan, İstanbul Sözleşmesi, aile hukukunu düzenleyen yasalar falan üzerinden “aile elden gidiyor” diye sloganı patlatıyor. Çözümü de bulmuş durumdalar. Daha doğrusu ayılıp bayıldıkları Ehli Sünnet müdafileri, Sünniliğin yıkılmaz kaleleri bazı isimlerin son derece arkaik, hatta primitif bir takım önerilerini çözüm zannediyorlar.

 

Bu soytarının kendisi de bazı yazılarında İmam Matüridî‘ye atıfta bulunarak çarpıtılmış bir Ehl-i Sünnetçilik yapmıştı, fakat konumuz o değil.

Yazısında yer alan herzeler, İstanbul Sözleşmesi‘ni ve “aile hukukunu düzenleyen mevcut yasalar“ı savunduğunu ortaya koyuyor.

Ayrıca, bu şahsa göre, “Aile elden gidiyor” demek, mızmızlanma..

Anlaşılan, aile elden gitmiyormuş, herşey güllük gülistanlıkmış..

Ayrıca, eski köye yeni adetler getiren, yeni icatlar çıkaran şu İstanbul Sözleşmesi de, hiç de şikayet olunacak birşey değilmiş.

İslam hukukunun yerini alan şu Roma hukuku ve Katolik inancı kökenli İsviçre Medenî Kanunu taklidi “aile yasaları”mızdan da şikâyetçi olmamak gerekiyormuş.

*

Ancak, “Aile elden gidiyor” diyenler, bu Roma ve Katoliklik gibi, hatta 4 bin yıl öncesinin Lut kavmi gibi çağdaş bir anlayış sahibi olmayı başaramıyorlarmış.

Arkaik, hatta primitiflermiş.

Solcular ve dinsizler, böylesi yazılar kaleme aldıklarında arkaik ve primitif gibi yabancı kelimeler kullanmıyor, doğrudan Türkçe’nin kelime dağarcığından faydalanıyorlar.

Lafı eğip bükmeden “gericiler” diye hakaretler savuruyorlar.

Bu sinik soytarı ise, mertçe “yerli ve milli” kelime kullanmak yerine lafı dolandırıyor.

*

İmdi, “Aile elden gidiyor” tespitini yapanlar, bunu Sünnîlik’ten hareketle, Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Sünnet kabul edilmeyen İslam anlayışları arasındaki ihtilaflar bağlamında dile getirmiyorlar.

Yani konunun Ehl-i Sünnet ya da Sünnîlik anlayışını savunmakla bir ilgisi yok.

Aile meselesini, bir mezhepler arası tartışma bağlamında konuşmuyorlar.

Burada mesele, mezhep parantezini aşacak şekilde, doğrudan İslam‘la ilgili..

Bu sinik soytarı, burada da yine şeytancı (Ehl-i Sünnetçi değil) kurnazlık yapıyor, İslam’ı doğrudan değil, Ehl-i Sünnetçilik yaftası altında dolaylı biçimde hedef alıyor.

Kim hesabına?

İstanbul Sözleşmesi’ni ve de Türkiye’deki aile hukukuna ilişkin yasaları koyanlar (vaz’ edenler) hesabına..

Bu sinik soytarı, sözlerinin nereye gittiğinin farkında olmayabilir. Fakat mantıksal olarak varacağı yer, küfür ve şirkten ibarettir.

Çünkü, ifadeleri, beşerin icat ettiği kural ve yasaları (amel bile değil, doğrudan zihniyet düzeyinde) Allahu Teala’nın şeriatine tercih ettiğini, şer’î hükümleri primitif ve arkaik diyerek aşağıladığını gösteriyor.

*

Bu sinik ve kurnaz soytarının yazısındaki bir başka paragraf şöyle:

 

Bu Sünniliğin yıkılmaz kalelerini uyandırayım. O sizi destekleyen zengin işadamlarının ve benzerlerinin yarattığı korkunç kapitalist düzen var ya. Hah. O kapitalist düzen yüzünden insanlar tek maaşla geçinemiyor. Karı-koca çalışmak zorunda kalıyorlar. Hal böyle olunca “aile hukuku” baştan aşağı değişmek zorunda kalıyor. Eşit sorumluluk eşit hak demek çünkü… Sense buna hiç kafa yormadan, bu korkunç zulüm düzenini eleştirmeyi “çok riskli” bularak “aile elden gidiyor” sloganı atıyor ve görevini yapmış insanların huzuruyla siperinde mayışıyorsun. Sıkıştığımız ve sürekli yumruk yediğimiz köşe orası. Çıksana o köşeden.

 

Bu sinik soytarıya önce şunu hatırlatmak gerekiyor: Kendisini destekleyenler de, başta Yeni Şafak‘ın sahipleri olmak üzere “zengin işadamları“..

İkincisi, bu korkunç kapitalist düzen, bütün ailelerde karı-koca birlikte çalışma zorunluluğuna yol açmıyor.

Türkiye’de, çalışmayan kadın sayısı daha fazladır.

Ve çalışan kadınların hepsi de, ekonomik zorunluluk yüzünden çalışıyor değil.

Birçoğu da bankada para istifliyor.

Bu sinik soytarıya göre ise, “Hah. O kapitalist düzen yüzünden insanlar tek maaşla geçinemiyor. Karı-koca çalışmak zorunda kalıyorlarmış..

Sanki bütün memleket bu durumda..

*

Bu sinik palyaçonun “Eşit sorumluluk eşit hak demek” şeklindeki yaldızlı herzesi de içi boş bir “slogan”dan ibaret.

Eşit sorumluluk, her zaman eşit hak demek değildir.

Mesela, cephede savaşan askerleri düşünelim..

Canlarını ortaya koyma ve savaşma bakımından aralarında bir fark yoktur.

Hatta bazen komutanlar, kendileri arkada durur ve astlarına savaşma emri verirler.

Böyle olduğu halde onlar için “Eşit sorumluluk, eşit hak” şeklinde çözümler üreten İstanbul Sözleşmeleri icat edilmez.

Burada, “Ama komutanların daha fazla hak sahibi olmalarını gerektiren başka vasıfları var” da denilemez.

Ailede de, erkeğin, “yaratılış”tan gelen (kadınınkinden farklı) vasıfları vardır.

Bu yüzden, sorumluluk (bazı zorunluluklar yüzünden) bazen eşit hale gelse bile, haklar aynı olmaz.

Bununla birlikte İslam hukuku, kural olarak, zaruretleri dikkate alır.

Fakat o zaruretler, sürekli ve kalıcı hükümler halini almazlar.

Zaruret ortadan kalktığında, asıl hüküm geçerli olur.

Mesela yiyecek hiçbir şey bulamayan, bu yüzden ölüm tehlikesiyle karşılaşan bir insan, o etten, haddi aşmamak kaydıyla yiyebilir. Hatta, yemek zorundadır.

Fakat bundan hareketle, “Domuz eti helaldir, herkese serbesttir” diye bir hüküm konulamaz, yasa yapılamaz.

Eğer müslümansanız, meselenin içyüzü böyle.

Yok müslüman değilseniz, sinik laga lugaları bırakın, şerefsizlik yapmayın, küfrünüzü açıkça ortaya koyun.

*

Bu sinik, kolay çözümü de bulmuş:

Korkunç dediği kapitalist düzene tümüyle teslim olmak, bütün insanları karı-koca çalışmak zorunda kabul etmek, ve buna göre de aile hukukunu getirip İstanbul Sözleşmesi’ne ve Cumhuriyet’in “çağdaş” yasalarına bağlamak.

Peki ya İslam hukuku?

Bu primitif kafalı sinik saray dalkavuğu, onu da, adını vermeden 15. yüzyılın arkaik ve primitif hukuku olarak yaftalıyor:

 

Fakat yalan yok. Bu civanperçemleri, bu serdengeçtiler şahane çözümler buluyorlar aile meselesine. Yalnız küçük bir sorun var. Onların “çözüm” diye buldukları şeylerin cari olabilmesi için en geç 15. yüzyılda yaşamamız, yaşadığımız şehrin maksimum 10 bin kişi olması ve şahane bir ekonomik düzey gerekiyor.

 

“Yerli ve milli” Kemalistler, Batıcılar ve bilumum dinsizler, daha açık konuşuyor, M. S. 600’lü yıllar, bin 400 yıl öncesinin çöl kanunları falan diyorlar.

Bu sinik soytarı ise, “içeriden” konuştuğu için, tarihi biraz beriye çekiyor, 15. yüzyıla getiriyor.

Millet aptal, bir kendisi akıllı ya, içindeki nifakı (münafıklığı) anlaşılmayacak zannediyor.

*

Şu laflar da bu sinik soytarının kusmuk koleksiyonu içinde yer alıyor:

 

Hay Allah. Bunlar yok ama elimizde. 2020’de, asgarisi 1 milyon insanın yaşadığı şehirlerde ve aç bilaç geçiriyoruz hayatımızı. Fakat olsundur. Sünniliğin yıkılmaz kalelerinden iyi bilecek halimiz yoktur meseleyi. Dolayısıyla “ağrımayan yerimize yazdıkları ilaçları” yutmaktan başka çaremiz yok.

 

Oysa, Sünnîliğin yıkılmaz kaleleri diyerek alay ettiği insanlar, kendisinin ifadesiyle, sadece “mızmızlanabiliyorlar“.

Fakat onlara, “mızmızlanma” hakkı bile tanınmak istenmiyor.

Seslerini kesecekler, susup oturacaklar.

Böylesi çözümler, Cumhuriyet’in ilk yıllarında “radikal” bir şekilde uygulanıyordu. Takrîr-i Sükun Kanunu adı altında “sükun ve sükunet” sağlanıyor, konuşmaya devam edenler darağacını boyluyordu.

Şimdi yine benzer dayatmalar yaşanıyor, birileri kimseye sormadan İstanbul Sözleşmesi türünden Batı icatlarını millete dayatıyor.

Peki İslam?

O, primitif ve arkaik..

Modern/çağdaş olan, korkunç kapitalist sistem.. Dolayısıyla ona teslim olmak zorundayız.

Bu soytarıya göre, “aç bilaç geçiriyoruz hayatımızı“ymış..

Fakat, görünüşüne bakılırsa, bunun tartıldığı aletlerin fazla istiaptan bozuluyor olması gerekiyor.

“Aç bilaç yaşamak” buysa, tokluktan geberecek şekilde yaşamak nasıl birşeydir, bilmiyorum.