ATATÜRKÇÜLÜK AÇISINDAN BAKILDIĞINDA, ERZURUMLU FETHULLAH’A VE BİLUMUM FETÖCÜLERE HAKSIZLIK YAPILIYOR..

ATATÜRK’ÜN ERZURUM KONGRESİ’YLE BAŞLAYAN “KURTULUŞ SAVAŞI SÜRECİ”NDE İZLEDİĞİ STRATEJİYE GÖRE HAREKET EDİYORLAR.

BU STRATEJİ, BİR SACAYAĞI ÜZERİNE KURULU.. YANİ ÜÇ AYAĞI VAR.

BİR AYAK YALAN, DİĞER AYAK TAKİYYE, SON AYAK DA GİZLİ GÜNDEMDEN İBARET.

(GEÇMİŞİNDE BİR ŞEKİLDE FETÖ BULAŞIĞI OLDUĞU İÇİN ŞİMDİLERDE EN ASABÎ FETÖ DÜŞMANI AYAĞINA YATAN KRİPTO KEMALİST/ATATÜRKÇÜ İLAHİYATÇILAR, FETÖ’YE YÖNELTTİKLERİ ELEŞTİRİLERİN UCUNUN MUSTAFA KEMAL’E KADAR GİTTİĞİNİ ANLAMALILAR..

MUSTAFA KEMAL HAKKINDA NİYE İKİ ÇİFT LAFLARI YOK?.. EMRİNDE OLDUKLARI DERİN VE DE YÜZEYSEL DEVLETİN LAİK KİLİSESİNDEN AFOROZ EDİLMEKTEN Mİ KORKUYORLAR?

ATATÜRK [İNGİLİZLER’İN -SON TAHLİLDE- HOŞUNA GİDECEK TÜRDEN BİR] “PARALEL DEVLET” DÜŞÜNCESİYLE YOLA ÇIKMIŞ FAKAT “MEVCUT DEVLETİN BEKASI” İÇİN ÇALIŞIYORMUŞ GİBİ YAPMIŞTI.

FETÖ İSE BECERİKSİZLİĞİ YÜZÜNDEN [“DÜNYANIN AĞALIĞI” UNVANINI İNGİLTERE’NİN ELİNDEN ALMIŞ BULUNAN ABD’NİN HOŞUNA GİDECEK TÜRDEN] PARALELLİK İŞİNİ YÜZÜNE GÖZÜNE BULAŞTIRMIŞ, TAKİYYE, GİZLİ GÜNDEM VE YALAN SINAVINDAN ÇAKMIŞTIR)

*

M. Kemal Atatürk tarafından aldatılan din adamlarının Kurtuluş Savaşı’ndaki rolü

Kadir Çandarlıoğlu

Böyle bitti…


 

… M. Kemal Atatürk TBMM’nin açılışının öncüsü ve en örgütlü son kongrede, Sivas Kongresi’nde, şöyle and içmiştir:

 

“Makam-ı Celil-i Hilâfet ve Saltanata, İslâmiyete, Devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye takip etmeyerek… çalışacağıma… namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billâh.”

[Sivas Kongresi Tutanakları, Haz: Uluğ Iğdemir, Ankara 1969, sayfa 5, 3.]

 

Üstelik, 24 Nisan 1920 tarihli Meclis konuşmalarında da Hilafet makamını ve Saltanatı koruyacağını söylemiştir (sadeleştirdik) :

 

Hilâfet makamının ve saltanatın bağımsızlığının dokunulmazlığını, milli bağımsızlığımızı ve milli sınırlarımız içinde yaşama imkân verecek bir barışı sağlayacak önerileri ayrıntıları ile tespit edip uygulayabilmek için, millet tarafından olağanüstü yetkiye sahip bir meclisin Ankara’da toplanması gereğini millete duyurmakla ilgili milli görevimizi ve vatan borcumuzu da yerine getirdik.(…)

Meclisimizde oluşan ve beliren milli kudretimiz, Hilâfet makamı ve saltanatı yabancı baskısından kurtaracak ve Osmanlı devletini dağılma ve tutsaklıktan kurtarma önlemleri alacaktır. Tam bağımsızlığa sahip, hilâfet makamına vicdani bağlılığı ile övünen, İslâm dünyası içinde yaşama anlayışını kendinde gören bir milletin tutsak olamayacağı inancıyla, davranışlarımızı adım adım izleyen bütün medeni dünya ve insanlık sizlere yardımcı olacaktır. (Hararetli alkışlar)”

[TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, Içtima senesi 1, Içtima 2, 24 Nisan 1920, celse 3, cild 1, sayfa 29, 30. (Meclis tutanakları)]

 

Ayrıca aynı gün Meclist’e, Sultan Vahidüddin’e “Üçüncü Ordu Müfettişi ve Padişahın Fahri Yaveri M. Kemal” imzasıyla şöyle bir telgraf çektiğini beyan etmiştir (sadeleştirdik):

 

“Millet bağımsızlığına kavuşsun, saltanat makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok olmaktan kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek buna inanmanzı rica ederim.” [TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, Içtima senesi 1, Içtima 2, 24 Nisan 1920, celse 1, cild 1, sayfa 11. (Meclis tutanakları) ]

 

Mesele gayet açık değil mı? Hilafeti, Şeriat’ı ve Saltnatı kaldıran M. Kemal değil miydi? Resmen halkı ve din adamlarını kandırmıştır. Bunu zaten kendisi de itiraf etmektedir…

Dostu Mazhar Müfit Bey, M. Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresi’ni açarken yaptığı konuşmanın sonunda şu sözlere yer verdiğini yazar:

 

“En son olarak niyazım şudur ki, Cenâb-ı Vacibü’l-Amal Hazretleri [Allah], Habib-i Ekrem’i [Peygamberi] hürmetine, bu mübarek vatanın sahip ve müdafii ve diyanet-i celile-i Ahmediye’nin [İslam dininin] ilâyevmilkıyâme [kıyamet gününe kadar] haris-i esdakı [en sadık bekçisi] olan millet-i necibemizi ve makam-ı saltanat ve hilâfet-i kübrâyı masun ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef olan heyetimizi muvaffak buyursun.”

 

Mazhar Müfit, bu konuşmayı yadırgayarak Paşa’ya niçin böyle bir konuşma yaptığını sorar.

Kongre akşamı Paşa’ya:

 

“Erzurum, nutkunuzun sonunu müftü efendinin duası gibi bitirdiniz”, dedim. Bu tarz konuşmamı hoş gördüğü için sadece güldü ve:

“Maksadını anlıyorum, anlıyorum amma şimdi vazifemiz halkı, vatanı ve esir padişahı kurtarmaya inandırmaktan ibarettir.”

[Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk ile Beraber, Türk Tarih Kurumu yay., 1986, cild 1, sayfa 85]

 

Türk Tarih Kurumu tarafından basılan kitaptan alıntıladığımız bu diyalogtaki itirafı, M. Kemal Atatürk’ün Nutuk’undan da teyit etmek mümkündür…

M. Kemal Atatürk Nutuk’ta şöyle demektedir:

 

“Gerçek, Osmanlı Saltanatının ve Hilâfetin yıkılmış ve ortadan kalkmış olduğunu düşünerek yeni temellere dayanan, yeni bir devlet kurmaktan ibaretti. Fakat durumu olduğu gibi dile getirmek amacın büsbütün kaybedilmesine yol açabilirdi (…).”

[M. Kemal Atatürk, Nutuk, 6. Bölüm: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Toplanması, 3. Konu: Hükümetin Kurulması.]

 

Yani, amacının büsbütün kaybedilmemesi için durumu olduğu gibi dile getirmemiş.

Açıkça yalan söylediğini itiraf ediyor.

Bu durumda Laikliği ve Kemalizmi; “Millet istedi” denilebilir mi?

 

(https://belgelerlegercektarih.com/2012/05/11/m-kemal-ataturk-tarafindan-aldatilan-din-adamlarinin-kurtulus-savasindaki-rolu/)

ERZURUM KONGRESİ YA DA “ERZURUM TAKİYYE VE GİZLİ GÜNDEMİ”

(MUSTAFA KEMAL’E GÖRE, TÜRK MİLLETİ PADİŞAH’A İSYAN ETMİŞ VE HAKİMİYETİ ELİNE ALMIŞTI..

FAKAT, MECLİS’TEKİ MİLLETVEKİLLERİNİN, YANİ MİLLETİN VEKİLLERİNİN ÖNEMLİ BİR BÖLÜMÜNÜN BUNDAN HABERİ YOKTU..

VEKALET VERDİKLERİ VEKİLLERİ DURURKEN MİLLETİN HABERİNİN OLMASI İSE ZATEN BEKLENEMEZDİ..

O YÜZDEN MUSTAFA KEMAL, DURUMU MİLLETVEKİLLERİNE VECİZ BİR ŞEKİLDE ÖZETLEDİ: “BU BİR OLDUBİTTİDİR; YA TABİÎ GÖRECEKSİNİZ, YA DA İHTİMAL BAZI KAFALAR KESİLECEKTİR!”

MUHTEŞEM BİR MANTIKTAN GAYET İKNA EDİCİ BİR NUTUK!)

 

İlgili resim

mazhar müfit kansu erzurum'dan ölümüne kadar atatürk'le beraber ile ilgili görsel sonucu

erzurum kongresi ile ilgili görsel sonucu

ERZURUM KONGRESİ ile ilgili görsel sonucu

Erzurum Kongresi günlerinde..

erzurum kongresi ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

ihtimal bazı kafalar kesilecektir ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

İlgili resim

İlgili resim

ihtimal bazı kafalar kesilecektir ile ilgili görsel sonucu

ihtimal bazı kafalar kesilecektir ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

atatürk sofra ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

atatürk vals ile ilgili görsel sonucu

 

Mustafa Kemal, olağanüstü bahtlı ve talihli bir adamdı.

Öyle sıradışı bir talihi vardı ki, İngilizler ne yapsa, ona yarıyordu.

Yaramayacak şeyleri de İngilizler, mutlu bir tesadüfle, asla yapmıyorlardı.

Mesela, İstanbul’u, yetmedi Mudanya ile Bandırma’yı işgal eden İngilizler, Falih Rıfkı’nın ifadesine göre, “Anadolu’ya asker yollamak ve Yunanlılara yardım niyetinde değil idiler”. (Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 66.)

Bunun, Mustafa Kemal’e dolaylı biçimde yardım etmek demek olacağını acaba anlamıyorlar mıydı?

Bu nasıl bir şans, nasıl bir talih, nasıl bir açık bahttı!..

Öyle muazzam bir şanstı ki bu, İngilizler daha fazlasını da yapmışlardı:

Falih Rıfkı’yı dinleyelim:

 

“Haziranda İngiliz nazırları (bakanları), Türk – Yunan harbinde tarafsız kalacaklarını ilân etmişler, İstanbul bölgesine bir Yunan saldırısı yaptırılmayacağı için de teminat vermişlerdir. Daha ileri giderek, Yunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lâzım geldiğini söylemişlerse de Yunanlılar bu teklifi reddettiler.”

(Atay, Çankaya III, s. 82.)

 

Mustafa Kemal ortaya çıkmadan önce Osmanlı ile Yunanlılar arasında tarafsız kalmayan, onların İzmir’i işgal etmesine izin veren İngilizler, şimdi artık Mustafa Kemal liderliğindeki Türkler’le Yunanlılar arasında “tarafsız takılmaya” başlamış bulunuyorlardı.

Şans diye buna denir işte.

*

Hatta İngilizler, Falih Rıfkı’nın ifadesiyle “daha ileri giderek“, “Yunanlıların işi artık müttefiklere emanet etmesi lazım geldiğini söylemişler”.

“Sizin rolünüz burada bitti. Osmanlı’nın işini bitirdik, yeni devlet kuruldu, maksat hasıl oldu. Bakarsın Türkler size mağlup olur da bu ‘yeni devlet’ ‘tek dayanağı’ndan mahrum kalır” diye düşünmüş olamazlar.

Çünkü, bu İngilizler tescilli salak..

Mustafa Kemal ise, değil.. O, şanslı ve de açık bahtlı..

Falih Rıfkı, şunları yazmaktadır:

 

“Türlü durumları, fırsatları ve şartları pek iyi kollamasını ve kullanmasını bildiğinden, harp ve politika işlerini de kıskıvrak iradesine bağlamıştır.”

(Atay, Çankaya III, s. 66.)

 

Ancak, “durumları, fırsatları ve şartları pek iyi kollamasını ve kullanmasını bilmek”, durumlar, fırsatlar ve şartlar elverişsiz olduğunda, aslında tek başına yeterli olmazdı.

Ön şart, “kollanacak ve kullanılacak” durumlar, fırsatlar ve şartların zuhur etmesiydi.

Bunu da, İngilizler, görüldüğü gibi, çok salak bir taife oldukları için, Mustafa Kemal’in bahtını açacak şekilde, mebzul ölçülerde yapmaktan geri kalmıyorlardı.

*

Ama kabul etmek gerekir ki, Mustafa Kemal de, İngilizler tarafından salakça üretilen fırsatları değerlendirmeye yarayacak kapasite ve yeteneğe olağanüstü boyutlarda sahipti.

Sadece şanslı değildi, sıradışı bir yeteneği de şahsında bulunduruyordu..

Falih Rıfkı’nın ifadesiyle, “Söyler, inandırır, zora getirir, susturur”du. (Atay, Çankaya III, s. 81.)

Söyleyip inandırırsa, mesele yoktu.

İnandıramazsa, karşısındakileri “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” makamından gazeller ile “zora getiriyor, susturuyordu”.

İngilizler’in salakça sundukları fırsatlar, şans, yetenek, ve dahî zor

İşte başarı heykelinin inşasında kullanılan harcın malzemesinin önemli kısmı bunlardı.

*

Bu malzemede, Meclis’in açılışında yapılan yeminin de gösterdiği gibi, yalan söyleme anlamına gelecek şekilde zamana ve zemine göre konuşma ve takiyye de vardı.

Fakat, hayatta en hakiki mürşidin ilim olduğu henüz keşfedilmemiş, müzakerenin, yani ortak akla başvurmanın önemi anlaşılmamış bulunuyordu.

Mustafa Kemal, Yunanlılar’ı denize döktükten sonra, şöyle konuşacaktı:

 

“Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere [fikir alışverişi, görüşme] ile, münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına, vazıulyed [el koyan] olmuşlardı; bu tasallûtlarını [hakimiyetlerini] altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin [saldırganların] hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil, almış bulunuyor.

Bu bir emrivakidir [oldu bittiye getirmedir]. Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmıyacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş [olup bitmiş] bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal, olacaktır.

Burada içtima edenler [toplananlar], Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır.

“Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

(M. Kemal Atatürk, Nutuk, C. 2, İstanbul: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Milli Eğitim Basımevi, 1969, 9. b., s. 690-691; Atay, Çankaya III, s. 149.)

 

Evet, mesele, aslında, Meclis’te millet iradesinin “fikri hür, vicdanı hür” bir şekilde tecelli etmesi, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete bırakılması değildi.

Mesele, “kuvvetle, kudretle ve zorla” (biraz da takiyye ile) emrivaki (oldubitti) kabilinden müzakeresiz (görüşmesiz) ele geçirilmiş bulunan “hakimiyet”in “behemahal” kabul ettirilmesi idi.

*

Hakimiyet milletin eline geçmişti. Meclis’teki milletvekilleri millet iradesini temsil ediyorlardı. Ve millet iradesini temsil eden bu milletvekillerine, “hakimiyetin zorla alındığı” söyleniyordu.

Milletvekilleri, yani milletin vekilleri, millet iradesini ya Mustafa Kemal’in istediği şekilde tecelli ettirecekler, ya da ihtimal ki kafalarını kaybedeceklerdi.

Mustafa Kemal, ne zaman “Padişah ve Halife”ye bağlılık yemini edeceğini ve ne zaman kafa kesme vezninde şiir okuyacağını çok iyi biliyordu.

İngilizler gibi, attığı adımlar başkasının işine yarayan, ona fırsat sunan salaklardan değildi.

Fakat İngilizler de, herşeye rağmen, son tahlilde şanslıydılar.

Belki, Mustafa Kemal’den bile şanslı.. Bütün salaklıklarına rağmen..

Birkaç yıl sonra, Batı’nın “uygarlığı”nı ihraç etmek istedikleri Türkiye topraklarında, istedikleri bütün çağdaşlaşma hareketlerinin gerçekleştiğini göreceklerdi.

“Muasır medeniyet seviyesi”nin, yani çağdaş uygarlık düzeyinin bütün icapları, eksiksiz bir biçimde yerine getirilecekti.

*

Erzurum ve Sivas kongrelerini toplar, Ankara’da TBMM’yi açarken, Mustafa Kemal’in aklında aslında başka şeyler bulunuyordu.

Mazhar Müfit Kansu, şunları yazmış bulunuyor:

 

Erzurum Kongresi’nin bittiği, 7 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Bey (Yiğit) ile dertleşmesini sürdürürken, aniden beni uyandırıp yanına çağırdı. Bir süre, sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“- Mazhar not defterin yanında mı?

“- Hayır Paşam!

“- Zahmet olacak, ama bir merdiven inip alacaksın. Hadi al gel!

“… Hemen aşağıya indim.… Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç nefes üst üste çektikten sonra; ‘Ama, defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin ! Şartım bu!’ dedi. Süreyya da, ben de; ‘Buna emin olabilirsiniz Paşam!’ dedik…. ‘Pekâlâ, yaz! Zaferden sonra şekl-i hükümet (hükümetin şekli) Cumhuriyet olacaktır!… Bu bir. İki!; Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç!; Tesettür (örtünme) kalkacaktır! Dört!; Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir!’ Bu anda, gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu bakış, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşmasıydı. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. ‘Neden durakladın?’ deyince, ‘Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var.’ dedim. Gülerek; ‘Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!’  dedi. Yazmaya devam ettim: ‘Beş!; Lâtin (Avrupa) hurufu (harfleri) kabul edilecek!” deyince ‘Paşam, kâfi, kâfi’ dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın edasıyla, ‘Cumhuriyetin ilânına kadar muvaffak olalım da üst tarafı yeter!’ diyerek defterimi kapadım, koltuğumun altına sıkıştırdım ve inanmayan bir adamın tavrı ile; ‘Paşam, sabah oldu! Siz oturmaya devam edecekseniz bana müsaade edin!’ diyerek yanlarından ayrıldım.”

(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le BeraberC. 1, Ankara, 1966, s. 131 vd.)

 

Halbuki, Mustafa Kemal’in başkanlık etmiş bulunduğu Erzurum Kongresi’nde delegeler, yani “millî irade”, başka kararlar almış bulunuyordu:

 

“1- … Bu sâhada yaşayan bilcümle ‘Anasıri İslamiyye (Müslüman halk), yekdiğerine karşı bir hiss-i fedâkârî ile meşhûn (fedakârlık hissiyle dolu) ve vaz’iyyeti ‘ırkıyye ictimâ’iyyelerine (ırksal ve sosyal durumlarına) riayetkâr, özkardaştırlar.

“2- Osmanlı Vatanı’nın Tamâmiyyeti ve İstiklâli Millimiz’in Te’mini ve Makam-ı Saltanat ü Hilafet’in Masûniyyeti (korunması) içün, Kuvâyî Milliyye’yi ‘amil (etkili) ve İrâdei Miliyye’yi (millî iradeyi) hakim kılmak esastır.

“3- …

“4- Hükûmet-i Merkeziyye’nin (İstanbul’un) bir tazyik-i Düvelin (devletler baskısının) karşısında, buraların terk ve ihmâli ıztırârında (zorunda) kalması ihtimaline göre, Makaam-ı Hilâfet ve Saltanat’a merbûtiyyetini (bağlılığını) ve mevcudiyyet ve Hukuuk-ı milliyeye kâfil (kefil olan) tedâbîr ve mukarrerât (önlem ve kararlar), ittihaz olunmuştur (alınmıştır).”

 

Mustafa Kemal, bu kararların altına imza atmış durumdaydı.

Görünüşte, diğer delegelerle birlikte bunları savunuyordu.

Mazhar Müfit Kansu’ya ise, aslında bir “gizli gündem”inin bulunduğunu, takiyye yaptığını, kimseye söylememesi kaydıyla açıklıyordu.

Ve bütün bunları Mazhar Müfit, Atatürk’ün bir meziyeti olarak aktarıyordu.

GİZLİ SERVİSLER, MÜNAFIKLAR, TAKİYYECİLER, FETÖ, ŞİFRE, KRİPTO…

TURGAY GÜLER UÇAK ERDOĞAN GAZETECİ ile ilgili görsel sonucu

(İSTİHBARATÇILIK, YANİ AJANLIK, TAKİYYECİLİĞİN MESLEĞE DÖNÜŞMÜŞ HALİDİR..

GİZLİ SERVİSLER DE KURUMSALLAŞMIŞ TAKİYYECİLİKTİR..

ANCAK, SADECE TAKİYYECİLİK DEĞİLDİR, BAZEN MÜNAFIKLIĞA DÖNÜŞÜR..

TAKİYYE; TAKVA, MÜTTEKÎ VE VİKAYE KELİMELERİYLE AYNI KÖKTEN GELİR..

TAKVA, GÜNAHTAN SAKINIP KENDİNİ ALLAHU TEALA’NIN AZABINDAN KORUMA DEMEKTİR..

VİKAYE DE KORUMA/KORUNMA ANLAMINA GELİR..

TAKİYYE İSE, YAŞAMSAL/HAYATÎ BİR TEHLİKE DURUMUNDA ASIL DÜŞÜNCEYİ SAKLAYARAK KORUNMA DEMEKTİR.

YANİ İKİYÜZLÜLÜĞE TAKİYYE ADININ VERİLEBİLMESİ İÇİN ORTADA CİDDİ BİR YAŞAMSAL TEHLİKENİN BULUNMASI GEREKİR..

YOKSA MÜNAFIKLIK OLUR)

ŞİFRE VE KRİPTO

 

Abdülhakîm SAYGIN

 

İktidarın borazanı (daha doğrusu zurnası) olarak bilinen Akşam gazetesinin yazarlarından Turgay Güler, “Gülen’in ‘son’ kriptolu vaazı” başlıklı bir yazı kaleme almış..

“Muhterem(!) pek sever şifreli konuşmaları ya! / Cemaat oyunu kime verecek, ‘son’ vaazında şifrelemiş” diyor.

Turgay Güler’in çözdüğünü söylediği şifrelerin ilki, Gülen’in kullandığı “ekmel” kelimesiyle ilgili:

 

“Her hâlimizde, her tavrımızda, her davranışımızda, iman-ı ekmel, ihsân-ı ekmel, ihlas-ı ekmel, rıza-yı ekmel, yakin-i ekmel demeli, hayatımızı bu atkılar arasında bir dantela gibi düzgün işlemeye bakmalıyız.”

(http://www.aksam.com.tr/yazarlar/turgay-guler/gulenin-son-kriptolu-vaazi/haber-329534#.U-IoHvl_uAE)

 

Güler’e göre, Gülen, Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy verilmesini istiyor. Bu, birinci şifreymiş..

Haklı olabilir..

Güler’in çözdüğünü iddia ettiği ikinci şifre ise, “atkılar” kelimesiyle ilgili.. Gülen’in, “… hayatımızı bu atkılar arasında bir dantela gibi düzgün işlemeye bakmalıyız” ifadesinde, atkılar yerine “CHP ve MHP”yi koymalıymışız.

Ekmel meselesi akla yatkın da, bu “atkılar”dan CHP ve MHP’yi çıkarmak için insanın ya çok geniş bir hayal gücünün ya da buluttan nem kapma noktasına varmış bir paranoyasının bulunması gerekir.

Gülen, kendi kendisine, Atkılar dedim, cemaatten bir tane Allah’ın kulu bile anlamadı, bir tek Turgay Güler’de jeton düştü” demiş midir acaba?

Ya da, “Atkılar lafıyla edebiyat yaparken aslında ne demiş olacağımı ben de bilmiyordum ama, Turgay Güler’in fark ettiği gibi, laf olsun diye konuşsam bile önemli şifreler üretiyorum, fakat bilincinde değilim” diye mi düşünmüştür?

*

Böylesi durumlar şairlerin başına çok gelir..

Ses uyumu, kâfiye zorunluluğu, çarpıcılık, söyleyiş kolaylığı, kelimeler arası âhenk vs. kaygısıyla bir şey yazarlar, anlamı bazen çok önemsemezler, fakat sonradan birileri her kelimeye ince ve derin anlamlar yüklerler.

Mısralardan öyle anlamlar çıkaranlar olur ki, şairin kendisi bile, “Ben ne hikmetler saçmışım da haberim yokmuş” diye düşünür.

Ya hu, Gülen cemaatinin Tayyip’e karşı Ekmel’i, AKP’ye karşı CHP ve MHP gibi partileri destekleyeceğini anlamak için şifre okumaya gerek var mı?!..

Bu, meydanlarda miting düzenleyen bir politikacı için, turfa müneccim hafiyenin, “Bu adam siyasetçi.. Nerden anladım biliyor musun, rozetinden” demesi gibi bir şey..

*

Evet, birilerinin şifre takıntısı var.. Bu, bir gerçek.. Bunlar, yazı ve sözlerin bilinen anlamlarıyla yetinmeyen, illa da bir “derin” anlam arayan tipler. Eski çağın hurufîleri ve batınîlerinin çağdaş uzantıları..

Bazen de bu şifre merakı, bir meslek hastalığı olarak kendisini gösterir. Gizli servis çalışanları, bu hastalığa yakalanma riski yüksek olan grupta yer alır. Çalışma yöntemlerinden dolayı, her şeyde bir şifre aramak onlarda alışkanlık haline gelir.

Bir berberin insanların özellikle saçına, bir ayakkabı boyacısının ayakkabılarına, bir terzinin elbisesine bakması gibi, onlar da duydukları ya da okudukları sözlerde şifre ararlar.

Bulamazlarsa, şifrenin yokluğuna değil de, karşıdakinin şifrelemedeki ustalığına ya da bu olayda kendi zekâlarının yetersiz kaldığına hükmedebilirler.

Evet, Turgay Güler’in şifre merakı, kendisi için pek hayra alâmet değil..

*

Bir başka şifre meraklısı, twitter’ın Kuşcu Eşref’i.. Şöyle yazmış:

 

“Gülen Terör Örgütü’ne gelen talimat üzerine ki bu genel de paylaşılan bir nağme veya yazılan kriptolu bir köşe yazısı ile oluyor.”

 

Paylaşılan nağme..

Acaba bundan kasıt, sosyal medyada paylaşılan şarkılar, türküler vs. mi?..

Kriptolu köşe yazısı ile neyin kastedildiği ise açık, gazetelerdeki köşe yazılarında, görünen anlamın dışında batınî bir mana aramak anlamına geliyor.

Ancak bu tutum, bir noktadan sonra, marazî bir ruh haline kapılmak, paranoya bataklığında boğulmak anlamına gelir..

Şu anda iktidar yanlısı birçok gazetecinin vs. bu noktaya geldiği söylenebilir mi?..

Yazdıklarına bakınca, geldiklerini düşünmemek elde değil..

*

Birilerinin gizledikleri şeyler söz konusu olduğunda böylesi bir şüphecilik faydalı olabilir de, açık konuşan, kimliğini, hedeflerini ve düşüncelerini gizlemeyen insanlar için bunu yaptığınızda, kronik ya da kurumsallaşmış paranoyak haline gelmiş olursunuz.

Mesela, takiyyecilere ve gizli servislere karşı daima şüpheci yaklaşmakta, sözlerinde başka anlamlar aramakta fayda vardır. Fakat, takiyyecilerin ve gizli servislerin bile saklamadan ortaya döktükleri düşünceleri olur. Bu durumda şifre okumayı bırakıp, doğrudan söyleneni anlamaya çalışmak gerekir.

Ancak, genelde gizli servis çalışanları ile takiyyeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olanlar, bu marazî ruh halinden kendilerini kurtaramazlar. Karşılarındakine mesaj vermek istedikleri zaman da, illa bir şifre kullanmak isterler.

Mesela, bir zamanlar, Ankara’nın Yenimahalle’sinde, MİT’in burnunun dibinde yaşayan, (CIA’in profesyonel bir ekibi Fuat Avni adıyla istihdam etmesine benzer şekilde) Ali Aytaç Şenol adı altında faaliyet gösteren bir grup ahlâksızın, yazışmalarında inşallah, maşallah yazımı yerine, inşaAllah, maşAllah imlâsını tercih ettiklerini, bunu kendi aralarında bir şifre ya da imza gibi kullandıklarını fark etmiştim.

Evet, gizli servisler, bazen böyle şifrelerle, şifreyi bilenlere mesaj verirler. Ama bu, herkes için geçerli değildir.

MİT’İN TAKİYYESİ

(NASIL BİR “ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ” VARSA, “ATATÜRK TAKİYYESİ” DE VAR..

MİT’İN TAKİYYESİ, “ATATÜRK TAKİYYESİ” TÜRÜNDEN..

YANİ MAKBUL..

RECEP ERDOĞAN DA, DİN MİLLİYETÇİLİĞİNİ AYAKLARININ ALTINA ALIYOR, SIRA ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE GELİNCE TIS YOK!..

NE DE OLSA ALLAH’TAN BAŞKA KİMSEDEN KORKMUYOR.. O YÜZDEN, İSLAM MİLLİYETÇİLİĞİ AYAKLARININ ALTINDA..)

*

DARBE, TAKİYYE VE İSTİHBARAT

 

 

Mehmet SAKİN

 

Medyada çıkan haberlere göre, MİT’in darbeden haberi, bir albay sayesinde olmuş:

 

“Türkiye’nin seyrini değiştiren ihbar 15 Temmuz 2016 saat 14.45 sularında MİT’e ulaştı. Akıncılar Hava üssünde görevli havacı bir albay, MİT’e gelerek Müsteşar Hakan Fidan’ı uyardı ve ‘Acele etmeniz ve engel olmanız gerekiyor. Şu anda hem Akıncı Üssünde hem de Güvercinlik’teki Kara Havacılık Okulu’nda uçaklar ve helikopterler hazırlanıyor. Olağanüstü bir durum var. Galiba darbe hazırlıkları yapılıyor’ dedi.”

(http://www.haber7.com/guncel/haber/2053249-mite-darbe-olacagini-o-haber-vermis)

 

MİT’e bizzat gelerek doğrudan Müsteşar’la temas kurmasından anlıyoruz ki, söz konusu albay, MİT’e çalışan bir isim değil.

Bu yüzden, karşı tarafa sızıp onlardan bilgi getirmiş olması durumu yok. Ortadaki hareketliliğe bakarak kendince bir çıkarım yapmış.

O albay, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a veya Genelkurmay Başkanı’na da ulaşmaya çalışabilirdi. O takdirde, öyle anlaşılıyor ki, MİT’in (ya da MİT’in üst yönetiminin) olaydan hiç haberi olmayacaktı.

Geçmişte MİT’in, darbeler ve darbe teşebbüsleri konusunda hükümetleri pek fazla bilgilendirmediği biliniyor.

Dolayısıyla, MİT’in başarısızlığından değil de, darbeye gözyummasından söz ediliyordu.

Şu andaki tablo ise, MİT’in “kusursuz fiyaskosu” olarak değerlendiriliyor.

Buna kibarca, “istihbarat zafiyeti” diyorlar.

İstihbarat yokluğu bile demiyorlar, istihbarat zayıflığı deyip geçiyorlar.

Ve birçoklarının bu istihbarat zafiyetini (zayıflığını) MİT’in beceriksizliğine değil, FETÖ mensuplarının olağanüstü takiyye kabiliyetine ve örgütlenme biçimine bağladıkları görülüyor.

*

Bu, kusurunu itiraf etme yerine mazeret üretme çabası, MİT’in aciz gösterilmesinden, FETÖ’nün ise MİT’i bile ters köşeye yatırmış sıradışı bir örgüt olarak olarak gözlerde büyütülmesinden başka bir sonuç vermiyor.

FETÖ’nün MİT’e sızmış olduğunun, fakat MİT’in, FETÖ’nün en azından asker kanadını ve asker kanadıyla bağlantılı sivilleri takip edemediğinin düşünülmesine yol açıyor.

Burada en çok dikkat çekilen hususun, FETÖ’nün takiyye, yani olduğundan başka türlü görünme taktiği olduğunu görüyoruz.

Ancak, olduğundan başka türlü görünmenin, bugünkü Türkiye’nin genlerinde bulunduğunu bilmezden gelmeyi tercih ediyoruz.

Hep bir “devlet geleneği”nden, kabile devleti olmadığımızdan söz ediliyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneğine baktığımızda takiyye üzerine kurulmuş olduğunu görüyoruz.

Mazhar Müfit Kansu, şunları yazmış bulunuyor:

 

“Erzurum Kongresi’nin bittiği, 7 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Bey (Yiğit) ile dertleşmesini sürdürürken, aniden beni uyandırıp yanına çağırdı. Bir süre, sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:
“- Mazhar not defterin yanında mı?
“- Hayır Paşam!
“- Zahmet olacak, ama bir merdiven inip alacaksın. Hadi al gel!
… Hemen aşağıya indim.… Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç nefes üst üste çektikten sonra; ‘Ama, defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin ! Şartım bu!’ dedi. Süreyya da, ben de; ‘Buna emin olabilirsiniz Paşam!’ dedik…. ‘Pekâlâ, yaz! Zaferden sonra şekl-i hükümet (hükümetin şekli) Cumhuriyet olacaktır!… Bu bir. İki!; Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç!; Tesettür kalkacaktır! Dört!; Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir!’ Bu anda, gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu bakış, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşmasıydı. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. ‘Neden durakladın?’ deyince, ‘Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var.’ dedim. Gülerek; ‘Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!’  dedi. Yazmaya devam ettim: ‘Beş!; Lâtin hurufu (harfleri) kabul edilecek!” deyince ‘Paşam, kâfi, kâfi’ dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın edasıyla, ‘Cumhuriyetin ilânına kadar muvaffak olalım da üst tarafı yeter!’ diyerek defterimi kapadım, koltuğumun altına sıkıştırdım ve inanmayan bir adamın tavrı ile; ‘Paşam, sabah oldu! Siz oturmaya devam edecekseniz bana müsaade edin!’ diyerek yanlarından ayrıldım.”

(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. 1, Ankara, 1966, s. 131 vd.)

 

Halbuki, Mustafa Kemal’in başkanlık etmiş bulunduğu Erzurum Kongresi’nde delegeler, yani “millî irade”, başka kararlar almış bulunuyordu:

 

“1- … Bu sâhada yaşayan bilcümle ‘Anasıri İslamiyye (Müslüman halk), yekdiğerine karşı bir hiss-i fedâkârî ile meşhûn (fedakârlık hissiyle dolu) ve vaz’iyyeti ‘ırkıyye ictimâ’iyyelerine (ırksal ve sosyal durumlarına) riayetkâr, özkardaştırlar.

2- Osmanlı Vatanı’nın Tamâmiyyeti ve İstiklâli Millimiz’in Te’mini ve Maakam-ı Saltanat ü Hilafet’in Masûniyyeti (korunması) içün, Kuvâyî Milliyye’yi ‘amil (etkili) ve İrâdei Miliyye’yi (millî iradeyi) hakim kılmak esastır.

4- Hükûmet-i Merkeziyye’nin (İstanbul’un) bir tazyik-i Düvelin (devletler baskısının) karşısında, buraların terk ve ihmâli ıztırârında (zorunda) kalması ihtimaline göre, Makaam-ı Hilâfet ve Saltanat’a merbûtiyyetini (bağlılığını) ve mevcudiyyet ve Hukuuk-ı milliyeye kâfil tedâbîr ve mukarrerât, ittihaz olunmuştur.”

 

Mustafa Kemal, bu kararların altına imza atmış bulunuyordu. Diğer delegelerle birlikte bunları savunuyordu.

Mazhar Müfit Kansu’ya ise, aslında bir “gizli gündem”inin bulunduğunu, takiyye yaptığını, kimseye söylememesi kaydıyla açıklıyordu.

Ve bütün bunları Mazhar Müfit, Atatürk’ün bir kerameti olarak açıklıyordu.

Günümüzde de, Atatürkçüler’in, zekâ seviyelerini göstermek istercesine, Mazhar Müfit’in yazdıklarını gururla alıntılayıp tekrarladıklarını görüyoruz.

Aynı insanlar, başka oluşumlar ve kesimler söz konusu olduğunda, takiyye için, “aldatma” tabirini kullanıyor ve en ağır hakaretleri peşpeşe sıralıyorlar.

Mustafa Kemal hakkında aynı şeyi söylememeleri, “koruma kanunu”ndan çekiniyor olmalarından kaynaklanmıyor.

Onun takiyyesini, kurmay zekâsının parlak bir örneği olarak görüyorlar.

*

Evet, konuya dönersek, FETÖ’cülerin “istihbaratın ince ağlarını” hiç sezdirmeden geçmiş olmasını, birileri, FETÖ’cülerin aşağılık takiyyeciliğine bağlıyorlar.

Ancak, bu ülkede takiyyeciliğin devletin genlerinde mevcut olduğunu unutuyorlar.

Ve bu ülkede hemen herkes takiyye yapıyor.

Mesela, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ideoloji devletinin çağının geçtiğini, dinî (İslamî) devlet istemesinin söz konusu olamayacağını söylüyor.

Din milliyetçiliği de dahil, bütün milliyetçiliklerin ayağının altında olduğunu açıklıyor.

Taa Mısır’a ve Tunus’a gidip, “Şeriat’e karşı laiklik” tavsiye edecek kadar laiklik yanlısı bir politika izliyor.

Mustafa Kemal’i referans göstererek seçimlerini ya Samsun’dan, ya kongre şehri Sivas’tan başlatıyor.

“Aziz Atatürk”lü açıklamalar yapıyor, “Asıl Atatürkçü biziz” diyor.

Diyor da diyor..

Bütün bu açıklamaları çerçevesinde Tayyip Erdoğan’ın gerçek safının belli olduğunu söylediğimizde, birilerinin, “Sen bakma, takiyye yapıyordur” diyorlar.

*

Sorun şurada ki, bir defa takiyyeye cevaz verdiğinizde, sonunun nereye varacağını kestirmek güç.

Mesela, Fethullah Gülen’in çizgisinin yanlış olduğunu söylediğimizde, Fethullahçılar’ın şuna benzer bir akıl yürütme ile karşılık verdiklerini görüyorduk: “Böyle gerekiyor. Hocaefendi onları kullanıyor. Böyle görünmek, konuşmak zorunda. Yoksa yaşatmazlar.”

Bir defa yaşamak, iktidar olmak, dünya nimetlerinden bir şekilde yararlanmak, “hizmet” etmek asıl gaye olunca, takiyye ile gerçek birbirinden ayrılamaz hale geliyor.

Siz mi başkalarını kullanıyorsunuz, yoksa başkaları mı sizi, kestirmek mümkün olmuyor.

Şimdi, genlerinde takiyyeciliğin paslı çivilerle çakılı bulunduğu devletimizin, FETÖ’yü takiyyeciliğinden dolayı lanetlediğini, “Takiyye yapmayıp da açık konuşsaydın, sana aldanmazdım” dediğini görüyoruz.

Takiyye yapmayıp, düşündüğünü açıkça söyleyenlere ne yaptıklarını da biliyoruz.

Aldatmayan, aldatmaya tenezzül etmeyen, mertçe davrananlara dünya zindan ediliyor. Emdiği süt burundan getiriliyor.

Aldatanlar ise baş tacı ediliyor. Rahatça, darbe de dahil, her tezgâhı kurması mümkün oluyor.

Prof. Esad Coşan takiyye yapmıyordu.. Muhsin Yazıcıoğlu takiyye yapmıyordu..

MİT, takiyye yapmayan, düşüncelerini açıkça ortaya koyanları takip etmekte, maşallah çok başarılı..

Takiyye yapana gelince, tepesine bomba yağdırıncaya, helikopterle binasını tarayıncaya kadar, uyanmıyor. Uykusu öyle “derin”.

Aslında, uyanmak istemiyor.

Çünkü, takiyyecilik, bu devletin ve devlet kurumlarının genlerinde var.

“Takiyye yap, keyfine bak!” diyorlar.

Takiyye yapmak, makam-mevki, para ve şöhret kapılarını açıyor.

Ancak, iş dönüp dolaşıp, takiyyeciler arasında, “makam-mevki, para ve şöhret” kapma yarışı ve rekabetinin başlaması noktasına geliyor.

Kim galip gelirse, diğerinin takiyyesini lanetliyor, yerin dibine batırıyor.

“ERDOĞAN TAKİYYE YAPIYOR, İKİ DİLLİ KONUŞUYOR” DİYORSANIZ, FİLMİ BAŞA SARMIŞ OLUYORUZ..

TEKFİR KAMPANYASINA DİB BAŞKANINDAN DESTEK

PEKİİİ, BU ADAMIN KENDİSİNİ KÂİNAT İMAMI İLAN ETTİĞİNİ YENİ Mİ ÖĞRENDİNİZ?! DAHA DÜNE KADAR NİÇİN HOCAEFENDİYDİ?

GÖRMEZ, “KENDİNİ GİZLEME, HARAM İŞLEME, İKİ DİLLİ KONUŞMA, YALAN SÖYLEME, ŞANTAJ YAPMA, GAYRİ AHLÂKÎ YÖNTEMLERE BAŞVURMA”DAN DA SÖZ EDİYOR..

BU İFADELER ÖNCELİKLE GİZLİ SERVİSLERİ VE İSTİHBARAT ÖRGÜTLERİNİ AKLA GETİRMEZ Mİ?!

YOKSA, “BUNLAR ‘PARALEL DEVLET’ İÇİN GÜNAH, ‘PARALEL OLMAYAN DEVLET’ İÇİN CAİZDİR.. HATTA SEVAPTIR.. CENNETİN ANAHTARIDIR.. BUNLARA YASAL DOKUNULMAZLIK SUNMAK DAHA DA BÜYÜK SEVAPTIR” MI DEMEK İSTİYOR?

GÖRMEZ, “DİNÎ VE MİLLÎ DUYGULARIN KULLANILMASI”NDAN DA ŞİKÂYETÇİ..

YAŞARKEN MÜCAHİT OLMASI MÜMKÜN OLMAYAN, BAŞTA LAİKLİK OLMAK ÜZERE ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARINA BAĞLI KALMASI İSTENEN, ALLAH’IN HÜKÜMLERİNİN DEVLET DÜZEYİNDE UYGULANMASI İÇİN SAVAŞMASI SÖZ KONUSU OLAMAYACAK İNSANLARI, LAİK DEVLET İÇİN CAN VERMEYE DAVET ETMEK VE SONRA BUNLAR ÖLÜNCE, ATEİST BİLE OLSALAR, “ŞEHİT” İLAN EDİP BUNU DA CAMİ AVLUSUNDA SÖYLEMEK, “DİNÎ DUYGULARIN KULLANILMASI” MIDIR, DEĞİL MİDİR?

BUYUR BUNA DA CEVAP VER!.

“İSLAM DİNİNDE MUTLAK BAĞLILIK TEMEL İLKELEREDİR” DİYORSUN.. GÜZEL.. PEKİ, “ATATÜRK İLKE VE İNKILAPLARINA BAĞLILIK”, İSLAM’IN TEMEL İLKELERİNDEN BİRİ MİDİR?!

ANAYASASI İLE ATATÜRK’E MUTLAK BAĞLILIK İSTEYEN BİR DEVLETİN İSLAM AÇISINDAN DURUMU NEDİR?.

ÖZELEŞTİRİ YAPACAKSANIZ BU KONUDA DA YAPMANIZ GEREKMEZ Mİ?!

ŞERİAT’E BAĞLILIĞI BİR TARAFA BIRAKIP ATATÜRK’E BAĞLILIK ARZETMEK İLE FETHULLAH’A BAĞLILIK ARZETMEK ARASINDA NE FARK VARDIR?!

VAR MIDIR?!

ERDOĞAN’IN DEDİĞİ GİBİ “AZİZ ATATÜRK”, “ASIL ATATÜRKÇÜ BİZİZ” ŞEKLİNDE KONUŞMAK İLE FETHULLAHÇILIK YAPMAK ARASINDA “MAHİYET” FARKI VAR MIDIR?!

YOK EĞER, “ERDOĞAN TAKİYYE YAPIYOR, İKİ DİLLİ KONUŞUYOR” DİYORSANIZ, BAŞA DÖNMÜŞ OLUYORUZ.

 

Görmez'den FETÖ tepkisi: İslam'la alakası yok!

Görmez’den FETÖ tepkisi: İslam’la alakası yok!

Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Gülen için “Kendisini kainat imamı olarak gören bu kişiyi din alimi olarak görmek mümkün değildir” dedi.

03.08.2016 12:15

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “15 Temmuz Darbe Girişimi ve Din İstismarına Karşı Birlik, Dayanışma ve Gelecek Perspektifi” gündemi ile toplanan Olağanüstü Din Şurası’nda konuştu. Görmez, FETÖ’nün gerçekleştirdiği darbe girişimine ilişkin açıklamalarda bulunurken “Örgüt elebaşlarını imam, kendisini de kainat imamı olarak gören bu kişiyi din alimi olarak görmek mümkün değildir. Bir gecede masum insanları katleten bu örgütün ne insanlıkla ne de İslam’la bir ilişkisi olamaz. ” dedi.

İşte o konuşmadan satır başları

İSLAM’LA ALAKASI YOK

İslam dininde mutlak bağlılık temel ilkeleredir. Ahlak dinimizin en temel ilkesiyken, bu örgüt kendini gizleme, haram işleme, iki dilli konuşma, yalan söyleme, şantaj yapma gibi gayri ahlaki yöntemlere başvurmuştur. Bu tür davranışların İslam’la alakası yoktur. Bu örgüt en başta aile bağlarını yok etmeye çalışmış, sonra onların dini ve milli duygularını kullanmakistemiştir.

BU ELEBAŞINI DİN ALİMİ OLARAK GÖRMEK MÜMKÜN DEĞİL

… Bir gecede masum insanları katleden bu örgütün ne insanlıkla ne de İslam’la bir ilişkisi olamaz.

Bu örgüt karşısında dini ve akademik suskunluğun hiçbir açıklaması yoktur. Gerek Diyanet camiasının gerek de İlahiyat Fakülteleri’ndeki akademik faaliyelerinin gözden geçirilmesi ve öz eleştiri yapılması gerekmektedir….

Haber7

BELKİ DE FETÖCÜLER, GERÇEK BİRER ATATÜRKÇÜLER..

BELKİ DE, “DEVLETÇİ” ZİHNİYETE VE LAİKLİĞE İYİ UYUM SAĞLADIKLARI İÇİN, RESULULLAH S.A.S.’İ DEĞİL, ATATÜRK’Ü ÖRNEK ALIYORLAR..

 

atatürk vahdettin falih rıfkı ile ilgili görsel sonucu

atatürk vahdettin falih rıfkı ile ilgili görsel sonucu

atatürk vahdettin falih rıfkı ile ilgili görsel sonucu

atatürk vahdettin ile ilgili görsel sonucu

atatürk vahdettin ile ilgili görsel sonucu

atatürk vahdettin ile ilgili görsel sonucu

*

DARBE, TAKİYYE VE İSTİHBARAT

 

DARBE, TAKİYYE VE İSTİHBARAT

 

 

Mehmet SAKİN

 

Medyada çıkan haberlere göre, MİT’in darbeden haberi, bir albay sayesinde olmuş:

 

“Türkiye’nin seyrini değiştiren ihbar 15 Temmuz 2016 saat 14.45 sularında MİT’e ulaştı. Akıncılar Hava üssünde görevli havacı bir albay, MİT’e gelerek Müsteşar Hakan Fidan’ı uyardı ve ‘Acele etmeniz ve engel olmanız gerekiyor. Şu anda hem Akıncı Üssünde hem de Güvercinlik’teki Kara Havacılık Okulu’nda uçaklar ve helikopterler hazırlanıyor. Olağanüstü bir durum var. Galiba darbe hazırlıkları yapılıyor’ dedi.”

(http://www.haber7.com/guncel/haber/2053249-mite-darbe-olacagini-o-haber-vermis)

 

MİT’e bizzat gelerek doğrudan Müsteşar’la temas kurmasından anlıyoruz ki, söz konusu albay, MİT’e çalışan bir isim değil.

Bu yüzden, karşı tarafa sızıp onlardan bilgi getirmiş olması durumu yok. Ortadaki hareketliliğe bakarak kendince bir çıkarım yapmış.

O albay, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a veya Genelkurmay Başkanı’na da ulaşmaya çalışabilirdi. O takdirde, öyle anlaşılıyor ki, MİT’in (ya da MİT’in üst yönetiminin) olaydan hiç haberi olmayacaktı.

Geçmişte MİT’in, darbeler ve darbe teşebbüsleri konusunda hükümetleri pek fazla bilgilendirmediği biliniyor.

Dolayısıyla, MİT’in başarısızlığından değil de, darbeye gözyummasından söz ediliyordu.

Şu andaki tablo ise, MİT’in “kusursuz fiyaskosu” olarak değerlendiriliyor.

Buna kibarca, “istihbarat zafiyeti” diyorlar.

İstihbarat yokluğu bile demiyorlar, istihbarat zayıflığı deyip geçiyorlar.

Ve birçoklarının bu istihbarat zafiyetini (zayıflığını) MİT’in beceriksizliğine değil, FETÖ mensuplarının olağanüstü takiyye kabiliyetine ve örgütlenme biçimine bağladıkları görülüyor.

*

Bu, kusurunu itiraf etme yerine mazeret üretme çabası, MİT’in aciz gösterilmesinden, FETÖ’nün ise MİT’i bile ters köşeye yatırmış sıradışı bir örgüt olarak olarak gözlerde büyütülmesinden başka bir sonuç vermiyor.

FETÖ’nün MİT’e sızmış olduğunun, fakat MİT’in, FETÖ’nün en azından asker kanadını ve asker kanadıyla bağlantılı sivilleri takip edemediğinin düşünülmesine yol açıyor.

Burada en çok dikkat çekilen hususun, FETÖ’nün takiyye, yani olduğundan başka türlü görünme taktiği olduğunu görüyoruz.

Ancak, olduğundan başka türlü görünmenin, bugünkü Türkiye’nin genlerinde bulunduğunu bilmezden gelmeyi tercih ediyoruz.

Hep bir “devlet geleneği”nden, kabile devleti olmadığımızdan söz ediliyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneğine baktığımızda takiyye üzerine kurulmuş olduğunu görüyoruz.

Mazhar Müfit Kansu, şunları yazmış bulunuyor:

 

“Erzurum Kongresi’nin bittiği, 7 Ağustos 1919 gecesi Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Bey (Yiğit) ile dertleşmesini sürdürürken, aniden beni uyandırıp yanına çağırdı. Bir süre, sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:
“- Mazhar not defterin yanında mı?
“- Hayır Paşam!
“- Zahmet olacak, ama bir merdiven inip alacaksın. Hadi al gel!
… Hemen aşağıya indim.… Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını bir kaç nefes üst üste çektikten sonra; ‘Ama, defterin bu yaprağını hiç kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin ! Şartım bu!’ dedi. Süreyya da, ben de; ‘Buna emin olabilirsiniz Paşam!’ dedik…. ‘Pekâlâ, yaz! Zaferden sonra şekl-i hükümet (hükümetin şekli) Cumhuriyet olacaktır!… Bu bir. İki!; Padişah ve Hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç!; Tesettür (örtünme) kalkacaktır! Dört!; Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir!’ Bu anda, gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu bakış, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşmasıydı. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. ‘Neden durakladın?’ deyince, ‘Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var.’ dedim. Gülerek; ‘Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!’  dedi. Yazmaya devam ettim: ‘Beş!; Lâtin (Avrupa) hurufu (harfleri) kabul edilecek!” deyince ‘Paşam, kâfi, kâfi’ dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın edasıyla, ‘Cumhuriyetin ilânına kadar muvaffak olalım da üst tarafı yeter!’ diyerek defterimi kapadım, koltuğumun altına sıkıştırdım ve inanmayan bir adamın tavrı ile; ‘Paşam, sabah oldu! Siz oturmaya devam edecekseniz bana müsaade edin!’ diyerek yanlarından ayrıldım.”

(Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. 1, Ankara, 1966, s. 131 vd.)

 

Halbuki, Mustafa Kemal’in başkanlık etmiş bulunduğu Erzurum Kongresi’nde delegeler, yani “millî irade”, başka kararlar almış bulunuyordu:

 

“1- … Bu sâhada yaşayan bilcümle ‘Anasıri İslamiyye (Müslüman halk), yekdiğerine karşı bir hiss-i fedâkârî ile meşhûn (fedakârlık hissiyle dolu) ve vaz’iyyeti ‘ırkıyye ictimâ’iyyelerine (ırksal ve sosyal durumlarına) riayetkâr, özkardaştırlar.

2- Osmanlı Vatanı’nın Tamâmiyyeti ve İstiklâli Millimiz’in Te’mini ve Makam-ı Saltanat ü Hilafet’in Masûniyyeti (korunması) içün, Kuvâyî Milliyye’yi ‘amil (etkili) ve İrâdei Miliyye’yi (millî iradeyi) hakim kılmak esastır.

4- Hükûmet-i Merkeziyye’nin (İstanbul’un) bir tazyik-i Düvelin (devletler baskısının) karşısında, buraların terk ve ihmâli ıztırârında (zorunda) kalması ihtimaline göre, Makaam-ı Hilâfet ve Saltanat’a merbûtiyyetini (bağlılığını) ve mevcudiyyet ve Hukuuk-ı milliyeye kâfil (kefil olan) tedâbîr ve mukarrerât (önlem ve kararlar), ittihaz olunmuştur (alınmıştır).”

 

Mustafa Kemal, bu kararların altına imza atmış bulunuyordu. Diğer delegelerle birlikte bunları savunuyordu.

Mazhar Müfit Kansu’ya ise, aslında bir “gizli gündem”inin bulunduğunu, takiyye yaptığını, kimseye söylememesi kaydıyla açıklıyordu.

Ve bütün bunları Mazhar Müfit, Mustafa Kemal’in ölümünden 10 yıl sonra yazdığı kitabında, Atatürk’ün bir kerameti olarak açıklıyordu.

Günümüzde de, Atatürkçüler’in, zekâ seviyelerini göstermek istercesine, Mazhar Müfit’in yazdıklarını gururla alıntılayıp tekrarladıklarını görüyoruz.

Aynı insanlar, başka oluşumlar ve kesimler söz konusu olduğunda, takiyye için, “aldatma” tabirini kullanıyor ve en ağır hakaretleri peşpeşe sıralıyorlar.

Mustafa Kemal hakkında aynı şeyi söylememeleri, “koruma kanunu”ndan çekiniyor olmalarından kaynaklanmıyor.

Onun takiyyesini, kurmay zekâsının parlak bir örneği olarak görüyorlar.

*

Evet, konuya dönersek, FETÖ’cülerin “istihbaratın ince ağlarını” hiç sezdirmeden geçmiş olmasını, birileri, FETÖ’cülerin aşağılık takiyyeciliğine bağlıyorlar.

Ancak, bu ülkede takiyyeciliğin devletin genlerinde mevcut olduğunu unutuyorlar.

Ve bu ülkede hemen herkes takiyye yapıyor.

Mesela, Cumhurbaşkanı Erdoğan, ideoloji devletinin çağının geçtiğini, dinî (İslamî) devlet istemesinin söz konusu olamayacağını söylüyor.

Din milliyetçiliği de dahil, bütün milliyetçiliklerin ayağının altında olduğunu açıklıyor.

Taa Mısır’a ve Tunus’a gidip, “Şeriat’e karşı laiklik” tavsiye edecek kadar laiklik yanlısı bir politika izliyor.

Mustafa Kemal’i referans göstererek seçimlerini ya Samsun’dan, ya kongre şehri Sivas’tan başlatıyor.

“Aziz Atatürk”lü açıklamalar yapıyor, “Asıl Atatürkçü biziz” diyor.

Diyor da diyor..

Bütün bu açıklamaları çerçevesinde Tayyip Erdoğan’ın gerçek safının belli olduğunu söylediğimizde, birileri, “Sen bakma, takiyye yapıyordur” diyorlar.

*

Sorun şurada ki, bir defa takiyyeye cevaz verdiğinizde, sonunun nereye varacağını kestirmek güç.

Mesela, Fethullah Gülen’in çizgisinin yanlış olduğunu söylediğimizde, Fethullahçılar’ın şuna benzer bir akıl yürütme ile karşılık verdiklerini görüyorduk: “Böyle gerekiyor. Hocaefendi onları kullanıyor. Böyle görünmek, konuşmak zorunda. Yoksa yaşatmazlar.”

Bir defa yaşamak, iktidar olmak, dünya nimetlerinden bir şekilde yararlanmak, “hizmet” etmek asıl gaye olunca, takiyye ile gerçek birbirinden ayrılamaz hale geliyor.

Siz mi başkalarını kullanıyorsunuz, yoksa başkaları mı sizi, kestirmek mümkün olmuyor.

Şimdi, genlerinde takiyyeciliğin paslı çivilerle çakılı bulunduğu devletimizin, FETÖ’yü takiyyeciliğinden dolayı lanetlediğini, “Takiyye yapmayıp da açık konuşsaydın, sana aldanmazdım” dediğini görüyoruz.

Takiyye yapmayıp, düşündüğünü açıkça söyleyenlere ne yaptıklarını da biliyoruz.

Aldatmayan, aldatmaya tenezzül etmeyen, mertçe davrananlara dünya zindan ediliyor. Emdiği süt burundan getiriliyor.

Aldatanlar ise baş tacı ediliyor. Rahatça, darbe de dahil, her tezgâhı kurması mümkün oluyor.

Prof. Esad Coşan takiyye yapmıyordu.. Muhsin Yazıcıoğlu takiyye yapmıyordu..

MİT, takiyye yapmayan, düşüncelerini açıkça ortaya koyanları takip etmekte, maşallah çok başarılı..

Takiyye yapana gelince, tepesine bomba yağdırıncaya, helikopterle binasını tarayıncaya kadar, uyanmıyor. Uykusu öyle “derin”.

Aslında, uyanmak istemiyor.

Çünkü, takiyyecilik, bu devletin ve devlet kurumlarının genlerinde var.

“Takiyye yap, keyfine bak!” diyorlar.

Takiyye yapmak, makam-mevki, para ve şöhret kapılarını açıyor.

Ancak, iş dönüp dolaşıp, takiyyeciler arasında, “makam-mevki, para ve şöhret” kapma yarışı ve rekabetinin başlaması noktasına geliyor.

Kim galip gelirse, diğerinin takiyyesini lanetliyor, yerin dibine batırıyor.

TAKİYYE VE KRİPTO ÖRGÜTÇÜLÜK

dilipak abant ile ilgili görsel sonucu

 

Abdurrahman Dilipak, son yazısında şöyle diyor:

 

“Takiyeci ve kripto bir örgütle karşı karşıyayız ve daha kısa süre öncesine kadar bunlar her yerdeydiler ve herkesle yakın ve sıcak bir ilişki içindeydiler. Sağ-sol, Sünni-Alevi, Liberal-Milliyetçi farketmez. Dindar ya da seküler, dinsiz ya da başka dinden olabilir.. Milliyetçi, solcu olabildiği gibi PKK’lı da olabilir.. Hiçbir sabitesi yok.. Gülen’e küfredebilir ya da Allah’a yemin de edebilir.”

(http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/abdurrahman-dilipak/kim-paralelci-kim-degil-16943.html)

 

Evet, Dilipak, Gülenci örgüt için “Hiçbir sabitesi yok” diyor.

Sağ-sol, Sünnî-Alevî, liberal-milliyetçi olabilirlermiş..

Dindar ya da seküler olabilirlermiş..

PKK’lı bile olabilirlermiş..

Şimdi soralım..

Türkiye’de, eskiden “İslamcı” diye adlandırılan, şimdilerde nasıl adlandırılacakları ya da nasıl adlandırılmak istendikleri bilinmeyen malum “devletçi” topluluğun “sabite”si var mı?

Daha açık söyleyelim..

“Bayrak yarışı”nda sırayı Fethullah Gülen’den devraldıkları “devletçilik”ten başka bir sabiteleri var mı?

Şimdi bazıları çıkıp, “Adamın sağcı ya da solcu olması önemli değil, yerli ve millî mi (yani devletçi mi), önemli olan bu” demeye başlamadılar mı?!

Bu bazıları, işlerine gelince liberal, işlerine gelince de milliyetçi olmuyorlar mı?!

Bazen dindar (yani Şeriat’e bağlı), bazen de laiklik yanlısı olarak arz-ı endam etmiyorlar mı?!

PKK’lı olmadılarsa bile, Çözüm Süreci’nde bir Apocu gibi konuşabildiklerine şahit olmadık mı?!

Hangi sabiteden bahsediyorsun sen, Abdurrahman?..

Bu ülkede, devletçilikten başka sabitesi bulunan kaç kişi kaldı?..

*

Fethullah Gülen, 1980’li yıllarda sapına kadar “devletçi”ydi..

Devlet-i Ebed Müddet” başlıklı şiir yazmış belki de tek adam..

“Devletçi” olması sebepsiz değildi.. Devlet demek sonuçta güç demektir..

Devletçilik de, aslında “güçlüden yana olmak”tır..

O yüzden, her devirde “devletçilik”, parsayı toplamak, kolay yoldan bir yerlere gelmek isteyen herkesin vazgeçilmez ideolojisidir..

Fethullah Gülen’in de, devletçilik yapması sayesinde önü açıldı..

Baktı ki, devletçilik yapmak işe yarıyor, “bölgesel güç devlet” (Türkiye) için değil de “küresel güç devlet” (ABD) için “devletçilik” yapmanın daha kârlı olacağını hesap etti

Aslında adamın tutumunda değişen bir şey yok..

Şayet adamın “hakka bağlılık” diye bir derdi olsaydı, “derin”i ve yüzeyseliyle Türk devletinin emrine girme anlamında devletçi de olamazdı.

Bugün Atatürk ilke ve devrimlerini Şeriat’e (Allahu Teala’nın ve Resulü’nün ilkelerine, İslamî devrime) tercih eden, bunu açıkça söyleyip ilan eden bir devlete, yani İslam devleti olmayan bir devlete (ki İslam devleti olmayan bir devlete, İslamî terminolojide küfür devleti deniliyor) bağlılığı “yerlilik ve millîlik” adı altında yücelten insanların Fethullah Gülen’den “istikamet” açısından farkı nedir?.

*

Evet, Fethullah Gülen’i aslında “derin” devlet üretmişti..

Latif Erdoğan adını da koyuyor: MİT..

Adamın misyonu da, “İslamcılığı”, İslamî hareketi “devletçilik” hareketi haline getirmekten ibaretti..

Takiyyecilik ve kripto örgütçülük böyle başladı..

Ve kendi mecrasında ilerlerken yolu Amerika’ya uğradı..

Şunu belirtmek gerekiyor: FETÖ’nün takiyyeciliğinin ve kripto vaziyetinin ardında aslında Türk derin devleti vardır..

Bu takiyyecilik, aslında Türk devletini de, Türk halkını da içten içe çürütüyor..

Münafık, sabitesiz, ilkesiz, çıkarcı, dönek, yağcı, sahtekâr, güce tapınmacı, konformist, eyyamcı ve oportünist bir kitle haline getiriyor..

Sanki FETÖ’cüler takiyyeci de, diğer topluluklar daha mı iyi durumda?..

Şimdi söyleyin, devlet memuru olmak için bile insanların Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmek zorunda kaldıkları bir ülkede, kim hangi sabiteyi muhafaza edebilir?!

Milletvekili oldunuz, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini etmezseniz, “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözü geçersiz hale geliyor, göreve başlayamıyorsunuz..

Hiç kimsenin açıkça söylemediği fakat herkesin çok iyi bildiği gerçek şu: Türkiye’de hakimiyet, ancak Atatürk ilke ve inkılaplarına samimi bir şekilde bağlı olmanız ya da onur, haysiyet ve kişiliğinizin ayaklar altında çiğnenmesini kabul ederek bu ilkelere bağlı olduğunuzu söyleme köleliğini kabullenmeniz durumunda, milletindir.

Böyle bir ülkede münafıklığın, sabitesizliğin, ilkesizliğin, çıkarcılığın, dönekliğin, yağcılığın, sahtekârlığın, güce tapınmacılığın, konformizmin, eyyamcılığın ve oportünizmin giderek kurumsallaşması, doğal hale gelmesi, halkın ruhuna işlemesi, bir devlet geleneğine dönüşmesi kaçınılmazdır..

Böyle bir devletin ve toplumun içten içe çürümemesi imkânsızdır..

Evet, devlet (siyasetçisi, memur kitlesi) ve toplum (sivil kuruluşlar) olarak bugün bu durumdayız..

FETÖ, bunun en açık ve yalın ispatıdır..

FETÖ’yü bu “münafık imalatçısı devlet geleneği” üretti..

Yenilerini de üretir.. Bu bataklıktan sivrisinekten başka birşey çıkmaz..

Üstelik, Türkiye’deki diğer oluşumların ilkelilik ve sabitelere bağlılık duyarlılığı bakımından FETÖ’den doğru dürüst bir farkı yok..

Hatta, daha kötü durumda olanları bile var..

Belki tek fark, onların ABD tarafından keşfedilmelerini sağlayacak bir potansiyellerinin bulunmayışı ve başlarında Fethullah Gülen gibi (kabul etmek gerekiyor) birikimli, yetenekli ve zeki bir liderin olmayışı..

Evet, FETÖ, neden değil, sonuçtur..

Asıl sorun, FETÖ’nün ortaya çıkmasına sebep olan zihniyet, yapı ve derin devlet geleneğidir..

Bu zihniyet, bu yapı, bu “kullanışlı münafık” üretme takıntılı derin devlet geleneği var oldukça, evet bu bataklık yaşatıldıkça, yeni sivrisinekler mutlaka üreyecek ve üremesine sebep olanları ısıracaktır.

Ekme-biçme yasası.. Neyi ekerseniz onu biçersiniz..

Dürüstlüğü değil münafıklığı, ilkeliliği değil takiyyeciliği teşvik ederseniz, o takiyye bir gün sizi de vuracaktır..

*

Gelelim Abdurrahman’a..

Abdurrahman’ın acaba sabitesi var mı?..

Yazılarından anlaşıldığı kadarıyla tek sabitesi var: Recep Tayyip Erdoğan..

Onun hakkında, yere göğe konduramayan yazılar da kaleme aldı..

İkide bir kıyamet alâmetlerinden, Mehdî’den filan bahsediyor, lafı döndürüyor dolaştırıyor, “Ya hu Mehdî’ye ne lüzum var ki, işte Erdoğan başımızda!.. Sonra, kurtarıcı beklemek doğru değil zaten, işte Erdoğan bizi kurtarıyor” anlamına gelen laflarla noktalıyor..

Bu soğuk ve bayat yemeği yedirmek için de, yanına sos ve garnitür olarak peygamberâne bir üslupla yapılmış öğütleri ekliyor..

Abdurrahman insanları Allah ile aldatıyor.