SİNEKLERİN TANRISI DEVLETE VE KÖPEKLERİN DİNİ DALKAVUKLUĞA DAİR

 

kemalist türkiye'nin din yanlışları tenbih wordpress ile ilgili görsel sonucu

necip fazıl rapor 4 ile ilgili görsel sonucu

 

Yeni Şafak gazetesinin salak yazarı Ergün Yıldırım‘ın bir önceki yazıda bahis konusu yaptığımız zırvalarının devamı da var.

Bu boş kafa sadece salak olsa sorun değil, aynı zamanda utanmaz bir yalancı..

Masal anlatıcısı..

Bakın ne diyor:

 

Birinci Meclis [TBMM], İstanbul İslamcılığın bir tezahürü. Meclis kürsüsünün başında “onlar aralarındaki işleri şura ile yaparlar” ayeti asılıdır. M. Akif, Hüseyin Avni, Mecidi Tolun( Melami şeyhi) gibi şahsiyetler vekildir. Bu meclisin tasfiyesi ile İstanbul İslamcılığı da tasfiye olur. Pür seküler ve pür garpçı bir siyaset hakim hale gelir. İnkılapçı değişim yöntemi benimsenir. İslamcılıkla beraber İslam da ciddi anlamda tasfiyeye uğrar. Bir dizi inkılaplardan sonra İslamın yokluğuyla bir boşluk doğar. Bu boşluk 1960’lar sonrasında Kahire ve Riyad eksenli yeni bir İslamcılık tarafından doldurulmaya başlanacak. Kutup ve Mevdudi’nin kitapları tercüme edilerek fikirleri de yaygınlaşacak. İslamcılık yatak değiştirecek. Hakimiyet tezi tevhit ile özdeşleşerek politikleşecek. Devleti tamamen karşısına alan ve dışlayan bir söylem haline gelecek. İçinde derin ötekileştirmeyi taşıyan tekfir tutumuyla senli benli olacak. Islah ve tecdit yerine devrimci bir değişme yöntemini öne çıkacak. İslamcılık sonunda radikalleşecek. 1979 İran İslam Devrimi ile beraber bu radikalleşme daha da artacak. Riyad ve Kahire eksenine bir de Tahran ekseni eklenecek. İstanbul İslamlaşması tamamen Kahire, Riyad ve Tahran İslamcılığına dönüşecek. Zaten tasfiye edilmesiyle doğan boşluğu bunlar dolduracak.

Kırsal alandan kentlere inen muhafazakar aile çocukları için Kutup, Şeriati ve Mevdudi’nin dinamik İslam yorumları cazip gelecek. Kendilerine yeni bir İslam kimliği inşa etmeleri için bu kaynaklara koşacaklar. Türkiye’nin radikal İslamcılığı bu sosyolojiden doğar.

 

Bunlar, Keloğlan masallarından biraz hallice uydurmalar..

Mecusî bıyıklı mendebur, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile Necip Fazıl da mı Mevdudî, Kutup ve Şeriati‘den etkilenmişti?

*

Onların sözlerine geleceğiz, fakat önce bu mendeburun bazı ifadeleri üzerinde durmak gerekiyor.

“İslamcılıkla beraber İslam da ciddi anlamda tasfiyeye uğrar” diyor.

İslamcılık tasfiye ediliyorsa, İslam tasfiye ediliyor demektir, bunun şaşılacak bir tarafı mı var?

Bir yerde gazetecilik tasfiye ediliyorsa, gazeteler tasfiye ediliyor demektir.

Eğitimcilik tasfiye ediliyorsa, eğitim tasfiye ediliyor demektir.

Saatçilik tasfiye ediliyorsa, saatlerin köküne kibrit suyu dökülüyor demektir.

Ziraatçılık tasfiye ediliyorsa, ziraatın yok olması isteniyor demektir.

Edebiyatçılık tasfiye ediliyorsa, edebiyatın mezarı kazılıyor demektir.

Çömlekçilik tasfiye ediliyorsa, çömlek namına birşeyin kalmaması isteniyor demektir.

Tarihçilik tasfiye ediliyorsa, tarihin bizzat kendisinin tarihte kaybolmasına çalışılıyor demektir.

Sanayicilik tasfiye ediliyorsa, sanayiin ölüm fermanı veriliyor demektir.

Eczacılık tasfiye ediliyorsa, ilaç diye birşey kalmasın isteniyor demektir.

Bir adam “İslamcılıkla beraber İslam da ciddi anlamda tasfiyeye uğrar” şeklinde bir cümle kurabiliyorsa, onun ahmaklık ve budalalık tepeleri arasında uzatılmış eblehlik ipi üzerinde canbazlık yapmayı meslek edinmiş olduğu anlaşılır.

*

Bu aptal sapığın diğer bir zırvası şöyle: “… 1960’lar sonrasında … Hakimiyet tezi tevhit ile özdeşleşerek politikleşecek.”

Bre angut, hakimiyetin bizzat kendisi politik birşey değil midir?!

Yok, kafan çalışmadığı ve cümle kurmayı beceremediğin için aslında “Tevhid, hakimiyet tezi ile özdeşleşerek politikleşecek” demek istiyorsan, evet Tevhid (Allahu Teala’nın birliği inancı), Allahu Teala’nın hakimiyeti ile özdeştir:

 

“Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?”

(Diyanet Vakfı Meali, Maide, 5/50)

*

Bu soytarının diğer bir zırvası şöyle: “… 1960’lar sonrasında … İslamcılık … Devleti tamamen karşısına alan ve dışlayan bir söylem haline gelecek.”

A ahmak, devletin İslamcılığı ve İslam’ı tasfiye ettiğini sen kendin söylüyorsun.

Tasfiye etmek, dışlamanın da ötesinde birşeydir.

Devlet, senin ifadene göre (ki anlattığın masaldaki tek doğruyu bu oluşturuyor), İslamcılığı ve İslam’ı dışlamanın da ötesinde yok etmeye çalışmış..

Peki buna karşı İslamcılık ne yapacaktı, “Ağam sen beni dışlıyorsun ama ben öyle yapmam, sana kurbanım ağam” diye devletin önünde secdeye mi kapanacaktı?

Kurt, kuzunun boğazına dişlerini geçirip kanını emmiş, ve bizim güya kuzunun tarafında yer alan yalancı çobanımız da, boğazından can çekişme hırıltıları gelen kuzuya akıl veriyor: “Sevgili kuzu, ama bu yaptığın kurtu dışlamak, hatta ötekileştirmek, sana hiç de yakıştıramadım, ne kadar da zalımsın, oysa siz kardeşsiniz!”

Yalancı çoban, sen kimden yanasın?

Kuzunun asıl düşmanı kim, kurt mu, yoksa böylesi (kimi ajan, kimi kemik peşindeki satılmış köpek) yalancı çobanlar mı?

*

Evet, bu soytarı ayrıca şunu da yazmış: “… 1960’lar sonrasında … Islah ve tecdit yerine devrimci bir değişme yöntemini öne çıkacak.”

CHP’nin “altı ok”undan birisi ne?

Devrimcilik..

Devrimcilik Atatürk’te iyi, CHP’de iyi, solculukta iyi, Müslüman’a gelince kötü, öyle mi?

İslam düşmanlarının ve onların ajanlarının Türkiye müslümanlarına verdikleri akıl şu: “Biz, elimize fırsat geçtiği zaman devrim yapalım, fakat siz sakın devrimci olmayın!”

Geri zekâlı boş beleş meymenetsiz angut, ıslah ve tecdid, aslı itibariyle iyi olan şeylerde fayda verir. Küfrün nesini ıslah edeceksin, onun kökünün kesilmesi gerekir. Onun tasfiyesini birileri devrim olarak adlandırıyorsa, varsın adlandırsınlar.

Neden Peygamber Efendimiz s.a.s. Kilise kurumu içinde yer alan bir rahip veya papaz olarak gönderilip de orada ıslah ve tecdid yapmadı da, müşrik bir toplumda sıfırdan yeni bir cemaat oluşturdu?

Neden İncil ayıklanıp ilavelerle tecdid edilmedi de Kur’an indirildi?

Neden Resulullah s.a.s. Mekke’de ıslah ve tecdidin gerçekleşmesi için beklemedi de Mekke’ye karşı Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında devrimci bir cevap verdi? Ki Bedir Savaşı’nın gerçekleşmesinin nedeni, Müslümanlar’ın Kureyş kervanını ele geçirmeyi planlamış olmalarıydı, Mekkeliler durduk yere Bedir’e yürümemişlerdi.

Evet, çok iyi biliyorum ki bugünkü Türkiye toplumu değil devrimi, ıslahı bile kabul edecek bir toplum değil. Zihniyet olarak da, ahlâken de giderek daha kötü hale geliyor. Bu toplumdan (İslamî açıdan) ne köy olur ne kasaba (burada bireysel müslümanlığı konu edinmiyoruz).. Samimi, Allah’a (yani Kur’an‘ın hükümlerine, hiç değilse zihniyet itibariyle) tam teslim olmuş, yani müslim/müslüman olmuş insan sayısı çok az. Batılıların yaptığı araştırmalar, Türkiye’de Şeriat’le yönetilmek isteyen insan oranının yüzde 10 civarında olduğunu gösteriyor. İşte bu rakam, teslim olanların, müslim olduğunu açıkça beyan edenlerin oranı. Aynı oran Afganistan’da yüzde 99, Nijerya’da yüzde 71, Mısır’da yüzde 74, Endonezya’da yüzde 72, Pakistan’da yüzde 65, Irak’ta yüzde 91, Ürdün’de yüzde 71.

 

“İçlerinden bir topluluk: «Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?» dedi. (Öğüt verenler) dediler ki: Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz).” (Diyanet Vakfı Meali, Araf, 7/164)

*

Gelelim merhum Necip Fazıl‘ın yazdıklarına..

Bunları yazan kişi, Mevdudî veya Kutub‘dan etkilenmiş biri değil..

Abdülhakîm Arvasî‘nin (rh. a.) müridi..

 

Necip Fazıl ve Siyasetçiler (4)

NECMETTİN ERBAKAN

Hangi millî görüş?.. Çar Rusya’sı müjiği hangi millî görüşteydi ve bugün onun torunu hangi millî görüştedir? Bu efendiler bilmiyorlar mı ki, … “İdeolocya Örgüsü” eserimizde Meclisimin duvarında “Egemenlik ulusundur” yaftası değil, “Hâkimiyet Hakkındır” levhası vardır?

Millî Türk Talebe Birliği’nin, yeni idarecilerini seçmek üzere büyük kongresini topladığı ve beni de kongrenin ruhunu gözetmek üzere çağırdığı bir gün kendisine söz verilen M.S.P. İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk (Ne asaletsiz bir isim!) kürsüye çıkmış ve hiç de sırası, yeri, yurdu, lüzumu yokken demiştir ki:

– Devlet lâik olabilir; fertlerse olmayabilir. Bunlar birbirine mâni değildir!

Yani:

– Siz içinizden, isterseniz lâik olmayın! Ama devletin laik olup olmadığına aldırmayın ve onu kendi oluşu içinde tabiî görün!

Herhangi bir rejimin bâtını her neyse zâhirde onunla tecellisi esas olduğuna göre, ona zıt [muhalif] kalbleri ancak kendi hücrelerinde gizlenmeye [ortada görünmemeye] dâvet eden ve [laik] rejimi kendi halinde serbest, hattâ haklı gösteren böyle bir “Bizans” ruhu[nu, ve de], açık küfrün bile tenezzül etmeyeceği bir idrak sefaleti arzeden ve balmumu [gibi şekilden şekile giren] adamları arasında[ki] bu çocuk sesli sapık Bakanı şiddetle suçlandırmayan, üstelik yeni Bakanlıklarla mükâfatlandıran lider de [Erbakan da] aynı ruhu [Bizans ruhunu] paylaşmış, hattâ önceden adamına telkin etmiş sayılabilir.

Mesele lâyisizmanın [laikliğin] kıymet hükmüne [değer yargısına] değil, müslümanlık taslıyanların anlayış ve samimilik derecesini gösterme ölçüsüne bağlıdır. Bu tarzda bir laiklik savunması, müslüman[lar] şöyle dursun, bizzat laikler ve Allah inkârcıları tarafından bile kabul edilmez.

Refikaları Hanımefendi, Tepebaşı gazinosunda kadınlardan bir topluluğa hitap eder ve bu mevzuda hiçbir hikmet ve inceliğe sahip bulunmaksızın “Teaddüt-ü Zevcat: Dörde kadar zevce alabilme müsaadesi” aleyhinde konuşur ve bizzat Erbakan, herhangi bir din kaidesi üzerinde hataya düşüp bilhassa karşı cephelerden hücum yağınca “şaka ettim!” demekten başka cevap bulamaz. Keşke “ben bu dâvanın sadece şakacısıyım; sahicisi kimse buyursun!” diyebilse…

Müslümanlığı, partilerinin temsil ettiğinden ve müslümanları kütüklerine kayıtlı olanlardan ibaret sayarlar ve “M.S.P.’li olmayanlar müslüman değil” demeye giderler. Bilmezler ve bir türlü anlamaya yanaşmazlar ki, kendilerinden dâvacı küfür değil, bizzat müslümanlık ve gerçek müslümanlardır.

(http://www.nfk.com.tr/erbakan.htm)

 

İşte bu takiyyeci kafanın geldiği nokta ortada..

Artık takiyye yapmıyorlar, dönüştüler, döndüler.

Millî Görüşçülermiş, fakat İslam değillermiş..

Bu “samimiyetsizlik ve idrak sefaleti” ile siz nasıl İslamcı olabilirsiniz ki?!

*

Merhum Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye gelince..

O büyük âlim, Mevdudî ve Kutub’dan etkilenmek bir tarafa, onlara ders verir..

Yazdıkları ortada:

 

“Türkiye’de Kemalizm devrimi meydana gelinceye kadar, milletim Türk’ün ayrıcalık kazandığı en büyük iftihar kaynağının [İslâm’a hizmetin], o devrimden sonra, Türk’ün en utanç verici zillet alâmeti olması, Avrupa’da ismi müslüman kelimesinin eşanlamlısı olarak kullanılan Türk’ün müslümanlığına [siyasal rejim düzeyinde] son veren devrim reisinin adının yüceltilmesi için, Haçlı seferlerinden beri İslam’a düşmanlığı devam eden aynı Avrupa’da 600’den fazla kitap yazılması öyleyse çok görülmemelidir.”

(Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır Uleması ile İlmî Münâkaşaları, çev. İbrahim Sabri, haz. Osman Erdem, İstanbul: Gül Neşriyat, 2005, s. 70. dn. 44.)

*

… bugünkü Türkiye’de [1920’lerin Türkiye’si], yeni Türkiye hükümetinin [nezdinde] ziyade revaçlı olduğundan, din-i İslam’a ve belki bi’l-cümle edyana [bütün dinlere] karşı yapılan bu kepazelikler hep hükümetin teveccühünü kazanmak için yapılıyor.

İşte, Türkiye’de evvelki din gayretinin yerine geçen bugünkü dinsizlik gayretinin hakikati böyle bir adi dalkavukluktan ibarettir.

O diyarda (Türkiye’de) şimdi kalem sallayan muharrirler [yazarlar], dinsizliğe ilmî ve samimi bir içtihat [ciddi inceleme, düşünme ve araştırma] neticesinde vasıl olmuş adamlar denilecek halde bile olmayarak yalnız sayd-ı menfaat (çıkar avı) izi takip eden kilâb-ı mualleme (eğitilmiş köpekler) haslet ve kıymetinde mahluklardır.

Onun için kendi hallerine ve akidesizliklerine (inançsızlıklarına) kıyas ettikleri ulema-yı dinin (din âlimlerinin) mesleğini (gittikleri yolu, hareket tarzını) menafi-i habîse (kötü menfaatler) esasına müstenit (dayanıyor) zannetmek cehaletini de öteki cehaletleri ile birlikte izhar etmekten (göstermekten) hiç hâli (geri) kalmazlar.

Halbuki dünyanın son devirlerinde ulema-yı dinden olmakla menfaat temin etmek arasında münasebet değil, münâfât (karşıtlık) vardır.

Bu devirlerde din müdafaasını meslek ittihaz edenler (kendilerine dava edinenler), Ankara hükümeti gibi, farmason cemiyetleri gibi dinsizlik hâmisi bulunan kadim ve muhaddes (eski ve sonradan kurulma) teşkilat ve müessesat (kurumlar) karşısında dünya menfaatlerini ayak altına aldıktan başka o gaddar ve mekkâr (alabildiğine hilekâr) düşmanlardan gelecek hatır ve hayale gelmeyen belaları da göze alarak yalnız ilahî bir vazife ve vicdanî bir haz ve neşve uğrunda çalışırlar.

Onları her mahrumiyet içinde mesut ve müteselli edecek yegâne mükâfat, “Din-i İslam garip olarak başladı. Bir gün gelecek ki yine garip düşecek. Garip kalmış dini iltizam eden (tutan) gariplere ne mutlu!” mealindeki, “İnne’l-İslâme bede’e ğarîben ve se-ye‘ûdü kema bede’e fe-tûbâ li’l-gurebâi” hadîs-i şerifin[in] son fıkrasıdır.

(Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Kemalist Türkiye’nin Din Yanlışları, İstanbul: Derin Tarih Kültür Yayınları, Eylül 2014, Derin Tarih dergisinin Eylül 2014 tarihli 30. sayısının hediyesi, s. 19-20.)