TAFTAZANÎ’YE GÖRE İBNÜ’L-ARABÎ

ibnül arabi ile ilgili görsel sonucu

 

Kelam ilminin otoritelerinden Sa’düddin Taftazanî, Vahdet-i Vücûd Risalesi adlı eserinde, İbnü’l-Arabî hakkında şunları söylemektedir (Çev. Harun Ünal, islah.de/menhec/men00010.pdf. Eserin başka bir alime ait olduğunu söyleyenler de var):

 

“… Füsûs sahibi Muhiddîn Arabî, büyük bir çığırtkanlıkla ve aşırı bir hamakatle, çirkin bir davranışla haddini aşmış, kendi adî varlığını, kararmış gönlüyle aşırı giderek, Hz. Adem (a.s.) ve ondan sonra gelip de o çizgide gidenlerden üstün kabul etmiştir. Çünkü kendi adî nefsini (varlığını), dini kemale erdirme ve bitirme bakımından, bir binayı tamamlayan altın kerpiç ya da tuğla mesabesinde tutarken, peygamberlerin sonuncusu olan bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’i de, binadaki gediği kapatan gümüş kerpiç ya da tuğla olarak değerlendirmiştir.

“Böylece bu sapık kişi, değil sadece peygamberleri, aynı zamanda alemlerin Rabbi olan yüce Allah’ı da yalanlamış bulunmaktadır. Çünkü bu sapık adamın iddiasına göre, alimlerin ve beşerin efendisi olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.v.)’le din kemale ermemiştir. Oysa Hz. Peygamber Arap ve Arap olmayan herkese peygamber olarak gönderilen bir peygamberdir.  İşte bu peygamberin gönderilmesiyle birlikte kesin olarak -İbn Arabi’ye göre- tamamlanmamış ve bir eksiği, gediği kalmış olan dinin, kapatılması gereken ya da yerine konması icabeden iki tuğlası ya da kerpiçi bulunuyor. Bu açık gediği kapatacak olan iki tuğladan biri gümüş, diğeri de altundan olan tuğladır. Gümüş tuğla, kendisiyle peygamberlik kapısı kapanan peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Altun tuğla için ise, yine bu adam kendisini işaretle, velayet yani evliyalık mertebesi kendisiyle sona eren, -kendi iddiasına göre- zatını göstermektedir.

“Oysa bu sinsi ve de sapık adamın kendisi, bu haliyle şüphe uyandıran, çirkin ve iğrenç davranışıyla yalancı peygamber olan Müseylemetü’l-Kezzab’ı da geçmiştir. Çünkü Muhiddîn Arabî, yalnızca yalancı Müseyleme’nin çizgisinde kalmakla yetinmemiş, “Ben peygamber (s.a.v.) ile eşit bir peygamberim” gibi bir şeyle yetinmemiş, daha da ileri giderek, mülhidlerin ve dinsizlerin, kalbi ve gönlü kararmış olanların önde gelenleriyle, kendisinin velilerin sonuncusu olarak isimlendirilmesine dek gitmiştir. Böylece adamları onu velilerin sonuncusu olarak değerlendirirlerken,  İbni Arabî’yi herkesten ve Peygamber (s.a.v.)’den de üstün kabul etmiştir. Peygamberlerin sonuncusuna karşı olanların bu durumlarından ötürü Allah’ın laneti onların üzerine olsun…

“Ayrıca bu melankolik adam,  bu kara sevdaya tutulmuş kişi, bu afyon yutmuş adamın durumunun, aşağılık zındıklarca revaç bulması da bir takım rüyalara dayanmaktadır ki, bu rüyaları da ancak geri zekalılar ve bunamış olanlar doğrularlar.  İbn Arabî’nin ‘Füsûs’ adlı paçavrasının dibacesinde (önsözünde  ve takdiminde) yer aldığına göre, kendisi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i rüyada görmüş, Hz. Peygamber (s.a.v.), bu adama rüyasında, ‘Füsûs’ adlı kitabı vermiş ve bunu her tarafa yaymayı kendisine söylemiştir…..

“Şimdi sen hiç duydun mu ki, herhangi akıl sahibi bir insana, böyle zındıklık içeren, hem akla ve hem de  şeriata aykırı olan, baştan sona dek batılla dolu olan böyle bir kitabı Hz. Peygamber vermiş olsun? Bu, hiç olacak bir  şey mi ki? Bu kitap verilecek ve bununla, asıl olan  Şeriat yani Kitap ve Sünnet baştan sona geçersiz kılınacak, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ölümünden altı yüzyıl sonra gelen sözüm ona bir kitap baş köşeye oturtulacak, hem de bu kitap rüya yoluyla verilmiş olacak öyle mi? Yani Hz. Peygamber (s.a.v.) ‘Füsûs’ denen bu saçma kitapla, dinini, hem de 23 yıl gibi bir zaman süresince hayatının sonuna dek, her türlü sıkıntı ve güçlüğe, suikastlara katlanarak yaydığı dinini yıkacak bir kitabı, rüyada tavsiye edecek ve yayılmasını, halk arasında yaygınlık kazanmasını isteyecek?!….

“…‘el-Mevakıf’  adlı eserin sahibi Adudulmilleveddîn diye tanınan Adududdin Abdurrahman b. Rükneddîn (1281-1355) -Allah derecesini illiyînde yüceltsin-‘e ‘Füsûsu’l-Hikem’ adlı kitabın sahibi olan  İbn Arabî’nin  ‘Fütûhât’ adlı kitabı hakkında sorulduğunda,  şu cevabı vermiştir: ‘Siz Mekke sıcağında başı dönmüş kuru mizaçlı bir Mağribînin peşine mi takılmak istiyorsunuz, ki durmadan yediği kuru ot yani afyondur, afyon yutup durmaktadır. Yediği şeyler küfürden başka bir şey mi ki?’…. 

“Diğer taraftan eğer bunlara yüce Allah’ın apaçık âyetleri okunup, kendilerinin kesinlikle açık bir dalâlet ve sapıklık içinde oldukları belirtilince konudan yan çizerler. Dosdoğru olan yoldan saptıkları aktarılınca, tıpkı yayın oktan çıkıp gittiği gibi, bunların da İslâm dininden çıktıkları anlatılınca ve tüm peygamberlerin, dayandıkları semavi kitapların ifade ettikleri gerçeklerden uzak düştükleri söylenince, hemen konuşmanın seyrini değiştirirler.  İşi başka yönlere çekmeye, haktan sapmaya, doğruları tersyüz etmeye, tevile gitmeye kalkışırlar. Dine bu yalan yanlış ifadelerle ta’n etmeye, dil uzatmaya yönelirler. Yine ilahî ve semavî kitaplarda yer  alan hükümlerin yorumunu kendi sapık ve dinsizlik içeren mezhepleri çerçevesinde yaparlar.  İslâmî kurallara, akideye, tefsir bilginlerinin icmaına aykırı görüşler sergilerler…. Oysa Hz. Peygamber  (s.a.v.)’den sahih olarak rivayet olunan bir hadise göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ‘Doğrusu kim, kendi görüşüne dayanarak Kur’ân’ı tefsir ederse, kesinlikle küfre girmiş olur.’

“… Ayrıca bu tasavvufçu geçinen kimselerin kitaplarının ve risalelerinin aşırı bir şekilde takvayı, kalbi Allah’tan başka her  şeyden arındırmayı salık vermeleri, tavsiyeleri, samimiyetlerinden olmayıp, kendi murdar ve iğrenç görüşlerini bunlar arasında verebilmek, sunmak ve yaymak içindir. Zındıklıklarına, batıl görüşlerine bir kılıf uydurmaya yöneliktir. Tıpkı felsefecilerin batıl ve yanlış görüşlerini, sakat düşüncelerini, peygamberlere indirilen sayfalar ve kitaplar meyanında sunmaları gibi… Çünkü bununla selim olan kalbleri aldatsın istemektedirler. Böyle bir işi başardıklarında da,  şu iddia ile ortaya çıkarlar: Bu yola yani  tasavvuf yoluna, felsefî görüşlere davet edenler, aslında dinsiz zındıklar değiller. Bunlar samimi ve doğru olan muvahhitlerin (birleyenlerin) ta  kendileridirler. Böylece dinsizliği ve ilhadı irşad gibi gösterirler, böyle inanırlar, zındıklığı da doğruluk ve dürüstlük olarak kabul ederler ve inanırlar….

“Yoksa, ‘hariçte, dışta, eşyadan olan mutlak vücudun (varlığın) dışında, hiçbir  şeyin gerçekleşmesi söz konusu değildir’ diye inananların bu inançları gerçekleşmemiş olur. Çünkü bunlara göre, hariçte görülen tüm varlıklar, hayalden ve seraptan ibarettir. Bunlara göre dışardaki bu varlıkların hiç bir hakikatı, gerçekliği yoktur. Ne haram için ve ne de helal için ve ne de bu ikisi dışındaki şeyler için bir hakikatten, gerçeklikten söz edilemez. Yani ahkâm bu konuda geçersizdir, bunların bir hakikatı da yoktur. Ayrıca ne bir azaptan, bir cezadan, ne bir kitaptan ve ne de hesaptan asla söz edilemez. Aksine bütün bu saydıklarımız, mülhid dinsizlerce, tasavvufcu geçinen zındıklarca ve felsefecilerce hayaldir, seraptır…. Bir meşakkatin, zorluğun ve cezanın varlığının sözkonusu olmadığından dem vururlar. Bunun için de  şu saçma gerekçeyle ortaya çıkarlar:  Aslında cehennemlikler, cehennem içinde tıpkı, balığın suda rahat ettiği anlamda, nimetler içinde mutlu bir hayat geçirirler….”

Taftazanî, vahdet-i vücud konusunu ise şu şekilde ele almaktadır:

 

“… ariflere göre, ‘Fena fi’t-Tevhid’de fani olmak anlamında izmihlal, yok oluş değildir. Bu fani oluş, adeta, güneşin ortaya çıkmasıyla, yıldızların nurunun, aydınlığının kaybolması gibi bir şeydir. Şimdi buna bakarak, eşyanın hakikatı yoktur, bu durumda eşya adeta seraba ve hayale benzer, demek ayrı bir  şeydir. Bir kimsenin, yıldızların  ışığı ortadan yok oldu gitti diye kalkıp, bu yıldızlar gerçekte yokturlar, bunlar sadece birer serap ve hayalden ibaret şeylerdir demesi birbirinden tümüyle farklı şeylerdir.

“Bu durumda böyle düşünen, söyleyen ve kabul edenlerin beyinsizliğine, aklını yitirdiğine karar verilir…. Çünkü bunların inançlarına göre, kainattaki aynlar (şeyler), yani gökler, yer ve bu ikisi arasında yer alan her şey, haricî mevcutlar (varlıklar)’dır. Kainattaki tüm bu  şeyler, Allah’ın ilminde sabit olan aynlardır. Allah ise, bunlara göre mutlak vücut (varlık) olup, hariçte değildir. Aksine hariçte görünen  şeyler tamamen hayalden ve seraptan ibarettir. Dolayısıyla bunların taayyünleri de, yani kesin birer ayn (şey) oluşları da, bilimsel bir taayyündür, yoksa bunlar aynî anlamda, bir taayyün değildir….

“… bu, nass ile sabit olan hükmü de inkar anlamını taşır. Çünkü yüce Allah’ın kavli şöyledir.

‘O’nun zatından başka her şey yok olacaktır.’ (Kasas: 28/88)

“İşte bu şahısların sapık görüşleri kabul edilirse, … bu âyetin bir manasının olmaması gerekir. Çünkü bu şeyler yani kainat önce gerçekleşmiş olmalı ki, bu ayet sonradan bunların helakinden, ortadan yok olmasından söz etmiş olabilsin. Çünkü helak oluş, ortadan yok oluş, ancak o  şeyin önce gerçek bir  şekilde var olmasından, tahakkukundan sonra ve hariçte yani yüce Allah’ın zatının dışında gerçekleşmiş olmalarından sonra sözkonusudur….

“Bu kesim, bu alanda kesin deliller sunmaktan acze düştüklerinde, öncelikle keşif ve ayan olayını ileri sürerek inkara gitmişlerdir…..

“İkinci olarak da, kendilerinin batıl ve saçma hallerini, korkunç denebilecek ibarelerle, dehşet saçan iftiralarla sunmalarıdır. Onların bu yaptıkları şeylerin benzeri ne Kitap’ta, ne de sünnette yer almadığı gibi, konuya gerçekçi bir  şekilde yaklaşan İslâm âlimlerinden de böylesine konuşan birileri çıkmış değildir…. sırf şaşılıklarını örtbas etmek, zındıklıklarını gizlemek, bunların batıl olduklarının kesin görüşlerle ortaya çıkmasını önlemek için bu yola başvurmuşlardır. Ancak gerçekçi bir kafayla düşünüp bunların manalarına vakıf olduktan, bunların esaslarına ve dayandıkları  şeylere muttali olduktan sonra, bu durumda tüm bu şeylerin akıl ve şeriatçe kabul edilebilir bir yanlarının olmadığını görebilirsin….

“Bir de bu adamlar, aklın ve akıl sahibi kimselerin üzerinde mutabakat sağladıkları şeyleri de inkar ederler. Çünkü akıl sahipleri, ‘Yüce Allah’ın hakikati ve künhü, akıl ile idrak olunamaz, anlaşılamaz’ konusunda mutabıktırlar. Nasıl olmasın ki? Seçkin zatlardan rivayete göre, onlar  şöyle demişlerdir: ‘Seni, tanımak gerektiği gibi, tanıyamadık.’… Yani muhakkikler bunun muhal olduğunu, böylece belirtmiş olmaktadırlar….

“Bu zındıkların kibirlilik yapmalarında kendileri için bir çıkış yolu kalmayınca, iğrenç bir şekildeki muhallerinden tutunacakları bir dalları olmayınca sapıklıklarından bir çıkış yolu bulamayınca, hemen bir başka yola başvuruyorlar. İşte bu yol keşf yoludur. Zaten öteden beri bunların bağlı bulundukları ilk felsefecilerin de adeti budur. Bunlar bir şeyin altından çıkamadıklarında, aciz düştüklerinde, delil ve  burhan ortaya koyamadıklarında, ileri sürdükleri ve ortaya koydukları saçmalıklarına delil olarak hemen mükaşefeyi, keşif yolunu ileri sürerler.

“Oysa ortada bilinen bir gerçek vardır ki, keşif denen manevî olay, ancak gerçekleri ve hakikatleri ortaya koyar. Yoksa keşif denen şey, şeriatleri yıkan bir  şey olamaz. Hakikatleri reddedemez. Bunların ileri sürdükleri ve savunduklarıysa tamamen zındıklıktan, sapıklıktan, batıl ve anlamsız sözlerden ibarettir. Muhal olan şeylerdir…..

“Bütün bu söylenenler, meydana gelen yanılmalar, vesveseler ve  şeytanın bu gibi kimseleri aldatma esasına göre ele alınmıştır. Bu türden adamların, henüz bir ilim sahibi olmaksızın güya mücahede ile uğraşıyoruz, şöhrete kavuşacağız diye yaptıkları şeylerdir….

“Dolayısıyla Allah’ın kalblerini mühürlemediği, gözlerine perde indirmediği her akıl sahibi kimse çok iyi bilir ki bu zındık ve dinsizlerin imanları yoktur. Bunlar … ahiret gününe iman etmiş değillerdir….

“… Çünkü bunların ahirete imanları, bildirilen gerçeğin ve vasfının aksine bir inanıştır….

“Hiç dürüst bir inanca sahip olan bir müslümanın, bu zındıkları tasavvuf ehli diye adlandırması mümkün olabilir mi? Bu kâfirlerin, tasavvufun değerini yitirmesine neden olan zındıkların, sözde tasavvufçuların hiç tasavvuf ehli diye adlandırılmaları mümkün olabilir mi ki? Oysa gerçekçi düşünen, dürüst müslümanlara göre tasavvuf, peygamberî ahlâkla ahlaklanmak, tertemiz ve pırıl pırıl olan Muhammedî  şeriata bağlanmaktır. Bunu hem ilim ve hem amel noktasından böyle anlamak ve böyle  götürmektir. Yoksa muattıla denen sapık zındıkların, sofistlerin ve dehrîlerin görüşünden kaynaklanan bir tasavvuf değil. Çünkü bu dinsizlerin yaptıkları, onların küfürlerini, dinsizliklerini keşif adıyla artırmak oluyor….

“… Bunlar ne akla dayalı delilleri, ne de nakle dayalı kanıtları kabul ederler. Hiçbirisini kabul etmeyip hepsini reddederler….

“Tarikat erbabından tahkim ehli olanlara göre, ilim yani bilgi sahibi olmak, hal ehli olmaktan çok daha üstün ve değerlidir. Çünkü hal ehli olmak, ilahî nurların tecellisi sırasında, salikin nefsinde meydana gelen bir keyfiyettir….

“Ancak, gerçek tarikattan habersiz olanlar, hal ehli olmanın ilim ehli olmaktan üstün olduğunu ileri sürerler. Çünkü bunlar cahil kimselerdir, tarikatın da ne olduğunu bilmeyenlerdir. Diğer taraftan bu adamlar, ‘hal ehli olmak ilim ehli olmaktan üstündür’ diye savunurlarken, kendilerinin uzletinin ilim olduğunu ileri sürerler. Oysa bunların ilimden uzak kalmaları, hal ehli olmanın da ne olduğunu bilmemeleri, bir de bu teklif dünyasında (sorumluluk dünyasında) en büyük hicaplarla kaplı bulunmayı bilmemelerindendir….

“Aslında keşif noktasında, müteşabihlerin olabileceği hususu gözardı edilmemelidir. Çünkü bu, ariflerin kalblerini bir bakıma denemedir. Nitekim şeriatte varid olan müteşabihler de, ilimde rüsuh sahibi olanların (ilimde yüksek payeye erenlerin) kalblerini bir denemedir…. Bunlar ‘fena fittevhidde fani olduktan sonra’, sarhoşluk hallerinin de devam etmesiyle, ağızlarından öyle sözler çıktı ki, bu sözler hülûl ve ittihad gibi manaları içeriyordu. Çünkü ibarelerle, yazıyla o yaşanan hali anlatabilme, olayı yazıya döküp anlatma imkanı olamadığından, bunun imkânsızlığından dolayı çok yanlış anlaşılan sözler sarfeder oldular…. Ancak bunlardaki bu manevî sarhoşluk denen kendinden geçme olayı kaybolunca, durumu normal akıl ile değerlendirme noktasına gelince -ki akıl dünyada yüce Allah’ın doğruyu tartan terazisi ve ölçüsüdür-, hemen sözlerinin ne denli tehlikeli anlamlar taşıdığını görüp, bunu reddetmişler, kabul etmemişlerdir. Hatta dahası var, şuurları, kendilerinden böylesine tehlikeli bir sözün çıkmasını yadırgayıp reddetmiştir. Bundan dolayı şu gerçek ifadeleri söylemekten geri durmamışlardır. Demişlerdir ki, ‘Bu türden sözler sarfetmek, gerçekte küfürdür, sapıklıktır’. Hemen yaşadıkları durumları yazıyla ve sözle anlatabilmenin güç ve zor olduğunu söyleyerek mazeretlerini açıklamışlardır….

“Ancak bunların açık kavramlarının isbatı (ortaya konulması) noktasında sarahatle (açıklıkla) konuşup buna (hallerine) delil göstermeye kalkışmaları halinde, o zaman tevil götürmeyen ve mecaza da yorumlanmayan anlamda hakikat manasında kullanılmaları muhkem olmuş olur. Bu da tıpkı dinsiz yani mülhid vahdet-i vücutçuların açıkça ‘Allah, mazharlarda yayılan mutlak vücudun kendisidir’ gibi söyledikleri açık ifadelerdir. Daha sonra bu saçmalıklarını isbat noktasında mugalatalarını birleştirerek ve telfik yaparak burhan gibi göstermeleridir. Daha sonra da bu saçma temele dayanarak:  ‘Puta tapan herkes aslında Allah’a kulluk ediyordur. Nitekim kim ilahlık davasına kalkışırsa, o kimse bu davasında doğrudur’ gibi saçmalıklarda bulunmuşlardır.

“İşte durum bu manada muhkem olduktan, mesele sarahatle ve açıklıkla dile getirilip, buna ayrıca bir delil ikameye kalkışıldıktan sonra, bu kimselerin sözlerinin yorumu kabul edilmez, onlar için herhangi bir cevaza yol bulunmaz. Artık bundan böyle, bu dinsizleri savunmaya kalkışanların, onları temize çıkarmaya çalışanların tüm savunma ve çalışmalarının batıl olduğu gerçeği ortaya çıkmış bulunuyor. Yani kimilerinin: ‘Bu sözler herkesin, halkın anladığı gibi vahdet-i vücud değildir, esasen bunların kendilerince bir takım yorumları var ki, bunu da ancak havassdan olanlar yani özel ekipten olanlar anlayabilir’ türünden sözlerinin de bir anlamı yoktur.”